31 Ekim 2008 Cuma

Dövizle alış-veriş yapmayınız!....

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
AKP Genelbaşkanı ve BAŞBAKAN
Ankara;


Sayın BAŞBAKAN; 31 Ekim 2008

31 Ekim 2008 akşamı televizyonlardan yayımlanan “ULUSA SESLENİŞ” programındaki konuşmanızı, dikkatle dinledim.

Alıştığımız ve Türkiye’yi 2002 yılından başlatan ifadelerinizi bir tarafa bırakıyorum ve kullandığınız, “Finans hareketlerini adım, adım takip ediyorum. Merkez Bankası, Hazine ve Maliye tam bir işbirliği içindeler. Buradan size sesleniyorum; lütfen dövizle alış-veriş yapmayınız! Türk parasını kullanınız!” ifadenizin üzerinde durmak istiyorum. Zira; bunda, zaruret vardır: Şöyle ki:

1- Tuzu kuru vatandaşların ellerinde döviz vardır. Dövizi olmayan vatandaşlarımız, dövize endeksli ekonomimizde, döviz fiyatlarına göre oluşturulan değerler üzerinden alış-veriş yapmak zorundadırlar.
2- Merkez Bankası, biz sade vatandaşların, arkasındaki gücü bilmediğimiz “TAHTAKALE” piyasası adı verilen oluşum karşısında, dâimâ âciz kalmaktadır.
3- Döviz hususundaki tavsiyenizin muhatabı; paralarını, Dövizden faize veya faizden dövize yönlendiren PARALI KESİM olmalıdır.
4- Döviz konusundaki uygulamalarda, Merkez Bankası’nın da önemli kusurları vardır. Şöyle ki:

1567 sayılı “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Kanunun”, Türk parasının kıymetinin korunması için Bakanlar Kurulu’na verdiği yetki kapsamında çıkarılan 32 Sayılı Konvertibilite Kararının 4/C maddesi şöyledir:

“Türkiye’de yerleşik kişilerin, Türkiye’de yerleşik kişilerden yapacakları işlemler nedeniyle, döviz kabul etmeleri mümkün değildir. Kabul edilmesi halinde,”Kambiyo suçu” işlenmiş sayılır.”.
Buna göre; döviz büroları ve bankalar sâdece yabancı kişilerden döviz almak zorundadır. Türk vatandaşlarından döviz alıp, onlara döviz satamaz.
Merkez Bankası, bu hükmün gereğini yerine getirmemiştir. Hazine; Eylül 2001 sonunda bu hususa dikkat çekerek, Merkez Bankasını uyarmış ve gereğinin yapılmasını istemiştir. Merkez Bankası ise; 19 Kasım 2001 tarihinde bankalara gönderdiği genelgede, şöyle demiştir:

“Bu konuda Hazine Müsteşarlığından alınan 16 Kasım 2001 tarih ve 88075 sayılı yazıda, uygulamada karşılaşılması muhtemel güçlüklerin giderilmesini teminen söz konusu uygulamanın, ikinci bir talimatlarına kadar durdurulduğu bildirilmektedir. Buna göre işlem yapılmasını rica ederiz.”.Yani; işin başından beri yasaya aykırı uygulama; yine, bir talimatla askıya alınmıştır.

5- 32 Dayılı Kararın, ekonomimizi perişan eden ve Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplatan yanlış şekli de vardır. O da, şudur: Bu serbestlik; “Bıyıklı yabancı sermaye (yani, bizim insanlarımızın yurt dışında bulundurdukları sermaye) hareketlerini, serbest bırakmıştır. Bu uygulama, “Karapara “ hareketlerini ve “Kayıt dışılığı” yaygınlaştırmış ve meşrulaştırmıştır.
6- 32 Sayılı Kararla ayrıca; finans kesimi ve bankacılık sistemi, sınırsız sermaye hareketlerinde serbest bırakılmıştır. Bu uygulama; “SICAK PARA “ rantını doğurmuş ve yabancıların, ekonomimize hâkim olmalarını sağlamıştır. Merkez Bankası da, “Dövize müdahale” adı altında, döviz ticaretine fırsat vermiş ve piyasaya ekonominin ihtiyacı kadar Türk parası vermemiş ve de kredi hacmini, düzenlememiştir.

Sayın BAŞBAKAN;

Türkiye, 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiştir. İktidarınız da bu yanlış idare tarzını benimsemiştir. Devleti, bir ticarethane gibi işletmek yanlışlığını devam ettirmiştir. Açık ifadeyle; paralı kesim, kendi çıkarları doğrultusunda idareleri baskı altında tutabilmiştir. Üstelik, bu yanlışlık sebebiyle; başta bankalarımız olmak üzere, önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçmiştir. Eğer bundan sonra yabancıların parasal destekleri devam edecekse; bu, elimizdeki kalan ekonomik değerlerin de yabancıların eline geçmesi için olacaktır. Zirâ; Türkiye, oluşan dış ticaret ve cârî açıklarla, asla ve asla hedeflerine ulaşamaz. Ne yazık ki; gündem saptıran olaylarla bu gerçekler, perdelenmiştir.

Bu gerçekleri dikkate alarak, vatandaşlara yaptığınız çağrının netice vermeyeceğini belirtmek ve dikkatlerinizi çekmek istedim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

0532-4576956
0216-4181726

30 Ekim 2008 Perşembe

Barzani ve Talâbanî

Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı 30 Ekim 2008


Sayın BİRAND;

30 Ekim 2008 tarihli ve “Bizim aşiret reisleri BEYAZ SARAY’da” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Ne yapmak istediğinizi ben bilmesem de, bilenler, bilir. Bana düşen; “SİZ, KİMİ KANDIRIYORSUNUZ?” sorusunu sormak olacaktır. Eğer varsa; elinizi, vicdanınıza koyarak, şu sorularıma da cevap vermelisiniz:

1- O, çok beğendiğiniz ve benimsediğiniz, ABD’nin, İngiltere’nin ve İsrail’in müşterek
hedeflerine uşaklık etmek gibi bir zillete mahkûm olan Barzani ve Talâbanî, ne zamandan beri ve nasıl bölgenin konjonktüründe uluslar arası rol oynayan liderler oldular?
2- Irak Cumhurbaşkanlığı makamına oturan Celâl Talâbanî ve Kuzey Irak Kürt
Bölgesi Yönetim Lideri olan Barzani, kendi yetenek ve gayretleriyle mi bu makamların sahipleri oldular?
3- Celâl Talâbanî, ABD tarafından Cumhurbaşkanlığı makamına oturtulmasaydı; Irak’ın
Kuzeyinde, bugün KUKLA konumundaki bu iki aşiret reisinin durumları, ne olurdu?
4- PKK’nın teşvikçisi, destekleyicisi ve koruyucusu Barzani olduğu halde; kamuoyunu yanlış yönlendirmek için gösterdiğiniz gayretin sebebi nedir?
5- Barzani ve Talâbani’nin uşaklığını yaptıkları KÜRT DEVLETİ kuruluncaya kadar PKK terörünün bitmeyeceğini göremeyecek kadar aptal mısınız?
6- Pentagon’da, Nato Karargâhında ve en son da Frankfurt’ta Barzani’nin standında
Asılan haritalardaki, Güneydoğu illerimizi de sınırları içine alan KÜRT DEVLETİ , sizi, hiç rahatsız etmiyor mu?

Sayın Birand;

Yılardan beri yazılarınızı okuyanlar ve televizyon programlarınızı izleyenler; olmayan bir Kürt sorunu yaratmak için çalıştığınızı ve üniter yapımıza yönelik saldırıları desteklediğinizi ve hattâ teşvik ettiğinizi gayet iyi bilirler. Çözemedikleri ise; kime ve hangi misyona hizmet ettiğinizdir. Zira; “BATI’NIN MÂNEVÎ AJANLIĞINA” soyunmuş bir görüntü vermektesiniz. Bu durum sizi, üzmüyor mu?

Hiç şüphesiz; dünya siyasî tarihini, çok iyi bilmektesiniz. Bulunduğumuz netâmeli coğrafyamızda cereyan eden askerî, ekonomik ve siyasî olayları irdelemesini başarabilecek kadar zeki ve kabiliyetli bir kişisiniz. Önlenemediği takdirde; ülkemizde cereyan eden ayrılıkçı hareketlerin, başımıza nasıl belâlar açacağını da öngörebilmektesiniz. Buna rağmen; niçin halka doğruları söyleyerek, birlik ve beraberliğimizin ve de üniter yapımızın muhafazası hususunda bir gayret göster miyorsunuz? Millî hisleriniz, dumura mı uğradı? Devletin adının “TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ” olması, sizi rahatsız mı ediyor?

Şairin ismi aklımdan çıkmış (zannedersem, Mehmet Emin Yurdakul’dur); ama, aklımdaki şu dizeleri, heyecanlandırıcı buluyor musunuz:

“Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Ceset çürür de, tahayyül kalırsa insanda,
Cihan, vatandan ibarettir itikadımca.”

Bu mektubum sizi sinirlendirmemelidir. Bilâkis, düşündürmelidir. Zira;; ülkemiz, iç ve dış HAİNLERİN saldırılarına ve husumetlerine maruzdur. MİLLÎ DUYGULARINI yitirmiş ve DEVLET GELENEKLERİNİ unutmuş milletlerin ACI AKİBETLERİ, tarihin ibretli sayfalarında kayıtlıdır.

Tarih, topluma mâlolmuş şöhretli kişileri, “YAPTIKLARI ve SÖYLEDİKLERİ” veya “YAPMADIKLARI ve SÖYLEMEDİKLERİ” ile değerlendirir. ŞAN ve ŞÖHRET budalalarının tarihe nasıl geçecekleri ise, önceden bilinmektedir. Son sözüm şudur:

SİZİ, ASLA VE ASLA SAMİMİ BUKMUYORUM. Ve HİÇBİR ZMAN DA, BULMADIM. Bu da benim, fikir hürriyetimdir. Ne yazık ki; elimde kalem yoktur; daha doğrusu, MEDYADA bir köşem ve EKRANLARA yansıyan görüntüm yoktur.

Acaba, haksız mıyım?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

0532-4576956

28 Ekim 2008 Salı

Taklitçilik ve kalkınma

Sayın Hüsnü ÖZYEĞİN
Özyeğin Üniversitesi Mütevelli
Heyeti Başkanı
İstanbul 27 Ekim 2008


Sayın ÖZYEĞİN;

Esasen zor durumda olan ülkemiz, GLOBAL adı verilen kriz sebebiyle, daha da zora düşmüştür ve bu krizin sonunda, elinde kalan son iktisadî değerlerini de kaybedecektir.

Ülkemizin bu hale düşmesinde siyasî iktidarların rolü kadar, paralı kesimin de rolü vardır. Zira; Türkiye, 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. KUR-FAİZ makasına dayalı DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret RANTA dayalı bu model; Türkiye’yi ÜRETKENLİKTEN uzaklaştırmış ve YABANCILARA muhtaç hale getirmiştir. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, vazgeçilmez altyapılarımız yabancıların eline geçmiştir.

29 Aralık 1983 tarihinde yürürlüğe konan TÜRK PARASININ KIYMETİNİ KORUMA KANUNUNDAKİ değişiklikten ve Ağustos 1989 yürürlüğe konan 32 sayılı KONVERTİBİLİTE kararından sonra Türkiye’de her şey değişmiş ve dolar ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. 1989’dan bu güne kadar geçen süre zarfında ödenen 500 milyar dolar faize rağmen, iç ve dış borç stokunun 500 milyar dolara ulaşmasının gerçek sebebi, uygulanan yanlış EKONOMİ VE PARA POLİTİKALARIDIR: Bu sebeple de Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşmıştır Kendi kendine yeterli hale gelememiş, daima başkalarına muhtaç hale gelmiş, dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaramamış, ve “OTUR” denilen yerde oturmak ve “KALK” denilen yerde kalkmak zorunda kalmıştır.

Bu hale düşüşümüzün gerçek sebebi de bellidir:

Başkalarının hedefi galip gelmiştir. Ve bu önemli coğrafyada; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç, “OTUR!” denilen yerde oturan, “KALK!” denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz bir TÜRKİYE oluşturulmuştur. Bu sebeple de, içte veya dışta meydana gelen krizlerle, büyük kayıplara uğramaktayız.

Öyle zannediyorum ki; bu, son global krizden siz de etkilenmiş ve kayıplara uğramışsınızdır. Bundan sonra hedefiniz, hem kendinizin ve hem de ülkenin kayıplarını telâfi etmek için çalışmak olmalıdır. Bu sayede; paralarını dövizden faize veya faizden dövize taşıyarak büyük rantlar sağlayan paralı kesimimizi sorumlu davranmaya davet etmiş olursunuz. Zira; bu ülkenin yatırıma, istihdama ve üretime ihtiyacı vardır. Ve bilinmelidir ki:

İlimlere MEVZU, sanatlara MODEL veren bir yapı oluşturulmadıkça;TÜRKİYE’nin, gerçek hedeflerine yönelmesi, iç ve dış gailelerden kurtulması, huzur ve rahata kavuşması, asla ve asla mümkün olmayacaktır.

Yapabilecekleriniz bellidir ve gayet kolaydır:
1-Mevcut nakdinizi Türk Parasına çevirmek.
2-Ünivesitenizin bünyesinde bir TEKNOLOJİ ENSTÜTÜSÜ oluşturarak, AR-GE çalışmalarını başlatmak.

Öyle zannediyorum ki; bu iki hususu gerçekleştirdiğiniz takdirde, büyük başarı kazanacaksınız ve bir ilke daha imza atmış olacaksınız. Zira; taklitçilikle, başkalarından sağlanan teknoloji ve bilim transferiyle, kalkınma ve gelişme sağlayan ve büyük medeniyetler kuran bir milleti, tarih kaydetmemiştir.

UNUTULMAMALIDIR:

RÖNESANS döneminin İtalya’da başlamasının en önemli sebebi; şairleri, edipleri, sanatkârları ve bilim adamlarını koruyan MESENLERİN oluşturulmasıdır.

Türk milleti, yaradılışı itibarı ile zeki ve kabiliyetli bir millettir. Türk milletinin kabiliyet ve zekâsı, bütün milletlerin kabiliyet ve zekâsından üstündür. Hüner; o KABİLİYET ve ZEKÂYI kullanabilecek kapıları açmabilmektir. Benim, gıyaben de olsa tanıdığım HÜSNÜ ÖZYEĞİN, bu kapıları açabilecek kabiliyettedir. Bu sebeple sizden, BÜYÜK BİR ATILIM bekliyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

0216-4181726
0532-4575956

Genç siviller ve bilinmeyenler.

“GENÇ SİVİLLER HAREKETİNİN”
TEPE YÖNETİCİLERİ 26 Ekim 2008

Ahmet Hakan’ın bugünkü yazısını okuyunca, sitenize girdim. Şu, tutarsız ve maksadı bilinmeyen başlıkları okuyunca şaşırdım:

Genç siviller rahatsız!
Darbe devam ediyor!
Muhtıracısına âşık Başbakan!
Şimdi TARAF olma zamanı!
Sabaha karşı darbeye karşı!
Sınır tanımayan taraftarlar!
Gladyo’dan Ergenekon’a!

