31 Ağustos 2009 Pazartesi

Hedef iyi seçilmelidir.

Sayın Beşir ATALAY
İçişleri Bakanı
Ankara 31 Ağustos 2009


Sayın BAKAN;


Aylardan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen “Kürt açılımı” veya “Demokratik açılım” adı verilen ve henüz daha içeriği iyi bilinmeyen konu hakkında yaptığınız açıklamayı dikkatle dinledim.

Üzülerek ifade etmek isterim ki; kardeşlik ve barış çağrıları altında gündeme getirilmek istenen konularda bir açıklık bulamadım. Neyi hedeflediğinizi, hedefinizi nasıl ve hangi yöntemle gerçekleştireceğinizi net olarak ortaya koyamadınız. Bana göre açıklamanızın en önemli bölümü, şu ifadelerinizdir:

“Bu görüşmelerde pek çok husus gündeme getirildi. Farklı kesimlerden fikir aldık. Görüşmelerde muhataplarımızı dinledik ve fikirlerimizi söyledik. Bu konuda da gerçekten hedefe ulaştık. Yaptığımız hemen bütün görüşmelerde, sorunun çözülmesi gerektiği konusunda toplumda mutabakat olduğunu gördük. Herkes bir defa terörün bitmesini ve demokratikleşmeyi istiyor. Bu konuda herkesin, siyasi partilerin elini taşın altına koyması ve sorumlu davranması gerekiyor. Bu süreçte tüm sivil toplum kuruluşları ve muhataplarımız sorumlu davrandı ve sürece müdahil oldular.”

Merak edilmez mi:

-Gündeme getirilen hususlar nelerdir?

-Farklı kesimler neler söylediler?

-Muhataplarınız neler dediler ve siz neler söylediniz?

-Ulaştığınız hedef nedir?

-Toplumda oluşan mutabakat neleri kapsamaktadır?

-Terörün bitmesini isteyenlerin hedefledikleri demokratikleşme nedir?

-Başta siyasî partiler olmak üzere herkes, hangi hedef doğrultusunda elini taşın altına koymalı ve sorumlu davranmalıdır?

-Bu süreçte sivil toplum kuruluşları ve muhataplarınız, hangi ölçü ve isteklere göre sorumlu davrandılar ve müdahil oldukları süreç nedir?


Sayın BAKAN;

Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye’nin sıkıntıda olduğu; başkalarının hedef ve çıkarları doğrultusunda iç ve dış husumetlere maruz kaldığı bir gerçektir. Zîra; bölgede yalnız değiliz ve bir BÜYÜK OYUNCU, bölgeyi yeniden şekillendireceğini açık bir şekilde ve hem de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bütün dünyaya ilân etmiştir. Fiilî durum da bilinmektedir:

Bu büyük oyuncu, Irak’ın Cumhurbaşkanlığı makamına Celâl Talâbanî’yi oturtmuştur ve Irak’ın kuzeyinde “BÖLGESEL KÜRT YÖNETİMİ “ adı altında henüz daha resmen ilân edilmemiş bir Kürt devleti oluşturmuş ve yönetimini de Barzanî aşiretine vermiştir. Bununla da yetinmemiş; yarattığı, donattığı, eğittiği ve desteklediği bir terör örgütü olan PKK’yı da, başımıza musallat etmiştir.

İmralı’dan yönetilen ve PKK’nın bir terör örgütü olduğunu söylemeyen; Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi ile dirsek temasında olan ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın haklarını savunduğunu iddia eden DTP; hiç çekinmeden, hiç geri adım atmadan açık bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okuyarak, Kürt milliyetçiliği esasına dayanan tahriklerine devam etmektedir. Hem de; Kürt kökenli vatandaşlarımızın kahir ekseriyetinin, ÜNİTER YAPIMIZIN muhafazasından yana olduklarını bildikleri halde, ayrılıkçı bir hareketi desteklemektedir.

Bütün bunlar bilinirken; “Kürt açılımının” veya “Demokratik açılımın” ne olduğunu ve nasıl bir çözüme kavuşturulacağını bilmek, devletine sadık ve itaatkâr geniş halk kitlelerinin hakları değil midir?

Belki lüzumsuz addedilebilir; ama, ses ve sinema sanatçısı Hülya Avşar’ın, bu açılımla ilgili olarak söylediklerini, bilgilerinize ve tetkiklerinize arz etmekte fayda görüyorum. İşte Hülya Avşar’ın, bir gazeteciye söyledikleri:

“Türkler bu ülkenin bölünmemesini istiyor. Topraklarını, milletlerini korumak istiyor. Buna da sonsuz hakları var ama yöntem hataları yaptıklarını kabul etmeliler. Ben de sonuna kadar Türküm ama bu Kürtleri yok saymak, onlara etnik baskı yapmak anlamına gelmemeli. Yani “Bu dünya, bu deniz, bu güneş yalnızca size ait değil” derdim. Ama aynı anda dönüp Kürtlere şunu söylerdim: “Şimdi Anayasa’yı bozup içine ille de bir ‘Kürt milleti’ni sokma zamanı değil. Hazır demokratik açılım deniyorken önce haklarınızı savunun ama ‘Türk’ üst kimliği altında savunun. Bunu, şimdi kabul etmeleri şart.”

Şu gerçeği de herkes kabul etmek zorundadır:

Bulunduğumuz coğrafya zor ve netamelidir. İşin başında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin seçtiği hedef bilinmektedir:

Kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen; iç ve dış gailelerden arınmış; huzurlu, mutlu ve refah içinde yüzen bir BÜYÜK TÜRKİYE!

Bu hedefi gerçekleştirmek için ihtiyacımız olan şey; SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ortamı içersinde geçirebileceğimiz 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki; Türkiye, böyle bir zaman dilimini, hiçbir zaman yakalayamadı.

Acaba, neden?

Çünkü; Bölge ve Türkiye üzerinde, başkalarının da hedefleri vardır. Onların hedefleri de bellidir:

Kendi kendisine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; “OTUR!” denilen yerde oturan, “KALK!” denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan; gerçek hedeflerini unutan HUZURSUZ, MUTSUZ, FUKARALIKLA mücadele eden bir ZAYIF TÜRKİYE.

İşte Türkiye’de olup, bitenler, bizim ve başkalarının hedeflerinin mücadelesinden ibarettir. Ne yazık ki; 29 yıldan beri Türkiye’yi yönetenler bu gerçeği kavrayamamışlar ve başkalarının direktif ve arzularından medet ummuşlardır. Kimse alınmasın: Dış siyasetimiz ABD’ye, iç siyasetimiz AB’ye, ekonomimiz de İMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiştir. Bu hengâmede; bir birimizle kavga ederek, zıtlaşan bir toplum yapısı oluşturmayı gayet iyi başardık. Ülkeyi yönetenler, siyasî ikbal ve ihtiraslarını ön plânda tutarak; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen şu gerçeği görmezden gelmişlerdir:

“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri bir birleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”

Açılımın ne olduğunu, bu hususta nelerin yapılacağını bilmediğim için demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Şöhretli biri olmadığım halde, dikkate alacağınıza inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

29 Ağustos 2009 Cumartesi

dikkat edilmelidir.

Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans Gazetesi Yazarı
İstanbul 29 Ağustos 2009


Sayın ÇANDAR;


28 Ağustos 2009 tarihli ve “ASKERÎ MÜDAHALE’YLE KÜRT AÇILIMI DURAMAZ” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Yazınızın ilk paragrafındaki ifadeleriniz, bu ülkenin ekmeğini yiyen, suyunu içen, okulunda okuyan ve yatağında rahat uyuyan hiç kimsenin kullanmayacağı kadar ÇİRKİN ve SEVİYESİZDİR. Birlikte tekrar okuyalım:

“Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un "Kürt Açılımı" tartışması denklemine 25 Ağustos açıklamasıyla girmesi, bir "utanç tablosu" oluşturdu.”

MERAK EDİYORUM:

Siz, kimsiniz ve Türkiye’nin gerçek sorunları ile ilgilenecek kadar HÜR ve SERBEST bir iradeniz ve bizlerin bilmediği bir MİSYONUNUZ var mıdır? Yani; ABD, İngiltere ve İsrail’ e bağlı bir istihbarat biriminde, “Gazeteci” adı altında görev yapan bir ajan mısınız?

Kızmayınız, şaşırmayınız ve herkese tavsiye ettiğiniz şekilde açık olunuz! Zîra; sizi izleyen, okuyan, faaliyetlerinizi gözleyen her insan, merak ettiği veya öğrenmek istediği için bu ve buna benzer soruları sorar ve cevaplarını bilmek ister. Bir düşününüz:

“68 Kuşağı” adı verilen bir oluşumun içinde yer aldınız. Ülkeyi, 12 Mart 1971 müdahalesine götüren yani, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettiren provakasyonların, tertiplerin ve ihanetlerin ön saflarında bulundunuz. Bunun gizli, saklı bir yönü de yoktur. Hasan Cemâl’in, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım.” Kitabını okuyanlar, ne olduğunuzu, kimlere ve niçin hizmet ettiğinizi, az da olsa anlarlar. Ortadoğu coğrafyasında rahat dolaşan; Filistin Kamplarında eğitim gören; Bağdat’ın ve Kuzey Irak’ın kukla yönetimleriyle kol kola giren; PKK ile rahat dirsek teması sağlayan kişilerin, kamuoyunca iyi bilinmeyen “Misyonlarının” olacağını, olayları az da olsa izleyen herkes tahmin eder.

Abdullah Öcalan, herkese meydan okuyan tavrı ile gerçek hedeflerini açıklarken; DTP, “KÜRT DEVLETİNİN” sınırlarını fütursuzca çizerken; DTP’li milletvekilleri, “Kürt milliyetçiliği” esasına dayalı tahriklerine devam ederken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, 25 Ağustos açıklamasını “UTANÇ TABLOSU” olarak nitelemeniz karşısında, herhalde susmamı bekleyemezsiniz!

Sayın ÇANDAR;

Artık kendinize geliniz ve bu ülkenin sahipsiz olmadığını artık anlayınız. Zîra; bu ülkenin, yabancı ideolojilere hizmet eden satılık kişileri olabileceği gibi; bu ülkenin ve bu yüce milletin geleceğini düşünen ve her türlü ihanet odaklarına göğsünü siper edecek vatansever insanlarının da olacağını ve olduğunu biliniz. Devlet eski Bakanı Kâmran İNAN’IN hemen, hemen her konuşmasında, “maalesef haini bol bir ülkeyiz.” sözünün ne mânâya geldiğini iyi anlamaya çalışınız! Ve:

Belirli kişi ve odaklarla kol kola girerek, devamlı surette TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİNİ hedef alarak, yıpratma ve tahrik etmek gibi aşağılık bir görevi terk ediniz! Ve; şunu da hiç aklınızdan çıkarmayınız:

Türkiye’de hiçbir vatandaşın anayasal hakları kısıtlanmamıştır. Geniş halk kitleleri arasında da bir rahatsızlık yoktur. Bu sebeple; halkın birlik ve beraberliğini bozucu, Türkiye’nin ÜNİTER YAPISINI yıkıcı hiçbir faaliyet, provakasyon, hile, tertip ve entrika hedefine ulaşamayacak ve bu ülkede Türk-Kürt çatışması meydana gelmeyecektir.

Şimdilik bu kadar. Daha fazlasını istiyorsanız; istediğiniz zamanda ve yerde, istediğiniz televizyon kanalında sizinle tartışmaya hazırım. Kendinize güveniyorsanız; buyurunuz, karşıma çıkınız! Zîra ben, “Batı’nın mânevî ajanlığına soyunan ve yabancı ideolojilere hizmet eden” aydınlardan değilim; bileğim de, yüreğim de, bilgim de, vatan ve millet aşkım da sağlamdır. Bu da benim DEMOKRATİK hakkımdır.

İçimden gelmiyor, ama, mektup sonlarında adet olduğu için nezaketen saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

28 Ağustos 2009 Cuma

2001 krizinin hedefleri araştırılmalıdır.

-- Sayın Nazım EKREN
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 24 Eylül 2008


Sayın Bakan;

Katıldığınız bir toplantıda, "TÜRKİYE HEM YAPISAL REFORMLARLA, HEM DE MÂLİ VE FİNANSAL DİSİPLİNLE KENDİ İÇİNDEN ORTAYA ÇIKACAK BİR KRİZ İHTİMÂLİNİ ÖNEMLİ ÖLÇÜDE KONTROL ALTINA ALMIŞ BULUNUYOR. MÂLÎ SEKTÖR BAKIMINDAN, KAMU SEKTÖRÜ BAKIMINDAN, BİLÂNÇO AÇISINDAN CİDDİ BİR PROBLEMLE KARŞI KARŞIYA DEĞİLİZ. İÇ BORÇLAR YTL OLDUĞU İÇİN KOLAY. ÖZEL SEKTÖRÜN DIŞARDAN ALDIĞI KREDİ MİKTARINDA ARTIŞ VAR. ELBETTE BU PARANIN NEREDE KULLANILDIĞI ÖNEMLİ. ARTAN MİKTAR DÖVİZ GELİRİ VE DÖVİZ GİDERİ DENGESİ OLUŞMADIYSA BİR RİSKTİR." Dediğinizi, gazetelerden okudum.

Merak ettiğim husus şudur:

28 yıldan beri etkili ve yetkili kişilerden masal dinler gibi YAPISAL REFORM, MÂLÎ ve FİNANSAL DİSİPLİN sözlerini dinlemekteyim. Dâima büyük risklerle ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldığımız için de, yetkililerin bu sözlerinin bir anlam ifade etmediğini gördüm.

Neticesi de bellidir:

Üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomik yapı oluşmuştur.

1980 yılında 13 milyar dolar olan iç ve dış borç stokumuz bugün, 28 yıl zarfında ödenen 500 milyar dolar faize rağmen, 480 milyar dolara ulaşmıştır.

Dış ticaret ve cari açığımız, son 6 yılda yapılan 50 milyar dolar tutarındaki özelleştirmeye rağmen, Türkiye'nin geleceğini karartacak derecede artmıştır. Ve giderek artmaktadır.

İç pazara ve sanayiye sağlam bir kaynak sağlayan tarım ve hayvancılığımız çökmüştür ve Türkiye, kendi kendini besleyemez hale düşmüştür.

