29 Mayıs 2009 Cuma

Fitne ve münafıklık, en büyük tehlikedir.

Sayın Mehmet Ali Birand
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 29 Mayıs 2009


Sayın BİRAND;

29 Mayıs 2009 tarihli ve “Hem öldürüp, hem de barış arayamazsın!” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmışsınız:

“Devlet hariç herkes bir öneride bulunuyor Kürt sorunuyla ilgilisi gelişmeleri izlerken, hep bu senaryolar aklıma geliyor. Devletin seyirci kaldığı ve yerinden kıpırdamak dahi istemediği bir ortamda -ki, bu tehlike giderek yaygınlaşıyor- göreceksiniz orasından burasında parmak sokanların sayısı artacaktır. Akıl verme adına demeçler yaygınlaşacak, Konferanslar düzenlenecek ve bir gün kendimizi her kafadan başka bir sesin çıktığı bir Uluslararası ortamda bulabileceğiz. Cumhurbaşkanı Gül’ ün uyarısının temelinde işte bu gerçekler yatıyor. Bazı işler uzatılır, gereken adımlar siyasi cesaretsizlik nedeniyle atılamazsa, Uluslararası aktörler hemen ortaya çıkar. Manzaraya bir baksanıza… DTP lideri Ahmet Türk, bir şeyler yapılması gerektiğine dikkat çekiyor. Cumhurbaşkanı sık, sık uyarıda bulunuyor. Asker de olaya farklı yaklaşıyor. Kandil’den mesaj üstüne mesaj geliyor. Günlük hayatımızı etkileyen bu sorunu biz böylesine ortada mı bırakacağız? Kandil’e mi bırakacağız? Yine yazımın başına dönüyorum. Eğer bir sorunu görmezden gelirsek, o sorun ortadan kalkarmış gibi bir alışkanlığımız var. Tam tersine, işin ucunu sıkı tutmazsak, başka tuzaklara düşeriz. Olayın Uluslararası foruma taşınması en çok bizlere zarar verdirir.”

Merak ettiğim husus şudur:

Yıllardan beri ortaya attığınız, savunduğunuz “KÜRT SORUNU” size göre nedir ve nasıl çözülür?

Bugüne kadar bu, varettiğiniz soruna ait herhangi bir çözüm ortaya koymadınız. Daha doğrusu; zamirinizde gizlediğiniz çözümün şeklini tarif etmediniz. Ayrı bir Kürt Devletinin kurulmasını mı, bir federasyon mu veya bizlerin düşünemediği bir başka oluşumu mu arzu etmektesiniz?

Hemen, hemen her yazınızda DEVLETİN, seyirci kaldığını vurguluyorsunuz? Size göre DEVLET, ne yapmalıdır?

Kürt sorunu diye ortaya atılan bu konuya, zaten orasından, burasından parmak sokanların sayısı azımsanmayacak derecede fazladır. Akıl verme adına içten ve dıştan demeçler verenlerin sayısı da küçümsenemeyecek derecede çoktur. Uluslar arası aktörler, zaten yıllardan beri devrededirler. Uluslar arası konferansların da haddi hesabı yoktur. Yani; konu, uluslar arası foruma taşınmış durumdadır.

Uluslar arası aktörler, Türkiye’nin bölünmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar ve her çareye başvurmaktadırlar.

Manzaraya da bakalım:

DTP lideri Ahmet Türk ve DTP milletvekilleri, ne istediklerini açık, açık söylemektedirler. 29 Mart seçimlerinden sonra Kürt devletinin sınırlarının çizildiğini, açık bir şekilde söylediler.

Kandil’den mesaj üstüne mesaj yağıyor. Arkadaşınız Hasan Cemâl, Kandil’e giderek, Karayılan’ın mesajlarını da iletti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Çözüme çok yaklaştık.” Sözlerini söyleyerek, zaten uyarılarını yapıyor. Ama; O da, çözümün nasıl olacağını veya olması gerektiğini açık bir şekilde söylemiyor.
Askerin de olaya nasıl yaklaştığı bellidir. Asker, ÜNİTER YAPIMIZIN korunmasını gayet açık bir şekilde ifade ederek, soruna nasıl yaklaştığını belli ediyor ve bu tavrı da işin başından beri bilinmektedir.

Sayın BİRAND;

Kürt sorununun günlük hayatımızı etkilediği doğrudur. Bu etki de, terör sebebiyledir. Ki; terör, en fazla da, haklarını savundukları bölge halkına zarar vermektedir. Fukara halkın tarlaya, yaylaya ve dağa çıkmasına izin verilmemektedir. Bölge halkı, seçimlerde dahî, terör örgütünün silâhlı tehdidi altındadır. Üstelik halk, feodal yapının gereği olarak bazı ağaların, bazı aşiret reislerinin ve bazı tarikat liderlerinin esiri durumundadır.

Buna rağmen siz, gerçekleri yansıtan yazılar yazacağınıza, kafaları karıştıran yazılar yazarak, uluslar arası aktörlerle aynı çizgide buluşmaktasınız.

Acaba, bunun sebebi nedir? Ve en önemlisi, siz, ne yapmak istiyorsunuz? Konuyu, vatani bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanarak mı gündeme getiriyorsunuz veya başkalarını memnun etmeye mi çalışıyorsunuz?

Gerçekten merak ediyorum. Bu hususta beni aydınlatır ve bilgilendirirseniz, çok memnun olurum ve hatta minnettar kalırım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

25 Mayıs 2009 Pazartesi

İhanet, terazide tartılmaz.

Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans Gazetesi Yazarı
İstanbul 25 Mayıs 2009


Sayın ÇANDAR;

24 Mayıs 2009 tarihli ve “Ergenekon ve müttefikleri ve dış dünya” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

“ERGENEKON NEDİR?” sorusunu kendiniz sormuşsunuz.

Verdiğiniz cevap da bir Cengiz Çandar klasiğidir ve ibret vericidir: İşte, Ergenekon cevabınız:

“İKTİDAR değişikliğini ASKERÎ DARBE yoluyla arayanların, bu amaçla askerî darbeyi gerekli ve meşru kılacak ORTAMI HAZIRLAMAK İÇİN yürüttükleri faaliyetlere ve bunun ÖRGÜTLENMESİNE verilen isim.”

Henüz daha mahiyeti iyi bilinmeyen ve nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir dava hakkında kesin hüküm vererek beyanda bulunmanız, kamuoyunca iyi bilinmeyen bir MİSYONUNUZUN varlığına işaret etmektedir.

Aslında; bunun böyle olabileceğine dair ipucunu da, şu sözlerinizle açığa çıkarmış durumdasınız:

“Ergenekon’un “DIŞ KONJOKTÖR TALİHSİZLİĞİ” tam da bu noktada başlıyor. Zira; dış konjoktörün “İSTİKRARSIZLAŞAN” bir Türkiye’ye hiçbir tahammülü yok. “İSTİKRARLI” bir Türkiye talep ediyor.”.

Acaba, öyle midir?

Kesin olarak açıklamadığınız DIŞ KONJOKTÖR, gerçekten istikrarlı bir Türkiye mi istiyor veya kendilerine tabi bir Türkiye mi istiyor?

Daha açık sorayım:

Dış konjoktör bu bölgede; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulan ve kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içinde hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen ve de refah içinde yüzen GÜÇLÜ BİR BÜYÜK TÜRKİYE ister mi?

Değişik sorayım:

Dış konjoktör için uygun olan; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; “OTUR!” denilen yerde oturan ve “KALK!” denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan ve hedeflerini unutan huzursuz, mutsuz ve başkalarına tabi ZAYIF BİR TÜRKİYE değil midir?

Geçmişe bir bakalım:

1960, da 1971’de, 1980’de Türkiye, kural dışı olaylara maruz kalmıştır. Türkiye’yi darbe ve müdahalelere götüren kargaşa ortamlarını da, bugün sizin “DIŞ KONJOKTÖR” olarak ifade etmeye çalıştığınız AMERİKA yaratmıştır. Bu gerçeği en iyi bilenlerden birisiniz. Çünkü, o oluşumlarda görev almıştınız.

Bugün dahi görevinizin devam ettiğine inanıyorum. İspatı da, “BU TARZ OLUŞUMLARA AMERİKA’DAN İZİN YOK!” ifadenizdir.

Sayın ÇANDAR;

Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye, gerçekten zordadır. Zaten, hiçbir zaman rahat edememiştir. Bunun sebebi de; daima bir birleriyle kavga eden, zıtlaşan bir toplum yapısı oluşturma faaliyetleridir. Kendi çıkar ve hedeflerini koruyan DIŞ KONJOKTÖR, bu işi, gayet güzel başarmıştır. Başta Amerika olmak üzere gelişmiş BATI ÜLKELERİ; daima kendilerinden yana hükümetler arzu etmişlerdir. Türkiye’yi, bölgede güçlü kılacak atılım ve politikalar, hayranı olduğunuz DIŞ KONJOTÖR tarafından engellenmiştir.

Adnan Menderes’in Sovyetler Birliği ile temasa geçmesi, 27 Mayıs İhtilâli’ne giden süreci başlatmıştır.

Süleyman Demirel’in Şubat 1967’de Sovyetler Birliği ile 7 Büyük Projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalaması, 12 Mart 1971 müdahalesine giden süreci başlatmıştır.

Yine Süleyman Demirel’in 12 Aralık 1976’da Sovyetler Birliği ile 14 büyük projeyi kapsayan ikinci Teknik ve İşbirliği Anlaşması imzalaması, 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne giden süreci başlatmıştır.