İddiam şudur:

Yukarıdaki başlıklar altında sunulan yazıları okuyan herkes; Sizlerin, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığınızı, gayet kolay anlar. Zira; seçtiğiniz yegâne hedef, TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’DİR. Bu hususla ilgili görüşlerim ve düşüncelerim, şöyledir:

1 “Genç siviller rahatsız” ifadesindeki genç siviller kimlerdir? Bu hareketi finanse edenler, kimlerdir?
2-“Darbe devam ediyor” diyorsunuz. Bu kanıya nasıl vardınız? Zira; Türkiye’de bir ASKERİ DARBE ihtimâli ve tehlikesi yoktur. Bugün askerler, sizlerden çok daha demokrattırlar ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURUNA sahiptirler. Aksine; bugün ülkemizde, bir SİVİL DARBE SÜRECİ yaşanmaktadır. Açık ifadeyle; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ HALİNE dönüştürülmesi süreci devam etmektedir. Gerçekten hareketiniz, gerçek bir demokrasiyi hedeflemiş olsaydı; Halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini, SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER konumuna getiren GÖSTERMELİK DEMOKRASİ sistemine itirazınız olurdu. Bunu yapmadığınıza göre; bizler tarafından bilinmeyen bir MİSYONA hizmet etmediğinize nasıl inanalım?
3-“Muhtıracısına âşık Başbakan” ifadesini kullanırken, acaba, GEÇEK HEDEFİNİZ nedir ve nasıl bir RUH HALİNİN içindesiniz? Ülkeyi, sizler idare etmediğinize göre; hedefiniz, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik ederek, bir DARBE ORTAMININ yaratılmasını sağlamak mıdır? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; bugüne kadar yaşadığımız DARBE ve MÜDAHALELERİN alt yapısını, başkalarından destek alan SİVİL OLUŞUMLAR hazırlamıştır. Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenen HÂİN MİSYONERLER, kandırdıkları gafillerle, kaos ortamı yaratmışlardır. Acaba sizler, bu gerçeği görebildiniz mi?
4- “Şimdi TARAF olma zamanı” ifadenizle, nasıl bir taraflılık arzu etmektesiniz? Türkiye’nin bölünmesini, iktisaden ve siyaseten zaafa uğratılarak ABD’nin bir EYALETİ haline getirilmesini mi hedef aldınız? Olmayan ve tasarlanmayan bir DARBEYE KARŞI çığırtkanlığınızı, başka Türlü değerlendirmek mümkün müdür?
5-“Sınır tanımayan taraftarlar” olarak tanımladığınız TARFTARLARI nasıl oluşturdunuz? Par ile mi, yoksa kandırarak mı? Malûm ya; ülkemizin tepesine birden bire bir TARAF GAZETESİ oturtulmuştur. Taraf Gazetesi ile faaliyet paralelliği gösterdiğinize göre; bu merakımı, yadırgamak mümkün müdür?
6-“Glâdyo’dan Ergenekon’a” ifadesini kullanırken, neyi amaçlamaktasınız? Ergenekon Davası, henüz yargı safhasındadır ve bu dava, yabancı istihbarat birimlerinin ajanı olduğu kesinleşen TUNCAY GÜNEY adlı bir HAHAMIN servis ettiği belgelere inanılarak açılmıştır. Kaldı Ki; UKRAYNA ve GÜRCİSTAN’da meydana getirilen devrimlerin içyüzlerini bilenlerin; sizlerin kesin hükmü karşısında, sizlerden şüphe etmeye hakları vardır ve ben de, onlardan biriyim.
Harzemşâh Devleti’nin, Anadolu Selçuklu Devleti’nin ve Osmanlı Devleti’nin nasıl yıkıldıklarını iyi bilen bir kişi olarak soracağım şu soruma, lütfen, düzgün bir cevap veriniz:
ACABA SİZLER, OSMANLI DEVLETİ’NİN YIKIMINA SEBEP OLAN ve PARİS’TE TEŞKİLÂTLANAN JÖNTÜRKLER’in, o günden beri devam eden MİSYONUNU MU yüklendiniz?
Devlet eski Bakanı Kâmran İnan “Maalesef, hâini bol bir ülkeyiz” ifadesini kullanırken ve merhum ATTİLÂ İlhan, “Aydınlarımız, maalesef, Tanzimat’tan beri BATI’NIN MÂNEVÎ AJANLIĞINI YAPMAKTADIRLA” derken, acaba, yanılmışlar mıdır?

“GENÇ SİVİLLER” olarak ortaya çıktığınız göre; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyıp, tanımadığınızı; tarih ve coğrafya bilip, bilmediğinizi; Dünya siyasî tarihini irdelemesini başarıp,başaramadığınızı; dünya coğrafyasında Tütkiye’nin konumunun önemini anlayıp, anlamadığınızı merak ediyorum. Ve bir tavsiye:

Yıpratmak ve tahrik etmek maksadı ile TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİNE saldırmaktan vaz geçiniz!
Gerçekten maksadınız, DEMOKRASİ ise; Lider diktatörlüğüne dayanan çarpık modelimizi, doğrusu gelinceye kadar eleştiriniz!

Ecz. Hüsnü Akıncı

0532-4576956

Söz ve Makam

Sayın Abdullah GÜL
CUMHURBAŞKAI
Ankara 25 Ekim 2008


Sayın CUMHURBAŞKANI;

Gerçekleştirdiğiniz dış geziler esnasında zaman, zaman canınızı sıkan ve cevap vermekte zorlandığınız soruların sorulması üzerine bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Zira; çok gezmek, faal görünmek ve programlı veya programsız dış münasebetlerde bulunmak; Türkiye’nin sorunlarını çözmeye ve dostluk köprüleri oluşturmaya yeterli değildir. Çünkü; “Bir ülkenin dış siyasetini, bulunduğu coğrafyası belirler” gerçeğine göre; her ülkenin, diğer ülkelere karşı geliştirmeye, çıkarlarını korumaya matuf dış politikaları mevcuttur.
Bu gerçeği de, Fransa’nın ünlü Devlet Başkanı DE GAULLE, şu sözleriyle ifade etmiştir:

“Herhangi bir sebeple Fransa’nın dış meseleleriyle ilgili beyanat vereceğim zaman, günlerce düşünürüm; düşündüklerimi not ederek işin uzmanlarına veririm ve yazılı metin haline getirtirim. Konuşacağım zaman da, asla ve asla o metnin dışına çıkmam. Zira; her ülkenin, diğer dünya ülkeleri nezdinde çıkarları veya zıtlıkları vardır. Bu se beple; ciddî ve dünya siyasetini iyi bilen devlet ve siyaset adamları, dikkatli olmak zorundadır.”

Bu gerçeğe göre görüş ve düşüncelerimi arz etmekte beis görmüyorum. Maksadımı, iki örnekle açıklamak istiyorum:
1-Frankfurt’ta, Kürt meselesiyle ilgili olarak sorulan bir soruyu; “Eskiden Kürtler, kökenleri nedeniyle dışlanmıştı. Ancak, bugün durum değişmiştir ve Kürtlerin kültürel hakları güçlendirilmiştir.” Şeklinde cevaplandırmışsınız.
Bu cevabınıza itirazım vardır. 1958 yılından itibaren Türkiye’yi yakından ve gayet dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak Devletin, köklerinden dolayı vatandaşlarına farklı muamele ettiğine hiçbir yerde ve hiçbir zaman şahit olmadım. Doğu ve Güneydoğu’yu da, fırsat buldukça karış, karış gezerim ve bu bölgeleri, avucumun içi gibi bilmekteyim. Her seyahatimde, âdetâ bir sosyal antropolog gibi bölge halkının yaşantılarını, kültürlerini ve aşiret yapılarını inceledim. Gözlemim şudur: BÖLGE HALKININ BAZI SIKINTILARININ KAYNAĞI, DEVLET DEĞİL, FEODAL YAPIDIR.
Başımızın belâsı haline getirilen TERÖR ise; tamamen dış kaynaklı ve ÜNİTER YAPIMIZI hedef alan bir saldırıdır. Bu gerçeği dikkate alarak vereceğiniz cevap; “TÜRKİYE’DE DEVLET, HİÇBİR DÖNEMDE VATANDAŞLARINA, IRKINA GÖRE FARKLI MUAMELE ETMEMİŞTİR.” Şeklinde olmalıydı.

2- Yine Frankfurt’ta, kanayan bir yara haline getirilen türban konusundaki soruya, “Görevim nedeniyle parti politikası yapamam. Türban tartışması, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgilidir. Benim ülkem, lâik ve demokratik bir ülkedir. Bir kadının türban takıp, takmaması, kendi tercihidir. Ayrıca; ailelerde, bu konuda büyük bir kargaşa yaratılmıyor. Kargaşa; işe, politikacıların karışması ve bu konuyu, kültürel bir olay haline getirmeye çalışmalarıyla başlıyor.”, cevabını vermişsiniz.

Bu cevabınız doğru olmakla birlikte, bu hususla ilgili bir açıklamayı, Frankfurt’ta yapmamalıydınız. Çünkü; işin başından beri TÜRBANI, siyasî simge hâline getiren bir SİYASÎ HEYETİN içinde yer aldınız. Şayet mensubu olduğunuz siyasî partiler, türbanı, siyaset malzemesi olarak kullanmasalardı ve din eksenli siyaset yapmasalardı; bugün, TÜRBAN SORUNU gibi bir sorunumuz olmayacaktı. Bu gerçeği; Parlâmentoya girdiğiniz 1991’den, Cumhurbaşkanı seçildiğiniz 2007’ye kadar geçen süre zarfında, Meclis’te yaptığınız konuşmalarınızın zabıtlarında, herkes görebilir ve öğrenebilir. Şu husus da gerçektir: Kültürel ve geleneksel bir husus olan BAŞÖRTÜSÜ, siyaset meselesi haline getirilerek, TÜRBAN simgesine dönüştürülmüştür. Yani; bir ÇIKMAZ SOKAK yaratılmıştır.

Sayın CUMHURBAŞKANI;

Bulunduğunuz makam, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NİN en YÜCE makamıdır. Göreviniz; DEVLETİN, ANA KAİDELERE VE ANA BELGELERE GÖRE İŞLETİLMESİNİ SAĞLAMAK VE DEVLETİN, BİR PARTİ DEVLETİ HALİNE GETİRİLMESİNİ ÖNLEMEKTİR. Zira; devletin makamları, hangi kademede olursa olsun; KİŞİLERİN İSTİRAHAT YERİ değil; MİLLETİN DAYANAĞIDIR. Hangi kademede olurlarsa olsunlar, DEVLET ve SİYASET ADAMLARI, “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” Gerçeğini bilmek ve icabına uymak zorundadırlar.

Türkiye’yi yakından ve dikkatli biçimde izleyen; ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre İŞLEYEN BİR DEVLET ve işleyen REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan; vatandaşlık HAK ve GÖREVLERİNİ iyi bilen bir vatandaş olarak ve DEMOKRATİK HAKLARIMI kullanarak; İnançlarımın gereği Hz. ÖMER’İN, “Bir millet icabında idare edenlerini acı, acı tenkit etmezse ve o idareciler de kendilerine yöneltilen tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!” sözlerini REHBER edinerek duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

0216-4181726
0532-4576956

23 Ekim 2008 Perşembe

Kemâl Unakıtan ve Ekonomi

Sayın Kemâl UNAKITAN
Maliye Bakanı
Ankara 23 Ekim 2008


Sayın BAKAN;

Bugün, gazetecilerin sorusu üzerine; “YURT DIŞINDAN GELECEK MEVDUATLA İLGİLİ TASARIDA İMZALAR TAMAMLANDI; HAFTA BAŞINDA TBMM’ye SUNACAĞIZ. BU MEVDUATTA YÜZDE 2 VERGİ UYGULANACAK!” ifadesini kullanmışsınız!

Yurt dışından gelecek mevduatlar için yeni bir düzenlemeye niçin ihtiyaç duyduğunuz merak konusudur. Zira; hâlen yürürlükte olan kanun ve yönetmeliklere göre, bu hususta herhangi bir düzenlemeye ihtiyaç yoktur. Şöyle ki:

1- 29 Aralık 1983 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunundaki değişikliğe ait 20 sayılı Tebliğin 5.inci ve 9.uncu maddeleri hâlen yürürlüktedir:
Madde: 5- Türkiye’ye her cins ve miktarda döviz ithâli serbesttir. Menşe araştırılmaz.
Madde: 9- Türkiye’de yerleşik kişiler beraberlerinde her cins ve miktarda döviz bulundurabilirler. Menşe araştırılmaz.
2- 32 Sayılı Konvertibilite kararına göre; finans ve bankacılık kesimiyle yurt dışında yerleşik Türk vatandaşı kişiler için sınırsız transfer serbestîsi getirilmiştir. Öylesine ki; 32 Sayılı Konvertibilite Kararının 4/C Maddesi askıya alınmıştır ve o günden beri uygulanmamaktadır. Bu maddeye göre bankaların ve döviz büfelerinin Türkiye’de yerleşik kişilere döviz satmaları ve bu kişilerden döviz almaları yasaklanmıştı. Ama, bugüne kadar uygulanmamıştır.
3- Vergi Usul Kanununun 30/7. nci Maddesi ile Gelir Vergisi Kanununun 82/2 nci Maddesi; 3 Kasım 2002 seçimlerinden 66 gün sonra 9 Ocak 2003 Tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 4783 sayılı yasa ile iktidarınız tarafından yürürlükten kaldırılmıştır. İktidarınız tarafından kabul edilen 4783 sayılı Kanunun 7.nci ve 9.uncu maddelerine göre hiç kimseye, “Sen, bu paraları nereden buldun, bu serveti nereden ve nasıl edindin?” diye, hukuken hiç kimseye sorulamaz.

Bu sebeple; yeni bir düzenlemeye niçin ihtiyaç duyduğunuzu, gerçekten merak ediyorum. Öyle zannediyorum ki; Türkiye meselelerini dikkatli takip eden herkes merak eder.

İkinci husus ise; “HİSSE SENETLERİNDE STOPAJ, YERLİ YATIRIMCI İÇİN KALDIRILACAK; BONODA, YERLİ YATIRIMCI İÇİN UYGULAMA, AYNEN SÜRECEK!” şeklindeki açıklamanızdır.

Sayın Bakan;

Getireceğiniz bu düzenleme neyi çözecektir?
Elinde hisse senedi ve bono olan kaç kişi vardır ki?

Türkiye’nin asıl derdi; 28 yıldan beri Türkiye’nin, yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır. KUR-FAİZ makasında şekillenen ve Döviz- Faiz- Borsa üçgeninden ibaret olan RANT EKONOMİSİ; ekonomimizi, üretkenlikten uzaklaştırmış ve yabancılara muhtâç hâle getirmiştir. Herkes, parasal oyunları ekonomi olarak algılamıştır. Tâbir câizse Türkiye; Finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15- 20 Holdinge esîr edilmiştir.
Bütün bunlar yapılırken de “Makro ekonomik dengeler” gibi, parlak sözlerle halk aldatılmış ve ülkenin belkemiği olan orta tabaka yok edilmiştir. Bu modelde “DOLAR TİCARETİ”, en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Öylesine ki; arkasındaki büyük güç bilinmeyen “TAHTAKALE PİYASASI”, Merkez Bankası’ndan daha etkili ve güçlü konumunu, her dönemde muhafaza etmiştir.

Merak ediyorum: Bu modelden vazgeçilmediği sürece, ekonomimizin düzeleceğine inanıyor musunuz?

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz: Hüsnü Akıncı

22 Ekim 2008 Çarşamba

Diyarbakır ve Başbakan

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 22 Ekim 2008

Sayın Başbakan;

Hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’yi idare etmek; maruz kaldığımız ve kalacağımız iç ve dış husumetler sebebiyle kolay değildir ve çok dikkat ister.
Son Diyarbakır ziyaretinizdeki yaşananlar, bu görüşümü doğrular. Çünkü; DTP’nin yöneticileri ve milletvekilleri, belediye başkanları, işin başında yüklendikleri misyonlarının gereği olarak, terör örgütü PKK’nın tehditkâr emirlerine uymuşlardır. PKK; hiç çekinmeden “Başbakan Erdoğan’ı karşılamaya gidenler hedefimizdir.” diyerek, korku yaratmıştır. Doğu ve Güneydoğu’daki feodal yapı sebebiyle de halk, çaresiz kalarak evlerine kapanmış ve kepeklerini kapatmıştır. Meydan da, kiralık göstericilere kalmıştır.