Ham madde, ara malı ve gıda maddeleri ithalâtı, büyük boyutlara ulaşmıştır.

Yıllık faiz giderlerimiz, 50 milyar dolar seviyelerine ulaşmıştır.

Bu durum karşısında merak ediyorum:

28 yıldan beri Türkiye'nin yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiğine dair bir kanaatiniz oluşmuş mudur?

Sâdece parasal ve mâlî politikalarla idare edilen bir ülkede, üretmek veya yeterli seviyede üretmek mümkün olur mu?

Türkiye'nin bu derece borçlanmasına ve dış ülkelere katma değer transfer etmesine ihtiyaç var mıydı?

TÜİK açıklamıştır: Sabit fiyatlarla 2003 yılında 76 milyar YTL olan Gayri Safî Millî Hasıla, 2007 sonunda ancak 101 milyar YTL'ye ulaşabilmiştir. Beş yıl zarfındaki artış, yüzde 34'tür. Size göre bu, yeterli midir?

En önemlisi; muhtemel bir malî krizde, Türkiye'nin durumu ne olacaktır?

Sayın Bakan;

Herkesin müşterek düşüncesi, 2001 krizinin bir beceriksizlik ve kötü idare sebebiyle meydana geldiği şeklindedir. Hattâ, Anayasa kitapçığının fırlatılması neticesinde bu krizin oluştuğu kanaati yaygındır. Acaba, siz de ayni kanaatte misiniz? Bu krizin, yabancılar tarafından plânlı ve bir hedefe yönelik olarak bilinçli bir şekilde çıkartıldığını düşündüğünüz olmuş mudur?

Konuyu biraz açayım:

Hatırlarsınız; Türkiye, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremiyle sarsıldı ve ekonomisi, ağır bir darbe aldı.

29 Kasım 2000 tarihinde İngiltere Bankalar Birliği Başkanı ve İngiltere Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Andrew Buxton, verdiği bir demeçte Türk bankacılığı için şu sözleri söylemişti:

"TÜRKİYE'DE FİNANSAL HİZMETLERİN YAYGINLAŞTIRILMASI VE GENİŞLETİLMESİ İÇİN BİRLEŞTİRMELER GERÇEKLEŞTİRİLECEK VE BAZI BANKALAR YOK OLACAKTIR."

Bu sözler, yaratılacak bir krizin işaretleriydi. Sonraki gelişmeler, Buxton'un sözlerinin doğruluğunu ıspatlamıştır. Her nedense; hiç kimse, bu gerçeği ülkenin gündemine getirmemiştir. Yani; 21 Şubat 2001 krizinin, bilinçli olarak yaratıldığını ifade eden çıkmamıştır.

Günün BDDK Başkanı Engin Akçakoca, 11 Temmuz 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemişti:

"BANKALARI FONA ALMADAN REHABİLİTE EĞİLİMİNDEYDİK. BUNUN İÇİN DÖRT HAFTA DAHA FIRSAT TANINMASINI İSTEDİK. DÜNYA BANKASI İLE MUTABAKAT SAĞLADIK. AMA, IMF TARAFI DAHA KATI DAVRANDI VE İMF'Yİ İKNA EDEMEDİK. BEN, GENE DE DÜŞÜNÜYORUM Kİ; ÖYLE BİR FIRSAT TANINSAYDI, DAHA UCUZ BİR ÇÖZÜM YOLU BULUNABİLİRDİ. GARANTİSİ YOK; AMA, DENENMELİYDİ."

Engin Akçakoca'nın bu sözlerinin ne anlama geldiğini konuşan, irdeleyen ve sorgulayan çıkmamıştır. Başkalarına boyun eğdiğimizi, bilerek veya bilmeyerek herkes kabullenmiştir.

Başka bir örnek, çok daha vahimdir:

Günün FON bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Tevfik Altınok ise; Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Semerci'ye verdiği ve 1 Aralık 2001 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:

"25 KASIM 2001 TARİHİ İTİBARİYLE TMSF'YE 18 BANKA DEVREDİLMİŞ; 4 BANKA SATILMIŞ, BİR BANKANIN LİSANSI İPTÂL EDİLMİŞTİR. 30 KASIM'DA BİR BANKA DAHA FON'A ALINMIŞ VE BİR BANKA DA KAPATILMIŞTIR. BİZ, FON'A ALINAN BANKALARI VE İŞTİRAKLERİNİ YAŞATMAYI DEĞİL, TASFİYELERİNİ HEDEF ALDIK."

Sonraki gelişmeler, Tevfik Altınok'un dediği gibi gerçekleşmiştir. Yani; "Batmış banka" kavramı ile "Nakit ihtiyacı olan banka" kavramı bir birine karıştırılarak, büyük bir tasfiye sağlanmış ve yabancıların banka alma kapısı açılmıştır.

Bu hususu da kimse konuşmamıştır ve Türkiye ekonomisinin tasfiye hareketini, "BÜYÜK REFORM" olarak alkışlamıştır.

Merak ediyorum:

Bu hususlarla ilgili olarak, acaba, sizin kanaat ve görüşleriniz nedir?

Gelinen nokta bilinmektedir: BUGÜN, BAŞTA BANKALARIMIZ OLMAK ÜZERE ÖNEMLİ İKTİSADÎ DEĞERLERİMİZ, YABANCILARIN ELİNE GEÇMİŞTİR. Üstelik; en büyük tasfiye, Kemâl Derviş'in programını doğru kabul eden iktidarınız tarafından gerçekleştirilmiştir.

Acaba; geldiğimiz bu durum, sizi rahatsız ediyor mu?

Ve; muhtemel bir krizde, Türkiye'nin durumu ne olacaktır? Veya dolar ticaretine dayalı bu RANT EKONOMİSİ İLE TÜRKİYE, NEREYE GİDECEKTİR?

FİNANS ve BANKACILIK kesimiyle, TÜRKİYE'NİN ekonomisini İSTEK ve ÇIKARLARI doğrultusunda YÖNLENDİRMESİNİ başaran ve idareleri BASKI altında TUTABİLEN 15-20 holdinge ESİR edilen TÜRKİYE'NİN durumu ne olacaktır?

Ülke meselelerini dikkatli yakından takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Demokrasimiz sorgulanmalıdır.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 27 Ağustos 2009


Sayın BAŞBAKAN;


“Ulusa sesleniş” konuşmanızı dikkatle dinledim. Konuşmanızın bir bölümünde söylediğiniz, şu sözleriniz, dikkat çekicidir:

“ Bizim bu açılımdan muradımız, bu ülkede yaşayan herkesin; ama herkesin, kendini özgürce ifade edebileceği demokratik ortamı tesis edebilmektir. Demokratik bir açılım gerçekleştirelim derken, sadece doğu demiyoruz, sadece batı demiyoruz, sadece kuzey veya güney demiyoruz, bu ülkeyi topyekûn ele alıyor, nerede bir insani sıkıntı varsa devlet orada olsun, o sıkıntıyı gidersin diyoruz. Nerede adaletsizliğe uğramış bir insanımız varsa hukukun şaşmaz terazisi orada kurulsun diyoruz. Bu ülkenin nimetleri de, külfetleri de hakça paylaşılsın diyoruz. Hakkaniyetin ölçüsü nerede şaşıyorsa hep birlikte bunu düzeltelim diyoruz. Devletin görevi, kim olduğuna, nerede yaşadığına bakmadan vatandaşına hizmettir diyoruz. Bizim demokratik açılımdan kastımız, bu genişlik ve bu bütünlük içindedir.”

Üzülerek ifade edeyim ki; bu sözleriniz, bugün için bir temenniden ibaret kalır. Sebebine gelince:

1-Aradığımız, ihtiyacımız olan ve özlemini çektiğimiz “DEMOKRATİK ORTAMIN TESİSİ”, ancak ve ancak, SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARININ, gerçek bir demokrasinin ruhuna uygun bir şekilde düzenlenmesiyle sağlanır. Bu düzenleme başarıldığı takdirde halk sistemin içine dâhil olacak ve yanlış işler yapanların yakasına yapışarak, “NE HAKKIN VAR?” demesini başaracaktır.

2-Şu da bir gerçektir ki: Bugün, zayıflar, kuvvetlilerden haklarını serbestçe alamamaktadır. Örnekler:

Siz, parlak konuşmalar yaparken, Boğaz Tüp Geçidi (Raylı sistem) Projesinde yükümlü taşeron firmanın çalışanları, 4 aydan beri ücret alamadıkları için direnişe başlamışlar ve işi bırakmışlardır. Yani; sebebi ne olursa olsun, sorumlusu kim olursa olsun, çalışanların hakları gasp edilmiştir.

Aynı şekilde memur ve ücretliler, 2010 yılı için ücretlerine yüzde 2+2 zam öngörüldüğü gerekçesiyle feryat halindedirler ve seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar.

3-Bir hafta evvel, 87 yaşındaki ve ayağı kırık olduğu için yürüyemeyen bir yakınım (annem), kardeşimin Kefken’deki evinde kalp krizi geçirdi. Kandıra Devlet Hastanesine götürmüşler; hastanenin kardiyoloji bölümü ve Kardioloğu olmadığı için hastaneye kabul edilmemiş ve Adapazarı Yenikent Devlet Hastanesine götürülmesi tavsiye edilmiş. Hastanın nakli için ambulans talebi, “Mevzuat uygun değildir.” diye reddedilmiş. Belediyeye müracaat etmişler. Belediye de, “İl dışına ambulans gönderemiyoruz.”diye taleplerini reddetmiş. Neticede hasta, güçbelâ bir taksi ile Yenikent Hastanesine nakledilmiş.

Bu gelişmeler, DEVLETİN, gerçek anlamda bir SOSYAL REFAH DEVLETİ olamadığı gerçeğini ispatlamaktadır.

Bu üç örnek, hakkaniyetsizliğin, adâletsizliğin, devlet hizmetinin yetersizliğinin bir ölçüsü değil midir? Vatandaşlar, buna benzer olaylarla her gün karşılaşmaktadırlar ve seslerini duyuracak makam ve zemin bulamamaktadırlar. 7 yıldan beri ülkeyi idare ettiğinize göre; bu külfetleri, hangi mazerete sığınarak açıklayabilirsiniz? Ve en önemlisi; buna benzer ihmalleri, ölçüsüzlükleri, adâletsizlikleri ve hakkaniyetsizlikleri, çekinmeden ve düzgün bir şekilde size bildiren kimseler var mıdır?

Sayın BAŞBAKAN;

Batı demokrasilerinde hem vatandaşın, hem devlet organlarının hakları, yetkileri, yükümlülükleri doğru ve açık bir şekilde tespit olunmuştur. Herkesin üstüne düşen görevi mutlaka ifa edeceği de, inanç haline gelmiştir. Kaideler konmuştur. Doğru konmuştur. Görev, herkese göre değişmez. “Görevin ifa edilmesi bir hesap sorma” sebebi değil, ifa edilmemesi “hesap sorma” sebebidir. Kaide dışına çıkan kim olursa olsun, “ne yapıyorsun, ne hakla yapıyorsun?” sesi, koro halinde yükselir. Devlete sahip olmak, devlete ve rejime sadık olmak, herkesin en önemli görevidir. Yani; gerçek bir demokrasi, “TEK ADAM” anlayış ve kabullenişine göre değil, düzgün işleyen bir “SİSTEM” anlayışı esasına göre kurulur.

Bu esas gözetilmediği ve kabullenmediği takdirde; hem idare edenler ve hem de idare edilenler rahat edemezler; en basit meseleler karşısında dahî, bunalıma girerler. Ne yazık ki Türkiye, 29 yıldan beri gerçek bir demokrasiden uzaklaştığı için devlet, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememektedir. Bu sebeple de HAK ve VAZİFE kavramları unutulmuştur. Vazifesini yapmadığı halde hak talep edenler veya vazifesini yaptığı halde hakkını alamayanlar çoğalmıştır. Bu da, geniş halk kitlelerinin memnuniyetsizliğine ve perişanlığına sebep olmuştur. Ve Türkiye, tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke haline getirilmedikçe; hiçbir program, hiçbir açılım ve hiçbir tedbir, meselelerimize çözüm ve çare getirmeyecektir.

Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Para basılmalıdır.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan
Ankara 15 Temmuz 2008



Sayın BAŞBAKAN;

Partinizin 15 Temmuz 2008 tarihli Grup toplantısında yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde; "Geceleri para basmak suretiyle sinsi planlarla, halkın cebinden para çalan bir iktidar değiliz." ifadesini kullandınız.

Bu ifadenizden anlaşılmaktadır ki; sizden evvelki iktidarların para basarak ekonomiyi yürüttüklerine, ciddi bir şekilde inandırılmışsınız.

Yıllardan beri, holdinglerin veya bankaların danışmanı konumundaki bazı ekonomistlerin ortaya attıkları ve yönetenleri etkilemeye çalıştıkları bu görüş, doğru değildir. Zîra; geceleri para basmayı bırakınız; Merkez Bankası, ekonominin ihtiyacı olan kağıt parayı dahi piyasaya vermemiştir. Ayrıca "Emisyon Hacmi" olarak ifade edilen TL: miktarının ne olması gerektiğine dair de bir tartışma yapılmamıştır.

1987'den itibaren yürütülen bir politika kapsamında piyasadaki TL. miktarı azaltılarak tedavüle, yabancı paralar sürülmüştür. Bu uygulamalar, KUR- FAİZ makasındaki bir RANT ekonomisini başlatmıştır. Bu modeli yürütenlerin yanıltmaları sebebiyle, sizden evvelki iktidarların da, sizin iktidarınızın da para basmak aklına gelmemiştir. Aslında, piyasanın ihtiyacı kadar TL piyasaya verilmiş olsaydı; bugün Türkiye, iç ve dış borç batağına saplanmayacak ve nahak yere 500 milyar dolar faiz ödenmeyecekti.

Gelişmiş ülkelerde tedavüldeki banknot miktarı, milli gelirlerinin yüzde 10'u, bütçelerinin yüzde 30'u kadardır. Şu anda bizdeki bu oran yüzde 3,5'tur. ABD'de fert başına kâğıt para miktarı 3 bin 500 dolardır. Bizde ise, 350 dolardır. Duruma bakalım:

Bugün Milli Gelirimiz, 837 milyar YTL.dir. 14 Temmuz 2008 tarihi itibariyle tedavüldeki banknot miktarı, 30 milyar 500 milyon YTL'dir. Tedavülde olması gereken kâğıt para miktarı, 84 milyar YTL'dir.

Uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle, Emisyon hacmindeki bu boşluğu, YABANCI PARALAR doldurmuştur. Yani; tedavülde, "Nominal Karakterli" TL: ile "Fiktif Karakterli" yabancı paralar vardır. Bu uygulama da, "SICAK PARA" rantının kapılarını, ardına kadar açmıştır. Yüksek REEL FAİZLER sebebiyle de Türkiye, alabildiğine soyulmaktadır. Bu kusur, sadece iktidarınızın değil, Özal iktidarıyla başlayan bir kusurdur. Ve hiç kimse de, bu yanlış modelin düzeltilmesi için bir gayret göstermemiştir.

Bu görüşümün doğruluğunu ispatlayacak veriler de şöyledir:

12 Eylül 1980 sabahı Türkiye'nin dış borç stoku, 13 milyar dolardı. İç borçları ise, yok denecek kadar azdı: 200 milyon dolar.

Bugün Türkiye'nin dış borçları, Mart 2008 tarihi itibariyle 262 milyar dolardır. İç borçlar ise, 220 milyar dolardır.

1987'den bugüne kadar geçen süre zarfında DEVLET, 500 milyar dolar da faiz ödemiştir.

2002 sonu itibarıyla Türkiye'nin iç ve dış borç toplamı, 220 milyar dolardı.

Son 6 yıl zarfında Türkiye'nin borçları, 260 milyar dolar artmıştır.

Üstelik; 1987'den bugüne kadar geçen süre zarfında başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz, yabancıların eline geçmiştir. Ki; bu durum gelecekte, Türkiye'yi zora sokacaktır. Basit bir örnek:

2003'ten Mayıs 2008 sonuna kadar yabancılar, 25 milyar 600 milyon dolar kâr transferi yapmışlardır. Bunun 7.6 milyar doları doğrudan yatırım şirketlerine, 18 milyar doları da, portfoy yatırımlarına aittir. 2002'de 66 milyon dolar olan doğrudan yatırım şirketlerinin kâr transferlerinin, bugün 7.6 milyar dolara çıkması, herkesi düşündürmelidir. Ki; bu miktar giderek artacaktır. Yani Türkiye, geleceğini riske sokmuştur. Ayrıca Türkiye, oluşan dış ticaret ve cari açığın altından kalkamaz.

İşte bu noktaya, PARA BASILMAMASI SEBEBİYLE GELİNMİŞTİR.

Merkez Bankası, 1987'den itibaren Hazine'yi fonlamaktan vazgeçerek, özel bankaları fonlamıştır. Bunun neticesinde de Hazine ve Kamu Kuruluşları, piyasanın yüksek faizine mahkûm edilmiştir. Birliklerin, Toprak Mahsulleri Ofisinin v.s.'nin işlevsiz hale getirilişinin sebebi de, budur.

Para basma konusundaki görüşleriniz doğru mudur, değil midir?

Bunu açığa çıkarmak elinizdedir. Şöyle ki:

1980'den, hatta 1970'ten itibaren EMİSYON hacminin, milli gelire oranlarını ortaya çıkartıp, incelerseniz, şaşırtıcı bir neticeye ulaşırsınız.

Gerçek olan şudur:

12 Eylül 1980'den sonra Türkiye'nin ekonomisi, üretkenliğini kaybederek, KUR-FAİZ makasında şekillendirilen şahane bir RANT EKONOMİSİNE dönüştürülmüştür. İktisadın şaşmaz ve değişmez kuralıdır:

Rantlar yükselirse, REFAH ortadan kalkar.

İktidara geldiğiniz zaman, bu modelin değişebileceğini ummuştum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Not: Halkı asıl soyan husus, çok yüksek oranlı
dolaylı vergilerdir. Mutlaka, buna bir çare bulunmalıdır.

25 Ağustos 2009 Salı

ABD VE TÜRKİYE

Sayın James JEFFREY
ABD Ankara Büyükelçisi
Ankara 25 Ağustos 2009



Paranızın üzerinde “ALLAH’a GÜVENİYORUZ” ibaresinin bulunması, bir zamanlar HÜR DÜNYA için teminat addediliyordu.

Hafızalardan silinmemiştir:

Irkçılık esasına dayanan 2.ci Dünya Savaşı’nın CEHENNEM’e çevirdiği dünyada, şaşkına dönen insanlık âlemi, ADALET, HÜRRİYET, EŞİTLİK ve REFAH esasına dayalı yeni bir huzur ortamı arıyordu.

Herkesin bunaldığı, acılara gark olduğu faciadan sonra AMERİKA BİRLEŞİK EVLETLERİ, insanlık âleminin özlemini çektiği arayışına önderlik etmek iddiasıyla ortaya çıktı ve bir dizi vaatlerle öncülük görevini üstlendi. Hedef, şuydu:

DİL, DİN, IRK ayırımı yapılmaksızın bütün insanlığa; sulh, sükun, huzur ve güven ortamı içinde REFAH sağlamak!..

Bu hedefin ilk teşebbüsleri ve propagandaları mükemmeldi. Arşivlerinizde vardır; Başkan D.D. Eisenhower Türkiye’yi ziyaretinde, tarihte altın satırlarla yer alan şu sözleri söylemişti:

“Biz dünyaya sulh, sükun, huzur ve güveni KURAN’ın ve İNCİL’in tahtında sağlayarak, insanlık âlemine REFAHI getireceğiz.”

Ama, ne yazık ki; aradan geçen zaman, o gün ortaya konan HEDEF ve NİYETLERİN gerçek olmadığını ispatlamıştır. ABD, hiç de samimi davranmamıştır. BATI’daki refahın, kendi dışındaki dünyanın sefaleti, ezilmesi, sömürülmesi ve zulme uğratılması pahasına elde edildiği gerçeğini ispatlamıştır. Hele; SOVYETLER BİRLİĞİ’nin dağılmasından sonra, tek güç görünümünde ve konumunda olan AMERİKA’nın samimiyetsizliği, inkârı mümkün olmayan bir görüntüyle açığa çıkmıştır.

Saddam Hüseyin’i bahane ederek, Körfez’deki ve Irak’taki petrol varlığının üzerine konmak için bütün dünyayı seferber eden AMERİKA, maalesef bugün, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da yaratılan huzursuzlukların ve çatışmaların müsebbibi ve planlayıcısı haline gelmiştir. CANAVARLARI dahi utandıracak bu vahşet; ABD’nin, asla vazgeçmeyeceği bir millî politikası olarak sahneye konmuştur.

ABD’nin bu tutum ve davranışları; ORTAÇAĞ’ daki Engizisyon Papazlarının, halkı ezen zalim hükümdarların, saltanatlarını zulüm ve kan üzerine kurmuş zalim derebeylerinin yönlendirdiği HAÇLI SEFERLERİ’ni andırmaktadır. Belli ki ABD, Alman ırkçılığının dünyayı kana buladığı gerçeğini, unutmuş görünmektedir. Veya işine öyle gelmektedir.

Ziyanı yoktur; unutmuş olun veya unutmuş görünün..Ama; bir gerçeği de, asla unutmamalısınız. O gerçek de şudur:

Hristiyanlık âlemi, manen İslam alemine borçludur. Biz Müslümanlar, Hazreti İsa’nın Hak Peygamberi olduğuna; İncil’in, Semavi kitap olduğuna inanırız. İnanmazsak; Müslümanlığımız, Allah katında kabul olmaz. Ama Hristiyanlar, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i ve Kuran’ı kabul etmezler. Taassup ve cehaletlerinden dolayı kabul etmezler.

Ayrıca biz Müslümanlar, Hazreti İsa’nın, Allah’ın bir kudretinin neticesinde babasız dünyaya gelmesini, şek ve şüpheye düşmeden kabul ettiğimiz halde (Ki; bugün gelişen genetik ilmi, bu gerçeği doğrulamaktadır); Hristiyan âleminde, bu konuyu tartışıp, çirkin isnatlarda bulunanlar vardır. Hz. İsa’ya çirkin sıfat takılırken, Annesi Hz. Meryem’in iffet ve namusu tartışılırken; KURAN ve Hz. Peygamberimiz; Hz. İsa’nın Hak Peygamberi olduğunu, Annesi Meryem’in ismet ve iffet sahibi bir hanım olduğunu beyan etmiştir. Yani; bu hususta bütün Hristiyan âlemi, Hz. İsa ve Annesi Hz. Meryem’i beraat ettirdiği için, İslam âlemine borçludur.

Bilmem ki; yarın Ahret gününde ve Allah’ın huzurunda Hz. İsa, Hristiyan âlemine “Beni dünyada beraat ettiren, annemin ismet ve iffet numunesi bir hanım olduğunu beyan eden Hz. Muhammed’in aleyhinde niçin bulundunuz?” diye bir sual soracak olursa; acaba, Hristiyan âlemi ne cevap verecektir?

Aslında; İncil’i iyi bilen ve inançlarında samimi bir hristiyan, eğer İncil’i iyi okursa; bu gerçeği, kendiliğinden bulacaktır. Değil İslam âlemine ters bakmak; belki de, Müslümanları baş tacı edecektir.

İşte belgesi:

Dört İncil yazan dört müellif, Hz. İsa’nın semâya yükselişi vaktinde Havarilerine, “Ben, babama, babanıza ve Allah’ıma gidiyorum. Size, benden sonra (PERAKLİT) geleceğini müjdelerim.”, dediğinde ittifak etmişlerdir.

PERAKLİT, Yunanca bir kelimedir. Asıl telaffuzu, PERAKLİTOS’dur. Latince İncil’de PARALİTİS’dir. Yunanca’da PERAKLİTOS’un manası, “Niyaz olunmuş” demektir. Aslı, Arapça (AHMED) manasına olan BİRİKLİTOS’dur.

Bu hususta Kuran’da SAF SURESİ’nde, şöyle buyuruluyor:

“Ve iz kale iysebnü meryeme ya beni israiyle inniy resulüllahi ileyküm musaddikan lima beyne yedeyye minettevrati ve mübeşşiren biresulin ye’tiy min ba’dismühu ahmed…”

Manası:

“İsa Aleyhisselâm Beni İsrail’e dedi ki: Benden önce nazil olan Tevrat’ı tasdik, benden sonra din-i kamil ile (Ahmed) isminde gelecek peygamberi size müjdelediğim halde , size hüccet ve bürhanla Allahü Teala’dan gönderilmiş peygamberim..”

Görülmektedir ki; Kuran’ı ve İncil’i iyi okuyup anlayanlar ve iman edenler için, Hristiyan dünyası ile İslam dünyası arasına KANLI HENDEK açmanın manasızlığı ortaya çıkar. Ama, ne yazık ki; taassup ve irtica içinde olanlar, bu gerçeği henüz görebilmiş değillerdir.

Sayın BÜYÜKELÇİ;

Bu, uzun ve fakat lüzumlu girişten sonra, bazı gerçekleri, bizzat size hatırlatmak istiyorum:

Türkiye, sizin yani Amerika Birleşik Devletleri’nin bir müstemlekesi veya bir eyaleti değildir. Siz de müstemleke ve eyalet valisi değilsiniz. Siz; güven mektubu kabul edilmiş bir Büyükelçisiniz ve ülkemizde misafirimizsiniz.

Türk milleti üredi, türedi bir millet değildir. Bu yüce Türk milleti; zulmü gördüğü yerde ADALETİ, inkarı gördüğü yerde İMANI, cehaleti gördüğü yerde İLMİ; hiddeti, gadabı gördüğü yerde sükuneti vazeden ve tarihin en eski efendisi olan bir millettir. Ve tarih boyunca DEVLET olmasını başarmıştır. Tarihte, iz de bırakmıştır. İşte, ispatı:

600 sene hükmettiği Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da sulh, sükûn, huzur ve güven vardı. Osmanlı Devleti bu bölgelerden çekildikten sonra; bu bölgelere zulüm, kan, huzursuzluk ve gözyaşı hâkim oldu.

Evet; bugün ABD, dünyanın hâkimi ve süper gücüdür. Ama; Türk milletinin tarihi zenginliğine sahip değildir ve 200 yıllık bir geçmişi vardır. Bugünkü hâkimiyeti de, güce dayanmaktadır. Adaletten kesinlikle yoksun bu güç, adalete dayanmamaktadır ve eninde sonunda yıkılmaya mahkûm olacaktır. Tarihin hiçbir döneminde, inkâr veya tekzip edilemeyecek gerçeği, budur.

Tarihen sabittir ki:

BİR MİLLET, KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. FAKAT, ZULÜMLE ASLA ve ASLA DEVAM EDEMEZ!

Bu sebeple size hatırlatmak isterim ki; misafirimiz olarak bulunduğunuz ülkemizde, işlerimize karışıp; fitne ve fesatlar dokuyarak, bu yüce MİLLETİMİZİ ve tarihe damgasını vurmuş yüce DEVLETİMİZİ, huzursuz etmeye çalışmayınız!

Birinci Cihan Harbinden sonra Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları, gayet iyi bilmekteyiz. ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:

“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”

Sayın Büyükelçi;

ABD’nin emellerine hizmet edecek satılmış hainler, ajanlar bulabilirsiniz. Bunlar vasıtasıyla bazı kışkırtmalarda bulunarak, bazı kalkışmalar da sağlayabilirsiniz. Ama; biliniz ki, Türkiye’yi bölmeye gücünüz yetmez! Zîra; bu millet, bölünmemeye ant içmiştir. Kışkırtmaya çalıştığınız ve kullandığınız Kürt kökenli insanlar, Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcileri değildirler. Asla ve asla, yaratmaya çalıştığınız fitne ve fesada, boyun eğmeyeceklerdir.

Ve bilinmelidir ki; üniter yapısını muhafaza eden güçlü bir Türkiye, bölgenin sulh, sükûn, huzur ve güveni için elzemdir.