Bu olaylar, uzun vadeli bir plânın gereği olarak meydana getirilmiştir. Bundan sonra nelerin olacağını ve nelerin olması gerektiğini en iyi bilenlerden olduğunuz için, teferruata girmeyeceğim. Ancak şunu ifade edebilirim:

Dayandığınız DIŞ KONJOKTÖR, Türkiye’yi, yeni bir darbe ortamına hazırlamak istemektedir. Bu ortamı hazırlamak için de bu sefer, MEDYAYI kullanmaktadır. Bunu, bugüne kadar başaramayışının sebebi de, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, böyle bir tuzağa düşmeyecek kadar dikkatli ve uyanık olmasıdır. Bu sebepten dolayı da, belirli odaklar ve kişiler, dıştan aldıkları desteklerle Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni yıpratmak ve tahrik etmek için olağanüstü gayret sarf etmektedirler. Onun için de “ Darbe” ve Darbeciler” sözcükleri, psikolojik silâh olarak kullanılmaktadır.

“DIŞ KONJOKTÖR, NİYE DARBE İSTESİN?” sorusunu sorabilirsiniz. Cevabım da şudur:

ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL, bir darbe yapıldığı takdirde, Türkiye’de bir iç savaşın çıkacağını hesap etmektedirler ve hatta çıkacağına inanmaktadırlar. Kendilerince psikolojik ortamın hazırlandığını zannetmektedirler. Bunun için de; kendi çıkar ve hedeflerine hizmet eden HAİN veya GAFİLLERİ seferber etmişlerdir.

HAİN veya GAFİL sözcükleri kimseyi rahatsız etmemelidir. Zira; her ülkenin ve her milletin hainlerinin veya gafillerinin olduğu tarihen sabittir ve örnekleri çoktur. Devlet Eski Bakanı Kâmran İnan, “MAALESEF, HAİNİ BOL BİR ÜLKEYİZ.” sözleriyle, bu gerçeği gayet net olarak ifade etmiştir. Merhum Attila İlhan ise, “MAALESEF AYDINLARIMIZ, TANZİMAT’TAN BERİ BATININ MÂNEVİ AJANLARI GİBİ DAVRANMAKTADIRLAR.” sözleriyle, herkesi uyarmak istemiştir.

Sayın ÇANDAR;

Yazılarınızda devamlı olarak tek yönlü fikir aşılamaya çalıştığınız için, konulara belki bu gözle de bakarsınız diye bu mektubumu yazdım. Bu konuların tartışılmasını istiyorum. İsterseniz ve kabul ederseniz; sağlayacağınız bir televizyonda, sizinle tartışmaya hazırım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

24 Mayıs 2009 Pazar

Ekonomideki yanlışlık

Sayın Vahap MUNYAR
Hürriyet Gazetesi Yazarı 24 Mayıs 2009


Sayın MUNYAR;

24 Mayıs 2009 tarihli yazınızı okudum.

"Yerli malı kullan" kampanyası ile krizleri aşmak ve Türkiye'nin sorunlarını çözmek mümkün değildir. Zira; dolar ticaretine dayalı rant ekonomisi, Türkiye'yi üretkenlikten uzaklaştırmıştır.

İktisat ilmine göre; üretmeden, çalışmadan, istihdam yaratmadan ve yatırım yapmadan halkın satın alma gücünü yükseltmek mümkün değildir.

Bugün nüfusumuzun ancak yüzde 10'u rahat tüketebilecek durumdadır. Geriye kalan geniş halk kitleleri günlük ihtiyaçlarını dahi gidermekte zorlanmaktadır ve ağır bir borç yükü altında ezilmektedir.

İç pazarı büyütmeden dünya üzerinde rekabet gücü kazanmak mümkün olmayacağına göre; ülkemiz ve milletimiz sıkıntıdan ve bunalımlardan kurtulamaz.

Basit bir örnek:

Avrupa'da Rusya'dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye'nin kendi kendisini besleyememesi ve gıda maddelerinde dışa muhtaç olması, düşünmesini bilen herkesi endişelendirmelidir. Zira; tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin kendine özgü sanayileşmesi mümkün değildir. Zira; tarım ve hayvancılık, bitmez, tükenmez ve iç pazarı büyüten ve de sanayiyi geliştiren sağlam bir kaynaktır.

Dikkat edilirse övündüğümüz sanayimiz dahi kendimize ait değildir.

Acı olan husus da şudur:

29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilen Türkiye; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerini ve temel alt yapılarını yabancılara kaptırmıştır. Perakende ticaretimiz dahi yabancıların eline geçmiştir.

Çok övündüğümüz iki sanayi dalından örnek vereyim:

1-Tekstil ve konfeksiyon ihracatımıza bakacak olursak, son 10 yılda 80-90 milyar dolarlık bir ihracat yaptığımız görülür. Ama; bu sanayi için makine, teçhizat ve teknoloji ithalatımız 150 milyar dolara ulaşmıştır.

2-Konfeksiyonluk deri sanayimiz her yıl 85 milyon adet deri kullanmaktadır ve bu derilerin 60 milyon adedini ithal etmektedir. Yani; her iki halde de elde edilmesi mümkün katma değeri, dış ülkelere transfer etmekteyiz. Deriyi irdeleyelim:

Bir adet deri ithal edildiği zaman, bir deriye isabet eden et, süt, yün, sakatat ve içyağından oluşan katma değeri, gelişmiş ülkelerin halklarına ikram etmiş olmaktayız. Halbuki Türkiye, tarım ve hayvancılığını geliştirebilirse, başkalarına katma değer ikram eden bir ülke değil, kendi kendine yeterli hale gelir ve de halkın satın alma gücünü yükseltmiş olur. Bu da, dünya piyasalarında rekabet gücü kazandırır.

Bu örneği her alanda yaygınlaştırmak mümkündür. Bir örnek alüminyumdan:

Türkiye, her yıl 150 bin ton alüminyum kullanmaktadır. Üretimi, 40 bin ton/yıldır. Seydişehir tesisleri 1973 yılında 60 bin/ton yıl kapasite ile üretime geçmiştir. 2000 yılı hedefi, 150 bin tondu. Maden bizde, elektrik bizde, işçi bizde...Buna rağmen bu alandaki yatırımlara devam etmeyerek, alüminyum üretimini, 1973 seviyesini altına düşürmüşüz.

Konuyu genişletmek ve düşünenlere ışık tutmak, sizin en önemli göreviniz olmalıdır. Para kazandığı zaman övünen, sıkıntıya girdiği zaman dövünen kişilerin sathi görüşleri bu millete ışık tutamaz.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Not: Bazen düşündüğüm oluyor:

Bu önemli konuları düşünmek, araştırmak, çıkış yolları aramak, bir eczacıya kalmışsa; gerçekten, bu ülkeye acımak lâzımdır.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Adalet ve taraflılık.

Sayın Taha AKYOL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Mayıs 2009


Sayın AKYOL;


22 Mayıs 2009 tarihli ve “SİNCAN KARARI NE DİYOR?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Necmettin Erbakan’la ilgili “KAYIP TRİLYON DAVASI” sebebiyle Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yargılanmasını öngören kararını konu ederek, yine kendinize has üslûp ve görüşlerinizle ahkâm kesmişsiniz.

Aslında; siyasî kişileri ilgilendiren yargı kararlarının, medya mensupları ve hukukçular tarafından tartışılır hale getirilmesi, inkâr edilse de; ANTİPATİ ve SEMPATİ ölçülerinin varlığı sebebiyledir. Tartışmalar genellikle aklı, mantığı, ilmi yenik düşürecek tarzda ve hislerin tahtında yapılmaktadır. Bu sebeple de; kamuoyunun zihni karışmakta ve insanlar kutuplaşmaktadırlar. “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” anlayış ve kabullenişi, gerçekleri örtmektedir.

Sözkonusu yazınızda siz de aynı yolu seçmişsiniz. Şöyle ki:

1-Abdullah Gül’ün dosyası, kendiliğinden Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’ne gitmemiştir.
2-Meclis Başkanı Köksal Toptan, “Abdullah Gül’ün dokunulmazlığı sona ermiştir.” gerekçesiyle dosyayı, Başbakanlığa göndermiştir.
3-Başbakanlık aynı gerekçeyi kabullenmiş olmalı ki; dosyayı, Adâlet Bakanlığına göndermiştir.
4-Adâlet Bakanlığı da aynı gerekçeyi benimsemiş olmalı ki; dosyayı, Cumhuriyet Savcılığına göndermiştir.
5-Sincan Ağır Ceza Mahkemesi de, Abdullah Gül’ün yargılanmasını öngören kararını vermiştir.
6-Yargı süreci devam etmektedir ve kesin kararın ne şekilde çıkacağı, henüz daha bilinmemektedir.

Bu gerçek bilindiği halde işi, “Cumhurbaşkanı yargılanır mı, yargılanmaz mı?” tartışmalarına götürmek, sâdece ve sâdece ülkenin ve milletin huzurunu bozar.

Konuyu, makamın zedeleneceği noktasına götürmek, her şeyden önce yargıyı yıpratan bir davranış olur. Zira; yürürlükteki kanunların eksik ve yanlış tarafları varsa bunu düzeltmek, yasamanın işidir.