Bu gerçeği, “Terör örgütü kan dökerek bölge halkını sindirmeye çalışıyor. Terör örgütünün son dönemlerde, eylemlerini sıklaştırmasına neden olan en temel etken budur” sözleriyle, bizzat siz de ifade ettiniz.

Bu olaylar, başta iktidarınız olmak üzere herkesi derin, derin düşündürmelidir. Zira; hangi döneme ait olursa olsun yaratılan terör eylemleri, bir hak arama eylemi değil; Türkiye’nin üniter yapısına ve toprak bütünlüğüne yönelik saldırı eylemidir. PKK, bu hedefin taşeronluğunu üstlenmiştir. PKK’nın arkasında ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in hedeflerine uşaklığı kabullenmiş Barzani ve Talâbanî vardır. Bu sebeple;

“Türkiye özgürleştikçe, terör örgütünün paniği artıyor. Yıllar yılı bu, böyle olmadı. Terör örgütü, devletin milletle bağını kesmeye çalışmadı” şeklindeki sözleriniz yanlıştır ve sizi de yanıltır.

Herkes, başından itibaren 1990’lı yılları hatırlamalıdır: O yıllarda meydana gelen terör olayları, hedef olarak bugünkü eylemlerden farksızdır ve devletin milletle bağını koparmak için yapılmıştır. Özgürlük iddiası bir aldatmaca ve yem olarak kullanılmıştır. Bölge halkına korku salmak için de PKK, çoluk-çocuk, ihtiyar-genç, Türk-Kürt ayırımı yapmaksızın acımasızca büyük katliâm yapmıştır. Yoksa; hiç kimse, Türkiye’de özgürlüklerin olmadığından bahsedemez. Zira; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olan herkes, ırkına, cinsine ve inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımız Devletin baskılarına maruz kalmamıştır. Asıl baskı, feodal yapı sebebiyle aşiret reislerinden, ağalardan ve tarikat liderlerinden gelmektedir. Aksi olsaydı ve halkın ayrılıkçı niyeti bulunsaydı; halk ayaklanır ve bir iç çatışma kaçınılmaz olurdu. Halkı yıldırmak, korkutmak, bir Türk-Kürt çatışmasını ateşlemek, PKK’nın üstlendiği bir görevdir. PKK’nın hizmet ettiği efendileri de dışarıdadır.

Bu bakımdan, Devleti işletmekle görevli olan iktidarın Başbakanı olarak, “Her makamın bir sözü vardır ve her sözün bir makamı vardır” gerçeğini, herkesten fazla benimsemek ve icabını yerine getirmek zorundasınız. Vaktiyle danışmanlığınızı yaptığı beyan edilen Bugün Gazetesi Yazarı Mehmet Metiner’in düzenlediği Kürt Raporu veya Batılı ülkelerin mânevî ajanlığını kabullenen ve her zaman Kürt meselesini, yanlışlarla kaşıyan ve dışarıdan beslenen aydınların ve yazarların görüşleri sizi, yanıltmamalıdır. İtibar ve rağbetiniz;Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyan, tarih ve coğrafya bilen, dünya siyasi tarihini irdelemesini başaran ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlayan yüksek ahlâk ve fazilet sahibi arif kişilere olmalıdır. Çünkü; yüksek Ahlâk ve fazilet sahibi ve arif olan kişiler; yanıltmazlar, aldatmazlar, vefâsızlık göstermezler ve nankörlük yapmazlar; verilenle yetinerek açgözlülük etmezler; hizmetlerini, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırırlar. Tarihe dikkat edilmelidir:

Haris, çıkarcı, verilenle yetinmeyen, açgözlü, ahlâk ve fazileti dışlayan ve yalancı kişilerin dokudukları fitneler, Kanunî Sultan Süleyman’ı da mağlûp etmiştir ve Şehzâde Mustafa’nın idâmına sebep olmuştur. Tarihin hiçbir döneminde düşman bizi yemedi; biz, kendi kendimizi yedik. Gerçekleri de, köşk, bağ ve bahçe gittikten sonra gördük. Ama; bu, kaybettiklerimizi geri getirmedi. Onun içindir ki:

“Tarih, olayları anlatan bir bilim değil; olayların cereyan ettiği zamandaki siyasî, iktisadî, ve sosoyal meseleleri inceleyen ve irdeleyen bir bilimdir.” denmiştir. Ve yine tarihen sabittir ki;

Etraflarında, dâimâ fitne ve fesat doğuran Firavun neş’esindeki insanları bulunduran devlet ve siyâset adamları, büyük çileler çekmişler ve hezimete uğramışlardır. Firavunluk neş’esi herkeste vardır. Ancak; yüksek ahlâk ve fazilet sahibi kâmil insanlar kendilerini, Firavun’luk neş’esinden kurtarabilmişlerdir.

Ana kaidelere ve ana belgelere göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan; vatandaşlık GÖREV ve HAKLARINI iyi bilen dikkatli bir vatandaş olarak ve DEMOKRATİK haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

21 Ekim 2008 Salı

AKP ve Fırsatlar.




Sayın Mehmet Tezkan
Vatan Gazetesi Yazarı 26 Aralık 2007

Sayın Tezkan;

25 ve 26 Aralık 2007 tarihli yazılarınızı okudum. Belirttiğiniz gibi AKP'nin elinde büyük fırsatlar vardır. Ama; AKP, bu fırsatları kullanamaz. Kullanmak istese de kullandırmazlar. Sebebine gelince; AKP ve Bilhassa Tayyip Erdoğan, Türkiye'yi 2002 yılında başlatma gafletini göstermiştir. Ne var ki; dış destekler ve mali kaynaklara dayalı propaganda gücü, gerçekleri örtmüştür. Siz dahî, bunun etkisinde kalarak AKP'nin köylere elektrik, su götürdüğünü başarı olarak göstermişsiniz. Sanki köyler elektiksiz ve susuzmuş gibi....Gerçekler, öyle midir acaba? Güneydoğu ve Doğu'da, geçmiş yıllarda oy patlaması yapan partiler yok muydu? AKP'nin dışında bu bölgelere yatırım yapılmadı mı? Gap Projesi ve yatırımları, bir mucize neticesinde ve AKP zamanında gökten zembille mi indi? Unutmayınız; 1965 yılında topu topu, 400 köyde elektrik ve su vardı. Elektrik dağıtım şebekesi henüz, Türkiye genelinde kurulmamıştı dahi...(Bu husus o kadar önemlidir ki; AKP bu şebekenin bakımını dahi yapamamıştır)..Merek edilmez mi: Kemal Unakıtan'ın 'Babalar gibi satarım' diyerek, ölçüsüzce ve kayırarak sattığı tesis ve kuruluşlar, AKP döneminin tesis ve kuruluşları mıydı?

Sayın Tezkan; maksadım övmek veya yermek değildir. Herkes, Türkiye'deki meselelelere doğru teşhis koymalıdır. Doğu ve Güneydoğu'daki yaşananlar, bir hak talebi esasına dayalı değildir. Yaratılan olaylar, dış odakların, Türkiye üzerinde oynamak istedikleri BÜYÜK OYUNUN parovasıdır ve Türkiye'yi zora sokmak içindir.(Başarmışlardır da....). Gafletimiz devam ettikçe de, daha büyük belâlarla katşılaşacağız. Bir hususu daha belirtmek istiyorum: Doğu ve Güneydoğu'daki insanlarımız, DEVLETİN değil; ağaların, feodal yapı sahiplerinin, tarikat liderlerinin ve bölge aristokratlarının baskısı altındadır. Bu bölgedeki yatırımları engelleyen, iş makinelerini yakan, bölgedeki müteahhitleri kaçırtan ve çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden katliâm yapan; bugün, halkın özgürlüğü için savaştığını iddia eden PKK ve yandaşları değil miydi? Bir siyasi çıkar veya câh hırsı için olayları saptırıp, gerçekleri gizleyen ve ABD'ye tam anlamıyla uyumlu siyast izleyen AKP mi, fırsatları değerlendirecektir?

Belki 1980 öncesi Türkiye'si ile 1980 sonrası Türkiye'sini, varları ve yokları ile mukayese ederek, doğruları, objektif olarak araştırırsınız diye bu mektubumu yazdım.

Saygılarımla.

Hüsnü Akıncı.

Propaganda ve aldatmacalar.

Sayın Alâattinn Büyükkaya
TBMM İstanbul Üyesi 21 Ekim 2008-


Sayın Büyükkaya;

TRT 3 Televizyonunda yayınlanan “Meclis Saati” programındaki konuşmalarınızı dinledim.

Türkiye’yi 50 yıldan beri iyi izleyen ve vatandaşlık görevlerini yerine getirmeye çalışan dikkatli bir vatandaş olarak tavsiyem, şudur:

Artık, Türkiye’yi 2002 yılında başlatma sevdasından vazgeçmelisiniz. Belirli ölçülerde siyasetin icabı olarak his ve heyecanı canlı tutmak belki hakkınız olabilir: Ama; gerçekleri gizlemeye, redd-i mirâs yapmaya ve halkı aldatmaya hakkınız yoktur. Zira; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sizden evvel de vardı ve sizden sonra da olacaktır. Bu bakımdan, her iki cümleden sonra “Neredeydik, nereye geldik?” veya “Cumhuriyet Tarihinde ilk defa” sözlerini söylemenizin hiçbir anlamı yoktur. Üstelik, söyledikleriniz de, doğru değildir. İşte örnekler:

Kalkınma konusu:
Sizler için moda haline gelen“Cumhuriyet Tarihinde bir ilki başardık. 6 yıl üst üste yüksek kalkınma hızı sağladık” sözü, doğru değildir. Zira; yaratılan istikrarsızlıklara rağmen 1965-1971 arası ortalama kalkınma hızı yüzde 7’dir ve bu dönemde enflâsyon yüzde 5’in altındadır.

Millî Gelir konusu:

“6 yılda millî geliri ikiye katladık” sözü de doğru değildir. Kur, baskı altında tutulduğu için dolara göre hesaplanan millî gelir, gerçekçi değildir. Gerçekçi millî gelir hesabı, sabit fiyatlara göre hesaplanandır. Bugün kurda ani bir yükselme ve beklenmeyen bir devalüâsyon yapılsa; sizin millî gelir hesaplarınız, alt-üst oluverir.

İhracât Konusu:

İhracâtın arttığı da doğru değildir. Artan transit ticaretin, ölçüsüzce desteklenmesidir. Ki; reeksport denilen bu ticâret şekli katma değer yaratsaydı; carî açık gibi bir belâmız olmazdı. Unutmayınız; carî açık, dış ticaret açığının eseridir. İthalâta dayalı bir ihracât, ihracât dışı kazandığımız dövizleri (İşçi dövizi, hizmetler sektörü, müteahhitlik hizmetleri v.s.) erittiği gibi, büyük bir carî açık doğurmaktadır. Yani; Türkiye, her yıl, carî açık miktarı kadar borçlanmaktadır. İktisat ilmine göre zaten Türkiye’nin 125 milyar dolar ihracât yapması mümkün değildir. Zirâ; bir ülke, millî gelirinin yüzde 15’inden fazla bir ihracât rakamına ulaşamaz. Bunun anlamı da açıktır: 500 milyar dolarlık bir milli gelirden, 125 milyar dolarlık bir ihracât çıkmaz. Çıkarsa; ya hayalî ihracâttır veya ülke aleyhine işleyen bir transit ticarettir. Örnek:
Konfeksiyonluk deri sanayimiz 85 milyon adet deri kullanmaktadır. Kullandığı derilerin 65 milyonunu ithâl etmektedir. Bu işlemde katma değer yaratılıp, yaratılmadığı da bilinmemektedir. Bu örneği her ihracât kalemine uygulayabilirsiniz. Hangi kalemlerin dış ticaret açığına sebebiyet verdiğini bulabilirsiniz. Hayâlî ihracâtın varlığı da bilinmekle beraber, miktarı bilinmemektedir. 75 milyar dolardan fazla dış ticaret açığı veren bir ülkede, başka türlü düşünmek mümkün müdür?

Özel sektör borçları konusu:

Kur-faiz makasında yaratılan bir rant sistemi, bankalar ve şirketler için dış borç kullanmak, câzip hale getirilmiştir. Ve bu borçlar, en nihâyet devleti de ilgilendirir ve devletin borcu kabul edilir. En nihâyet; sıcak paranın tatlı rantının da bir bedeli vardır ve günü geldiğinde o bedel ödenir. Unutmayınız: Özel sektör, kullandığı dış krediler sebebiyle 2007 yılında 8 milyar dolar faiz ödemiştir.

Son sözüm şudur:

Hayâlî rakamlarla veya kamuoyunu ilgilendirmeyen rakam oyunları ile övünmenizin, bu ülkeye ve bu yüce millete bir faydası olamaz. Ve Türkiye’nin 2002 yılında başladığı propagandasını çürütür.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

17 Ekim 2008 Cuma

Yanıltan 32.ci Gün

Sayın Mahmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı 17 Ekim 2008

Sayın Birand;

Dün gece yayınlanan 32.ci Gün programını dikkatle ve fakat üzülerek izledim. Sebebi de, gayet açıktır:

Kendileriyle kavgalı; belki sebebini kendilerinin dahi izah edemedikleri komplekslerine yenik; tarih coğrafya bilmedikleri, Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımadıkları, dünya siyasî tarihinden habersiz ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlamadıkları her hallerinden belli olan Kürt idoologlarını programınıza konuk etmeniz, masumâne bir davranış olamaz. Bunun, zıt fikirlerin temsili şeklinde bir mazereti de olamaz. Hedefiniz, muhakkak surette, kamuoyunu yanıltmak ve bilinmeyen odakları memnun etmektir.

Siz de gayet iyi bilmektesiniz ki; bir ideolojinin esîri durumundaki bu kişiler, “Kürt sorunu” olarak dile getirdikleri sorunun ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymamaktadırlar. Yani; zamirlerindeki gerçek hedeflerini açıklamamaktadırlar. Her halleriyle, Türkiye’nin üniter yapısından ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden rahatsız oldukları bellidir.

Belki, sizin hakkınızda yanılmış olabilirim. Yanıldığımı ıspat etmek sizin elinizdedir. Bunu yolu da bellidir:
Bundan sonraki ilk programınızda, Kürt kökenli olan ve her zaman ve her yerde “Maalesef, hâini bol bir ülkeyiz” ifadesini kullanan Devlet Eski Bakanı Kâmran İnan’ı konuk ederseniz, yanıldığımı kabul edeceğim ve sizden özür dileyeceğim. Daha da ileri giderek Tunceli Milletvekili Kamer Genç’i de programınıza konuk edebilirseniz, gerçekler doğrultusunda kamuoyunu bilgilendirmiş olursunuz.

Ve unutmayınız:
Tarih, olayları anlatan bir bilim değil; olayların cereyan ettiği zamandaki siyasî, iktisadî ve sosyal meseleleri inceleyen bir bilim dalıdır. Tarihten ibret alınmalıdır. Anadolu Selçuklu Devleti beyliklere bölündüğü zaman yıkılmıştır. Osmanlı Devleti, beylikleri birleştirmesini başardıktan sonra muhteşem bir imparatorluk kurmuştur. Büyük Atatürk, bütün ümitlerin kaybolduğu ve ocakların söndüğü zannedildiği bir zamanda, Millî Ruhu canlandırarak, bir imparatorluğun enkazından yeni bir DEVLETİN doğmasına önderlik etmiştir. Günümüze de bir bakınız:
Köşk gitmiş; bağ, bahçe gitmiş ve kötü bir mirasyedi durumuna düşmüşüz.. Üstelik; başkalarının, kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda yarattıkları, donattıkları ve destekledikleri bölücü bir hareketin tehdidi altındayız. Dış siyasetimiz ABD’ye, iç siyasetimiz AB’ye, ekonomimiz de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiştir.
Acaba bu durum sizi, hiç rahatsız etmiyor mu?