Bugün ABD, dünyanın en güçlü ülkesidir. İman ettiğimiz ALLAH, dünyanın neresinde olursa olsun ve ne zaman olursa olsun; güçlü devletleri, her türlü zulmü önlemekle görevlendirmiştir. Bu kutsal görevin farkında olmayanlar, Allah’ın huzuruna sefil, rezil ve çaresiz olarak gideceklerdir ve Hiç şüphesiz; CEHENNEM’de, yerlerini alacaklardır İlahi ceza kesinleştiği gün; ABD’yi yönetenleri, hizmet ettikleri para sahipleri kurtaramayacaktır.

Bir diplomat olarak bu gerçeği görmeniz ve bu gerçeğe göre hareket etmeniz elzemdir. Hükümetinizi ve Parlamentonuzu baskı altında tutan dolar milyarderleri, eroin ve silah tüccarları, dünya ticaretine ve petrole hakim egemenleri, borsa spekülatörleri, dünya üzerinde tedavül eden 2-3 trilyon dolar kara paraya yön veren caniler ne derlerse desinler; siz, kan akıtıcı, can yakıcı, huzursuzluk yaratıcı organizasyonlara alet olmamalısınız ve Allah’ın emirlerine aykırı buyruklara teslim olmamalısınız. Zîra; zulme alet olanlar, tarihin sayfalarında nefretle anılırlar.

Son sözüm, şudur:

Türk milleti ile zıtlaşmayınız; zira, zararlı çıkarsınız. Dünya, ABD’nin zulmünü, artık kaldıramaz. Yakın bir gelecekte, her şey tersine dönecektir. Zulme dayalı hâkimiyetler, devamlı değildir ve eninde sonunda, çökmeye mahkûmdur. Bu gerçeği, Amerikan halkına da anlatmalısınız.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

DEVET'İN kaderi, bilinmeyen oluşumlara bırakılamaz.

Sayın Ekrem DUMANLI
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Temmuz 2009


Sayın DUMANLI;

6 Temmuz 2009 tarihli ve “NİYE KARŞI ÇIKIYORSUNUZ?” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın ilk paragrafında;

“ İlginç tartışmaların tam merkezinden geçiyoruz. Bu geçiş sırasında kimin şuur altında ne varsa ortaya o çıkıyor. Bir başka deyişle, kimin ne kadar demokrat, kimin ne kadar vesayet taraftarı olduğu da çıkıyor gün yüzüne.” ifadesini kullanarak, zamirinizde gizlediğiniz veya kölesi olduğunuz misyonunuzu gizlemeye çalışmışsınız.

“Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.” gerçeğine göre bir değerlendirme yapacak olursak; sizin, DEMOKRATLIKLA bir ilginizin olmadığı ve VESAYET taraftarı olduğunuz gerçeği gayet kolay anlaşılır. Esasen, Zaman Gazetesi dâhil, mensubu olduğunuz Cemaat’e ait bütün yazılı ve görsel yayın kuruluşlarının yayınları, bunu göstermektedir.

Aksi olsaydı; yani, gerçekten demokrasiyi savunmuş olsaydınız; bugün ülkemizde halkı dışlayan ve ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren ÇARPIK ve AZICIK demokrasiyi konu ederek, GERÇEK BİR DEMOKRASİNİN kurulması için gayret sarf ederdiniz.

Ayrıca; halkı doğru bilgilendirmek, doğru bir istikamette kamuoyu oluşturmakla görevli bir gazeteci olarak SİYASÎ taraf olmazdınız. Siyasî iktidarın her yaptığını ve söylediğini onaylayan ve muhalefetin her yaptığına ve söylediğine karşı çıkan bir tutum ve davranış sergilemezdiniz.

Evvelâ şu gerçek, herkes tarafından bilinmeli ve kabullenmelidir:

Bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzı, DEMOKRASİDİR. Ki, bu idare tarzı, gerçek anlamdaki İslâm Dini’nin özüne de uygundur. Hz. Peygamberimizin, “EMİRLERİNİZ, AMELLERİNİZDEN HÂLK OLUR. MİLLETLER, LÂYIK OLDUKLARI ŞEKİLDE İDARE EDİLİRLER.” Hadis-i Şerifleri de, bu gerçeği doğrular.

Gerçek bir demokrasinin, “olmazsa, olmaz” şartları da bellidir:

HÜR PARLÂMENTO.

HÜR VE SERBEST SEÇİM.

BAĞIMSIZ YARGI.

HÜR ÜNİVERSİTE.

HÜR VE SERBEST BASIN.

Gerçek bir demokraside Parlâmento, REJİMİN KALBİ; seçimler de, ŞAHDAMARI mesabesindedir.

Gerçek bir demokraside seçimler, HÜR, ÂDİL bir ortamda ve EŞİT ŞARTLARDA yapılırsa; REJİMİN ŞAHDAMARI işlevini görür. HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusu taşıyan seçimler, bu işlevi göremez ve demokrasi adı altında ACI ESARETLERİN kurulmasına sebep olur.

Gerçek bir demokraside KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ esastır. Bu esasa göre; YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI ORGANLARININ görevleri ve yetkileri, bir esasa bağlanmıştır. Şayet, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ ihlâl edilir ve KEYFÎ uygulamalar revaç bulursa; KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası, DEVLETİ DE, REJİMİ DE tanınmaz hale hâle getirir ve MİLLETİ DE huzursuz eder.

Şimdi dikkat:

Ülkemizde 26 yıldan beri demokratik rejimimiz, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işletilmemektedir. 1983 seçimlerinden sonra iktidara gelen SİVİL İRADE, askerlerin yaptığı Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirerek, TEK ADAM İRADESİNE tâbi bir sistem oluşturmuştur. Oluşan Parlâmentolar, siyasi parti liderlerinin istek ve tercihlerine tâbi hale getirilmiştir. Bu sistemde halka verilen veya biçilen rol de, parti liderlerinin tercihlerine göre düzenlenen OY PUSULALARINI sandığa atmaktır. Yani halk, sistemin dışına itilmiştir.

Milletin HÜR İRADESİYLE oluştuğu iddia edilen PARLÂMENTO, yasama ve denetleme görevini, siyasî iktidarların veya başbakanların istek, emir ve çıkarlarına tâbi olarak yapmaktadır. Bugün, Siyasî İktidarın, daha doğrusu Başbakan’ın istemediği bir kanun teklifi veya tasarısı, Meclis’in gündemine gelemez ve kanunlaşamaz. Siyasî iktidarın veya Başbakan’ın istediği her kanun tasarısı veya teklifi, Meclis’in gündemine gelir ve kanunlaşır. Meclis’in denetleme görevi de, aynı şekilde kısıtlıdır. Meclisin sabahlara kadar çalışması ve çok kanun çıkarması, bu gerçeği değiştirmez.

Şimdi size soruyorum:

Bu sistemin adı, DEMOKRASİ REJİMİ MİDİR? Yoksa bir VESAYET REJİMİ MİDİR?

Tercih sizindir.

Gelelim basına:

Basın, gerçek bir demokrasinin hem VAR OLUŞ sebebi ve hem de TEMİNATIDIR. Basının görevi de; halkı DOĞRU BİÇİMDE bilgilendirmek, düzgün bir KAMUOYU oluşturmak ve iktidarların icraatlarını TARTIŞMAYA açmaktır. Basın, yükümlü olduğu görevini ülkenin ve milletin çıkarları doğrultusunda yerine getirirse devlet ve millet yücelir ve sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı sağlanır. Şayet basın, yükümlü olduğu görevini, o veya bu sebeple yerine getirmez ve “Övülmesi gerekeni kötülerse ve kötülenmesi gerekeni överse”, fitne, fesat ve münafıklık yaygınlaşır ve bir kaos ortamı doğar. Hatır veya çıkar için günah işleyenlerin vaveylâsı, milletin ve ülkenin huzurunu bozar. Bu ortamdan faydalanan birtakım kişi ve oluşumlar, devletin ve milletin kaderiyle oynar hale gelirler.

Sayın DUMANLI;

Yazdığınız köşe, milletin köşesidir. Yazılarınızın muhatabı da, okuyanlardır. Her okuyucunuzun da tepki gösterme ve eleştirme hakkı vardır. Ben de, bu hakkımı kullanarak size cevap yazdım. Bir tarikatın, bir cemaatin, bir dinî derneğin veya bir vakfın üyesi değilim. Ama, hak ve hakikati gözeten, Kur’an’ı iyi inceleyen iyi bir dindarım. Hiçbir şey karşılığında, Allah’ın bahşettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarımı satmadım, ayaklar altında çiğnetmedim. Kendi kusurum olarak günah işledim. Ama, hatır veya çıkar için hiçbir günah işlemedim. Kabullendiğim gerçek de, bellidir:

Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler. Çünkü; böyle bir ortamda baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşur; hırsızlar, yalancılar ve ahlâksızlar, milletin kaderine hükmeder hale gelirler.

Sizden beklentim ve ricam şudur:

Asûde kaldığınız zaman, kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen MÂNEVÎ VARLIĞINIZA danışarak, mektubuma cevap vermenizdir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

gerçek demokrat: MUSTAFA NEVRUZ SINACI

gerçek dem
Sayın Bay Ross WİLSON
ABD Ankara Büyükelçisi
Ankara 29 Kasım 2007



Paranızın üzerinde “ALLAH’a GÜVENİYORUZ” ibaresinin bulunması, bir zamanlar HÜR DÜNYA için teminat addediliyordu.

Hafızalardan silinmemiştir:

Irkçılık esasına dayanan
2.ci Dünya Savaşı’nın CEHENNEM’e çevirdiği dünyada, şaşkına dönen insanlık alemi, ADALET, HÜRRİYET, EŞİTLİK ve REFAH esasına dayalı yeni bir huzur ortamı arıyordu.

Herkesin bunaldığı, acılara gark olduğu faciadan sonra AMERİKA BİRLEŞİK EVLETLERİ, insanlık aleminin özlemini çektiği arayışına önderlik etmek iddiasıyla ortaya çıktı ve bir dizi vaatlerle öncülük görevini üstlendi. Hedef, şuydu:


DİL, DİN, IRK ayırımı yapılmaksızın bütün insanlığa; sulh, sükun, huzur ve güven ortamı içinde REFAH sağlamak!..

Bu hedefin ilk teşebbüsleri ve propagandaları mükemmeldi. Arşivlerinizde vardır; Başkan D.D. Eisenhower Türkiye’yi ziyaretinde, tarihte altın satırlarla yer alan şu sözleri söylemişti:

“Biz dünyaya sulh, sükun, huzur ve güveni KURAN’ın ve İNCİL’in tahtında sağlayarak, insanlık alemine REFAHI getireceğiz.”
Ama, ne yazık ki; aradan geçen zaman, o gün ortaya konan HEDEF ve NİYETLERİN gerçek olmadığını ıspatlamıştır. ABD, hiç de samimi davranmamıştır. BATI’daki refahın, kendi dışındaki dünyanın sefaleti, ezilmesi, sömürülmesi ve zulme uğratılması pahasına elde edildiği gerçeğini ıspatlamıştır. Hele; SOVYETLER BİRLİĞİ’nin dağılmasından sonra, tek güç görünümünde ve konumunda olan AMERİKA’nın samimiyetsizliği, inkarı mümkün olmayan bir görüntüyle açığa çıkmıştır.

Saddam Hüseyin’i bahane ederek, Körfez’deki ve Irak’taki petrol varlığının üzerine konmak için bütün dünyayı seferber eden AMERİKA, maalesef bugün, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da yaratılan huzursuzlukların ve çatışmaların müsebbibi ve planlayıcısı haline gelmiştir. CANAVARLARI dahi utandırack bu vahşet; ABD’nin, asla vazgeçmeyeceği bir milli politikası olarak sahneye konmuştur.

ABD’nin bu tutum ve davranışları; ORTAÇAĞ’ daki Engizisyon Papazlarının, halkı ezen zalim hükümdarların, saltanatlarını zulüm ve kan üzerine kurmuş zalim derebeylerinin yönlendirdiği HAÇLI SEFERLERİ’ni andırmaktadır. Belli ki ABD, Alman ırkçılığının dünyayı kana buladığı gerçeğini, unutmuş görünmektedir. Veya işine öyle gelmektedir.

Ziyanı yoktur; unutmuş olun veya unutmuş görünün..Ama; bir gerçeği de, asla unutmamalısınız. O gerçek de şudur:

Hristiyanlık alemi, manen İslam alemine borçludur. Biz Müslümanlar, Hazreti İsa’nın Hak Peygamberi olduğuna; İncil’in, Semavi kitap olduğuna inanırız. İnanmazsak; Müslümanlığımız, Allah katında kabul olmaz. Ama Hristiyanlar, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i ve Kuran’ı kabul etmezler. Taassup ve cehaletlerinden dolayı kabul etmezler.

Ayrıca biz Müslümanlar, Hazreti İsa’nın, Allah’ın bir kudretinin neticesinde babasız dünyaya gelmesini, şek ve şüpheye düşmeden kabul ettiğimiz halde (Ki; bugün gelişen genetik ilmi, bu gerçeği doğrulamaktadır); Hristiyan aleminde, bu konuyu tartışıp, çirkin isnatlarda bulunanlar vardır. Hz. İsa’ya çirkin sıfat takılırken, Annesi Hz. Meryem’in iffet ve namusu tartışılırken; KURAN ve Hz. Peygamberimiz; Hz. İsa’nın Hak Peygamberi olduğunu, Annesi Meryem’in ismet ve iffet sahibi bir hanım olduğunu beyan etmiştir. Yani; bu hususta bütün Hristiyan alemi, Hz. İsa ve Annesi Hz. Meryem’i beraat ettirdiği için, İslam alemine borçludur.


Bilmem ki; yarın Ahret gününde ve Allah’ın huzurunda Hz. İsa, Hristiyan alemine “Beni dünyada beraat ettiren, annemin ismet ve iffet numunesi bir hanım olduğunu beyan eden Hz. Muhammed’in aleyhinde niçin bulundunuz?” diye bir sual soracak olursa; acaba, Hristiyan alemi ne cevap verecektir?

Aslında; İncil’i iyi bilen ve inançlarında samimi bir hristiyan, eğer İncil’i iyi okursa; bu gerçeği, kendiliğinden bulacaktır. Değil İslam alemine ters bakmak; belki de, Müslümanları baş tacı edecektir.