Sayın AKYOL;

Bu konuyu irdelerken başka ülkelerden örnekler vermeniz, bu safhada doğru değildir ve sizin işiniz de değildir. Zira; her örneğe, başkaları tarafından da örnekler verilebilir. Meselâ, ABD Başkanı CLİNTON, basit bir davadan yargı önüne çıkmış ve yargılanmıştır. 15. asır öncesinden ben de bir örnek verebilirim. Şöyle ki:

Fatih Sultan Mehmet, bir kızgınlık sebebiyle Fatih Camii’nin Mimarı Atik Sinan Ağa’nın ellerini kestirdiği için yargılanmış ve kısas olarak ellerinin kesilmesine karar verilerek mahkûm olmuştur. Karardan sonra Atik Sinan Ağa, şikâyetinden vazgeçtiği için Fatih, affedilmiştir.

Bu açıklamalarımdan sonra işin özüne gelmek istiyorum. Bazı kişilerin İslâmı ve dindarlığı referans göstermeleri sebebiyle, bu ve buna benzer konulara İslâm Dini’nin nasıl baktığına ve neyi emrettiğine örnek vermek istiyorum:

Büyük Kitap Kur’an-ı Mübin: “Adâletin herkes hakkında eşit bir şekilde cereyan edeceğini” ferman buyurmuştur.

Evet; İslâmın, gerek hukuk hususunda ve gerek vazifeler hususunda ayrıca İMTİYAZLI bir sınıfı yoktur. Şah da olsa, köle de olsa, âmir de olsa, memur da olsa, fakir de olsa, zengin de olsa; herkes, hesap vermek zorundadır.

İşte bu sıfat, İslâmın, en seçkin alâmetlerinden biridir. İslâmın ruhunu inceleyecek olursak; muazzam ve hakiki bir demokrasiyi görmüş oluruz.

Fakat ne acıdır ki; İslâmın özünü ve ruhiyâtını terk edip, metninden de anlamadan yürüyen ve tarihî hikmetlere vakıf olmayan, ULEMA SÜSÜ ile yaşayan dışı HOŞ, içi BOŞ kimseler, HAKİKİ DEMOKRASİNİN ECNEBİLERDEN ALINDIĞINI iddia ederler. “Bizde İMAMET sistemi vardır ve büyüklerimize KAYITSIZ, ŞARTSIZ itaat ederiz.” diyerek, İslâmın gerçek yüzünü halktan gizlemeye çalışırlar.

Sayın AKYOL;

Maksadım, kendilerini her alanda bilgili kabul edip de bilgileri doğrultusunda amel etmeyenleri uyarmaktır. Zira; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:

Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı varlıklarını muhafaza edemezler. Bu duruma düşen milletler, ahlâk ölçülerini kaybederler. Ahlâk çekilirse, insanlık âleminden çekilirse; insanlık âlemi, kendi eliyle yarattığı DEHŞETLERE esir olur. Ahlâk çekildikten sonra insanlara, BENLİK hâkim olur. Bu da, MERHAMET ve ADÂLETİ ortadan kaldırır. Bu boşluğu da her alanda ZULÜM doldurur.

Eğer vatani bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanıyor ve gerçekten demokrasiyi savunuyorsanız; evvelâ sistemi sorgulayınız ve herkesin hesap vermek zorunda olduğunu açık bir şekilde belirtiniz. Zira; bir millet KÜFÜRLE devam edebilir; ama ZULÜMLE asla devam edemez. Ve unutulmamalıdır:

ÂDİL olan KÂFİRLER, ZALİM OLAN MÜ’MİNLERDEN HAYIRLIDIR. Ve bir husus daha unutulmamalıdır:

HIRS VE KÖTÜLÜK HER ZAMAN KAYBEDER; BARIŞ VE SABIR HER ZAMAN KAZANIR.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Milletvekilliği kutsal bir emanettir.

Sayın Nurettin CANİKLİ
TBMM Giresun Üyesi
AKP Grup Başkan Vekili
Ankara 21 Mayıs 2009



Sayın CANİKLİ;

“Türkiye ile Suriye Sınırındaki Mayınlı Arazilerin Temizlenmesine İlişkin Kanun Tasarısı” nın görüşülmesi esnasındaki konuşmaları dikkatle izliyorum.

Bugün, Partinizin Grubu adına yaptığınız konuşmanızı da dinledim. İnanınız ki; neyi savunduğunuzu ve ne yapılmak istendiğini anlayabilmiş değilim. Sebebine gelince:

Evet; Suriye sınırındaki arazide mayınların temizlenmesi şarttır. Ama; bu işlemin, 49 yıllığına kullanım karşılığı yabancılara verilmek istenmesini kabullenmek ve anlamak zordur. Öyle zannediyorum ki; bunu, hiç kimse kabullenemez ve anlayamaz.

Eğer Türkiye, mayınları temizleyecek teknik donanım ve imkâna sahip değilse; bu iş, para karşılığı yaptırılabilir. Zira; Türkiye, bu iş için 60 veya 100 milyon dolar ödeyemeyecek derecede güçsüz değildir. Başta İstanbul Büyük Şehir Belediyesi olmak üzere bütün belediyelerin lüzumsuz harcamaları, mayınların temizlenmesi için ihtiyaç duyulan paradan katbe kat fazladır.

Herhalde, bu gerçeği siz de kabullenirsiniz. Öyle zannediyorum ki; Partinizin Grubu adına yaptığınız konuşmayı, inanarak yapmamışsınızdır. Muhakkak surette siz de, mayın temizleme işinin bu şekilde çözülmek istenişindeki sırrı, çözmeye çalışıyorsunuzdur.

Sayın CANİKLİ;

Hiç şüphesiz; gerçek bir demokraside Parlâmento, DEMOKRATİK REJİMİN KALBİDİR. Parlâmento’nun görevi de bellidir: YASAMA ve DENETİM faaliyetlerini, hiçbir kişiye ve hiçbir kuruma bağımlı olmadan yerine getirmektir. Bunun anlamı açıktır: Milletvekilleri, hür iradelerini milletin ve devletin çıkarları doğrultusunda ve kimseden korkmadan, çekinmeden ve kimseye boyun eğmeden tecellî ettirmek zorundadırlar. Zaten; KUVVETLER AYRILIĞI ilkesi, bunun için konmuştur.

Şayet Parlâmento görevini, bu esaslara göre yerine getiremezse; kurul, kurum ve kavram kargaşası doğar ve milletin huzuru bozulur. Kısır siyasî çekişmeler, milleti kamplara ayırır; doğrular ve eğriler bir birine karıştığı için ülkenin ve milletin dirlik ve düzenliği kaybolur.

Bugün iktidarsınız ve Meclis’in gündemindeki bu kanun tasarısını, bütün gerçekleriyle ortaya koyarak, milleti aydınlatmak ve doğru bilgilendirmek zorundasınız. Bu yapılmadığı veya yapılamadığı takdirde, kamuoyundaki tartışmalar devam edecek ve zihinlerde oluşan tereddüt ve acabalar giderilemeyecektir.

Unutulmamalıdır:

GÜÇ, avuç içine alınan kum gibidir; sıktıkça, parmaklar arasından akıp gider.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Devlet, nasıl işletilmelidir?

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 20 Mayıs 2009



Sayın BAŞBAKAN;

Tekstil Fuarı’nda yaptığınız konuşmanızı dikkatle izledim.

Elbette ki size düşen görev; zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, insanlarımızın morallerini yükseltmek ve gayrete getirmektir.

Evet, doğrudur: “KÜRESEL FİNANS KRİZİ” olarak nitelenen krizde, bankalarımız finans sıkıntısı çekmemişler ve hiçbir bankamız FON kapsamına alınmamıştır. Çünkü:

1-Merkez Bankası, faiz düşürerek ve fonlayarak bankalarımıza düşük maliyetli kaynak sağlamıştır.

2-Bankalarımız, 5-6 yıldan beri bankacılık hizmetlerinden çok yüksek ücret almaktadırlar.

3-Merkez Bankası’nın faiz düşürmesine dayanarak bankalar, mevduat faizlerini düşürmüşlerdir.

4-Buna mukabil bankalar, kredi faizlerini düşürmemişlerdir. Halen, kredi kartı borçlularına uygulanan faiz oranı çok yüksektir. Kart borçlarının 40 milyar liraya ulaştığı düşünülürse; kredi kartlarından elde edilen faiz gelirlerinin, bankalar için çok iyi bir kaynak olduğu görülür.

Bu imkân ve uygulamalar, bankaları rahatlatmıştır. Ama, gerçek anlamda yük, zorda olan vatandaşlarımızın sırtına vurulmuştur. Buna rağmen bankalar, belirttiğiniz gibi reel sektör kredilerini azaltmışlardır.

Bankaların elinde 200 milyar liraya ulaşan Devlet İç borç Senedi olduğuna göre; iktidar olarak ne yapabileceğiniz merak konusudur.

Konuşmanızın bir bölümünde, reel sektörün büyük derdi olan kaçak ve kayıt dışı, işlemleri belirtirken, “İşini doğru yap, vergini ver. Kaçak işler yapanları ihbar ediniz!” ifadelerini kullandınız.