Şu soruyu da sorabilirim:

ABD, İngiltere ve İsrail devreye girmeseydi; bizim, bir Kürt sorunumuz olur muydu?
Bu sorumun cevabını da; kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığınıza danışarak veriniz. (Unutmayınız: Vicdan denilen mânevî varlık, her adamda bulunmaz; Sâdece ve sâdece, HAK ve HAKİKATİ bulan adamlarda bulunur.).

Bir hususu daha hatırlatmak istiyorum. O da, şudur:
TARAF GAZETESİ görevini yapmamış; aldığı talimatları yerine getirerek, yüklendiği misyonuna hizmet etmiştir. Yani, ABD’ye kulluk etmiştir. Hiç kimse; milleti yanıltmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmemelidir. Zira; bu millet, üredi-türedi bir kavim değil; tarihin en eski efendisi olan bir millettir. Türk, dâimâ, kendine bir otağ bulur. Onun için de, tarihin en eski efendisidir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı
0532- 4576956

Küresel kriz ve gerçekler.

Küresel olduğu zannedilen kriz üzerine bir yorum.

Olaylar, şu gerçeği net bir şekilde ıspatlamaktadır: 17 Ekim 2008


Şayet Türkiye, 28 yıldan beri doğru ekonomi ve para politikaları ile idare edilseydi; aradan geçen 28 yıl zarfında 550 milyar dolar civarında faiz ödemeyecektik, ister özel olsun ister devlet olsun bu kadar ağır bir borç yükü altına girmeyecektik, Bankalar dahil önemli iktisadi değerlerimizi yabancılara kaptırmadığımız gibi, varlığımıza varlık katacaktık. Bugün de, gayet güçlü ekonomisiyle dünyada söz sahibi olacaktık.

Devletin bütçesine gelince; iyileşme sözü, bir aldatmadan ibarettir. 50 milyar ytl faiz ödeyen ve 40 milyar ytl, faiz dışı fazla adı altında borç ödeyen ve de yatırımlara pay ayıramayan bir bütçe, hiçbir zaman düzgün bir bütçe olamaz. Düzgün bütçe; bütçenin en az yüzde 30'unu yatırımlara tahsis edebilen bütçedir. 1987'den itibaren bütçelerimiz bu özelliklerini kaybetmiştir. Yaratılan dola ticaretiyle faiz ve borç bütçesi olmuştur.

Dış borçlar, ister özel sektöre, ister devlete ait olsun, devletin borcudur. Özel sektör borç ödeyemediği takdirde bu borçları, dış baskılar sebebiyle devlet ödemek zorunda kalacaktır. Aynen, 2001'de olduğu gibi. 2001'de IMF'nin verdiği 30 milyar dolar, devletin kasasına girmemiştir ve devlet garantisi taşımayan özel sektörün dış borçlarının ödenmesinde kullanılmıştır.
Bankalardaki tasarruf mevduatlarına gelince; ister dolar olsun ister ytl olsun; bu mevduatlar, durduk yerde kaydi para üretmektedir. Tehlikesi de, toplam mevduatların yüzde 98'inin vadeli mevduattan oluşmasıdır. Toplam mevduatın yüzde 90'ını da, toplam hesapların yüzde 2'si kontrol etmektedir. İktisadın mutlak ve değişmeyen kuralı bellidir:

Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.
Toplam tasarruf araçlarının milli gelirimizi aştığı için, düşünmesini bilenler, Türkiye'yi nasıl bir akibetin beklediğini araştırmaları gerekir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
0532-4576956

15 Ekim 2008 Çarşamba

Elektrik enerjisi ve Türkiye

Sayın İsmail Küçükkaya
Akşam Gazetesi Yazarı 15 Ekim 2008



Sayın Küçükkaya;

Skytürk Televizyonunda sayın Özdemir’le yaptığınız enerji konusu hakkındaki programınızı izledim.
Bilinmesinde fayda vardır:
Enerji üretiminde Türkiye su fakiri bir ülkedir. Bu gerçek işin başından beri biliniyordu ve Türkiye, elektrik üretimi için başka kaynaklara da başvurmuştu. Bu gerçeği açığa çıkarmak için, ihmâl edilen 5 yıllık plân hedeflerini incelemenizde fayda vardır. Plân hedefleri belliydi:

2000 yılında 250 milyar, 2010 yılında 400 milyar kilovat/ saat enerji üretilecekti.
İnanıyorum ki; 1980’den sonra ülkeyi idare edenler plân hedeflerine göre hareket etselerdi; bugün, enerji darboğazı yaşamayacaktık. Geçmişe bir bakalım:

1965 yılında Türkiye’nin elektrik üretimi 4,5 milyar kilovat/saat idi.
1980’de bu üretim, 36 milyar kilovat/saate çıkmıştır. Ayrıca Karakaya Barajı tamamlanmış ve su tutmaya, Oymapınar barajı da deneme üretimine başlamıştı. Bunları da ilâve edersek; elektrik üretiminin 45 milyar kilovat/saate ulaştığını görürüz. Bu da bize; 1965-1980 arası 15 yıllık zaman dilimi zarfında elektrik üretiminin 10 kat artırıldığını gösterir. Üstelik; bu zaman diliminde enterkonnekte şebekenin inşası da tamamlanmıştır. Hem de istikrarsız ve Kıbrıs sebebiyle Amerikan ambargosuna maruz kaldığımız halde bu başarılar sağlanmıştır.

12 Eylül 1980’den bugüne kadar geçen 28 yıl zarfında elektrik üretimimiz, ancak 180 milyar kilovat/saate çıkarılabilmiştir. Şayet plân hedeflerine sadık kalınsaydı; Türkiye, hedefine ulaşırdı. Basit bir örnek:
Afşin-Elbistan Termik Santralinin yapımına 1975 yılı ortalarında başlanmıştır ve bu santraller için 20 vadeli dış kredi de sağlanmıştır. A ve B santrallerinin inşası hızlı bir şekilde devam etmiş ve tamamlanmıştır. 12 Eylül’den sonra C ve D santralleri ihmâl edilmiş ve bugün dahî inşasına başlanamamıştır.

Türkiye’nin termik santraller başta olmak üzere diğer kaynaklara da başvurması şarttır. Öyle zannediyorum ki; Tüpraş’ın ürettiği fueloil, dışarıya satılmaktadır. Zonguldak kömür havzası, kaderine terk edilmiştir. Yine zannediyorum ki; demir-çelik fabrikalarımız, ithâl kok kömürü kullanmaktadırlar. Ayrıca; plân hedeflerine göre rafineri kapasitemiz, 2000 yılında 125 milyon tona ulaştırılacaktı. 12 Aralık 1976’da Rusya ile yaptığımız Ekonomik ve Teknik İşbirliği anlaşması çerçevesinde Trabzon’da kurulması ve 1986 yılında işletmeye açılması öngörülen Karadeniz Rafinerisi ve Petrokimya tesisleri kurulacaktı. Bu rafineri, boru hatları ile İstanbul, İzmir ve Mersin’e bağlanacaktı. 12 Eylül’den sonra bu projeler de rafa kaldırılmıştır.

İşini iyi bilen ve araştırıcı bir gazetecisiniz. Bu konuyu daha derinlemesine araştırarak kamuoyunu bilgilendirirseniz; büyük bir hizmet vermiş olursunuz. Çünkü; 12 Eylül 1980’den sonra Türkiye, yabancılara tâbi bir şekilde idare edilmiş ve yanlış ekonomi ve para politikaları ile büyük kayıplara uğratılarak gerçek hedeflerinden uzaklaştırılmıştır. Bu araştırmayı yapabilmeniz için büyük emek sarf etmenize de gerek yoktur. En büyük ve en tutarlı kaynak Sayın Süleyman Demirel’dir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

14 Ekim 2008 Salı

Ahîlik ve demokrasi.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
AKP Genel Başkanı ve Başbakan
Ankara 14 Ekim 2008-



Sayın BAŞBAKAN;

Partinizin, 14 Ekim 2008 tarihinde düzenlediği Meclis Grup toplantısındaki konuşmanızı dikkatle izledim.
Konuşmanıza, “KARDEŞLİK” vurgusu yaparak ve bunun da “AHΔ geleneğinden geldiğini belirterek başladınız.
Evet; AHÎ geleneğinin özü, dostluk ve kardeşlik temeline dayanmaktadır. Bu geleneğin kurucuları ve toplumlara gönüllü olarak benimseticileri Mevlâna Celâleddin Rumî, Hacı Bektaş Velî ve Yunus Emre’dir. Bu üç büyük Zât, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, beyliklere ayrılması yüzünden yıkıldığını görmüşler ve dostluk ve kardeşlik esasına dayanan yeni bir devletin oluşması için halkların tabanında bir zemin oluşturmak gayesiyle çalışmışlardır. Hedef, zıt mizaçları, bir mefkûre etrafında birleştirmektir.

Bu özü benimseyen Osmanlı Beyliği, beylikleri birleştirerek, tarihe damgasını vuran Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna vesile olmuştur. AHÎLİĞİ iyi özümseyen Osmanlı Beyliği’nin yöneticileri, dostluk ve kardeşliğin ADÂLETLE sağlanacağını gayet iyi anlamışlar ve bütün icraatlarını ADÂLET temellerine dayandırmışlardır. Toplumda muhabbeti sağlamak için, MERHAMET ve HÜRMET duygularının yaygınlaşmasını sağlamışlardır. AHÎLİĞİN özünü bilenler, tarihî gerçekleri iyi bilirler ve idarelerini, o esasa göre gerçekleştirirler.

AHÎLİĞİN ÖZÜ BELLİDİR:

ALLAH’ın, hiçbir mevcuda vermediği ve sâdece insan sınıfına bahşettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazasıdır. Bir örnekle açayım:

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren kurulan İMARETLER, çok önemli bir sosyal görev yapmışlardır. Kula, kulluğu ortadan kaldıran ve muhtaç insanların haysiyet ve şereflerini koruyan İMARETLERİN kuruluş ve işletiliş şekli, çok dikkat çekicidir:

İMARETLERDE, yardım alanlarla, yardım edenler, asla ve asla karşı karşıya getirilmemiştir. Sebebi de gayet açıktır:

Yaradılışındaki özelliği sebebiyle insanlar, yardım aldıkları kişi ve kurumlara karşı dâimâ şükran hisleri besler. Beslediği bu şükran duyguları sebebiyle yardım edenlerin hatırı için, ahlâka, vicdana ve dine aykırı olan bir işi yapabilirler. Yani; o, çok kıymetli İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını satabilirler. İşte; insanların sahip oldukları İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazası için İMARET sisteminde, yardım edenlerle, yardım alanlar, karşı karşıya getirilmemiştir. İMARET sisteminde herkesin benimsediği ve uyduğu önemli bir geçerli kural da vardı. O da şudur: “KİM, İHTİYACI OLMADIĞI HALDE YARDIMLARDAN FAYDALANMAYA KALKARSA, ALLAH İNDİNDE HIRSIZ MUAMELESİ GÖRECEKTİR!”

Acaba günümüzde, hangi kanada mensup olursa olsun, bu öze göre hareket eden bir siyasî parti var mıdır? Bu öze riayet edilseydi; seçim zamanlarında usullü veya usulsüz yardım paketleriyle insanların iradelerine ipotek konarak, DEMOKRASİ yozlaştırılır mıydı?
Soruyu, şöyle de sorabiliriz:

BU ÖZE RİAYET EDİLSEYDİ, ACABA BUGÜN, DÜNYA ÜZERİNDE NASIL BİR TÜRKİYE OLURDU?

Sayın Başbakan;

Konuya açıklık getirmek için geçmişten örnekler vermek istiyorum. Merhum Özal, 1987 Referandumuna gidilirken, o güne kadar alışılmamış bir metot uyguladı. Metodun özü şöyleydi:
“HAYIR! oyu ver, köye telefon santralını vereyim. Veya sizi il veya ilçe yapayım.” Bu metodun uygulanmasına da günün ekonomistleri, seçim ekonomisi adını vermişlerdi.
Bu uygulamalara karşı çıkan Tercüman Gazetesi Yazarı Kemâl Cantürk isyan etmiş; 10 Eylül 1987 tarihli ve “Referandum, ekonomi ve bir hatıra” başlığını taşıyan yazısının bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:

“Bizce ülkemizin demokratik düzen içersinde sağlıklı bir şekilde gelişmesi için yetkililere düşen bir görev vardır. O da, “SEÇİM DÖNEMLERİNDE DE” ülkenin iktisadî menfaatlerine uygun olanı yapmaktır. Aslında bu, bir hayal değildir ve geçmişte örneği vardır. Buna, Hazine Genel Sekreteri iken yaşadığımız bir olayı misâl olarak gösterebiliriz:
Bir Yüksek Plânlanma Kurulu toplantısında, “Seçim senesi olan 1969 yıllık programının müzakeresi sırasında” ve Sayın Özal’ın DPT müsteşarı bulunduğu dönemde, Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın hazırladığı “TASLAĞIN”, toplantıya başkanlık eden Başbakan Demirel değiştirilmesini istemiş ve aşağı yukarı şunları söylemişti:

“ARKADAŞLAR, HAZIRLADIĞINIZ METNİ BEĞENMEDİM. TASARIYI, ŞU ŞU HUSUSLARI İÇERECEK ŞEKİLDE DÜZELTİN! BİLİYORUM; BUNLAR, BELKİ BİRÇOK KESİMLERCE HOŞ KARŞILANMAZ VE HATTA BİZE, SEÇİMİ DE KAYBETTİRİR. AMA, TÜRKİYE ÖYLE BİR NOKTAYA ERİŞTİ Kİ; ARTIK, BUNDAN DAHA İLERİYE GİTMEYE MECBURUZ. BU İTİBARLA YAZACAĞINIZ YENİ METİNDE, “HÜKÜMET KABUL ETMEZ!” ENDİŞESİYLE DEĞİL; “DOĞRUSU BUNLARDIR” DÜŞÜNCESİYLE KALEME ALACAĞINIZ BÜTÜN TEDBİR VE KARAR ÖNERİLERİ BULUNMALIDIR. BİZE DÜŞEN DE, HÜKÜMET OLARAK MAKÛL GÖRECEKLERİMİZİ KABUL ETMEKTİR.”

Neticede program taslağında gereken değişiklikler yapıldı. Hattâ bu olay, Adâlet Partisi içinde cereyan eden birçok siyasî çalkantılarda yanlış şekilde değerlendirildi.
İşte bütün temennimiz; ülkemizin, bilhassa iktisadî açıdan idaresinde, Sayın Demirel’in “O ZAMANKİ DAVRANIŞ TARZININ” siyasî hayatımızda, tam olarak benimsenmesidir.”