İşte belgesi:

Dört İncil yazan dört müellif, Hz. İsa’nın semaya yükselişi vaktinde Havarilerine, “Ben, babama, babanıza ve Allah’ıma gidiyorum. Size, benden sonra (PERAKLİT) geleceğini müjdelerim.”, dediğinde ittifak etmişlerdir.

PERAKLİT, Yunanca bir kelimedir. Asıl telaffuzu, PERAKLİTOS’dur. Latince İncil’de PARALİTİS’dir. Yunanca’da PERAKLİTOS’un manası, “Niyaz olunmuş” demektir. Aslı, Arapça (AHMED) manasına olan BİRİKLİTOS’dur.

Bu hususta Kuran’da SAF SURESİ’nde , şöyle buyuruluyor:

“Ve iz kale iysebnü meryeme ya beni israiyle inniy resulüllahi ileyküm musaddikan lima beyne yedeyye minettevrati ve mübeşşiren biresulin ye’tiy min ba’dismühu ahmed…”

Manası:
“İsa Aleyhisselam Beni İsrail’e dedi ki: Benden önce nazil olan Tevrat’ı tasdik, benden sonra din-i kamil ile (Ahmed) isminde gelecek peygamberi size müjdelediğim halde , size hüccet ve bürhanla Allahü Teala’dan gönderilmiş peygamberim..”

Görülmektedir ki; Kuran’ı ve İncil’i iyi okuyup anlayanlar ve iman edenler için, Hristiyan dünyası ile İslam dünyası arasına KANLI HENDEK açmanın manasızlığı ortaya çıkar. Ama, ne yazık ki; taassup ve irtica içinde olanlar, bu gerçeği henüz görebilmiş değillerdir.

Sayın BÜYÜKELÇİ;

Bu,uzun ve fakat lüzumlu girişten sonra, bazı gerçekleri, bizzat size hatırlatmak istiyorum:

Türkiye, sizin yani Amerika Birleşik Devletleri’nin bir müstemlekesi veya bir eyaleti değildir. Siz de müstemleke ve eyalet valisi değilsiniz. Siz; güven mektubu kabul edilmiş bir Büyükelçisiniz ve ülkemizde misafirimizsiniz.


Türk milleti üredi, türedi bir millet değildir. Bu yüce Türk milleti; zulmü gördüğü yerde ADALETİ, inkarı gördüğü yerde İMANI, cehaleti gördüğü yerde İLMİ; hiddeti, gadabı gördüğü yerde sükuneti vazeden ve tarihin en eski efendisi olan bir millettir. Ve tarih boyunca DEVLET olmasını başarmıştır. Tarihte, iz de bırakmıştır. İşte, ıspatı:

600 sene hükmettiği Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da sulh, sükun, huzur ve güven vardı. Osmanlı Devleti bu bölgelerden çekildikten sonra; bu bölgelere zulüm, kan, huzursuzluk ve gözyaşı hakim oldu.

Evet; bugün ABD, dünyanın hakimi ve süper gücüdür. Ama; Türk milletinin tarihi zenginliğine sahip değildir ve 200 yıllık bir geçmişi vardır. Bugünkü hakimiyeti de, güce dayanmaktadır. Adaletten kesinlikle yoksun bu güç, adalete dayanmamaktadır ve eninde sonunda yıkılmaya mahkum olacaktır. Tarihin hiçbir döneminde, inkar veya tekzip edilemeyecek gerçeği, budur.

Tarihen sabittir ki:

BİR MİLLET, KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. FAKAT, ZULÜMLE ASLA ve ASLA DEVAM EDEMEZ!

Bu sebeple size hatırlatmak isterim ki; misafirimiz olarak bulunduğunuz ülkemizde, işlerimize karışıp; fitne ve fesatlar dokuyarak, bu yüce MİLLETİMİZİ ve tarihe damgasını vurmuş yüce DEVLETİMİZİ, huzursuz etmeye çalışmayınız!


Birinci Cihan Harbinden sonra Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları, gayet iyi bilmekteyiz. ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:

“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”

Sayın Büyükelçi;

ABD’nin emellerine hizmet edecek satılmış hainler, ajanlar bulabilirsiniz. Bunlar vasıtasıyla bazı kışkırtmalarda bulunarak, bazı kalkışmalar da sağlayabilirsiniz. Ama; biliniz ki, Türkiye’yi bölmeye gücünüz yetmez! Zira; bu millet, bölünmemeye and içmiştir. Kışkırtmaya çalıştığınız ve kullandığınız Kürt kökenli insanlar, Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcileri değildirler. Asla ve asla , yaratmaya çalıştığınız fitne ve fesada, boyun eğmeyeceklerdir.

Ve bilinmelidir ki; üniter yapısını muhafaza eden güçlü bir Türkiye, bölgenin sulh, sükun, huzur ve güveni için elzemdir.

Bugün ABD, dünyanın en güçlü ülkesidir. İman ettiğimiz ALLAH, dünyanın neresinde olursa olsun ve ne zaman olursa olsun; güçlü devletleri, her türlü zulmü önlemekle görevlendirmiştir. Bu kutsal görevin farkında olmayanlar, Allah’ın huzuruna sefil, rezil ve çaresiz olarak gideceklerdir ve Hiç şüphesiz; CEHENNEM’de, yerlerini alacaklardır İlahi ceza kesinleştiği gün; ABD’yi yönetenleri, hizmet ettikleri para sahipleri kurtaramayacaktır.


Bir diplomat olarak bu gerçeği görmeniz ve bu gerçeğe göre hareket etmeniz elzemdir. Hükümetinizi ve Parlamentonuzu baskı altında tutan dolar milyarderleri, eroin ve silah tüccarları, dünya ticaretine ve petrole hakim egemenleri, borsa spekülatörleri, dünya üzerinde tedavül eden 2-3 trilyon dolar kara paraya yön veren caniler ne derlerse desinler; siz, kan akıtıcı, can yakıcı, huzursuzluk yaratıcı organizasyonlara alet olmamalısınız ve Allah’ın emirlerine aykırı buyruklara teslim olmamalısınız. Zira; zulme alet olanlar, tarihin sayfalarında nefretle anılırlar.

Son sözüm, şudur:

Türk milleti ile zıtlaşmayınız; zira, zararlı çıkarsınız. Dünya, ABD’nin zulmünü, artık kaldıramaz. Yakın bir gelecekte, her şey tersine dönecektir. Zulme dayalı hakimiyetler, devamlı değildir ve eninde sonunda, çökmeye mahkumdur. Bu gerçeği, Amerikan halkına da anlatmalısınız.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncıokrat: MUSTAFA NEVRUZ SINACI

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Geçmiş, geleceğe ışık tutar.

Sayın Bekir BOZDAĞ
Yozgat Milletvekili ve
AKP Grup Başkan Vekili
Ankara 24 Ağustos 2009


Sayın BOZDAĞ;


Bugün gerçekleştirdiğiniz basın toplantısında söylediğiniz sözlerinizi, sergilediğiniz tavrınızı yadırgamamak, kınamamak mümkün değildir. Hele; “Kürt açılımı” veya “demokratik açılım” adı verilen açılım sebebiyle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi hedef alan;

"Asıl Amerikan projesi, bölücübaşının idamdan kurtarılması, boynundan ipin çıkarılmasıdır. İktidarda gürlemek lazım. Erciyes ovası’nda kurt olup Ankara’da kuzu olmamak lazım. Orada uluyorsan Ankara’da da uluyacaksın, Meclis’in çatısı altında da uluyacaksın. Öyle yağma yok. Milletin yanında erkek ama Meclis’te ürkek olacak tavrı biz hiç benimsemedik, kabul etmedik" sözleriniz, akıla, mantığa ve ilme aykırıdır ve siyasî adaba terstir. Sebebine gelince:

Bugünlerde Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen ve “Kürt Açılımı” adı verilen oluşumun ne olduğu kamuoyunca bilinmemektedir. Basında ve televizyonlarda yapılan tartışmalarda da, net ve geçerli bir formül ortaya konmamaktadır. Yerden yere vurduğunuz Muhalefet Partileri de, “Bizim önümüze konmuş bir formül, proje yoktur.” ifadelerini kullanmaktadırlar. Bu durumda, Partinizin fanatik taraftarları dışındaki bütün vatandaşların zihinleri karışmış ve herkes, gelişmeleri merakla izlemektedir. Türkiye’nin ve dünyanın siyasî tarihini iyi bilen vatandaşlar ise; gelişmeleri, endişe ile izlemektedirler. Endişe duyanların haklı sebepleri de vardır. Şöyle ki:

Bir defa dökülen kanda ve meydana getirilen terörde, Türkiye’nin bir kusuru yoktur. Kürt meselesi, bizim dışımızda ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in, müştereken ve plânlı olarak yarattıkları bir meseledir.

Evet, ABD’nin stratejik ortağımız olduğu kesindir. Merak edilen; bu ortaklıkta ağırlıklı olarak hangi ülkenin çıkarları söz konusudur? Sorum, kimseyi şaşırtmamalıdır. Sebebine gelince:

ABD Dışişleri Bakanı Hilary CLİNTON, sizinle ve ilgili birimlerle yaptığı görüşmelerden sonra basına yaptığı açıklamasında, “PKK ile mücadeleyi görüştük. Türkiye’nin demokrasisinden ve etnik yapısından bahsettik. Başkan OBAMA, Türkiye’nin yardımı ile dünyayı değiştirecek.” sözlerini söylemiştir.

ABD dışişleri Bakanının bu açıklaması, zihinleri karıştırmış ve tereddütler yaratmıştır.

Türkiye’nin demokrasisi ve etnik yapısı, Amerika’yı niçin ilgilendirmektedir? Ve OBAMA, dünyayı nasıl ve hangi istikamette değiştirecektir ve ABD’nin hedefi nedir? Bu hedefte; Irak’ın, Şİİ BÖLGESİ, SÜNNİ BÖLGESİ ve KÜRT BÖLGESİ olmak üzere üç parçaya bölünmesi mi vardır?

CLİNTON’ın, “Türkiye’nin demokrasisinden ve etnik yapısından bahsettik.” sözleri, ne anlama gelmektedir? Türkiye’ye, bir federasyon oluşturulması veya bir Kürt Devletinin kurulması mı önerilmektedir?

Meramımı daha iyi anlatmak için geçmişten bazı örnekler vermek istiyorum. Şöyle ki;

1-Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazı olduğu gerekçesiyle ABD, LOZAN ANTLAŞMASI’nı onaylamamıştır.

2-Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bir bölümünde şunları yazmıştır:

“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli Büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk.

Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin, Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonraki hazin, elemli hikâyesi var…

Dosyada bir fotoğraf…Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curzon…

Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ün âkibeti, iki ülkenin, Cemiyet-i Akvam gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış.

Yerli halk, Türkiye diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye plebisit, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” diye karşı çıkıyor ve Nasturi İsyanı başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı kısa sürede bastırılıyor….

Yıllarca süren savaştan sonra, yeni Türk Devletini kuranlardan Musul ve Kerkük’ü almak için direnen İngilizler, yeni bir isyan hazırlığına giriyorlar.

Oğuz Gökmen’in anlattığına göre,“CERİDE D’ORİENT” Kulübünde iki kişi bezik oynamaktadırlar. Biri, Türkiye’nin Başbakanı Fethi Okyar, diğeri de İngiltere Büyükelçisi Lindsay’dır.

İngiliz büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp, Türkiye Başbakanına hayırlı önerilerde bulunuyor:

“Ekselans; bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini, bakın başınıza ne belâlar geliyor.”

İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:

“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul Petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”

İngiliz Elçisi, baklayı ağzından çıkarır:

“Üstelik; bir daha ülkenizde zinhar bir KÜRT İSYANI çıkmayacağını taahhüt ederiz.”

Fethi Okyar, ingilizin bamteline basar:

“Ama sizin, Irak üzerindeki MANDA SÜRENİZ bitmek üzere…”

Ne gam! Emperyalizmin oyunu biter mi?

“Tasanız o olsun; biz, o süreyi hemen uzatırız.”

Sonra ne mi oldu?

Şeyh Sait İsyanı başlar; genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama, MUSUL ve KERKÜK de gider.

İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.”

3-Güneri Civaoğlu’nun 2 Şubat 1991 tarihli ve “İKİ YARBAY” başlığını taşıyan yazısından bir bölüm şöyledir:

Hyati Regeny Otelinin 11. katında bir dairede, ABD Kuvvetleri Ordu Sözcülüğü Merkezinde Amerikalı yarbayın sözleri…

Amerikalı yarbayla duvara asılı dev Ortadoğu haritasının önündeyiz.

Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyeti olan geniş alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri tane, tane seçerek anlatıyor:

“İşte KÜRT DEVLETİ burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak. Bu yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun bir boşluk doğacak. Kürtler, bir devlet kurarak, buradaki boşluğu dolduracaklar. BELKİ, TÜRKİYE’DEN DE TOPRAK İSTERLER.

Ona, anımsatıyorum:

“Türkiye, bunu kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor.”

Amerikalı Yarbay, “O ZAMAN ÇARPIŞACAKSINIZ!” diyor.

Soruyorum:

“Türkiye’nin düzenli orduları, silâhları, topları, zırhlıları, tankları, uçakları, füzeleri var. Böyle büyük bir güce nasıl karşı koyarlar? Hem gerek Suriye, gerek İran, Irak’ın toprak bütünlüğü için açık tavır koymuş bulunuyorlar. Onların da bölgede bir Kürt devleti oluşmasına göz yumacaklarına, nasıl ihtimal veriyorsunuz?”

Amerikalı Yarbayın verdiği yanıt, düşündürücüdür:

“Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin de yakında, çok silâhları olacaktır. Saddam’ın bıraktığı silâhlar, onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silâhları olacak. Uçakları, tankları, füzeleri, zırhlıları, helikopterleri, havaalanları, vs. gibi”

Sayın BOZDAĞ;

İnsanlar unutabilirler. Ama; devletlerin hafızalarının güçlü olması gerekir.

Görülmektedir ki; vaktiyle varsayım olarak değerlendirilen olaylar, bugün gerçekleşmiştir. Amerikalı Yarbayın söylediklerinin önemli bir kısmı da gerçekleşmiştir. Bundan sonra nelerin olacağını, sorumlu mevkilerde bulunanlar daha iyi bilirler. Merak ediyorum:

Türkiye’nin meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş size, yukarıda bahsettiğim olaylarla bağlantılı sorular sorsa; acaba, cevabınız ne olurdu? Zorlanmaz mıydınız?