Bu ihtar ve çağrınız, bir işe yaramaz. Bu görev, Devletin ilgili birimlerine aittir. Yeterli denetim yapılmayan bir ortamda, kural dışı faaliyetlerin yaygınlaşacağı, gayet tabiidir. Bu kural dışı faaliyetler, vatandaşların ihbarları ile önlenemez. Kaldı ki; ihbarda bulunan vatandaşların başlarına dert açılmayacağının garantisi yoktur. Bu gerçeği inanarak belirtiyorum. Zira; elimde bulunan iki belgeye göre; ihbar edilen bir olayda işlem yapılmamıştır. Diğer bir olayda işlem yapılmıştır ve yüklü miktarda vergi aslı ve cezası tahakkuk ettirilmiş (21 trilyon 450 milyar); ama, Merkezi Uzlaşma Komisyonunda 1 trilyon 250 milyar liraya anlaşma sağlanmıştır. Üstelik, ihbar edenin başı derde girmiştir.

Sayın BAŞBAKAN;

Devlet, bir kavramdır. İlmî tarifi de “BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ BİR TOPLULUKTUR.” şeklindedir. Bunun anlamı, gayet açıktır:

Devleti, bir ahenk içinde ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletmek, HÜKÜMETLERİN, en önemli görevidir. Hükümetler, yükümlü oldukları bu görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirdikleri takdirde; vatandaşlarda, REJİME VE DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU oluşur. O zaman DEVLET, Başbakanların çağrısına ihtiyaç duyulmayacak şekilde bir AHENK içinde işletilmiş olur.

Bu yapılmadığı takdirde; ayrıcalıklı muameleler, ehliyet ve liyakat esasına dayanmayan kayırmalar, “Bana ne?” gibi çirkin anlayış ve kabullenişler, husumetlere dayalı saldırı ve uygulamalar, DEVLETİN ve REJİMİN zaafına sebep olur.

Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Demokrasi aldatmacası.

Sayın Hasan CEMÂL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 16 Mayıs 2009


Sayın Cemâl;

15 Mayıs 2009 tarihli ve “Askercilikle, Ergenekon’culukla demokrasi olmaz.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Ne yapmak istediğinizi anlamış değilim. Sahi, siz ne yapmak istiyorsunuz?

Evet; bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye’de kural dışı olaylar olmuştur.
Demokrat Parti iktidarı bir askeri darbe ile devrilmiştir.

Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi, 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 İhtilâli ile devrilmiştir ve Demirel’e siyaset yasağı getirilmiştir.

Demirel ve Cindoruk, Türkiye’nin en önemli ve gözbebeği konumundaki Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne cephe almadan, karalamadan siyasî mücadelelerine devam etmişler ve Doğru Yol Partisi’ni kurmuşlardır.

Doğru Yol Partisi çarpık seçim kanunlarına ve bilgisayarlarda düzenlenen çevre sistemlerine rağmen 1991 seçimlerinde birinci parti olarak iktidara gelmiştir ve Demirel, Başbakan olmuştur ve Nisan 1993’te Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Hüsamettin Cindoruk ise, hiçbir zaman Hükümette yer almamıştır. Süleyman Demirel, 12 Eylül 1980’den itibaren bugüne kadar geçen 29 yıllık süre zarfında 17 ay Başbakanlık yapmıştır.

Bu gerçeği bilmiş olmanıza rağmen, ekonomideki bozukluklardan, idarî çarpıklıklardan, dış siyasetteki tıkanmalardan Demirel’le Cindoruk’u sorumlu göstermeniz, bir husumet beyanıdır.

28 Şubat olayını bir darbe imiş gibi sunarak, Demirel- asker yakınlığı olarak göstermeniz ise, doğrudan doğruya Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne attığınız iftiradır. Zira; Millî Güvenlik Kurulu, Anayasal bir kurumdur. Başbakan, Başbakan yardımcıları ve ilgili bakanlar da Kurul’un üyesidir. O nasıl bir darbedir ki; Başbakan, 118 gün sonra istifa etmiştir. Meydana gelen gerginlikte, tekrar Başbakanlık koltuğuna oturmak için yanıp, tutuşan Tansu Çiller’in payını görmezden gelerek, devamlı surette askerleri suçlamanız ise, Türkiye’nin en büyük talihsizliğidir.

Mehmet Ağar’ın istifasından sonra İçişleri Bakanı olan Meral Akşener’in, bir gece yarısı Emniyet Genel Müdürlüğü’nü basarak, Emniyet Genel Müdürü’nü değiştirmesini, hiç merak etmediniz mi?

Sayın Cemâl;

Türkiye, dahilde, başkaları tarafından meydana getirilen kaos, kargaşa ve provokasyonlar yüzünden kaide dışı olaylara maruz kalmıştır. Ki; bunları, herkesten iyi bilmektesiniz. Zira; “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabınızda, ülkeyi 12 Mart Müdahalesine götüren provokasyonlarda önemli roller aldığınızı ve bombalı eylemlere de karıştığınızı, kendiniz anlatmaktasınız. Hareketleriniz, meşru bir iktidarı devirmeye ve bir darbe ortamını oluşturmaya matuftur. Aslında, bugün dahi yargılanmanız gerekir. Çünkü, bu gibi suçların zaman aşımı da yoktur. Zira; hedef aldığınız Demirel Hükümetleri, Meclis çoğunluğuna güvenerek ne Devleti, bir parti devleti haline getrime gayretine girmişler ve ne de, halkın dini inançlarını siyaset malzemesi yapmışlardır. Üstelik; 1965- 1971 Türkiye’si, 5 yıllık plân hedeflerini izleyerek kalkınmasını başarmıştır.

Fazla detaya girmeyeceğim. Zira; şartlanmış olduğunuz ve gerçek bir demokrasi mücadelesi vermediğiniz için, doğru söze rağbetiniz olmaz. Belki de, bizlerce iyi bilinmeyen bir misyonunuz vardır.

Ancak; yazdıklarınızın doğru olmaması ve belirli bir hedefe yönelik olması karşısında, bir vatandaş olarak susmamı da, kimse bekleyemez. Zira; yazdığınız köşe, sizin malınız değildir ve milletin malıdır. Halkı etkilemeye, yanlış bilgilendirmeye ve yanlış kamuoyu oluşturmaya giriştiğiniz zaman, okuyucuların tepkisine de katlanmak zorundasınız. Gerçek bir demokrasinin icabı da, budur.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

0216-4181726.

15 Mayıs 2009 Cuma

hesap sorma ve hesap verme.

Sayın Deniz BAYKAL
CHP Genel Başkanı
Ankara 20 Temmuz 2007


Sayın Genel Başkan;

Gemiler, fabrikalar, villâlar, Başbakan ve Bakan oğulları, seçim meydanlarının en ilgi çekici konuları arasında yer aldı.

“Herkes bir birine, “NEDİR BU OLAYLAR?” diye sormaya başladı. Bu olayların AHLÂKÎ, MALÎ ve HUKUK yönü, herkesin dikkatini ve merakını çeker hale geldi.

Bir vatandaş olarak ben de meraklandım ve araştırdım: Acaba, “SEN, 28 VEYA 30 YAŞINDA GENÇ BİR İNSANSIN. BU GEMİYİ, VİLLÂLARI V.S. NASIL ALDIN? BU ŞİRKETLERİ; FABRİKALARI NASIL KURDUN? BUNLARIN PARASINI NASIL BULDUN?” diye sorulması, hukuken mümkün müdür?

Araştırmamın sonucu düşündürücüdür:

Daha önce VERGİ USUL KANUNU’NUN 30/7. MADDESİ vardı. Bu maddeye göre kişiler; harcamalarının, satın aldıkları malların ve birikimlerinin kaynağını belgelemek zorundaydı. GELİR VERGİSİ KANUNU’NUN 82/2. MADDESİNE göre de; vergiye tabi gelirle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı ya da tasarruf edildiği tespit edilen mal ve haklar, SAFÎ İRAT kabul ediliyordu. Yani, kişilerden hesap sorulabiliyordu.

Ancak; bu iki yasa maddesi, 3KASIM seçimlerinden 66 gün sonra, 9 OCAK 2003 tarihli RESMÎ GAZETE’DE yayımlanan 4783 sayılı YASA ile YÜRÜRLÜKTEN kaldırılmıştır. AKP İktidarı döneminde kabul edilen 4783 sayılı KANUN’UN 7.ci ve 9.uncu maddelerine göre BAŞBAKAN’IN veya BAKANLARIN OĞULLARINA ve de HİÇKİMSEYE, “SEN, BU PARALARI NEREDEN BULDUN, BU SERVETİ NEREDEN EDİNDİN?” diye, hukuken sorulamaz.”

Sayın Genel Başkan;

İngiltere, Almanya, Fransa, ABD ve daha birçok ülkede, bunların sorulabileceğine dair yasalar vardır. Ama; BİZDE, SORULAMAYACAĞINA dair yasa mevcuttur.

Şimdi siz; aradaki bu küçük farkı bilmezden gelerek, meydanlarda HESAP SORMAK suretiyle mevcut 4783 SAYILI YASAYA, aykırı hareket etmiş olmuyor musunuz?

Gelecekte zor duruma düşmemeniz ve yasalara aykırı davranışınız sebebiyle CEZA ALMAMANIZ için, bu önemli konuyu hatırlatmak istedim. Umarım ki, geç kalmamışımdır.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Rant ekonomisinin sonucu.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 2 Mayıs 2009


Sayın BAŞBAKAN;

TOBB Genelkurulu’ndaki konuşmanızın bir bölümünü izledim.

Bu ülkenin Başbakanı olmanız hasebiyle moral verici ve insanların şevkini arttırıcı sözler söylemeniz, elbette ki zaruridir.