Sayın Başbakan;

Her zaman ve her yerde geçmişi inkâr ettiğiniz ve Türkiye’yi, 2002’de başlamış gibi gösterdiğiniz için bu mektubumu yazdım. İyi bir miras da devraldınız. Elbette ki; yaptıklarınızla övüneceksiniz ve bizler de hizmet edenleri kabulleneceğiz. Zirâ; devlette, devamlılık esastır. Bizler, geçmişin inkâr edilmesini uygun bulmayız. Şu bakımdan uygun bulmayız:
KÖPRÜLERİN YILLIK GELİRLERİYLE HER YIL, 400 kilometre lüks yol yapmak mümkündür. Fizibilite raporlarında öyle yazmaktadır. Otoyolların gelirlerini de hesaba katacak olursak; herhalde, her yıl 1000 kilometre lüks yol yapılır. Köprüler ve Otoyollar size devredilen varlıklarımız olduğuna göre; “79 yılda yapılmayanları, 6 yılda yaptık.” Demenizin, siyasî amaç dışında bir kıymeti olur mu?. Ticarette dahî ihtiyaç olan ilk sermayeye, yıllarca çalıştıktan sonra ulaşılabilir. Ama; yeterli sermaye birikimi sağlandıktan sonra sermaye, birkaç yıl zarfında kat be kat artırılabilir. Bu durum karşısında;
“1965’te iktidara gelseydiniz; acaba, neler yapabilirdiniz?” Sorusu sorulursa, acaba, cevabınız ne olur?
Şu anda devletin gücü elinizdedir ve hizmet sırası sizdedir. Bu muhteşem gücü, gönül kırmadan, insanların geçmişle olan bağlarını koparmadan, toplumu, “Bizden olanlar” ve “Bizden olmayanlar” şeklinde ayırıma tâbi tutmadan kullanmak zorundasınız. Zira; yaptığınız her konuşma, partinize mensup olanlarla olmayanlar arasında büyük tartışmalara sebep olmaktadır. Vatandaşlar, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır” gerçeğini, gayet iyi bilmektedirler.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

12 Ekim 2008 Pazar

Tevfik Diker'den yorum

Tevfik Diker'den yorum. 10 Ekim 2008

PKK, Barzani'nin peşmergelerine dönüşmüştür!....
Aşağıda sizlere bir mektup sunacağım.
Bu mektubu yazan kişinin mesleği eczacılıktır.
Yani bu kişinin eğitimi ve uzmanlık alanı strateji uzmanlığı, uluslar arası ilişkiler veya asker veya kurmay askerlik değil.
Eczacı kimliğinin dışında kendini yetiştirmiş duyarlı bir vatandaş Hüsnü Akıncı.
Akıncı, Ana Muhalefet Partisi gibi çalışır ve tek başına bir partidir.
Geçmişte Özal ondan çok çekti.
İsteyen arşivlere girer Akıncı’ yı öğrenebilir.
Akıncı’ nın mektubunu şimdilik hiçbir yorum koymadan aynen aşağıya koyuyorum. Okumanız ve kendi yorumunuzu yaptıktan sonra benim de vereceğim bazı yorumlarla birlikte yeni bir değerlendirme yapmanızı arzu ediyorum.
***
Mektup:
Sayın Taha AKYOL
Milliyet Gazetesi Yazarı 8 Ekim 2008
Sayın Akyol;
8 Ekim 2008 tarihli ve "Kürt meselesi nereye?" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
DTP milletvekili Aysel Tuğluk'un, Diyarbakır'ı AKP'ye kaptırmayacaklarını ve ellerindeki belediye sayısını yüzde yüz artıracaklarını söylemesinin önemi yoktur.
Çünkü; onların aslında dayandıkları bir siyasî tabanları yoktur. Gerçekte dayandıkları taban PKK, Barzani, Talâbani militanlarının silâh baskısı sonunda korkudan oluşan tabandır.
Bu tabanı ortadan kaldıramayan gerçek ise; bölgenin feodal yapısı ve ülkenin dört bir yanına dağılmış zenginlerinin umursamazlıklarıdır.
Öylesine ki; ülkenin neresine yerleşirlerse yerleşsinler; Kürt kökenli zenginler, PKK militanlarının baskısı altındadırlar. Gönüllü veya gönülsüz, PKK'ya maddî destek sağlamaktadırlar.
Bu gerçeğe itiraz edenler; Sabahat Tuncel ile Ufuk Uras'ın, İstanbul'dan bağımsız olarak nasıl milletvekili seçildiklerini de açıklamak zorundadırlar.
Bir düşününüz: Sabahat Tuncel aday gösterildiği bölgeden yüzbine yakın oy alıyor.
Kim tanırdı Sabahat Tuncel'i? Demek ki ortada, gayet iyi organize edilmiş bir plân var.
Son 25 yılda Kürt milliyetçiliğinin belirli bir taban kazandığı doğrudur.
Çünkü; Kürt milliyetçiliğinin canlandırılmasını isteyen dış odaklarla, devirler değiştiği halde köşelerini asla kaybetmeyen bazı yazarlarımız, çizerlerimiz ve bazı aydınlarımız, bu hususta, kol kola girmişlerdir.
Bilerek veya bilmeyerek; ya gafletle veya ihanetle, Kürt milliyetçiliğinin geniş bir tabana yayılması için çalışmaktadırlar.
Hedefleri de bellidir: Bir Türk- Kürt çatışmasını sağlamak ve Türkiye'nin bölünmesine zemin hazırlamaktır. Çünkü; ABD, İngiltere ve İsrail, böyle olmasını istemektedirler.
Bir defa ABD, kafasına koymuştur:
Bu önemli bölgede ABD, Türkiye, İran ve Suriye'yi de kapsayacak şekilde kendisine tâbi ve kendi denetiminde bir Kürt Devleti kurduracaktır.
Başarılı olur veya olamaz; ama, niyeti budur.
Bunun için de, elinden geleni yapacaktır.
Bu iş için de Talâbani ve Barzani'yi kullanmaktadır.
Açık ifadeyle; artık PKK, Barzani'dir. Yani PKK, Barzani'nin peşmergelerine dönüşmüştür.
Sizlerin, yıllardan beri Kürt meselesi olarak nitelediğiniz ve yutturmaya çalıştığınız mesele, üniter yapımıza matuf büyük bir saldırıdır.
Bu sebeple de, Baykal ve Bahçeliye seslenerek, "Terörle mücadelenin en önemli unsurlarından biri, sizin de bölgeden oy alabilmenizdir!" demenizin hiçbir önemi yoktur.
Zira; PKK, daha doğrusu Barzani ve Talabâni işaret etmedikçe bölgede, AKP ve DTP dışında başka partilerin oy alma şansı yoktur.
Sistem, böyle çalışmaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail, böyle olmasını istemektedirler.
Sayın Akyol;
Unutmayınız: Doğu ve Güneydoğu'ya en büyük yatırımlar, 1980'den önce yapılmıştır. AKP iktidarının bölgeye yaptığı dişe dokunur bir yatırımı yoktur.
Ilısu Barajı hariç, Dicle ve Fırat üzerinde plânlanan bütün barajlar 2002 yılına kadar tamamlanmış ve Urfa Tünelleri hizmete açılmıştır.
Övdüğünüz AKP iktidarı, Ilısu Barajını başlatamamış ve sulama kanallarını hayata geçirememiştir.
Yaptığı en büyük yatırım, yeşil kart, kömür, erzak ve para dağıtmaktır.
Eğer AKP'nin bölgede bir ağırlığı varsa; bunun sebebini, başka yerlerde aramanız gerekmektedir.
Doğru yolu, ancak ve ancak böyle bulabilirsiniz.
Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı zorlukları ve aşmazları, ancak ve ancak bu sayede anlayabilirsiniz.
Türkiye'nin, 1983 ten itibaren geçen 25 yıllık süre zarfında iktisaden ve siyaseten kaybettiklerinin hesabını, ancak ve ancak bu sayede yapabilirsiniz.
Aksi halde; kendinize de, ülkemize de yazık edersiniz!
Saygılarımla. Ecz.. Hüsnü Akıncı.
Hüsnü Akıncı 0 532 457 6956 http://akincidan.blogspot.com/ “diyor ve çekinmeden iletişim için telefonu da veriyor.
***
9 Ekim 2008 Perşembe akşamı başlayıp ve 10 ekim 2008 Cuma günü saat 02.30 sularında sona eren Show TV’ de Ali Kırca’ nın sunduğu “ Siyaset Meydanı” programına konuk olan E.Alb. Erdal Sarızeybek’i can kulağıyla dinledim.
Sarızeybek, terör bölgesinde görev yapmış ve şehit vermiş bir komutandır.
Kendisini tanır ve takdir ederim.
Tahtada ders veren bir öğretmen gibi dinleyenlerin anlayacağı bil dilde gerçekleri kamuoyuyla paylaştı.
Kendisini kutluyorum.
Her söylediği çok önemliydi.
Özellikle, AB –ABD-İsrail ve Barzani’ nin rolünü çok iyi koydu.
Okurlarım hatırlayacaklardır tesadüfe bakın bir birimizden habersiz bunları bende birkaç gün önce aynı şekilde işlemiştim.
Sarızeybek’ in programından sonra herkesin kafasında müşterek bir soru oluştu.
Hükümet, siyasi irade koyacak mı, koyabilir mi?
Bu sorunun cevabını yakında göreceğiz.
Ecz. Akıncı, E.Albay Sarızeybek, E.Yarbay ve 19-20.Dönem Milletvekili Diker, aynı zamanda ve aynı netlikte ABD-AB-İsrail-Barzani eksenini işaret ettik ve ediyoruz, etmeye devam edeceğiz.
Türk –Kürt çatışması tezgâhı apaçık ortada.
Bu oyunu ancak uyanan millet ve milletiyle el ele veren devlet çözer.
Tevfik Diker
tevfikdiker@gmail.com

Devletin en büyük gücü

Sayın Hasan CEMAL
Milliyet Gazetesi Yazarı 12 Ekim 2008

Sayın Cemal;

12 Ekim 2008 tarihli ve “Sayın Başbakan, yoksa teslim olma sırası sizde mi?”,
11 Ekim 2008 tarihli ve “Erdoğan’ın yapması gerekenleri, Başbuğ mu yapıyor.”,
10 Ekim 2008 tarihli ve “Sayın Başbakan kanlı tuzağın ardındaki mantığa teslim olacak mısınız?”,
9 Ekim 2008 tarihli ve “Savaş tamtamlarına kulak vereceğinize, resmin tümünü görün!”,
8 Ekim 2008 tarihli ve “Sorun, askerin tekeli altında kaldığı sürece çözülmez!” başlıklarını taşıyan yazılarınızı okudum.

Türkiye’de yaşamamış olsaydım ve 50 seneden beri Türkiye’de cereyan eden olayların içyüzlerini iyi bilmeseydim; ne yapmak istediğinizi ve nasıl bir misyona hizmet ettiğinizi anlamakta güçlük çekerdim.

Zaman, zaman okumaktan usandığım yazılarınızın tümünde; Demokrasi ve Kürt sorunu adı altında seçtiğiniz tek hedef, Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir.
Acaba, neden?
Soruyorum; zirâ, nasıl bir demokrasi istediğinizi ve sık, sık dile getirdiğiniz Kürt sorununun ne olduğunu, açık bir şekilde dile getirmemektesiniz.
Demokrasi açısından bakacak olursak; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren çarpıklığın dışında ülkemizde, tam anlamıyla bir demokrasi hüküm sürmektedir. Herkes, alabildiğine hürdür ve her istediğini serbestçe dile getirmekte ve yapmaktadır. Ekim 1983’ten itibaren de ülkemizi, siyasî iktidarlar yönetmektedir.
Kişisel olarak ben, bu modeli, demokrasi olarak kabullenemedim. Zirâ; bu model, tek parti iktidarlarında Başbakanları; koalisyon iktidarlarında koalisyon ortağı parti liderlerini, tek söz sahibi yapmaktadır. Öylesine ki; kanun yapmakla ve hükümetlerin icraatlarını denetlemekle görevli olan Türkiye Büyük Millet Meclisi dahî, Başbakanların veya koalisyon ortağı liderlerin mutlak iradelerine tâbî hâle getirilmiştir.
Bu çarpıklığı hiçbir zaman konu etmediğinize göre; gerçekten demokrasiyi savunduğunuza ve gerçek bir demokrasi arayışında olduğunuza, nasıl inanalım?

Gelelim Kürt sorununa:
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, ırkına, inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir ve herkes, haklarını serbestçe kullanmaktadır. Bugüne kadar çaresi bulunmayan istisnalar da bellidir:

Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt kökenli vatandaşlarımız, feodal yapı sebebiyle ağaların, şeyhlerin ve aşiret reislerinin baskısı altındadırlar. Yani, devletin tanıdığı haklarını kullanamamaktadırlar. Devletin değil, feodal yapının baskısı ve zulmüne tabidirler. Her nedense; demokrasi sözcüğünü dilinizden düşürmeyen siz, bu gerçekler karşısında gayet sessiz kalmaktasınız. “Kürt sorunu” olarak ortaya attığınız sorunun da ne olduğunu, açık bir şekilde belirtmemektesiniz.
Evet; başımızda terör ve terörist sorunu mevcuttur. Bu sorun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail, teröristleri ve terörü desteklemese, Barzani ve Talabani’ye “DUR!” deseler, bir sorunumuz olmayacaktır.

Zaten tarihî gerçekler de bellidir:

93 Harbinde Kars, Ardahan ve Erzurum’u işgâl eden Ruslar, Akdeniz’e ulaşabilmek için Ermenileri kullanarak, Doğu ve Güneydoğu’da terör hareketleri başlattılar ve katliamlar yaptırdılar.
Rusların niyetini gayet iyi bilen Sultan II.ci Abdülhamid, bu bölgelerde asayişi sağlamak ve Rusların oyunlarını bozmak için HAMİDİYE ALAYLARINI kurdurmuştur. Bu alaylar, tamamen bölge gönüllülerinden oluşmuştur ve emekli subaylar da kumandan olarak tâyin edilmiştir. Gerçekten Hamidiye Alayları, kısa sürede asayişi sağlamışlar ve Ermeni çetelerine göz açtırmamışlardır.
Batı ülkeleri, bu oluşumdan rahatsızlık duymuşlar ve her zaman Osmanlı idaresini baskı altına almışlardır. Baskıların ana gerekçesi, “Sorunlar, silâhlı mücadele ile çözülmez” şeklindeydi.
Abdülhamid tahtan düşürülünce, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidara geldi. Bu iktidarın en güçlü adamları Cemal, Talât ve Enver Paşalar idi. Batının telkinlerine aldanmış olacaklar ki; ilk iş olarak Hamidiye Alaylarını ortadan kaldırdılar. İşte; ne olduysa ondan sonra oldu ve Ermeni isyanı başlatıldı. İsyanı da, Sultan Abdülhamid’e hâl fermanını tebliğ edenler arasında bulunan Ermeni Aram Efendi yönetmiştir.

Tarihî seyrini hepimiz biliyoruz: kan, gözyaşı ve sefalet getirmiştir ve isyan, tehcirle bitirilmiştir. Bu isyan, İttihat Terakki iktidarını hem yormuş ve hem de zora sokmuştur. Dedeniz Cemâl Paşa hatıratında; “İktidara gelince yaptığımız en büyük hata, Hamidiye Alaylarının lâğvedilmesidir. Şayet bu alayları dağıtmasaydık, bu felâketi yaşamayacaktık.” İfadelerini kullanmıştır.

Sayın Cemal;

Başımıza musallat edilen terör bellidir ve tamamen dış kaynaklıdır. ABD ve İsrail tarafından eğitilen ve Batı ülkeleri tarafından donatılan teröristler, ülkemize saldırmaktadırlar ve Irak’ın kuzeyinde oluşturulan Kürt yönetimi tarafından himaye edilmektedirler. Elbette ki; bu teröristlerle silâhlı mücadele edilecektir ve bu görev de, Türk Silâhlı Kuvvetlerinindir.
Şimdi siz; bilinen gerçekleri yok farz ederek orduyu hedef almakla, acaba, ne yapmak istiyorsunuz? Unutmayınız:

Bir devletin en büyük gücü; ekonomisi ve ordusudur.
Ekonomimiz, maalesef yabancılaşmıştır. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî birimlerimiz yabancıların eline geçmiştir ve iktisadî bağımsızlığımız tehlikeye düşmüştür. Şimdi sıra, ordumuzdadır. Türk Silâhlı Kuvvetlerini yıpratmak için de bazı odaklar, âdetâ , bir birleriyle yarış halindedirler. Her türlü vasıta ile askerler hedef alınmaktadır. SOROS beslemeleri bu işi, vazgeçilmez bir misyon olarak benimsemişlerdir.
Merak ediyorum: acaba, bu gerçekleri düşündüğünüz oluyor mu? Veya düşünmek istemez misiniz?

Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

9 Ekim 2008 Perşembe

Terörün içyüzü.

Sayın Tevfik DİKER
19.cu ve 20.nci dönem Milletvekili

Sayın Diker;

"PKK Mecliste" başlığını taşıyan yazınızı okudum. Bilgili olduğu kadar düşünmesini bilenler için gerçekleri dile getirmek ve halkı bilgilendirmek, önemli bir vatandaşlık görevidir.

Şu bir gerçektir ki; ABD, uzun vadeli plânlara göre strateji belirlemektedir. "Akşamdan alınan ilhamla, sabah ülkenin idare edilemeyeceği" gerçeğini, gayet iyi uygulamaktadır. Bu sebeple; ABD'nin bulunduğumuz coğrafya için yaptığı plânlar, 1920'lere dayanmaktadır. Lozan Anlaşması'nı herkes hatırlamalıdır: ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi bu anlaşmayı, "Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazım var" diyerek onaylamamıştır. Bu sebeple de ABD ile münasebetlerimiz Devletten devlete değil, ikili anlaşmalarla yürütülmektedir. ABD'nin niyeti ve plânı çok açıktır:
Ermenistan'ın hnmiliğine soyunmuş ve "Büyük Kürdistan Devleti"ni kurdurmaya azmetmiştir. İSRAİL- KÜRDİSTAN- ERMENİSTAN yarım dairesiyle, hem Türkiye'nin Asya ülkelerine açılmasını engellemek ve kendi çıkarlarına hizmet edecek Büyük Ortadoğu Projesini gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaktadır ve bundan sonra da yapacaktır.
Siyasî tarihimizi inceleyecek olursak; 27 Mayıs 1960 İhtilâline giden sürecin, 1955 Şubat'ında kurulan Bağdat Paktı olduğunu görürürz. Zira bu pakt, ürkiye, İran, Irak ve Pakistan arasında bir yakınlaşma ve işbirliği imkânları sağlayacaktı.

12 Mart 1971 müdahalesine giden sürecin başlangıç noktası, 1967 Şubatı'nda günün Sovyetler Birliği ile yaptığımız 7 Büyük projeyi kapsayan "Ekonomik ve Teknik İşbirliği"anlaşmasıdır. Bu anlaşma ve Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşması, ABD'nin çıkarlarına ters geldiği için, yaratılan provokasyonlarla Türkiye kaosa itilmiştir.

12 Eylül 1980 İhtilâli'ne giden sürecin başlangıç noktası, 12 Aralık 1976'da Sovyetler Birliği ile yaptığımız ve 20 projeyi kapsayan ikinci anlaşmadır. Bu da ABD'nin işine gelmemiş ve Türkiye'yi karıştırmıştır. Çünkü ABD, üstün istihbaratı ile 1981 Haziran ayında yapılacak seçimlerde, Adâlet Partisi'nin tek başına iktidara geleceğini biliyordu. Ayrıca; 14 Ekim 1979 ara ve Senato üçte bir yenileme seçimleri, bunun işaretini vermişti.

Kısacası ABD, daimâ kendilerinden yana hükümetler arzu eder ve Türkiye'nin siyasetini şekillendirir. Bunun doğruluğunu, 12 Eylül 1980'den sonraki oluşum, net bir şekilde ıspatlarlar. Bu dönemde Türkiye gerek siyaseten ve gerekse iktisaden çok büyük kayıplara uğramıştır. Şişirilmiş şöhretlerin yönettiği Türkiye, neredeyse bir müstemleke ülkesi ve Türk halkı da bir müstemleke halkı haline gelmiştir.

Bu oluşumlar karşısında ABD'den ziyade; kendi insanlarımıza kızıyorum ve onları kınıyorum. Zira; PKK'nın maşası konumundaki DTP, demokrasi adına savunulmaktadır. Halkı da, doğrular istikametinde aydınlatan yoktur. Çünkü; ülkemizin gündemi, Türkiye'yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramayan; dünya coğrafyasında Türkiye'nin konumunun önemini anlayamayan kişilerce belirlenmektedir. Haliyle sıkıntılı günler yaşayacağımız ve zora düşeceğimiz mukadderdir.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edemeyeceği gerçeği bellidir:
BİR ÜLKEYE EN BÜYÜK KÖTÜLÜK, KÖTÜLÜK YAPANLARDAN DEĞİL; KENARA ÇEKİLİP, HİÇBİR ŞEY YAPMAYANLARDAN GELİR.
Bu sebeple gayretlerinizi takdirle karşılıyorum ve sizi, tebrik ediyorum. Netice alamasanız da; hiç değilse, "Neden, devletin ve milletin için bir şey yapmadınız ve kenarda oturdunuz?" sorusuna muhatap olmaz ve sorumlu tutulmazsınız!
Saygılarımla. 9 Ekim 2008

Ecz. Hüsnü Akıncı

8 Ekim 2008 Çarşamba

Kürt meselesi ve gaflet

Sayın Taha AKYOL
Milliyet Gazetesi Yazarı 8 Ekim 2008


Sayın Akyol;

8 Ekim 2008 tarihli ve “Kürt meselesi nereye?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

DTP milletvekili Aysel Tuğluk’un, Diyarbakır’ı AKP’ye kaptırmayacaklarını ve ellerindeki belediye sayısını yüzde yüz artıracaklarını söylemesinin önemi yoktur. Çünkü; onların aslında dayandıkları bir siyasî tabanları yoktur. Gerçekte dayandıkları taban PKK, Barzani, talâbani militanlarının silâh baskısı sonunda korkudan oluşan tabandır. Bu tabanı ortadan kaldıramayan gerçek ise; bölgenin feodal yapısı ve ülkenin dört bir yanına dağılmış zenginlerinin umursamazlıklarıdır. Öylesine ki; ülkenin neresine yerleşirlerse yerleşsinler; Kürt kökenli zenginler, PKK militanlarının baskısı altındadırlar. Gönüllü veya gönülsüz, PKK’ya maddî destek sağlamaktadırlar.
Bu gerçeğe itiraz edenler; Sabahat Tuncel ile Ufuk Uras’ın, İstanbul’dan bağımsız olarak nasıl milletvekili seçildiklerini de açıklamak zorundadırlar. Bir düşününüz: Sabahat Tuncel aday gösterildiği bölgeden yüzbine yakın oy alıyor. Kim tanırdı Sabahat Tuncal’i? Demek ki ortada, gayet iyi organize edilmiş bir plân var.

Son 25 yılda Kürt milliyetçiliğinin belirli bir taban kazandığı doğrudur. Çünkü; Kürt milliyetçiliğinin canlandırılmasını isteyen dış odaklarla, devirler değiştiği halde köşelerini asla kaybetmeyen bazı yazarlarımız, çizerlerimiz ve bazı aydınlarımız, bu hususta, kol kola girmişlerdir. Bilerek veya bilmeyerek; ya gafletle veya ihanetle, Kürt milliyetçiliğinin geniş bir tabana yayılması için çalışmaktadırlar. Hedefleri de bellidir: Bir Türk- Kürt çatışmasını sağlamak ve Türkiye’nin bölünmesine zemin hazırlamaktır. Çünkü; ABD, İngiltere ve İsrail, böyle olmasını istemektedirler.

Bir defa ABD, kafasına koymuştur:

Bu önemli bölgede ABD, Türkiye, İran ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde kendisine tâbi ve kendi denetiminde bir Kürt Devleti kurduracaktır. Başarılı olur veya olamaz; ama, niyeti budur. Bunun için de, elinden geleni yapacaktır. Bu iş için de Talâbani ve Barzani’yi kullanmaktadır. Açık ifadeyle; artık PKK, Barzani’dir. Yani PKK, Barzani’nin peşmergelerine dönüşmüştür.

Sizlerin, yıllardan beri Kürt meselesi olarak nitelediğiniz ve yutturmaya çalıştığınız mesele, üniter yapımıza matuf büyük bir saldırıdır. Bu sebeple de, Baykal ve Bahçeliye seslenerek, “Terörle mücadelenin en önemli unsurlarından biri, sizin de bölgeden oy alabilmenizdir!” demenizin hiçbir önemi yoktur. Zira; PKK, daha doğrusu Barzani ve Talabâni işaret etmedikçe bölgede, AKP ve DTP dışında başka partilerin oy alma şansı yoktur. Sistem, böyle çalışmaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail, böyle olmasını istemektedirler.

Sayın Akyol;

Unutmayınız: Doğu ve Güneydoğu’ya en büyük yatırımlar, 1980’den önce yapılmıştır. AKP iktidarının bölgeye yaptığı dişe dokunur bir yatırımı yoktur. Ilısu Barajı hariç, Dicle ve Fırat üzerinde plânlanan bütün barajlar 2002 yılına kadar tamamlanmış ve Urfa Tünelleri hizmete açılmıştır. Övdüğünüz AKP iktidarı, Ilısu Barajını başlatamamış ve sulama kanallarını hayata geçirememiştir. Yaptığı en büyük yatırım, yeşil kart, kömür, erzak ve para dağıtmaktır. Eğer AKP’nin bölgede bir ağırlığı varsa; bunun sebebini, başka yerlerde aramanız gerekmektedir. Doğru yolu, ancak ve ancak böyle bulabilirsiniz. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı zorlukları ve aşmazları, ancak ve ancak bu sayede anlayabilirsiniz. Türkiye’nin, 1983 ten itibaren geçen 25 yıllık süre zarfında iktisaden ve siyaseten kaybettiklerinin hesabını, ancak ve ancak bu sayede yapabilirsiniz. Aksi halde; kendinize de, ülkemize de yazık edersiniz!

Saygılarımla. Ecz.. Hüsnü Akıncı.

7 Ekim 2008 Salı

Cumhuriyet



Sayın Melih Aşık
Milliyet Gazetesi Yazarı


Sayın Melih Aşık; 26 Aralık 2007


26 Aralık 2007 yazınızın "Cumhuriyet" bölümünü okudum. Elbette ki; Devletimizin adı, "TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ" dir. Devlet, bir kavramdır. İlmi tarifi de; "Bir hükümet idareresindeki siyasi topluluk" şeklindedir. Bir devletin nizamı ve intizamı; kurum, kuruluş ve fertlerin tutum ve davranışlarına tabidir. Açık ifade edeyim: Her kurum ve her kuruluş ve de her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayışında olursa ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşırsa; vatandaşlık hak ve görevlerinin bilincinde olursa; o devlet, yücelir. Aksi olursa; o devlet, batar. Şimdi, bu ana çerçeve kapsamında eleştirimi yapıyorum: Halkı aydınlatıp yönlendirmekle görevli aydınların, yazarların, edip ve şâirlerin, bilim adamlarının, siyaset ve devlet adamlarının yükümlü oldukları görevlerini yerine getirebilmeleri için; Türkiye'i ve Türk milletini iyi tanımaları, tarih ve coğrafya bilmeleri, dünya siyasi tarini irdelemesini başarmaları ve dünya coğrafyasında Türkiye'nin konumunun önemini anlamaları şarttır.Eğer bu yapılmazsa; halihazır yaşayanlarla gelecek nesiller bilgisiz kalır ve yanlış yönlendirilirler.O zaman siyasi mülâhazalar galip gelir; toplum, 'bizden olanlar' ve 'bizden olmayanlar' şeklinde bölünür. Bu, öylesine tehlikeli bir durumdur ki; Ülkenin siyasetini de bozar; övülmesi gerekenler kötülenir, kötülenmesi gerekenler övülür.

Yıllardan beri yazılarınızı dikkatle okuyan bir okuyucunuzum. Zaman zaman gerçeklerden uzaklaşarak, yanlış yorumlar da yapmaktasınız. Böyle bir yanlışlığı, bugün de yapmışsınız. Şöyle ki; Her zaman olduğu gibi Demokrat Parti ile Adalet Partisi'ni, ABD yanlısı göstermişsiniz ve bu partilerin kitle partisi olduklarını görmezden gelerek sağcı partiler olduklarını beyan etmişsiniz. Acaba, öyle midir? Bu yazımda görüş bildirmeden, arştırma yapabilmeniz için bazı sorular soracağım:
1- 1954 yılında Balkan Paktı, 1955 Şubatı'nda Bağdat Paktı imzalanmamış olsaydı; Türkiye'yi, 27 Mayıs 1960 İhtilâli'ne götüren süreç başlatılır mıydı? (6-7 Eylül 1955 olaylarının sebebini de, bu kapsamda araştırmalısınız).
2- Menderes'in 1957'den itibaren Sovyetler Birliği ile temasa geçmesinin gerçek sebebi neydi ve bu arayışın siyasî neticesi, ne olmuştur?
3- Türkiye, Şubat 1967'de Sovyetler Birliği ile 7 Büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma, Türkiye'yi, 12 Mart müdahalesine götüren sürecin başlangıcı olabilir mi? ( Dikkat edilirse; 67 Şubat ortalarından itibaren milliyetçi söylemli ve din eksenli iki siyasi hareket başlatılmıştır. Bu hareketlerin Rusya ile yapılan anlaşma ile ilgisi olabilir mi? Dikkate değerdir: (1973 seçimlerinden önce İsviçre'de bulunan Erbakan, teminatla Türkiye'ye getirilerek, yeni kurulan MSP'nin başına getirilmiştir. Acaba, neden?)
4- Türkiye,13 Aralık 1976'da Sovyetler Birliği ile 13 büyük proje'yi kapsayan ikinci Teknik ve Ekonomik İşbirliği anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma Türkiye'yi, 12 Eylül 1980 İhtilâline götüren sürecin başlangıcı olabilir mi? 1977 ve 1978 yıllarında Türkiye, çok büyük bir kaos ortamına sürüklenmiştir. 1969 14 Ekim ara seçimleri ve Senato üçte bir yenileme seçimleri, siyasetin tekrar istikrara kavuşacağının ve radikal partilerin tasfiye edileceğinin ve de iki büyük siyasî partiye dayalı sistemin yeniden yerleşeceğinin işaretini vermişti. İhtilâl olmasaydı, Haziran 1981'de yapılacak seçimlerde Adalet Partisi tekrar iktidara gelecekti ve radikal partiler tasfiye edilecekti. Bu gerçek, ABD'yi rahatsız etmiş olamaz mı?
5- 12 Eylül sonrası, Türkiye'nin hedeflerini unuttuğu ve iddasını kaybettiği bir dönemdir. Ekonomisini ve dış siyasetini tam anlamıyla Amerika'ya endekslediği bir gerçektir. İç ve diş borç bataklığına saplanarak, sömürge ülkesi haline gelmiştir.Araştırılmaya değmez mi?

Karşılıklı görüşmek dileğiyle saygılarımı sunarım.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Cumhuriyet

Sayın Melih Aşık
Milliyet Gazetesi Yazarı 26 Aralık 2007

Sayın Aşık;

26 Aralık 2007 tarihli yazınızın "Cumhuriyet" bölümünü okudum. Elbette ki; Devletimizin adı, "TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ" dir. Devlet, bir kavramdır. İlmî tarifi de; "Bir hükümet idareresindeki siyasî topluluk" şeklindedir. Bir devletin nizamı ve intizamı; kurum, kuruluş ve fertlerin tutum ve davranışlarına tâbîdir. Açık ifade edeyim: Her kurum ve kuruluş ve de her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayışında olursa ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşırsa; vatandaşlık hak ve görevlerinin bilincinde olursa; o devlet, yücelir. Aksi olursa; o devlet, batar.