Bu sebeplerden dolayı önemli mevkilerde görev yapan DEVLET ve SİYASET adamlarının; hislere hitap etmekten ziyade, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğini, akıldan çıkarmamaları gerekir.

Hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’de görev üstlenenlerin; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımaları, tarih ve coğrafya bilmeleri, dünya siyasî tarihini irdelemesini başarmaları ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlamaları şarttır.

Aksi halde DEVLET, iddiasını ve hedeflerini kaybeder. Hüner; DEVLETİ, kurallarına göre işleterek, milleti topyekûn bir büyük hedefe yönlendirebilmektir. Önemli meselelerin parti kongrelerine ve meydanlara taşınması, gelecekte iktidarınızı zora sokacağı gibi, Türkiye’yi de zora sokar ve ağır baskılar altında bırakır. Zîra; Türkiye, bu bölgede yalnız değildir ve her zaman İÇ ve DIŞ HUSUMETLERE maruz kalmıştır ve kalacaktır. Bu da, gayet normaldir. Zîra; bölgemizde, ABD’nin büyük hedefleri vardır.

Türkiye’nin geleceği ile ilgili çok önemli bir konuyu, iç siyaset zeminine taşıdığınız için; demokratik haklarımı kullanarak, bu konu hakkındaki duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

23 Ağustos 2009 Pazar

Kuvvet, yerinde kullanılmalıdır.

Sayın Tevfik DİKER
19-20.ci dönem Milletvekili
Ankara 23 Ağustos 2009


Sayın DİKER;

23 Ağustos 2009 tarihli ve “Başbakan Erdoğan, ya ‘KAHRAMAN ‘ ya da ‘SİYASÎ MEVTA’ olacak!..” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Bilinmeli ve kabul edilmelidir:

Kişilerin hayatları, milletlerin hayatlarına nispetle, çok kısadır. Sonra; Hak ve hakikat, kişilerle kaim değildir ve kişilerle ancak ve ancak zulüm payidâr olur. Aslolan; DEVLETİ, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre İŞLETEBİLMEKTİR.

Son 29 yıl zarfında, medyanın, bazı kişi ve kurumların, iç ve dış odakların parlatarak milletin önüne koyduğu birçok MUCİZE KİŞİLER gördük. Bu kişilerin YAPAY PARLAKLIKLARI, bir talaş alevi gibi söndü; her ateşin yerini küle bıraktığı gerçeğine uygun biçimde zaman içinde eridi, gitti. Geriye de; iç ve dış gailelerle boğuşan bir DEVLET ve MİLLET kaldı.

Neden?

Çünkü DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememiştir ve hep, MUCİZE KİŞİLERDEN medet umulmuştur. Bu sebeple;

Başbakan Erdoğan’ın KAHRAMAN veya SİYASÎ MEVTA olup, olmayacağı önemli değildir ve devletin, nasıl İŞLETİLDİĞİ önemlidir. Zîra DEVLET, bir TİCARETHANE değil, SOSYAL bir MÜESSESEDİR. Sosyal görevlerini ihmâl ederek vatandaşlarını aç, açık ve çaresiz bırakan bir DEVLET, gerçek FONKSİYONUNU yitirir.

Devleti yönetenlerin hataları, GÜNEŞ TUTULMASINA benzer; onları herkes görür. BÜYÜKLÜK, KUVVETLİ OLMAK DEĞİL, KUVVETİ YERİNDE KULLANMAK demektir. Ne güzel söylemişler:

Cehaletle dehâ arasındaki gerçek fark: Dehanın sınırları vardır, cehaletin ise, hiçbir sınırı yoktur.

Sözü, daha fazla uzatmayacağım; Başbakan Erdoğan’a yazdığım 22 Ekim 2008 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve takdirlerinize sunmakla yetineceğim:


“Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 22 Ekim 2008

Sayın Başbakan;

Hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’yi idare etmek; maruz kaldığımız ve kalacağımız iç ve dış husumetler sebebiyle kolay değildir ve çok dikkat ister.

Son Diyarbakır ziyaretinizdeki yaşananlar, bu görüşümü doğrular. Çünkü; DTP’nin yöneticileri ve milletvekilleri, belediye başkanları, işin başında yüklendikleri misyonlarının gereği olarak, terör örgütü PKK’nın tehditkâr emirlerine uymuşlardır. PKK; hiç çekinmeden “Başbakan Erdoğan’ı karşılamaya gidenler hedefimizdir.” diyerek, korku yaratmıştır. Doğu ve Güneydoğu’daki feodal yapı sebebiyle de halk, çaresiz kalarak evlerine kapanmış ve kepenklerini kapatmıştır. Meydan da, kiralık göstericilere kalmıştır.

Bu gerçeği, “Terör örgütü kan dökerek bölge halkını sindirmeye çalışıyor. Terör örgütünün son dönemlerde, eylemlerini sıklaştırmasına neden olan en temel etken budur” sözleriyle, bizzat siz de ifade ettiniz.

Bu olaylar, başta iktidarınız olmak üzere herkesi derin, derin düşündürmelidir. Zira; hangi döneme ait olursa olsun yaratılan terör eylemleri, bir hak arama eylemi değil; Türkiye’nin üniter yapısına ve toprak bütünlüğüne yönelik saldırı eylemidir. PKK, bu hedefin taşeronluğunu üstlenmiştir. PKK’nın arkasında ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in hedeflerine uşaklığı kabullenmiş Barzani ve Talâbanî vardır. Bu sebeple;

“Türkiye özgürleştikçe, terör örgütünün paniği artıyor. Yıllar yılı bu, böyle olmadı. Terör örgütü, devletin milletle bağını kesmeye çalışmadı” şeklindeki sözleriniz yanlıştır ve sizi de yanıltır.

Herkes, başından itibaren 1990’lı yılları hatırlamalıdır: O yıllarda meydana gelen terör olayları, hedef olarak bugünkü eylemlerden farksızdır ve devletin milletle bağını koparmak için yapılmıştır. Özgürlük iddiası bir aldatmaca ve yem olarak kullanılmıştır. Bölge halkına korku salmak için de PKK, çoluk-çocuk, ihtiyar-genç, Türk-Kürt ayırımı yapmaksızın acımasızca büyük katliyamlar yapmıştır. Yoksa; hiç kimse, Türkiye’de özgürlüklerin olmadığından bahsedemez. Zira; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olan herkes, ırkına, cinsine ve inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımız Devletin baskılarına maruz kalmamıştır. Asıl baskı, feodal yapı sebebiyle aşiret reislerinden, ağalardan ve tarikat liderlerinden gelmektedir. Aksi olsaydı ve halkın ayrılıkçı niyeti bulunsaydı; halk ayaklanır ve bir iç çatışma kaçınılmaz olurdu. Halkı yıldırmak, korkutmak, bir Türk-Kürt çatışmasını ateşlemek, PKK’nın üstlendiği bir görevdir. PKK’nın hizmet ettiği efendileri de dışarıdadır.

Bu bakımdan, Devleti işletmekle görevli olan iktidarın Başbakanı olarak, “Her makamın bir sözü vardır ve her sözün bir makamı vardır” gerçeğini, herkesten fazla benimsemek ve icabını yerine getirmek zorundasınız. Vaktiyle danışmanlığınızı yaptığı beyan edilen Bugün Gazetesi Yazarı Mehmet Metiner’in düzenlediği Kürt Raporu veya Batılı ülkelerin ma’nevî ajanlığını kabullenen ve her zaman Kürt meselesini, yanlışlarla kaşıyan ve dışarıdan beslenen aydınların ve yazarların görüşleri, sizi yanıltmamalıdır. İtibar ve rağbetiniz; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyan, tarih ve coğrafya bilen, dünya siyasi tarihini irdelemesini başaran ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlayan yüksek ahlâk ve fazilet sahibi arif kişilere olmalıdır. Çünkü; yüksek Ahlâk ve fazilet sahibi ve arif olan kişiler; yanıltmazlar, aldatmazlar, vefasızlık göstermezler ve nankörlük yapmazlar; verilenle yetinerek açgözlülük etmezler; hizmetlerini, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırırlar. Tarihe dikkat edilmelidir:

Haris, çıkarcı, verilenle yetinmeyen, açgözlü, ahlâk ve fazileti dışlayan ve yalancı kişilerin dokudukları fitneler, Kanunî Sultan Süleyman’ı da mağlûp etmiştir ve Şehzade Mustafa’nın idamına sebep olmuştur. Tarihin hiçbir döneminde düşman bizi yemedi; biz, kendi kendimizi yedik. Gerçekleri de, köşk, bağ ve bahçe gittikten sonra gördük. Ama; bu, kaybettiklerimizi geri getirmedi. Onun içindir ki:

“Tarih, olayları anlatan bir bilim değil; olayların cereyan ettiği zamandaki siyasî, iktisadî ve sosoyal meseleleri inceleyen ve irdeleyen bir bilimdir.” denmiştir. Ve yine tarihen sabittir ki;

Etraflarında, daimâ fitne ve fesat doğuran Firavun neş’esindeki insanları bulunduran devlet ve siyaset adamları, büyük çileler çekmişler ve hezimete uğramışlardır. Firavunluk neş’esi herkeste vardır. Ancak; yüksek ahlâk ve fazilet sahibi kâmil insanlar, kendilerini Firavun’luk neş’esinden kurtarabilmişlerdir.

Ana kaidelere ve ana belgelere göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan; vatandaşlık GÖREV ve HAKLARINI iyi bilen dikkatli bir vatandaş olarak ve DEMOKRATİK haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı."



Sayın DİKER;

Devletin yüce makamları, kişilerin istirahat ve ihtiraslarının tatmin yeri değil, milletin dayanağıdır. Bu gerçeği benimsemeyenler, kabullenmeyenler ve icaplarına uymayanlar, daimâ sorun yaratırlar ve adâletten uzaklaşırlar. Tarih, her döneminde bu gerçeği ispatlamıştır. Hürriyetlerin adâletle tahdid edilmediği sahalarda, demokrasi adı altında ACI ESARETLERİN kurulduğu, görülmemiş bir husus değildir. Zîra güç; avuç içine alınan kum gibidir, sıktıkça, parmaklar arasından akıp gider.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Yabancıların Büyük Oyunu

Sayın Hasan CEMAL
Milliyet Gazetesi Yazarı 12 Ekim 2008

Sayın Cemal;

12 Ekim 2008 tarihli ve “Sayın Başbakan, yoksa teslim olma sırası sizde mi?”,

11 Ekim 2008 tarihli ve “Erdoğan’ın yapması gerekenleri, Başbuğ mu yapıyor.”,

10 Ekim 2008 tarihli ve “Sayın Başbakan kanlı tuzağın ardındaki mantığa teslim olacak mısınız?”,

9 Ekim 2008 tarihli ve “Savaş tamtamlarına kulak vereceğinize, resmin tümünü görün!”,

8 Ekim 2008 tarihli ve “Sorun, askerin tekeli altında kaldığı sürece çözülmez!” başlıklarını taşıyan yazılarınızı okudum.

Türkiye’de yaşamamış olsaydım ve 50 seneden beri Türkiye’de cereyan eden olayların içyüzlerini iyi bilmeseydim; ne yapmak istediğinizi ve nasıl bir misyona hizmet ettiğinizi anlamakta güçlük çekerdim.

Zaman, zaman okumaktan usandığım yazılarınızın tümünde; Demokrasi ve Kürt sorunu adı altında seçtiğiniz tek hedef, Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir.

Acaba, neden?

Soruyorum; zîra, nasıl bir demokrasi istediğinizi ve sık, sık dile getirdiğiniz Kürt sorununun ne olduğunu, açık bir şekilde dile getirmemektesiniz.

Demokrasi açısından bakacak olursak; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren çarpıklığın dışında ülkemizde, tam anlamıyla bir demokrasi hüküm sürmektedir. Herkes, alabildiğine hürdür ve her istediğini serbestçe dile getirmekte ve yapmaktadır. Ekim 1983’ten itibaren de ülkemizi, siyasî iktidarlar yönetmektedir.

Kişisel olarak ben, bu modeli, demokrasi olarak kabullenemedim. Zîra; bu model, tek parti iktidarlarında Başbakanları; koalisyon iktidarlarında koalisyon ortağı parti liderlerini, tek söz sahibi yapmaktadır. Öylesine ki; kanun yapmakla ve hükümetlerin icraatlarını denetlemekle görevli olan Türkiye Büyük Millet Meclisi dahî, başbakanların veya koalisyon ortağı liderlerin mutlak iradelerine tâbî hâle getirilmiştir.

Bu çarpıklığı hiçbir zaman konu etmediğinize göre; gerçekten demokrasiyi savunduğunuza ve gerçek bir demokrasi arayışında olduğunuza, nasıl inanalım?

Gelelim Kürt sorununa:

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, ırkına, inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir ve herkes, haklarını serbestçe kullanmaktadır. Örnek: Bürokratların yüzde 70’i, memurların yüzde 68’i, Kürt kökenli vatandaşlarımızdır. Bugüne kadar çaresi bulunmayan istisnalar da bellidir:

Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt kökenli vatandaşlarımız, feodal yapı sebebiyle ağaların, şeyhlerin ve aşiret reislerinin baskısı altındadırlar. Yani, devletin tanıdığı haklarını kullanamamaktadırlar. Devletin değil, feodal yapının baskısı ve zulmüne tabidirler. Her nedense; demokrasi sözcüğünü dilinizden düşürmeyen siz, bu gerçekler karşısında gayet sessiz kalmaktasınız. “Kürt sorunu” olarak ortaya attığınız sorunun da ne olduğunu, açık bir şekilde belirtmemektesiniz.

Evet; başımızda terör ve terörist sorunu mevcuttur. Bu sorun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail, teröristleri ve terörü desteklemese, Barzani ve Talabani’ye “DUR!” deseler, bir sorunumuz olmayacaktır.

Zaten tarihî gerçekler de bellidir:

93 Harbinde Kars, Ardahan ve Erzurum’u işgâl eden Ruslar, Akdeniz’e ulaşabilmek için Ermenileri kullanarak, Doğu ve Güneydoğu’da terör hareketleri başlattılar ve katliamlar yaptırdılar.