Ancak; ister küresel malî krize ve ister başka bir sebebe bağlı olsun, Türkiye zordadır ve insanlarımız, bu zorlukların aşılmasını beklemektedir.

Bankacılık ve finans kesiminin rahat olması, oluşan yüksek rantları büyük bir iştahla paylaşanların bulunması, geniş halk kitlelerini rahatlatmamaktadır. Zira; finans ve bankacılık kesimi, yürürlükteki ekonomi ve para politikaları sayesinde Türkiye’nin ekonomisini istedikleri gibi şekillendirmektedirler ve yönlendirmektedirler.

21 Şubat 2001 krizinden sonra ayakta kalan, bana göre ayakta tutulan bankalar; bu krizden sonra uyguladıkları acımasız faizlerle halkın sırtına binerek, zordaki veya zora düşürülmüş DEVLETİ sömürerek semirmişler ve bugün SAĞLAM GÖRÜNEN yapıya kavuşmuşlardır. Yüksek faiz, düşük kur ve hatta gerileyen kur sayesinde, neredeyse sıfır faizli dış kredi kaynaklarını, uyguladıkları ACIMASIZ FAİZLER sayesinde büyük bir RANTA dönüştürmesini başarmışlardır.

Dikkatlerinize arz ediyorum:

31 Aralık 2008 tarihi itibariyle;

Toplam banka mevduatı 475 milyar liradır.
Toplam krediler 375 milyar liradır.
Bankaların ellerindeki
Hazine Kâğıtları 200 milyar liradır.

Görüldüğü gibi DEVLET, bankaların en iyi ve en sağlam müşterisidir. Buna rağmen bankalar, KÜRESEL KRİZ bahanesiyle yeni imtiyazlar da elde etmişlerdir. Merkez Bankası’nın faiz indirimlerini mevduat faizlerine uygulamışlardır, ama; bu indirimleri, kredi faizlerine yansıtmamışlardır.

Merkez Bankası borç verme faizlerini yıllık yüzde 11 seviyesine düşürmüş olmasına rağmen bankalar, halkın sırtındaki en büyük yük olan KREDİ KARTLARINA hâlâ aylık yüzde 4,30 (yıllık, yüzde 63) oranında akdî faiz uygulamaktadırlar.

Kredi kartı borçlarının 40 milyar liraya ulaşmış olması, bu faiz vurgununun en büyük göstergesidir.

Bunun yanında bankalar, bankacılık hizmetlerinden çok yüksek ücret almaktadırlar. Havale masrafları ve komisyonlar, çek-senet tahsilâtlarındaki yüksek ücretler, kart ücretleri (Ki; bankalar, sâdece kart ücretlerinden yılda en az 400 milyon lira gelir elde etmektedirler.)

Kredi faizlerinin yüksekliğinin ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücret alınmasının anlamı açıktır:

Kredilerden ve bilhassa kredi kartlarından alınan yüksek faizler olmasa ve de bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa; hiç şüphesiz, banka blânçoları zarar yazar.Yani; bankalar, DEVLET imkânlarını kullanarak ve halkı ezerek, bugünkü sağlam zannedilen yapıya kavuşmuşlardır. Açık ifadeyle bankalar, kriz varken de, kriz yokken de kârlı çıkmaktadırlar.

Reel ekonomi ve halk ise, 29 yıldan beri krizdedir. 1980’li, 1990’lı, 2000’li yıllar incelenirse; devletin ve halkın kayıpları açığa çıkartılır. Bu sayede de devletin ve halkın kayıpları çok daha iyi anlaşılır.

2002 seçimlerinde iktidara gelince bu çarpık modeli tersine çevirerek, Türk ekonomisini ÜRETKEN bir yapıya kavuşturacağınızı ummuştum. Ama; bu umudum, gerçekleşmedi ve iktidarınız da, 12 Eylül 1980’den sonra uygulamaya konan yanlış ekonomi ve para politikalarını devam ettirdi. Kemâl Derviş’in, IMF ve DÜNYA BANKASI’NIN istekleri doğrultusunda geliştirdiği programdan vazgeçilmedi.

Bütün bunlara rağmen; bu çarpık ve rant üreten modeli değiştirme imkânınız vardır. Bu husustaki umudumu korumaktayım. Bunu başaracağınıza da inanmaktayım.

Vatandaşlık haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Siyaset ve ahlâk

Sayın Süleyman SOYLU
Demokrat Parti Genelbaşkanı
Ankara 6 Mayıs 2009


SAYIN GENEL BAŞKAN;

6 Mayıs 2009 akşamı Kanal-a televizyonundaki söyleşinizi dikkatle dinledim.

Eğer Türkiye’nin SİYASÎ TARİHİNİ iyi bilseydiniz; ERGENEKON ve DARBECİ ifadelerini yerinde kullanmış olurdunuz.

1961 yılında kurulan ADÂLET PARTİSİ’nin ve 12 Eylül 1980 İhtilâli’nden sonra kurulan DOĞRU YOL PARTİSİ’nin kurucuları ve mensupları arasında DARBECİ veya KURAL DIŞI olaylara bulaşmış tek bir kişi dahî yoktur.

Evet;Türkiye, Şubat 1955 tarihinden itibaren bunalımlara ve kural dışı olaylara maruz kalmıştır. Ama; bu olayları iç siyasete bağlamak, bunalımların özünü anlamamak demektir.

Türkiye’yi 1960 darbesine götüren karmaşık olayların ilk basamağı, 1955 Şubat ayında kurulan BAĞDAT PAKTI’dır.

12 Mart 1971 müdahalesine sebep olan olayların ilk basamağı, Süleyman DEMİREL’in 1967 Şubat ayında SOVYETLER BİRLİĞİ ile yapmış olduğu ve 7 büyük projeyi kapsayan EKONOMİK ve TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI’dır.

Ülkeyi 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne götüren karmaşık olayların ilk basamağı, Süleyman DEMİREL’in 12 Aralık 1976 tarihinde SOVYETLER BİRLİĞİ ile yaptığı ve 20 büyük projeyi kapsayan ikinci EKONOMİK ve TEKNİK İŞBİRLİĞİ anlaşmasıdır.

Dikkatli bir araştırma ve inceleme yapılırsa; Türkiye’nin 1967, Şubat ayından sonra karıştırılmaya başlandığı, sokak hareketlerinin yaygınlaştırıldığı, terörün tırmandırıldığı görülür. Aynı durum, 1977 başından itibaren de söz konusudur.

14 Ekim 1979 tarihinde yapılan milletvekilliği ara seçimleriyle, Cumhuriyet Senatosu üçtebir yenileme seçimleri, ADALET PARTİSİ’nin tekrar tek başına iktidara geleceğinin işaretini verince; Türkiye üzerinde hedef güden KÜRESEL GÜÇLER, düğmeye basmıştır.

Teferruata girmeyeceğim. Çünkü, gereken analizler, mektup satırlarına sığmaz.

Şayet siz;

Orhan Erkanlı’nın “ANILAR, SORUNLAR, SORUMLULAR”,
Hüseyin Demirel’in “12 MART’ın İÇYÜZÜ”,
S. Yüksel Cebeci’nin “SİLÂHLARIN GÖLGESİNDE DEMİREL”,
Ekrem Ceyhun’un “KALKINAN TÜRKİYE”,
Süleyman Demirel’in “ADÂLET PARTİSİ ve 1971 BUHRANI”,
Mehmet Altan’ın “DARBELERİN EKONOMİSİ”,
Hasan Cemal’in “KİMSE KIZMASIN, KENDİMİ YAZDIM”,
Süleyman Demirel’in “DEVRAN” ,
Hüsnü Akıncı’nın “HÜSNÜ AKINCI’DAN TANSU ÇİLLER’E MEKTUPLAR” adlı kitaplarını okumuş olsaydınız; bugeceki programda, sarf edilmemesi gereken sözleri söylemezdiniz.

Sayın BAŞKAN;

Gerek Demokrat Parti, ve gerekse Adâlet Partisi ile bu partilerin devamı olan DOĞRU YOL PARTİSİ, zıt mizaçları bir mefkûre etrafında toplayan ve bütün milleti kucaklayan büyük bir KİTLE PARTİLERİYDİ. Merkez sağ ifadesi dahî yanlıştır. Zira; bu partiler, tam anlamıyla memleketin çimentosu konumundaydılar.

12 Eylül 1980 İhtilâli’nden sonra kurulan DOĞRU YOL PARTİSİ, her türlü baskıya, siyaset yasaklarına ve büyük imkânsızlıklara rağmen; Süleyman Demirel’in azmi, gayreti ve gerçek anlamdaki liderliği sayesinde her türlü engeli aşmış ve 1991 seçimlerinde yüzde 27,75 oy oranıyla birinci parti olarak tekrar iktidara gelmiştir.

Ne acıdır ki: 1993 yılında Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı seçilince, Doğru Yol Partisi Genelbaşkanı seçilerek Başbakan olan fırsatçı siyasetçi TANSU ÇİLLER, bu köklü partiyi DEMİRELCİLER ve ÇİLLERCİLER diye tasnife tabi tutarak zaafa uğratmış ve partinin büyük misyonunu ortadan kaldırmıştır.
İnsan karakterinin SÜFLÎ yönlerini istismarda inanılmaz başarılar sağlayan Çiller, gerçek anlamda partiye gönül veren insanları tasfiye ederek, geniş halk kitlelerini gücendirmiş ve en sonunda bu büyük partiyi, 2002 seçimlerinde barajın altına gömmüştür.