Şimdi, bu ana çerçevve kapsamında eleştirimi yapıyorum: Halkı aydınlatıp yönlendirmekle görevli aydınların, yazarların, edip ve şairlerin, bilim adamlarının, siyaset ve devlet adamlarının yükümlü oldukları görevlerini yerine getirebilmeleri için; Türkiye'i ve Türk milletini iyi tanımaları, tarih ve coğrafya bilmeleri, dünya siyasî tarini irdelemesini başarmaları ve dünya coğrafyasında Türkiye'nin konumunun önemini anlamaları şarttır.Eğer bu yapılmazsa; halihazır yaşayanlarla gelecek nesiller bilgisiz kalır ve yanlış yönlendirilirler.O zaman siyasi mülâhazalar galip gelir; toplum 'bizden olanlar' ve 'bizden olmayanlar' şeklinde bölünür. Bu, öylesine tehlikeli bir durumdur ki; Ülkenin siyasetini de bozar; övülmesi gerekenler kötülenir, kötülenmesi gerekenler övülür.

Yıllardan beri yazılarınızı dikkatle okuyan bir okuyucunuzum. Zaman zaman gerçeklerden uzaklaşarak,yanlış yorumlar da yapmaktasınız. Böyle bir yanlışlığı, bugün de yapmışsınız. Şöyle ki; Her zaman olduğu gibi Demokrat Parti ile Adalet Partisi'ni, ABD yanlısı göstermişsiniz ve bu partilerin kitle partisi olduklarını görmezden gelerek, sağcı partiler olduklarını beyan etmişsiniz. Acaba, öyle midir? Bu yazımda, görüş bildirmeden, arştırma yapabilmeniz için bazı sorular soracağım:

1- 1954 yılında Balkan Paktı, 1955 Şubatı'nda Bağdat Paktı imzalanmamış olsaydı; Türkiye'yi, 27 Mayıs 1960 İhtilali'ne götüren süreç başlatılır mıydı? (6-7 Eylül 1955 olaylarının sebebini de, bu kapsamda araştırmalısınız).
2- Menderes'in 1957'den itibaren Sovyetler Birliği ile temasa geçmesinin gerçek sebebi neydi ve bu arayışın siyasî neticesi, ne olmuştur?
3- Türkiye, Şubat 1967'de Sovyetler Birliği ile 7 Büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma, Türkiye'yi, 12 Mart müdahalesine götüren sürecin başlangıcı olabilir mi? ( Dikkat edilirse; 67 Şubat ortalarından itibaren milliyetçi söylemli ve din eksenli iki siyasî hareket başlatılmıştır.Bu hareketlerin Rusya ile yapılan anlaşma ile ilgisi olabilir mi? Dikkate değerdir: 1973 seçimlerinden önce İsviçre'de bulunan Erbakan, teminatla Türkiye'ye getirilerek, yeni kurulan MSP'nin başına getirilmiştir. Acaba, neden?)
4- Türkiye, 13 Aralık 1976'da Sovyetler Birliği ile 13 büyük proje'yi kapsayan ikinci Teknik ve ekonomik İşbirliği anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma Türkiye'yi, 12 Eylül 1980 İhtilâline götüren sürecin başlangıcı olabilir mi? 1977 ve 1978 yıllarında Türkiye, çok büyük bir kaos ortamına sürüklenmiştir. 1969 14 Ekim ara seçimleri ve Senato üçte bir yenileme seçimleri, siyasetin tekrar istikrara kavuşacağının ve radikal partilerin tasfiye edileceğinin ve de iki büyük siyasi partiye dayalı sistemin yeniden yerleşeceğinin işaretini vermişti. İhtilâl olmasaydı, Haziran 1981'de yapılacak seçimlerde Adalet Partisi tekrar iktidara gelecekti ve radikal partiler tasfiye edilecekti. Bu gerçek, ABD'yi rahatsız etmiş olamaz mı?
5- 12 Eylül sonrası, Türkiye'nin hedeflerini unuttuğu ve iddasını kaybettiği bir dönemdir. Ekonomisini ve dış siyasetini tam anlamıyla Amerika'ya endekslediği bir gerçektir. İç ve diş borç bataklığına saplanarak, sömürge ülkesi haline gelmiştir.Araştırılmaya değmez mi?
Karşılıklı görüşmek dileğiyle saygılarımı sunarım.

Ecz. Hüsnü Akıncı

6 Ekim 2008 Pazartesi

Kırılan Testi

Sayın Rahmi Turan
Hürriyet Gazetesi Yazarı


Sayın Turan; 23 Aralık 2007

23 Aralık 2007 tarihli ve "Kırılan testi gibiyiz" başlığını taşıyan yazınızı okudum. Evet, belirttiğiniz gibidir: testi de taşa çarpsa, taş da testiye çarpsa; zarar gören, daima testi olur. Ama, başka gerçekler de vardır: Altın bir kaseye taş çarpsa; kase ne kaybeder, taş ne kazanır? Bu bakımdan susmak, hiçbir zaman akıllılık olamaz. Bu gerçek, Atatürk'ün ifadesiyle de sabittir: "Dünyada her millet, icratına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır." Hz. Ömer'in sözü de bilinmektedir: "Bir millet icâbında idare edenlerini acı acı tenkit etmezse ve idare edenler de kendilerine yöneltilen tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!". Bu sözlerden çıkan gerçek de şudur: Zulme razı olanın hakkı zulümdür, küfre razı olanın hakkı küfürdür. İnsanlık tarihi kadar eski, fakat değerini hiçbir zaman yitirmeyen bir gerçek daha vardır: Akıl, muhakeme, vicdan gibi şeyler, mahkûm edilemez. Zirâ; onlar, hürdür. Keşke insanlarımız, Atatürk'ün şu sözlerini unutmasalardı: "Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hatâya tebâiyet yüzünden bu evsaftan mahrum kalmağa tahammül edemeyiz." Unutulmamalıdır: Tarih, zengini değil; toplumun refahını yükselteni hatırlar. Tarihin şaşmaz terazisi, hiç yanılmamıştır.
Sayın Turan; hitabım, size değildir. Toplumu harekete geçirmek istediğinizi biliyorum. Çorbada, benim de tuzum olsun diye yazdım. Siyasetle ilgilenmeyen ve olanı görüp, düzgün yorum yapamayan aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç, câhiller (Gerçek câhil, tahsili ve ilmi ne olursa olsun; doğru histen mahrum olan adama denir.) tarafından yönetilmeye razı olmaktır. Hz. Peygamberimiz de önemli bir uyarıda bulunmuştur: "Firavun'a iman edenler, Firavun'dan 40 yıl evvel CEHENNEM'e gideceklerdir."
Sayın Turan; bir ülkenin ve bir milletin gerçek düşmanları; cehâlet, yoksulluk ve tefrikadır.Bu düşmanlar yok edilinceye kadar mücâdele etmek; vatanını ve milletini seven ve düşünen herkesin, en önemli görevidir.

Saygılarımla. Ecz. Hüsnü Akıncı

5 Ekim 2008 Pazar

Mescid-i Dırar.

Sayın Ahmet Hakan
Hürriyet Gazetesi Yazarı



Sayın Hakan; 23 Aralık 2007


Kolaylık olsun diye bugünkü yazıma ek olarak, Mescid-i Dırâr hakkında bilgi vermek istiyorum: Münâfıklar, her türlü çareye başvurarak, müslümanlar ve aileler arasına nifak sokmaya çalışıyorlardı. Ama, başarı sağlayamıyorlardı. bunun üzerine yeni ve etkili olacağına inandıkları bir çareye başvurdular.Peygamberimizin yaptırdığı Mescid-i Kubâ'ya karşı yeni bir mescit yaptırmaya karar verdiler. Maksatları, Mescid-i Kubâ'nın cemâatini ayartarak bölmekti. Meşhur fasık Ebu Amir de, bu hususta münâfıkları, şöyle teşvik ediyordu: "Siz, bu mescidi yapın, elinizden geldiği kadar da içersinde silâh gizleyin. Ben, Rum Kayseri'ne gidiyorum; oradan külliyetli miktarda Rum askeri getireceğim. Bu suretle Muhammed ve eshabını Medine'den çıkarırız." Ebu Amir bu maksatla Şam'a gidiyor. Münafıklar da, yeni mescidi inşa ediyorlar. Hz. Peygamberimiz Tebük Seferine çıkarken, münafıklar kendisine müracaat ederek,"İhtiyarların ve hastaların bu mescidde hazır olduklarını; bu mescide de gelerek namaz kılmasını" rica ediyorlar. Hz. Peygamberimiz, Tebük'e gitmek için hazırlandığını, vakti olmadığını bildirerek, bu teklifi reddediyor. Hz. Peygamberimiz, Tebük dönüşü Medine'ye yaklaşırken, münâfıkların yaptığı o cami hakkında Ayet-i Kerime nazil oluyor.( Tevbe Suresi: 107 ve 108'inci ayatler). Meâli şöyledir: "Habibim! mü'minlere zarar vermek, mü'minleri tefrikaya düşürmek, küfrü kuvvetlendirmek, evvelce Allah ile Peygamberle harbedenleri beklemek maksadiyle bir mescit inşa edenlerin, "İyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin eden münâfıkların yalancı olduklarına Allah, şehâdet eder. Ey Ekmele'r Rüsûl! Orada kat'iyyen durma. Senin; ilk gününden itibaren takvâ temelleri üzerine kurulan mescidde durman daha hayırlıdır. Orada içini, dışını temizleyen, (seni seven) adamlar vardır. Allah, temizlenenleri sever." Böylece Cenab-ı Hak, din perdesi altında, cami namı altında yapılan, aslında; İslâm'a karşı sûikasdler tertibi için hazırlanan bu eşkiya karargahının yatağının yıkılmasına emir veriyordu. Hz. Peygamberimiz, bunun üzerine Malik İbn-i Dahşem ile Ma'n İbn-i Addiy'i göndererek, Mescid-i Dırar'ı yıktırmışlardır. Hakikatlerin yayılması ve din istismarcılarının teşhiri için gayret göstereceğinize inanarak yazdım.

Saygılarımla. Ecz. Hüsnü Akıncı

Firavun ve gerçekler.

Sayın Ahmet Hakan
Hürriyet Gazetesi Yazarı 23 Aralık 2007

Sayın Hakan;

23 Aralık 2007 tarihli ve "Sosyalist Tayyip" başlığını taşıyan yazınızı okudum.


Şükretmenin asıl mânâsı, Allah'ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmaktır. Örnek: Güzelliğin şükrü, iffet ve namustur; kuvvetin şükrü, mazluma inen yumruğa siper olmaktır; servetin şükrü, infaktır; makamın şükrü adâlettir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tarihen sabittir ki; züğürtlük, adamı mâneviyâta sevk eder. Züğürtken insanı, veli zannedersin; fakat, mal, mülk, makam, mevki sahibi oluverince; evliya kisvesi ne bürünmüş insanın, değiştiğini görürsün. Öylesine ki; ya Hz. Hüseyin'nin başını kesen Şimîr veya ona emir veren Yezîd oluverir. Gençliğimin ilk yıllarında Firavun'a çok kızıyordum ve ismi anıldığı zaman gönlüm, nefretle doluyordu. Olgunlaştıkça ve hayatın acımasız gerçeklerini gördükçe, bu fikrim değişti ve Firavun'u, Firavun yapan gerçekleri araştırmaya başladım. İşte gerçekler: 1- Debdebeli, tantanalı bir saltanat, 2- Gözkamaştırıcı bir servet, 3- Emrindeki kuvvetli bir ordu, 4- Etrafındaki "Sen bizim RABBİMİZSİN" diyerek eğilip bükülen bir sürü dalkavuk insan; Firavun'u, FİRAVUN yapmiştır. İşte tarihin hiçbir döneminde ve hiç kimsenin tekzip edemediği ve edemeyeceği gerçek, budur. Herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir örnek daha: İnsanın cebinde parası varken yürüyüşü ile yokken yürüyüşü arasında fark vardır; kadının evde, şıpşıp terliği ile yürüyüşü ve sokakta topuklu papuçla yürüyüşü farklıdır. Merak edilir: Varlıkta ve darlıkta farklı davranmayan gerçek insanlar yok mudur? elbette vardır. Kimdir onlar: İşte onlaraın sıfatları: Yaradılışlarındaki gayeyi idrak ederek, nefislerinin hayrını ayaklar altına almışlardır. Her şeylerini, insanlığa adamışlardır ve Allah'a hesap vereceklerine inanmışlardır.Gurur, kin, nefret, haset ve ihtiraslarına esir düşerek FİRAVUNLAŞMAMIŞLARDIR. Bu sebeple; yazınızı okuyunca, hiç şaşırmadım. Yazış sebebim de, şudur: Her zalimi, mazlum yetiştirir. Zirâ; uşaklık edenleri bulunmazsa; zalim, zulmünü yapamaz. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz; "FİRAVUN'a İMÂN EDENLER, FİRAVUN'dan 40 yıl evvel CEHENNEM'e gireceklerdir." diye buyurmuşlardır. Şimdi sormak hakkımdır: SUÇ, kimde? Bayramı CAMİ gösterisine dönüştürenlerin hâli, İslam Dini'nin neresinde kayıtlıdır? Büyük müfessirlere soruyorum: Sizler, Kur'an da bahsedilen Mescid-i DIRAR olayından haberdar değil misiniz? Ey cemaat ve tarikat liderleri; bu konuda, size tâbî olduklarını beyan ederek siyasi rant peşinde koşanları, niçin uyar mıyorsunuz?


Saygılarımla. Ecz. Hüsnü Akıncı

İstanbul rantı ve trafik

Sayın Yalçın Bayer
Hürriyet Gazetesi Yazarı


Sayın Bayer; 21 Aralık 2007


21 Aralık 2007 tarihli yazınızı okudum. Ne yapılırsa yapılsın; tarım ve hayvancılık ayağa kaldırılmadan, küçük ve orta boy işletmeleri desteklenmeden ve ekonomimiz üretken hale getirilmeden İstanbul'un trafik sorunu çözülmez.Çünkü, İstanbul'a göç, devam edecektir.Zirâ İstanbul'da büyük bir arazi ve emlak rantı oluşmuştur. 10 milyonu aşan nüfusu ile İstanbul, kendi dinamiğini oluşturmuştur. Tedbir, vaktiyle alınmalıydı...Geçmişten bir hatırlatma: 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden önce İstanbul'da (bilhassa sur içine) çok katlı ve bitişik nizam inşaatlara izin verilmiyordu. İhtilâlden sonra bu yasak kalktı. Bunun üzerine henüz daha görevden alınmamış olan günün İstanbul İl İmar Müdürü (zannedersem Veysi Selimoğlu), bir gazetede üç gün süren yazı serisiyle bu yasağın kaldırılmasının sakıncalarını belirtti.Ana temanın özeti, şöyleydi: " eğer bu yasak kalkarsa İstanbul'da büyük bir arazi ve konut rantı oluşurr ve bütün Anadolu, İstanbul'a akar..." Sonraki gelişmeler, İl İmar Müdürü'nü haklı çıkarmıştır.İstanbul 'un tarihi köşkleri, konkları, bostanları, sit ve yeşil alanları v.s. yağmalanarak, ranta dönüşmüş ve betonlaşmıştır.1980 sonrasında ise orman ve Hazine arazileri ve hatta şahıs arazileri, arazi mafyası tabir edilen oluşumlar vasıtasıyle yağmalanmıştır. Üylesine ki; bir dönüm arazi işgal eden dahi zengin olmuştur. Sanayi ile ilgili bir gerçeği de belirtmek İstiyorum: Temmuz 1970 kararları ile İstanbul ve Trakya bölgesi, teşvik kapsamı dışına çıkarıldı.( bazı ağır sanayi tesislerinin Bilecik Osmaneli ve Bozyük, Eskişehir'e kaldırılması, bu karar gereğidir.) Ama; 1983'ten sonra İstanbul ve Trakya tekrar teşvik kapsamına alınarak sanayileşmeye açıldı.
İlhan Kesici'nin "Nereden Buldun" önerisine gelince: Bu mümkün değildir. İzah edeyim: Önceleri, Vergi Usul Kanunu'nun 30/7.ci Maddesi vardı. Bu maddeye ğöre kişiler; harcamalarının, satın aldıkları malların ve birikimlerinin kaynağını belgelemek zorundaydı. Gelir Vergisi Kanunu'nun 82/2.ci maddesine göre de; vergiye tabi gelirle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı, ya da tasarruf edildiği tespit edilen mal ve haklar, safi irat kabul ediliyordu. Yani; kişilerden, hesap sorulabiliyordu. Ancak; bu iki yasa maddesi, 3 Kasım 2002 Seçimlerinden 66 gün sonra 9 Ocak 2003 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 4783 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. AKP İktidarı döneminde kabul edilen 4783 sayılı Kanunun 7.ci ve 9.cu maddelerine göre hiç kimseye, "Bu serveti nereden edindin?" diye, hukuken sorulamaz. İngiltere, Almanya, Fransa, ABD ve daha birçok ülkede, bunların sorulabileceğine dair yasalar vardır. Ama; bizde, sorulamayacağına dair yasa mevcuttur. Bu vesileyle Bayramınızı tebrik eder, sağlıklı günler dilerim.