Rusların niyetini gayet iyi bilen Sultan II.ci Abdülhamit, bu bölgelerde asayişi sağlamak ve Rusların oyunlarını bozmak için HAMİDİYE ALAYLARINI kurdurmuştur. Bu alaylar, tamamen bölge gönüllülerinden oluşmuştur ve emekli subaylar da kumandan olarak tayin edilmiştir. Gerçekten Hamidiye Alayları, kısa sürede asayişi sağlamışlar ve Ermeni çetelerine göz açtırmamışlardır.

Batı ülkeleri, bu oluşumdan rahatsızlık duymuşlar ve her zaman Osmanlı idaresini baskı altına almışlardır. Baskıların ana gerekçesi, “Sorunlar, silâhlı mücadele ile çözülmez” şeklindeydi.

Abdülhamit tahtan düşürülünce, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidara geldi. Bu iktidarın en güçlü adamları Cemâl, Talât ve Enver Paşalar idi. Batının telkinlerine aldanmış olacaklar ki; ilk iş olarak Hamidiye Alaylarını ortadan kaldırdılar. İşte; ne olduysa ondan sonra oldu ve Ermeni isyanı başlatıldı. İsyanı da, Sultan Abdülhamit’e hâl fermanını tebliğ edenler arasında bulunan Ermeni Aram Efendi yönetmiştir.

Tarihî seyrini hepimiz biliyoruz: kan, gözyaşı ve sefalet getirmiştir ve isyan, tehcirle bitirilmiştir. Bu isyan, İttihat Terakki iktidarını hem yormuş ve hem de zora sokmuştur. Dedeniz Cemâl Paşa hatıratında; “İktidara gelince yaptığımız en büyük hata, Hamidiye Alaylarının lâğvedilmesidir. Şayet bu alayları dağıtmasaydık, bu felâketi yaşamayacaktık.” İfadelerini kullanmıştır.

Sayın Cemal;

Başımıza musallat edilen terör bellidir ve tamamen dış kaynaklıdır. ABD İngiltere ve İsrail tarafından eğitilen ve Batı ülkeleri tarafından donatılan teröristler, ülkemize saldırmaktadırlar ve Irak’ın kuzeyinde oluşturulan Kürt yönetimi tarafından himaye edilmektedirler. Elbette ki; bu teröristlerle silâhlı mücadele edilecektir ve bu görev de, Türk Silâhlı Kuvvetlerinindir.

Şimdi siz; bilinen gerçekleri yok farz ederek orduyu hedef almakla, acaba, ne yapmak istiyorsunuz? Unutmayınız:

Bir devletin en büyük gücü; ekonomisi ve ordusudur.

Ekonomimiz, maalesef yabancılaşmıştır. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz yabancıların eline geçmiştir ve iktisadî bağımsızlığımız tehlikeye düşmüştür. Şimdi sıra, ordumuzdadır. Türk Silâhlı Kuvvetlerini yıpratmak için de bazı odaklar, âdetâ, bir birleriyle yarış halindedirler. Her türlü vasıta ile askerler hedef alınmaktadır. SOROS beslemeleri bu işi, vazgeçilmez bir misyon olarak benimsemişlerdir.

Merak ediyorum: acaba, bu gerçekleri düşündüğünüz oluyor mu? Veya düşünmek istemez misiniz?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

20 Ağustos 2009 Perşembe

Geçmiş bilinmeli.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
BAŞBAKN
Ankara 19 Ağustos 2008


Sayın Başbakan;

Memur maaşlarına yapılacak zamları açıkladığınız basın toplantısında gazetecilerin sorduğu bir soruya;

“Bizim hükümetimiz, böyle kimsenin hakkı olmadığı halde, para basmak suretiyle memuruna, işçisine para verme ahlâksızlığına düşen bir hükümet olmamıştır. Bunu yapmayız. Çünkü; bunu ben, milletin cebinden çalmak olarak görüyorum.

Biliyorsunuz; bu devaluasyonları Türkiye, çok yaşadı. Öyle rastgele zamlar yapıldı bu ülkede…Ama ondan sonra da, benim vatandaşımın alım gücü düştü. Az önce ifade edildiği duruma düşeriz. Yani sen, zam yapıldı zannedersin; çarşıya, pazara gidersin; 3 kilo pirinç alırken bu defa, 1,5-2 kilo pirinç alırsın; 1 kilo pirinç çalınmıştır. “Ben zam aldım ama, pirinç azaldı” dersin! Yapılan artışlarla benim vatandaşımın alım gücünün ne kadar arttığını göreceksiniz. Bu sebeple, uçuk-kaçık taleplere kapalıyız.” cevabını vermişsiniz.

Üzülerek ifade edeyim ki; bu ifadeleriniz doğru değildir ve ekonomik gerçeklerden uzaktır. Zira Türk milleti, 28 yıldan beri uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle daima aldatıldı. Bu aldatmanın en önemli ayağı da, “PARA BASMA” hususundaki doğru olmayan beyanlardır. Zira; 1987’den itibaren Merkez Bankası, ekonominin ihtiyacı olan Türk parasını piyasaya vermemiştir; 1989 Ağustos ayından itibaren de, olması gereken Türk parasının yerine yabancı paraların tedavülüne imkân tanımıştır. Bu sayede de, KUR-FAİZ makasına dayalı paradan para kazanmanın kapıları, ardına kadar açılmıştır. Şayet bu hataya düşülmeseydi; Türkiye, ekonomik sıkıntılara maruz kalmayacak ve bugünkü sıkıntılar da yaşanmayacaktı. Bu duruma da, para basılmaması sebebiyle gelinmiştir.

Bu doğru görüşüme itiraz eden çıkabilir. Ama; iç ve dış borçlarımıza ve 20 yıl zarfında ödediğimiz faizlere ait istatistikler ortaya dökülürse, gerçek, gün gibi açığa çıkar. Ve bu sayede de ekonomimizin uğradığı büyük kayıplar anlaşılır. Mukayese de gayet kolaydır:

12 Eylül sabahı ne kadar iç ve dış borcumuz vardı?

1987’de iç ve dış borç stokumuz neydi?

Bugünkü iç ve dış borç stokumuz nedir?

1987’den bugüne kadar ödediğimiz faizlerin miktarı nedir?

1987’de tedavüldeki Türk parasının milli gelire veya bütçeye göre oranı neydi; bugün nedir?

1980’de tedavüldeki Türk parasının milli gelire veya bütçeye göre oranı neydi; bugün nedir?

Sayın Başbakan;

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı kime karşıdır? Veya Merkez Bankası, kime karşı bağımlıdır?

Para politikalarının oluşmasına karar veren kurulların temsilcileri kimlerdir?
En önemlisi; Merkez Bankası, Kuruluş Kanunlarındaki görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş midir? Yani; piyasanın ihtiyacı olan Türk parasını piyasaya vermiş ve kredi hacmini düzenlemiş midir?

Kur-Faiz makasında düzenlenen para politikalarından istifade edenler kimlerdir? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zirâ; 28 yıldan beri izlediğim ekonomik faaliyetlerde en çarpıcı hareket bellidir:

Ya ani kur artışlarıyla, ya beklenmedik devaluasyonlarla, ya da uzun süren sabit kur uygulamalarıyla finans kesimine, bankalara, büyük iç ve dış şirketlere büyük rantlar aktarılmıştır. Son 6 yıllık dönem, rantların en yüksek olduğu dönemdir. Dikkatlerinize arz ediyorum:

Bugün dolar kuru, Nisan 2001 kuruna eşittir. Aradan 7 yıl geçtiği halde; 21 Şubat devaluasyonunun niçin yapıldığını ve bu devaluasyonun, Türkiye’ye verdiği zararı konuşan, sorgulayan ve doğru politikalara yönelen çıkmamıştır.

Bu yanlış ekonomi ve para politikalarının bedelini daima halk ödediği halde; halkı rahatlatacak, ekonomiyi üretken hale getirecek para politikalarını arayan çıkmamıştır. Tabir caizse Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge ve paralarını dövizden faize, faizden dövize veya Devlet İç Borç Senetlerine yönlendiren bir avuç para sahibine esir edilmiştir.

Dolaylı vergilerle halk ezilirken, Türkiye üretim gücünü kaybederken; kayıt dışı veya belgesiz çalışanlar, oluşan saadet zincirleri sayesinde servetlerine servet katarak sefa sürmektedirler. Bu fiili duruma Maliye Bakanlığı seyirci kalmakta ve olması gereken denetimleri yapmamaktadır.

Sayın Başbakan;

Çalışanların uçuk-kaçık talepleri yoktur. Devletin, bir refah devleti haline gelmesini arzu etmektedirler ve asgari şartlarda rahat bir hayat sürdürmek istemektedirler. Bütün ücret verileri (memur, işçi, emekli, dul ve yetim maaşları) elinizdedir. Bu ücretlerle halkın rahat etmesi, huzur bulması mümkün müdür? Bugün siz, ücretli kesimden bir vatandaş olsaydınız; acaba, nasıl geçinirdiniz ve hükümetlere karşı tepkiniz ne olurdu?

Bu sebeple ülkeyi idare edenlerin mazeret beyan etmeye hakları yoktur. Hükümetler, zoru başarmak zorundadırlar.

Türkiye’deki olup, bitenleri dikkatli biçimde takip eden ve demokratik haklarını kullanan bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı



Not: Ünlü gerçek iktisatçı Joan Robinson,
Şu sözleriyle anılır:

“İKTİSAT BİLMENİN YARARI, BİR ÜLKENİN
EKONOMİSİNİ DÜZELTMEK VE EKONOMİK
ZORLUKLARA GEÇERLİ ÇÖZÜMLER BULMAK
İÇİN DEĞİL, İKTİSATÇILARIN YANILTMALARINI
ÖNLEMEK İÇİNDİR.”

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Sanal Demokrasi.

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 19 Ağustos 2009

Sayın CUMHURBAŞKANI;

Radikal Gazetesi’nde yayımlanan demecinizi okudum. Demecinizin bir bölümünde;

“İmralı falan onları unut, geç. Sen soruyu başka türlü sor. Onlar muhatap değil. Türkiye’de bir mesele var. Herkesin kendi meselesini, problemini kendisinin çözmesi gerekir. Bir ülke kendi sorunlarını kendi inisiyatifiyle çözmezse başkaları günü gelir daima bunu istismar eder. Vaktiyle de istismar etmişti.

Bugün de gerek Türkiye içindeki konjonktür gayet açık, müsait. Tartışılıyor bütün bu konular açık seçik, medenice tartışılıyor. Daha da önemlisi uluslararası konjonktür de çok müsait. Her zaman müsait olmayabilir. Bazen çok daha farklı da olabilir.

Türkiye büyük bir ülke, medeni bir ülke, demokratik standartlarını yükseltmek isteyen bir ülke, hedefleri belli olan bir ülke. Tüm bu konuları cesur bir şekilde çalışmak, Türkiye’deki bütün vatandaşlarımızın birliğini, beraberliğini daha güçlendirmek herkesin vatanına, ülkesine, Türkiye Cumhuriyeti’ne olan aidiyetini daha güçlendirmek yönünde yapılacak çalışmalar doğrudur diye düşünürüm.

Yapılan çalışmalar neticesinde Türkiye’nin üniter yapısının daha güçlü hale gelmesi gerekir, ileride herhangi bir tehdit olmaması gerekir. Çünkü birliğimiz ve beraberliğimiz her şeyin önünde gelir, ama tüm bunları yaparken de medeni, büyük, güçlü bir ülkenin özgüveni içerisinde hareket etmek gerekir.” ifadelerini kullanmışsınız. Ancak gelişmeler, temennilerinizin doğrultusunda seyretmemektedir. Şöyle ki:

1-Neredeyse medya kuruluşlarının tamamı, maksatları, niyetleri ve misyonları kamuoyunca iyi bilinmeyen bazı köşe yazarları, kendi kendilerine “AYDIN” sıfatı takan bazı kişiler, aylardan beri Abdullah Öcalan’la yatıp kalkarak, sanki bir merkezden emir almışçasına kamuoyu oluşturma gayretine girmişler ve halkın efkârını karıştırmak için, ne lâzım gelirse yapmaktadırlar.

2-DTP lideri Ahmet Türk, evvelki söylemlerinin aksine, mülâyim bir tavır sergilese de; DTP’nin bazı milletvekilleri ve üst seviye yöneticileri, herkese meydan okuyarak ve Kürt kimliği savunuculuğu adı altında, ayrılıkçılık yaparak, halkı tahrik etmektedirler.

3-Başkaları olarak adlandırdığınız yabancı ülkelerin resmî veya gayri resmî görevlileri, dış ülkelerin sözde sivil toplum kuruluşlarının mensupları; Türkiye sanki kendi eyaletleriymiş gibi, yurdumuzun her tarafını dolaşarak ve ayrılıkçı kişi ve gruplarla görüşerek, yaratıkları Kürt sorununu, dünya kamuoyuna mâletmek için hertürlü çabayı göstermektedirler. Açık ifadeyle; kendi inisiyatiflerini, hâkim kılmaya çalışmaktadırlar.

4-Evet; Türkiye büyük, medenî, hedefleri belli olan ve demokratik standartlarını yükseltmek isteyen bir ülkedir. Ancak; bulunduğumuz bölgenin özellikleri sebebiyle bu bölgede, başka ülkelerin de hedefleri, çıkarları ve projeleri vardır. Bu sebepten dolayı da Türkiye, dâimâ iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Bu gerçeği yok farz edenler, kamuoyunu yanıltıcı, aldatıcı ve yanlış yönlendirici oluşumlara da fırsat verirler.

5-Halk arasında bir ayırımcılık yoktur. İster Türk, ister Kürt, ister başka etnik kimliğe mensup olsun; şartlandırılmış veya görevlendirilmiş kişilerin dışında hiç kimse, Türkiye’nin üniter yapısından şikâyetçi değildir ve bu yapıyı bozma niyetinde de değildir. Zaten; Türkiye’nin birlik ve beraberliğini bozmak ve üniter yapımızı ortadan kaldırmak isteyen dış husumet odaklarını çileden çıkaran husus da, budur. Ülkede bir Türk-Kürt çatışmasının meydana gelmemsi, Türkiye üzerinde hesapları, plânları ve hedefleri olan ülkeleri, alabildiğine rahatsız etmektedir.