Çok acıdır:

Tansu ÇİLLER, genelbaşkan seçildiğinin akşamı Gölbaşı’nda, aralarında oğlumun da bulunduğu gençlere “Demirel, bakanlığım sırasında bana çok çektirdi. Şimdi intikam alma sırası bana gelmiştir.” Sözünü söylemiştir.

Bu gece yayınlanan programda, Tansu Çiller’in desteğiyle genelbaşkan seçildiğinizi söylediniz. Belli ki; delegelere hâlâ Tansu Çiller hakimdir. Bu hakimiyetin, bu kongrede ne derece etkili olacağı bilinmemektedir. Bilinen gerçek ise; sözlerinizin, tabanı oluşturan gerçek anlamdaki partilileri gücendireceğidir. Zira;

Darbelere karşı direnerek mücadele veren ve gerçek anlamda demokrasiyi savunan; bunları yaparken de, kurumları yıpratıcı faaliyetlerde bulunmayan insanları, DARBECİ olarak nitelemeniz; aklın, mantığın ve ilmin kabul edebileceği bir husus değildir. Eğer; Tansu Çiller’e hayranlığınız ve güveniniz sebebiyle yola çıkıyorsanız; belki delegeleri yanınızda bulabilirsiniz. Ama, geniş halk kitlelerini yanınızda bulamazsınız.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Eki: Rauf Tamer’e yazdığım 22 Kasım 1999 tarihli mektubum.

Sayın Rauf Tamer,
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 22 Kasım 1999


22 Kasım 1999 tarihli ve “Revizyon” başlığını taşıyan yazınızı okuyunca; fikren, tarihin derinliklerine doğru seyahate çıktım.

Bilinen, bildiğiniz ve herkesin bildiği gerçek şudur:

Debdebeli, tantanalı bir saltanat,
Göz kamaştırıcı bir servet,
Kuvvetli bir ordu,

Bunlar yetmiyormuş gibi etrafında, “Sen bizim Rabbimizsin!” diye tapan ve huzurunda eğilip bükülen bir sürü insan; FİRAVUNU, firavun yapmıştır.

Nerede ve ne zaman olursa olsun; tarihin, asla ve asla tekzip edemediği gerçek şudur:

Firavun’u yaratan ortam varoldukça, Firavun özentileri daima, toplumların başına musallat olmuştur.

Lütfen; bu gerçekler tahtında düşününüz ve kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz- sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “sus” dendiği zaman susmayan ve adına VİCDAN denilen manevi varlığınıza sorunuz:

Hiç kitap yazmadan profesör,
Hiç ticaret yapmadan trilyoner ve hatta katrilyoner,
Hiç siyaset yapmadan Genel Başkan ve Başbakan olabilmenin yolunu bulan; insan karakterinin en süflî yönlerini istismarda inanılmaz başarılar kazanan; müthiş drama yeteneği sayesinde yalanları ile ünlenen kişi etrafında birleşmek, bu ülkeye ve bu millete ne gibi bir fayda sağlayacaktır?

Fiilen siyaset yapanları bir tarafa bırakınız; böyle bir çağırı,
ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan; çaresiz ve iradesine ipotek konmuş vatandaşların gönüllerini rencide edip, kalplerini kırmaz mı?

Göstermelik bir kongre, kişisel çıkar ve ihtiraslara dayalı aşikâr bir gayretin varlığının reddine yetmez ve bu fiili durum, geçmişte yaşananlarla da izah edilemez. Zira;

Demokrasilerin “ŞAHDAMARI” olarak kabul edilen seçimler; HÜR, ÂDİL ve eşit şartlarda yapıldığı zaman bir kıymet ifade eder.

HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusuna dayalı seçimler; hiçbir yerde ve hiçbir zaman, Demokrasilerin ŞAHDAMARI işlevini görememiştir. Bu tarz seçimler; daima, halkı dışlayan DİKTATÖR ÖZENTİSİ liderler yetiştirmiştir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

İhtiras ve siyaset

Sayın Süleyman SOYLU
Demokrat Parti Genelbaşkanı
Ankara 5 Mayıs 2009


Sayın GENELBAŞKAN;

Demokrat Parti’ye GENELBAŞKAN seçildiğiniz günden beri televizyonlardaki konuşmalarınızı izliyor ve gazetelerde yer alan beyanlarınızı, demeçlerinizi ve mülâkatlarınızı dikkatle okuyorum.

Değerlendireceğinizi umduğum görüş ve düşüncelerim şudur:

Siz; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımıyorsunuz, tarih ve coğrafya bilmiyorsunuz, Türkiye’nin ve dünyanın siyasî tarihlerini irdelemesini başaramamışsınız ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayamamışsınız.

Türk siyasî tarihinde önemli yeri olan ve zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmesini başaran Demokrat Parti, Adâlet Partisi ve Doğru Yol Partisi’nin aynı çizgide buluşan ve üç partinin de müştereği olan BÜYÜK MİSYONUN önemini de anlayamamışsınız.

Bu sebeple; 1993 yılından itibaren bu misyonu anlamayan veya bu büyük misyonu bilinçli olarak ortadan kaldıran siyasî akımın sayesinde siyasete girmiş durumdasınız. Ki; bu siyasî akımın teşkilatlandırdığı delegeler vasıtasıyla kolay bir şekilde Genelbaşkan seçildiğiniz için, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde, ŞEVK ve HEYECAN dolu BİR KİTLE HAREKETİ meydana getiremediniz.

Bu başarısızlığınızı da, partinin geçmişini suçlayarak ve hattâ; henüz daha mahiyeti iyi bilinmeyen ve nasıl neticeleneceği belli olmayan ERGENEKON takma adı verilen dâvâ ile ilgilendirerek, kendinize bir pâye vermeye çalıştınız. Yani, REDD-İ MİRASTA bulundunuz. Belki de, bu tarzda bir davranış sergilemeniz için size telkinde bulunanlar olmuştur. Çünkü; siz, belki bilmezsiniz: REDD-İ MİRAS deyimini Türk siyasî tarihine kazandıranın SÜLEYMAN DEMİREL olduğunu bilenler vardır ve muhtemelen bu kişiler, sizi yanıltmışlardır. REDD-İ MİRAS olayını hatırlatayım:

1965 seçimlerinden önce TRT, siyasî parti liderleriyle mülâkat yapıyordu. Soruları da, o günün gözde gazetecileri soruyordu.

İşte bu mülâkatta bir gazeteci Süleyman Demirel’e, “Efendim; size, DEMOKRAT PARTİ’nin devamı diyorlar. Gerçekten Adâlet Partisi, Demokrat Parti’nin devamı mıdır?” sorusunu soruverdi.

Soruyu soranın asıl maksadı belliydi: 27 Mayıs İhtilâli’nin baskısının devam ettiği, Demokrat partililere DÜŞÜK, KUYRUK gibi ifadelerle hakaret edildiği bir ortam mevcuttu.

Soruyu soran biliyordu ki: Demirel, “Demokrat Partisi’nin devamıyız dese, orduyu kızdıracak; “Demokrat Partisi’nin devamı değiliz.” dese, geniş halk kitlelerini küstürecek.

Fakat; Süleyman Demirel, “Elbette Redd-i Mirâs edecek değiliz.” Cevabıyla, soruyu soranı perişan etti ve geniş halk kitlelerinin gönüllerini kazandı. Öyle zannediyorum ki; Demokrat Parti’ye husumet besleyen odaklar, bu cevabın inceliğini anlayamamışlardır.

Bu mektubumu niçin yazdığımı ve redd-i mirâs olayını niçin hatırlattığımı merak etmiş olabilirsiniz. Açık ifadeyle sizi, uyarmak istediğimi söyleyebilirim.

En büyük temennim: Sizi, bir piyon olarak kullanmak isteyen MUHTERİS ve KADERİN bir cilvesi olarak eline geçen fırsatları, redd-i mirâs ederek ziyan eden bir fırsatçı siyasetçinin emellerine âlet olmamanızdır.

Belki bu sayede; sizi BÜYÜK ilân ederek şişirmeye çalışanların telkinlerinden ziyade; bilen ve bilgisi yanında düşünmesini bilen âkil kişilerin görüş ve düşüncelerine kıymet verirsiniz. Böylece de, 2010 yılı hesaplarını yapanların tuzağından kurtulmuş olursunuz.

Unutulmamalıdır:

Siyaset, uzun vadeli bir MARATON koşusudur.
Siyasette kalıcı bir iz bırakmak isteyenler, GANDİ’nin şu sözlerini, hiçbir zaman akıllarından çıkarmamalıdırlar:

İLKESİZ SİYASET, EMEKSİZ ZENGİNLİK, VİCDANSIZ HAZ, NİTELİKSİZ BİLGİ, AHLÂKSIZ TİCARET, İNSANİYETSİZ BİLİM, ÖZVERİSİZ İBADET, yedi BÜYÜK GÜNAHTIR.

Sayın GENELBAŞKAN;

Ne istediğini bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.
Gerçeği görmeden, gelecek kurulamaz.

Zira; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki: Vatanseverliğin SUÇ, vatana ve millete hizmet etmenin APTALLIK olarak kabul edildiği bir ortam yaratılmıştır.

Türkiye’nin, bu duruma niçin ve nasıl düşürüldüğünü anlamak, iddia sahibi her siyasetçinin en önde gelen görevi olmalıdır.

Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:

Övülmesi gerekenleri KÖTÜLEMEK, kötülenmesi gerekenleri ÖVMEK; bir milletin, bir camiânın, bir teşkilâtın yıkım sebebidir.

Maksadımı anlattığımı zannediyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.





Eki:

Tansu Çiller’e yazdığım 19 Nisan 2000 tarihli mektubum.







Sayın Tansu Çiller
DYP Genel Başkanı
Ankara 19 Nisan 2000


Hürriyet Gazetesi Yazarı Pınar Türenç’le yapmış olduğunuz ve Hürriyet Gazetesi’nin 18/19 Nisan 2000 tarihli nüshalarında yayınlanan söyleşinizi dikkatle okudum. Ülke sorunlarıyla hiç ilgisi olmayan yüzeysel sorulara dahi tutarlı ve ufuk çizici cevaplar verememişsiniz.

Sadece reklama dayalı ve gündemde kalabilme amacını taşıyan bu gibi beyanlarla nereye kadar gidebileceğinizi merak ediyorum. Aslında akibet belli; ama yine de merak ediyorum. Sebebine gelince:

Ülkenin gerçekten çimentosu konumunda olan tutarlı, hedefleri bilinen,her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran ve mazisinde utanılacak bir lekesi olmayan DYP gibi bir partiyi, “Yeni bir seçimde acaba,barajı aşabilir mi?” noktasına getirdikten sonra siyasete devam etmemeniz gerekirdi. Aslında, CHP’nin seçim barajını aşamaması sebebiyle Meclis’e girebilmiş bir Genel Başkan olmanız sebebiyle,partiye gönül vermiş insanlarımızı rencide etmemek için suskun kalmanız daha hayırlı olurdu.

Medeniyetini taklide çalıştığınız ve bir zamanlar “İkinci Vatanım” dediğiniz Amerika’da siyasetin erdemi, bunu gerektirmektedir. Elbette ki Türkiye, en az Amerika’daki kadar bir siyaset erdemi ister. Çünkü siyaset, bir takım kişilerin egolarını tatmin eden bir vasıta değildir. Aksi halde Türkiye,hiçbir zaman tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olamaz.

Kaderinizin bir cilvesi olarak esen bir rüzgarla geldiniz ve devrinizi tamamladınız. Siyaseti de ülke idaresini de başaramadınız. Bu durum karşısında size düşen görev bellidir:

“Nehirler ters akar mı, akmaz mı?” tartışmasını bir kenara bırakarak özel hayatınıza dönmektir. Bu gerçek en önemli göreviniz olmalıdır. Hatta; sizi,en yüce makamlara getiren bu büyük millete karşı borcunuzdur.

Görüşlerim ve sözlerim hoşunuza gitmeyebilir. Yadırgamam. İddianız büyük olabilir. Size iddianızı ispat etme fırsatı da verebilirim. Bunun yöntemi de bellidir:

İstediğiniz televizyon kanalında sizinle Türkiye’nin meselelerini tartışmaya ve başarılarınızı ve başarısızlıklarınızı,her ferdin anlayacağı biçimde teşhir etmeye hazırım.

Saygılarımla.

Hüsnü Akıncı

12 Mayıs 2009 Salı

Dünü untmak ve yarını düşünmemek.

Sayın Köksal TOPTAN
TBMM Başkanı
Ankara 26 Nisan 2009


Sayın BAŞKAN;

ABD Başkanı Barack OBAMA, “94 yıl önce 20. Yüzyılın en büyük katliamlarından biri başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesini veya ölüme yürümesini anıyoruz. Hiçbir şey, BÜYÜK FELÂKET ile kaybedenleri geri getirmez. Ermeni halkı, bizim kalbimizde yaşadığı gibi, büyük felâket de anılarımızda yaşamalı.” sözlerini, bilgilendirilmediği için söylememiş; 1918 yılından beri ABD’nin, bölgemiz için izlediği hedeflerinin takipçisi olacağını belirtmek için söylemiştir.

Elbette ki; OBAMA’nın sözleri, bizleri rencide edicidir ve kınanmalıdır.

Ancak; üzülürken ve rencide olurken, kendi durumumuzun da gözden geçirilmesi gerekir. Bu gözden geçirme de, “BİR ÜLKENİN DIŞ POLİTİKASINI BULUNDUĞU COĞRAFYASI BELİRLER.” gerçeğine göre yapılmalıdır. Bunun anlamı açıktır:

Her ülkenin, her devletin ve her milletin, işin başında belirlediği hedefleri olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ, daha işin başında takip edilmesi gereken hedeflerini belirlemiştir. O da, şudur:

Kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulan veya kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen HUZURLU, MUTLU ve REFAH içersinde yüzen bir BÜYÜK TÜRKİYE.

Başkalarının da Türkiye üzerinde hedefleri vardır. O da, şudur:

Kendi kendisine yetersiz ve dâimâ başkalarına muhtaç; “OTUR!” denilen yerde oturan, “KALK!” denilen yerde kalkan; hedeflerini unutmuş, iç ve dış gailelerle boğuşan HUZURSUZ, MUTSUZ ve REFAHI unutmuş ZAYIF bir TÜRKİYE.

76 yıllık cumhuriyetimizin siyasî, iktisadî ve askerî tarihini bilenler, bu iki hedefin mücadelesinin izlerini gayet iyi görürler.

Son 30 yılda uğradığımız en büyük kaybımız, bu gerçeklerden uzaklaşmış olmamızdır. 12 Eylül 1980’den sonra kurulan sistem; gelecek nesillerin istikballerini düşünen siyaset ve devlet adamları yetiştirmediği gibi; medyanın, paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayanların, Türkiye’ye husumet besleyen iç ve dış odakların yarattığı ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERİ sahneye sürmüştür. DEVLETİ, bir ticarethane zihniyetiyle idare etmeyi marifet zanneden bu şöhretli siyaset ve devlet adamları, Türkiye’nin GERÇEK HEDEFLERİNİ unutturmuşlardır.

Bu sebepten dolayı KIBRIS, ERMENİSTAN, IRAK, AVRUPA BİRLİĞİ konuları, başımızın derdi haline gelmiştir ve Türkiye, dâimâ TAVİZ VEREN bir ülke konumuna getirilmiştir. Örnek:

Yunanistan, işin başında ortaya koyduğu hedefleri doğrultusunda hiçbir zaman taviz vermemiş ve hedefinin takipçisi olmuştur. Kıbrıs konusundaki tutumu, bunun örneğidir.

Biz ise; hedeflerimizi unutup, esen rüzgâra göre yön değiştirerek, kararsızlığımızı herkese ispat etmiş durumdayız. Neyi, ne zaman ve nasıl yapacağımızı bilemez haldeyiz.

Ermenistan meselesi de öyledir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ermenistan’ın, Azerbaycan’a ait DAĞLIK KARABAĞ BÖLGESİNİ işgâl etmesi sebebiyle gayet net ve tutarlı bir tavır ortaya koyduk ve Ermenistan sınırındaki kapımızı kapattık. Ama; geçen zaman zarfında bu tavrımızın takipçisi olamadık. Bu hususla ilgili basit bir örneği arz ediyorum:

16 yıl önce, yani 1993 yılında, DEMİREL HÜKÜMETİ’nin Ermenistan politikası konusunda verilen GENSORU ÖNERGESİ sırasında, Refah Partisi adına söz alan Kayseri Milletvekili Abdullah GÜL, şu sözleri söylemişti:

“Hükümet, bu politikasıyla geleceğimizi, gerçekten ipotek altına almıştır. Ki; Ermenistan Cumhurbaşkanı cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir.
Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatlerinin sözkonusu olduğunda; sizin, şahin gibi davranamayacağınızı bildiği için, yüzünüzün ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir.
Siz Bana; bir ülke gösterin ki; kardeşlerimiz savaş halinde olacak, kardeşlerimiz katledilecek ve onlar katledilirken, “BUNUN MÜSEBBİBİ TÜRKİYE’DİR” diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken “AVRUPA’NIN HARİTALARI BELLİDİR, YERİNE OTURMUŞTUR. FAKAT, ORTADOĞU’NUN, ASYA’NIN HARİTALARI, NİHAÎ ŞEKLİNİ ALMAMIŞTIR.” diye açıklama yapacak. KARS’IN Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek. Bütün bunlardan sonra O ADAM, Türkiye’ye gelecek ve siz de, elini sıkacaksınız.”

O gün Refah Partisi’nin Grup sözcülüğünü yapan Kayseri Milletvekili Abdullah GÜL, bugün Cumhurbaşkanı’dır ve Türkiye’nin dış siyasetinde söz sahibidir. Ermenistan konusunda, bugünkü tutumu da bellidir.

Bu çelişki karşısında Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli takip edenler, “TÜRKİYE, İŞİN BAŞINDA KOYDUĞU HEDEFLERİNİN TAKİPÇİSİ OLAMAMIŞTIR.”sözünü söylerlerse, bir haksızlık mı yapmış olurlar?

Sayın BAŞKAN;

OBAMA’nın Türkiye’yi ziyaretinden önce ABD Dışişleri Bakanı Hilary CLİNTON, Türkiye’ye gelmişti. Resmî temaslarının ardından yaptığı açıklamada, “Türkiye’nin demokrasisini ve etnik sorunlarını konuştuk. Şu anda, Başkan OBAMA’nın Nisan ayı başında Türkiye’yi ziyaret edeceğinin müjdesini verebilirim. OBAMA, Türkiye ile birlikte dünyaya yeni şekil verecektir.” Sözlerini söylemişti.