Saygılarımla. Ecz. Hüsnü Akıncı

Konut kredileri

Sayın Yiğit Bulut
Vatan Gazetesi Yazarı 21 Aralık 2007


Sayın Bulut;


21 Aralık 2007 tarihli yazınızı okudum. Bilinen ve hiçbir zaman değişmeyen ve değişmeyecek gerçek bellidir: Rantlar yükselirse, refah ortadan kalkar. 27 yıldan beri ülkemizde uygulanan ekonoki ve para politikalarının neticesi, bu gerçeği doğrulamaktadır. Model hep rantiyeye çalışmıştır. bu sebeple de, gelir dağılımı çok kötü bozulmuştur. Bu modelde bankalar, reel ekonomiyi desteklememişler ve spekülâtif bir sermaye piyasası oluşturmuşlardır. Basit bir örnek: Konut için düşük faizli ve uzun vadeli (120-150 ay) kredi veren bankalar, KOBİLERE azami 6 ay vadeli ve yüksek faizli kredi vermektedirler. Orta ve küçük boy işletmelere orta ve uzun vadeli kredi verilseydi; Türkiye, dünya piyasalarına damgasını vururdu. 1980 öncesi, kıt kaynaklara rağmen alınan büyük mesâfe, düzgün kredi politikasının eseridir. Dikkatlerinize arz ediyorum: 1965 yılında Türkiye'nin toplam ihracâtı, 500 milyon dolardı. Bunu da, geleneksel tarım ürünleriyle sağlıyordu. Ama; 1980'e gelindiğinde, altyapı, enerji, tarım ve sanayi yatırım alanlarında büyük mesafeler kaydettiği envanterle, sabittir. Üstelik Türkiye, borç batağına da saplanmamıştı: 12,5 milyar dış ve 400 milyon dolar iç borç devretmiştir. Ki; yalnız TÜPRAŞ ve PETKİM, bu boçları karşılayacak niteliktedir. Bunları ifâde ederken maksadım şudur: Osmanlı Deletini yıkan malî model, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de başına musallat edilmiştir. "Bir şey olmaz!" diyenler varsa; üretmeden kaydî olarak büyüyen toplam tasarrufların dağılımına baksın! Ne yazık ki; televole ekonomistleri, yıllardan beri halkı aldatarak, Türkiye'nin, şişirilmiş şöhretlerle tuzağa düşmesine yardımcı olmuşlardır. Gerçek iktisatçı Joan Robinson'un şu ünlü sözüne, hiç kimse dikkat çekmemiştir: "İtisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisinsi düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir." Geldiğimiz nokta; gerçekten, ümit kırıcıdır ve istikbâl karartıcıdır. Sayın Bulut; önemli konulara değindiğiniz için yazdım. Bu vesileyle Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, saygılarımı sunarım.

Eczacı Hüsnü Akıncı.

Tarikat- Cemaât

Sayın Ruhat Mengi
Vatan Gazetesi Yazarı 18 Aralık 2007


Sayın Mengi;

Dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ekseriyetein mezhebi olmamıştır. Zira; yaradılmışlaraın en mükemmeli olan insanın, kendisine bahşedilen İRADE ve HÜRRİYET sıfatları sebebiyle Allah'a bağı vardır. Yani; bir cephesiyle hikmet âlemi denen bu dünyaya, bir cephesiyle de kudret alemi denen ahiret âlemine bağlıdır. Bu sebeple de din; bir vicdan işidir. Vicdan da, emir kabul etmeyeceğine göre; tarikatlar ve cemaatler vasıtasıyla insnların HÜRRİYET ve İRADE sıfatlarına ambargo konması doğru değildir. Özellikle cihanşümûl İslam Dini, bunu, kesinlikle reddeder. Bu gerçeği, Hz.Peygamberimizin, Hıra Dağından İslamiyeti ilan ettiği zaman verdiği ilk emirlerde buluruz: 1- Aciz insan putuna tapılmayacak. Yani; kul'a, kulluk edilmeyecek. 2- Fukara, inletilmeyecek. 3- Gariplerin sırtına binilmeyecek. 4- Acizler, güçsüzler, itilip, kakılmayacak. 5- Herkes hakkını, serbestçe alacak. İşte bu emirler; o güne kadar, halkın inançlarını sömüren, halkın sırtına basarak servet, makam, mevki ve rütbe sahibi olan zulüm sahiplerinin işine gelmediği için Hz. Peygamberimize, şiddetle cephe aldılar ve İslam Dininin yayılmasını önlemeye çalıştılar. Bu sebeple; başlangıç emirlerinin dışına çıkanları, dinin temsilcileri olarak kabullenmek mümkün değildir. Samimî insanların bu gerçeği görerek, öğretme ve öğrenmeyle; etki altına alma ve tâbi olma gerçeğini iyi anlamaları şattır. Ki; bu sayede, dini, çıkar ve siyaset malzemesi yapanların önü kapansın.
Sayın Mengi; işin hassasiyetini siz de, farketmişsinizdir: Kur'andan ayet örnekleri verdikçe, bazı odakların saldırısına marûz kalmaktasınız. İslâmda ruhban sınıfı ve istisna yoktur. Allah, herkese yaptıklarının hesabını, istisnasız olarak soracağını beyan etmiş olmasına rağmen; dokunulmazlık zırhına bürünerek dindarlık reklâmı yapanların İslam dinindeki yeri, toplum tarafından sorgulanmalıdır. Masiyet, günâh, insanları dinden çıkarmaz. Ama; yalan, kamu malına tecavüz, riya, münafıklık ve adâletsizlik, dinden çıkarır. Bu hususun ne kadar önemli bir gerçek olduğunu vurgulamak için, Hz. Ali'nin, Mısır Valisi Mâlik İbni Eşteri'ye gönderdiği mektubundaki sözlerinin bir bölümünü örnek göstermek istiyorum. İşte, Hz. Ali'nin sözleri: "Yâ Mâlik! şu hususa çok dikkat et! Ve olanca kuvvetinle çalış! Zira bu din, fena adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla dünya elde edilmeye uğraşılıyor." Evet, Hz. Ali'nin bu sözü, her dimağda bir ibret levhası olarak kalmalıdır. Tarihe bakarsak; edepsizlerin, din perdesine bürünerk, din nâmına yaptıkları fenâlıkları görürüz. Bu bakımdan, Kur'an'dan ayet örnekleri vererek konuları işlemeye devam etmenizi, özellikle rica ediyorum. Zira; Kur'an'daki İslâmla, din tacirlerinin İslâmı arasındaki farkı, samimî dindarlar, görmeli ve anlamalıdırlar.


Saygılarımla Ecz. Hüsnü Akıncı

Rant Ekonomisi

Abdurrahman Yıldırım
Sabah Gazetesi Yazarı
16 Aralık 2007
Sayın Yıldırım;



Şubat 1967'de Rusya ile Ekonomik ve Teknik İşbirliği anlaşması yapmasaydık,12 Mart 1971 müdahalesi olmazdı.12 Aralık 1976'da Rusya ile ikinci anlaşmayı yapmasaydık,12 Eylül 1980 İhtilali olmazdı.12 Eylül 1980'den sonra ekonomi ve para politikalarımızda yapılan ranta dönük değişiklerle üretken bir ekonomiye de veda etmiş olduk.Bugünkü açmazımızın sebebi de,bu yanlışlıklardır. 1987'den bugüne kadar geçen süre zarfında 500 milyar dolardan fazla faiz ödememize rağmen,borç stokumuz,420 milyar dolardır. Üstelik,önemli ekonomik değerlerimiz yabancıların eline geçmiştir. Her hafta 1 milyar dolar faiz ödemekteyiz. Yaratmamız gereken katma değerlerimizi,dış ülkelere transfer ediyoruz.Bu yazdıklarım, düştüğümüz tuzağın bir parçasıdır. Eğer vakit ayırabilirseniz, karşılıklı görüşerek, daha detaylı bilgi verebilirim. güzel bir sohbet olacağına inanıyorum. Görüşlerimi, örneklerle zenginleştireceğim.

Saygılarımla.

Hüsnü Akıncı

4 Ekim 2008 Cumartesi

Zordaki Türkiye. Düzeltilmiş metin

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 4 Ekim 2008


Sayın Cumhurbaşkanı;

Türkiye’nin zorda olduğu bir gerçektir. Bu zorluğa, doğru teşhis konulamadığı için de, ülkeyi rahatlatacak çıkış yolları bulunamamaktadır. Herkesin kabul etmesi gereken gerçek bellidir:

TÜRKİYE, 1983 seçimlerinden itibaren son 25 yıldan beri çok keyfî olarak idâre edilmektedir. Bu süre zarfında DEVLET VE REJİM, ANA KAİDELERE VE ANA BELGELERE GÖRE İŞLETİLMEMİŞTİR. Dolayısiyle; TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ dışındaki kamuya ait diğer kurum ve kuruluşlar, REJİME VE DEVLETE, yeterli derecede sahiplilik BİLGİ VE ŞUURU göstermemişlerdir veya engellenmişlerdir. Bu durum; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturmuş ve DEVLETİ tanınmaz hâle getirmiştir. DEVLETİ, bir parti DEVLETİ haine getirebilme istek ve hevesleri, vazgeçilmez bir tutku haline gelmiştir.

Siyaset adamlarımız ise; belki de işlerine geldiği için zorlukların kaynağı olarak, 12 Eylül 1980 İhtilâli’ni göstermişler ve o istikâmette kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Hiç kimse; TÜRKİYE’nin; halkı dışlayarak sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren ve gerçek demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan GÖSTERMELİK BİR DEMOKRASİ modeliyle idare edildiği gerçeğini dile getirmemiş ve sorgulamamıştır. Bu hususu, özellikle belirtiyorum. Zirâ; 1983 seçimlerinden sonra, askerler tarafından yürürlüğe konan SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI değiştirilmeseydi; Türkiye, bugün karşı karşıya olduğu zorluklara düşmeyecek ve 25 yılını ziyan etmeyecekti.

Bu durum; iktidar partisi liderlerini, âdetâ diktatörleştirmiştir. Turgut Özal, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan, keyfî idarelerin en çarpıcı örneklerini vermişlerdir. Bu dönemde; bağımsız, onurlu, kişiliği olan bir dış politika ve kendi kendini ayakta tutabilecek bir ekonomik model izlenememiştir. Dış politika ve ekonomide, başkalarına tâbi bir modelde karar kılınmıştır. Plânsız, programsız ve uçak dolusu heyetlerle tertiplenen dış gezilerle, bir şeyler yapılıyormuş görüntüsü verilerek, Türk milleti de uyutulmuştur.

Sayın Cumhurbaşkanı;

Tütünlü Karakol baskını sebebiyle yaptığınız açıklama üzerine bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Fevkalâde üzüntülüyüm ve duygu yüklüyüm. Kabul edilmelidir ki:

PKK Terör Örgütü, Kürt kökenli vatandaşlarımızın hakları ile uzaktan yakından alâkası olmayan bir terör örgütüdür. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ kapsamında ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL tarafından şekillendirilen, yönlendirilen ve desteklenen bir taşeron örgüttür. Bu sorun, esasen birer kukladan ibaret olan ve bu ülkelerin güdümündeki BARZANİ ve TALÂBANİ ile çözülemez. Esas muhataplarımız ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’dir. Ayrıca herkes, PKK’nın, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerimizde oluşturulan bazı organizasyonlarla maddî olarak desteklendiği gerçeğini, artık kabullenmelidir. Bilerek veya bilmeyerek, bu finansman için zemin hazırlanmıştır. Kayıt dışı ekonominin kontrolsüz bırakılarak yaygınlaştırılması, böyle bir zemine yardımcı en önemli unsurdur. Bilerek veya bilmeyerek ifâdesini kullanışımın sebebi de şudur:

Daha önce yürürlükteki Vergi Usul Kanunu’nun 307/7.ci maddesine göre kişiler; harcamalarının, satın aldıkları mallarının ve birikimlerinin kaynağını belgelemek zorundaydılar. Gelir Vergisi Kanunu’nun 82/2.ci maddesine göre de, vergiye tâbi gelirlerle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı, ya da tasarruf edildiği tespit edilen mal ve haklar, safî irât kabul ediliyordu. Yâni, kişilerden hesap sorulabiliyordu. Dikkatlerinize arz ediyorum:

Bu iki yasa maddesi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden 66 gün sonra, 9 Ocak 2003 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 4783 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. AKP iktidarı döneminde kabul edilen 4783 sayılı kanunun 7.nci ve 9.uncu maddelerine göre hiç kimseye, “Sen, bu paraları nereden buldun, bu serveti nereden ve nasıl edindin?” diye sorulamaz.

İngiltere, Almanya, Fransa, ABD ve daha birçok ülkede, hesap sorulabileceğine dair yasalar mevcuttur. Ama bizde, hesap sorulamayacağına dair yasalar mevcuttur.

AKP iktidarı, 66.cı gününde bu yasaları çıkardığı zaman siz, Başbakan idiniz. Merak edip, gerekçesini sormadınız mı? Belki de, haberiniz bile olmamıştır. Belki de Maliye Bakanı Kemâl Unakıtan düşünmüş, düzenlemiş ve sizi ikna ederek kanunlaşmasını sağlamıştır. Bilemiyorum…

Merak ediyorum:

Böylesine lüzumsuz ve birilerini korumaya matuf kanunî düzenleme yürürlükteyken; PKK’yı, dahilde finanse eden kaynaklar nasıl kurutulacaktır ve nasıl başarı sağlanacaktır?

AKP iktidarı DEVLETİ, bir parti DEVLETİ haline getirmek istemektedir. Tarafsız bir Cumhurbaşkanı olarak, bu isteği nasıl önleyeceksiniz?

Ülke meselelerini dikkatli ve yakından izleyen, vatandaşlık görevlerimi eksiksiz olarak yerine getirmeye gayret eden bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.

Saygılarımla. Ecz. Hüsnü Akıncı

Caferağa Mahallesi, Hacışükrü sokak,
No:2/8
Kadıköy- İstanbul
0532-4576956
0216-4181726