Nisan ayı başında Türkiye’ye gelen ABD Başkanı OBAMA, TBMM’nde yaptığı konuşmasında, “TÜRKİYE, KENDİ TARİHİ İLE YÜZLEŞMELİDİR.” Sözünü söylemişti.

O günlerde ne Clinton’a ve ne de Obama’ya tepki gösteren ve onları sorgulayan kimse çıkmamıştı ve hattâ alkışlanmışlardı da…

Bu gerçek tahtında, “O gün tepki göstermeyenler, bugün niye rahatsızlık duyuyorlar?” sorusunu soranlara; kim ve nasıl bir cevap verecektir?

SAYIN BAŞKAN;

Tarih, olayları anlatan bir bilim değildir; olayların cereyan ettiği zamandaki siyasî, iktisadî ve sosyal meseleleri inceleyen ve irdeleyen bir bilimdir.

Bu sebeple de tarih, geleceği göremeyenler için gayet acımasızdır.

Tarihen sabittir ki: Geçmişlerini bilmeyen veya inkâr eden milletler; geleceklerini, düzgün biçimde kuramazlar ve tarihin acımasız çarkları arasında ezilirler.

Geleceği teminat altına alabilmenin tek çaresi: DEVLETİ, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletmektir.

Bu yapılmadığı takdirde; milletlerin kaderleri, MUCİZE KİŞİLERİN ellerine terk edilir. Ki; bu da, tarihin kaydettiği ÇIKMAZ SOKAKLARDAN biridir.

Başkan OBAMA’NIN sarfettiği uygunsuz ve gerçek dışı sözleri sebebiyle üzüntülerinizi belirttiğiniz için duygulandım ve bu mektubumu yazdım.

Bu husustaki tepkinizi daha da ileri götüreceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

0216-4181726

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Gerçek demokrasi arayanlara!

Sayın Köksal TOPTAN
TBMM Başkanı
Ankara 23 Nisan 2009


Sayın BAŞKAN;

TBMM’nin kuruluşunun 89.uncu yılında yazdığım bu mektubum, bir şikâyetin, bir arayışın ve büyük bir üzüntünün ifadesidir.

Kim, ne derse desin, kim, nasıl yorumlarsa yorumlasın; hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’nin başı, derttedir. Bu büyük dert; DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemesi sebebiyle oluşmuştur.

Son 29 yıl zarfında Türkiye, halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER” konumuna getiren ÇARPIK BİR DEMOKRASİ modeliyle idare edilmektedir.

Bu ifadem ağır bulunabilir; parlak sözler veya heyecan verici beyanlarla üstü örtülebilir. Ama; gerçekçi bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğu takdirde; sözlerimin doğruluğu, mevcut fiilî durum sebebiyle ülkesini, milletini ve gelecek nesillerin istikballerini düşünen herkes tarafından kabul edilir.

İddiamı doğrulayacak basit bir örnek arz etmekte beis görmüyorum: İşte örnek:

Bugün, Yüce Meclis’in Başkanı’sınız ve Meclis’e seçilerek geldiniz. Ama; konuşulmayan ve konuşulması zarurî olan gerçek şudur:

AKP Genelbaşkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan milletvekilliği adaylığınızı onaylamasaydı ve listeye dâhil etmeseydi; bugün, Meclis’te bulunmayacak ve TBMM Başkanı olamayacaktınız. Zira; yürürlükteki SEÇİM ve SİYASÎ PARTİLER KANUNLARI, siyasî parti liderlerini, TEK SEÇİCİ konumuna getirmiştir.

Bu durum, Yüce Meclis’in YASAMA ve DENETLEME görevlerini kısıtlamaktadır ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin ihtiras ve emellerini önleyememektedir. Bu sebeple; iktidar partilerinin ve başbakanların istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi, Meclisin gündemine getirilememektedir. İktidar partilerinin veya başbakanların istediği her kanun teklifi veya tasarısı, kolayca Meclisin gündemine gelebilmekte ve kanunlaşmaktadır.

Zaman, zaman düşünüyorum ve kendi kendime, şu soruyu soruyorum:

1982 Anayasası’nın kabulünden sonra İhtilâl Hükümeti’nin düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI hiç değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılsaydı; acaba bugün, Türkiye, ne durumda olurdu? Zira; o kanunlar, halkı sistemin içine dâhil ediyordu ve siyasî parti liderlerinin mutlak egemenliklerini ortadan kaldırıyordu. Önseçimlerin, partiye kayıtlı bütün üyelerce ve hâkim teminatında yapılmasını öngörüyordu. Seçim barajı da getirilmemişti.

Ama; 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümetleri, zaman içersinde Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarında, gerçek bir demokrasinin ruhuna ters ve asla bağdaşmayacak değişiklikler yaparak demokrasimizi, tanınmaz hale getirmiş ve dâimâ bunalım doğuran bir şekle sokmuştur.

Her nedense; bugüne kadar bu konu tartışılmamış ve çarpıklığın düzeltilmesi hususunda gereken düzenlemeler yapılmamıştır.

Görüş ve iddiam da şudur:

Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, gerçek demokrasinin ruhuna uygun biçimde düzeltilmediği ve Yüce Meclisin görevlerini, gerçek anlamda HÜR İRADESİYLE yapmasına imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, bunalımdan çıkamayacak ve hiçbir şey düzelmeyecektir. Halk da, dâimâ sistemin dışında kalacaktır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem, halkı ezecek ve çaresiz bırakacaktır. Yüce makamların, kişilerin İSTİRAHAT yeri olmadığı, milletin DAYANAĞI olduğu gerçeği unutulacaktır. Ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşarak, ÇAĞA damgasını vuramayacaktır. Zaten, vuramamıştır. Gerçek de, bilinmektedir:

Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüş ve borç içersinde yüzmektedir. Halk çaresiz ve borç içinde kıvranmaktadır.

Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Bu görüş ve düşüncelerim, yeni de değildir. Ekte; günün TBMM Başkanı Kaya Erdem’e yazdığım 23 Ağustos 1991 tarihli mektubumun suretini dikkatlerinize sunuyorum. 19 yıl zarfında hiçbir şeyin değişmediği görülecektir.

En büyük eksikliğimizin giderilmesi hususunda aktif bir rol üstleneceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Hüsnü Akıncı.

0216-4181726



Mektubumun eki:


Sayın Kaya ERDEM
TBMM Başkanı
Ankara 23 Ağustos 1991


Sayın BAŞKAN;

Türkiye Cumhuriyeti devleti, çağın devletidir; DEMOKRATİK CUMHURİYET olmaya da mecburdur.

Türk milletinin kabul edebileceği tek bir idare şekli vardır:

GERÇEK BİR HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİ.

Kim olursa olsun ve ülkeyi kim idare ederse etsin; Türk milleti, HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİDEN asla vazgeçmeyecektir. Bunun bir mânâsı da şudur:

Siyasî iktidarların meşruiyeti, MİLLÎ HÂKİMİYET ilkesinde ifadesini bulur.

Millî hâkimiyet ilkesini üstün ve geçerli kılacak tek bir vasıta vardır:

HÜR, ÂDİL VE EŞİT ŞARTLARDA yapılacak SEÇİMLER. Çünkü SEÇİMLER, gerçek demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini görür.

Bu gerçeklerden uzaklaşmak, OY’a bir kâğıt parçası gözüyle bakmak, MİLLÎ İRADEYİ bir formaliteden ibaret zannetmek; GÖSTERMELİK DEMOKRASİLERİN belirgin özellikleridir. Ki; bu anlayışta HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusu vardır.

Sayın BAŞKAN;

Türkiye, yeni bir seçime gitmektedir. Bu, güzel bir şeydir. Ama; bu seçim, nasıl bir seçim olacaktır?

İlk işaretlere bakacak olursak; Türkiye, bu seçimi de düzgün bir şekilde yapamayacaktır.
İktidar partisine avantaj sağlasın, ANAP milletvekilleri tekrar seçilebilsin, hak etmedikleri yerlerde oturanların rahatları bozulmasın diye, demokrasi kuralları ile asla bağdaşmayacak bir seçim kanununu MECLİS’E sevk etmek, bu endişeyi doğurmuştur.

Üstelik; Seçim Kanunu ile ilgili tartışmalar için yeterli zaman ayırmamak gibi sebebi bilinmeyen acelecilik; aklımıza, ister istemez aylarca önce hazırlanan bir BASKIN SEÇİM TUZAĞINI getirmektedir.

Henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan Kurtuluş Savaşı’nın kalbi olan TBMM’ni açan; nice güçlük ve mahrumiyetlere göğüs gererek, varını yoğunu ortaya koyarak, destanlar yazan kahramanlıkları ile dolu olan Kurtuluş Savaşı’nı veren; bir büyük şuurun varlığını ispat etmiş ve birlik beraberliğini bozmadan, ahenk içinde kültürünü muhafaza ederek bugünlere gelebilen milletimizi, bu, hürriyetine âşık milletimizi aldatmaya, kandırmaya ve yok farz etmeye, kimin hakkı vardır ki?

Biz vatandaşlar;

İŞLEYEN DEVLET,
İŞLEYEN REJİM,
HÜR PARLÂMENTO,
BAĞIMSIZ YARGI istiyoruz. Karar kıldığımız DEVLET, bir HUKUK DEVLETİ olmalıdır.

Gerçeklere kulak vereceğinize inandığım için duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.