6-Evet; Türk halkı, demokratik standartların yükseltilmesini, her şeyden fazla istemektedir. Zira; ülkemiz, inkâr edilse de, 29 yıldan beri halkı sistemin dışına iten ve ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren azıcık ve göstermelik bir demokrasi ile idare edilmektedir. Bu durumdan halk, milletvekili adayını kendi belirleyemediği için rahatsızdır ve kendi HÜR İRADESİNİ üstün kılacak GERÇEK BİR DEMOKRASİ arayışındadır. Zira bu model, DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmiştir ve keyfî idarelerle ülkenin ve milletin DİRLİK ve DÜZENLİĞİ bozulmuştur.

Şayet bu gerçekler dikkate alınmaz ve gözardı edilirse; hiçbir açılım, hiçbir tedbir ve hiçbir temenni, Türkiye’yi huzura kavuşturmayacak ve milletimizi rahatlatmayacaktır. Bu sebeple en büyük açılım, SİYASİ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARINI, gerçek demokrasinin vasfına uygun hale getirmek olacaktır. Aksi halde; sorunları çözmek bir yana; sorunlar, giderek artacak ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşacaktır. Sorumlu ve yetkili makamlarda bulunan devlet ve siyaset adamlarının önceliği, Türkiye’yi, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRT BİR ÜLKE haline getirmek olmalıdır.

Sayın CUMHURBAŞKANI;

“Yığınakta yapılan hata, harbin sonuna kadar devam eder.” derler. Demokrasi hususunda, 12 Eylül 1980’den sonra ülkeyi idare eden iktidarlar, yığınakta hata yapmışlardır ve bu hata, halen de devam etmektedir. Bu hata sebebiyle de Türkiye, tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olamamıştır; DEVLETİN GÜCÜNÜ elinde bulunduran ve bu gücü yanlış kullanan iktidarlar, milletin, HÜR olması gereken iradesine ZİNCİR vurmuşlardır.

Bu sebeple; kim sorun çözmek istiyorsa ve sorun çözmekte samimi ise; mutlaka ve mutlaka gerçek bir DEMOKRASİNİN temellerini atmalıdır. Bu yapıldığı takdirde; başkalarının, bir hedefe yönelik olarak yarattıkları KÜRT SORUNU, kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Zira o zaman; Türkiye, GERÇEK GÜNDEMİNE dönecek ve HEDEF KOVALAYAN bir ülke olacaktır.

Olayların seyrinden derin bir üzüntü ve endişe duyduğum için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, vatandaşlık görevi kabullendim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

18 Ağustos 2009 Salı

Hatadan dönülmelidir.

Sayın Ali BABACAN
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 18 Ağustos 2009



Sayın BAKAN;


Şanlıurfa’da yapılan toplantıdaki konuşmanıza başlarken söylediğiniz;

“Başbakanımızın yaptığı gibi artık yüksek sesle kendimize sormamız gerekiyor:’Türkiye, son 25 yılını Güneydoğu'da çatışmalarda heba etmeseydi, enerjisini terör belâsı nedeniyle harcamasa, sorunları daha erken çözebilseydi, bugün nerelerde olurdu?’ Bunun için artık hiçbir alanda kaybetmeye tahammülümüz yok. Önümüzde eşsiz bir fırsat var ve yıllardır süren terör belasını sona erdirip, kardeşler arasına nifak tohumları ekenleri elimizin tersiyle iterek, bunu beraber başarabiliriz.” sözleriniz, düşündürücüdür ve bir o kadar da hayret vericidir. Sebebine gelince:

Terörün sebebi ne Türkiye’dir ve ne de, Türk milletidir. Ülkemizin hiçbir köşesinde Türk-Kürt ayrışması ve düşmanlığı yoktur. Terörü yaratanların, destekleyenlerin, yönlendirenlerin dışında herkes, terörden şikâyetçidir ve sona erdirilmesini istemektedir. Kürt kökenli vatandaşlarımızın, bir ayrılıkçı ve bütünlüğümüzü bozacak talepleri de yoktur.

Ne var ki: Bölgeyi, kendi istek, çıkar ve hedefleri doğrultusunda şekillendirmeye kararlı olan ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL, müştereken Türkiye’yi huzursuz etmek, gerçek hedeflerinden uzaklaştırmak ve kendilerine tabi hale getirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Zira; iç ve dış gailelerle boğuşan, gerçek hedeflerinden uzaklaşan huzursuz, mutsuz, çaresizlik içersinde kalan; fertleri, bir birleriyle kavga eden bir Türkiye istemektedirler. Türkiye’nin siyasî tarihini iyi bilenler, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görürler. Bu sebeple;

Henüz daha ne olduğu bilinmeyen ve kamuoyuna açıklanmayan “Kürt sorunu açılımı” veya “Demokratik açılım” adını verdiğiniz konu ile gündem belirlemeye çalışacağınıza; gerçekleri, dosdoğru bir şekilde açıklayarak, “Bu sorun, bizim yarattığımız bir sorun değildir. Bu sorun, ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’İN, müştereken kendi hedefleri doğrultusunda yarattıkları, destekledikleri, yönlendirdikleri bir sorundur. Hedeflerini gerçekleştirmek için Talabanî’yi, Barzanî’yi, PKK’yı ve DTP’yi teşvik ederek maşa olarak kullanmaktadırlar.” deseniz, bu meseleyi kökünden halletmiş olursunuz ve sorunun gerçek muhataplarını, kamuoyuna duyurmuş olursunuz.

Konuşmanızın bir başka bölümünde;

“Ekonomide de bu gelişmelere paralel atılım sergiliyoruz. Tüm ekonomik göstergelerde bu ülkeyi tarihinde şahit olmadığı seviyelere taşıdık. Büyüme, enflasyon, ihracat, istihdam ve her alanda hiç tecrübe edilmeyen seviyeleri beraber gördük. En küçük siyasi krizde dengeleri alt üst olan Türkiye ekonomisi artık küresel ölçekte tarihi krizlere karşı bile direnç gösteriyor. Türkiye ne dış politikada, ne iç politikada sosyal yaşamda ekonomide bu seviyelere kendiliğinden ulaşmadı. Türkiye’yi bu seviyelere bizim kararlı, tutarlı, sağlam politikalarımız ulaştırdı. Ülke genelinde sağladığımız istikrar ve güven bizi bu seviyeye taşıdı.” ifadelerini kullanarak, Türkiye’nin geçmişini ret ve inkâr etmişsiniz. Ki; buna hiç hakkınız yoktur. Üstelik bu ifadeler, Türkiye’nin iktisadî tarihini iyi bilmediğiniz anlamına gelir ve yanlış iktisat ve para politikaları ile milleti oyalamış olursunuz. Bilinmesini isterim:

Türkiye, 12 Eylül 1980’den itibaren yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiştir ve bu dönem zarfında bütün ekonomik krizler, Türkiye’yi zaafa uğratmak, gerçek hedeflerinden uzaklaştırmak ve milleti fakirleştirmek için, küresel sermaye tarafından bilinçli olarak yaratılmıştır. Aynı yanlış iktisadî politikaları, iktidarınız da kabullenmiş ve devam ettirmiştir. Var olduğunu iddia ettiğiniz istikrar, halka bir şey vermemiştir ve “Döviz-Faiz-Borsa” üçgeninde rant sağlayanlara yaramıştır. Bu modelde üretim ve topyekûn kalkınma yoktur. Dolar ticaretine dayalı bu model, ancak dış desteklerle sürdürülmektedir. Ki; bu tarz gelen dış sermaye, Türkiye’nin varlıklarını eritmekte ve yatırım fakiri bırakmaktadır. Bu model, milleti aç ve işsiz bırakmış ve gırtlağına kadar borca batırmıştır. İtiraz edenler, bugünkü dolar kurunun, 2002 yılı Mayıs ayının kuruna, niçin eşit olduğunu, açıklamak zorundadırlar. Geçerli bir açıklama, her şeyin sırrını çözecektir.

Şanlıurfa’da bulunuşunuzun sebebi, bölgenin ekonomisini canlandırmak, bazı açılımları açıklamak içindir. Ki; buna benzer bir açıklamayı, 28 Mayıs 2008 tarihinde Başbakan Erdoğan, “Gap Eylem Plânı” adını verdiği açılımı sebebiyle yapmıştı. Bu plânı gerçekleştirmiş olsaydınız, bugün Şanlıurfa toplantısına lüzum kalır mıydı?

Maksadımı daha iyi anlatabilmek için, Başbakan Erdoğan’a yazdığım 28 Mayıs 2008 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve takdirlerinize arz ediyorum:


“ Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
BAŞBAKN
Ankara 28 Mayıs 2008


Sayın Başbakan;

Diyarbakır'da büyük gösteriyle ilan ettiğiniz "GAP EYLEM PLANINI" açıklarken yaptığınız konuşmanızı, dikkatle dinledim. Konuşmanızın en önemli bölümü;

"Bu paket, talihi de değiştirecek ve tarihi fırsatlar yaratacak, bölgeyi geri kalmışlıktan kurtaracak bir kurtuluş projesidir. Güneydoğu bölgemizin yüzünü güldürecek ve bütün Türkiye'nin kalkınmasını sağlayacak bir projedir. geçmiştekilerin yaptığı gibi siyasi söylem ve popülist politiklarla milletimizi oyalamayacağız. Açıkladığımız plan, kaynağı tamamlanmış, tarihi belirlenmiş bir eylem planıdır. Başarı, adaleti yaymak, refahı paylaştırmakla mümkündür." şeklindeki sözlerinizdir.

Türkiye'yi 1957 yılından beri çok dikkatli izleyen ve olup-bitenleri, hislerden azade aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdeleyen bir vatandaş olarak merak ettiğim hususu şudur:

GAP PROJESİ, Türkiye'nin en iyi planlanmış ve en büyük projesidir.

Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde sulama amaçlı ve enerji üretimli 15 adet baraj planlanmıştır.

1965'ten itibaren yürürlüğe konan projeye göre inşa edilen 14 adet baraj, 2002 yılına kadar tamamlanmıştır. İnşası tamamlanan bu barajların sekiz adedinden 20 milyar kilovat/saat elektrik enerjisi elde edilmektedir.

İktidarınız döneminde ise 5 Ağustos 2006 tarihinde ILISU BARAJININ temeli atılmıştır ve 2013 yılında tamamlanması öngörülmüştür.

Bu projeyle yakın ilgisi bulunan Keban Barajı ve Hidroelektrik Santralinin inşasına 1965 yılında başlanmış ve 1975 yılında tamamlanmıştır.

Harran Ovası'nın ve Ceylanpınar'ın sulanması için Urfa Tünelleri'nin inşasına 3 Nisan 1977'de başlanmış; 7.62 çapında ve 26.4 kilometre uzunluğunda olan bu tünellerin birincisi (T1), 1995'te bitirilerek hizmete açılmış; İkincisi (T2), 6 Mayıs 2002'de tamamlanmıştır. Ancak; ovaların sulanması için gereken kanalların tamamlanmaması sebebiyle tünellerden sadece birisinden yararlanılmaktadır. T1 Tüneli, şu anda bakımdadır.

Fırat üzerindeki barajlar tamamlanmış; 1 milyon 100 bin hektar araziden ancak 200 bin hektar arazi sulanabilmektedir. Açıkladığınız eylem planına göre sulanacak araziler, 300 bin hektarlık Harran Ovası, 300 bin hektarlık Ceylanpınar Aşağı Mardin Ovası ile Dicle, Batman kıyı projeleri, Silopi Cizre- Nusaybin-İdil projeleri kapsamındaki arazilerdir.

Sulama projeleri için gereken para, 2.5 milyar dolardır.

Dikkat edilirse; aslında, GAP Projesi'nin yüzde 85'i tamamlanmıştır.

Bu gerçekler karşısında, "6 yıllık iktidarınız döneminde, sulama projelerini niçin gerçekleştirmediniz?" diye soracak olursam; acaba, cevabınız ne olur?

En kritik sorum da, şu olacaktır:

Sulama projelerinin tamamlandığını farz edelim ve bölgede 1 milyon ton pancar ürtimi imkanına kavuştuğumuzu farz edelim; o zaman, Şeker Kanunu kapsamına göre Türkiye, nasıl bir yaptırımla karşılaşacaktır? Mısır üretimi için de aynı sorum geçerlidir. Zira; şeker kanununa göre, tatlandırıcı elde edilen bitki üretimine de sınırlama getirilmektedir.
Pamuk, pirinç, ayçiçeği ülkemizin diğer bölgelerinde de üretilmektedir. Ama; uygulanan tarım politikaları sebebiyle yeterli seviyede üretim yapılamamaktadır.

Bu durum karşısında hazırlanan eylem planına göre tarım ve hayvancılık konusunda ne gibi teşvikler düşünülmektedir?

Sayın Başbakan;

GAP Projesi kapsamında 9 il bulunmaktadır. 9 ilin yüzölçümü, 75 bin kilometrekaredir ve nüfusu, 6.5 milyondur. Bu projeyle 4 milyon kişiye nasıl iş imkânı sağlanacaktır?

880 bin kilometrekare arazisi olan Türkiye ve 75 milyon insanımız için nasıl bir eylem planı düşünmektesiniz? Türkiye'yi ve Türk milletini topyekûn kalkınmaya götürecek nasıl bir ekonomi modeli geliştirmeyi düşünmektesiniz?

Bu mektubumu, Türkiye'yi 2002 yılında başlattığınız ve geçmiş iktidarları, hiçbir şey yapmadıkları ithamıyla suçladığınız için yazdım.

Görüşlerimi ve eleştirilerimi, samimi duygularla yapmaktayım. Görevlilerin ve danıştığınız iktisatçıların sizi, yanılttıklarına inanmaktayım. Duygulara hitap etmekle, hisleri galeyana getirip, iktidarda kalabilme gayretleriyle Türkiye'nin sorunlarının çözülemeyeceği ve hedeflerinin gerçekleştirilemeyeceği gerçeğini hatırlatmak istiyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı”


Sayın BAKAN;

Ne kadar övünürseniz övününüz; gerçek olan husus, ülkeyi iyi idare edememiş olmanızdır.

2002 yılı sonunda iktidarınıza devredilen önemli varlıklarımızı yabancılara satmış olmanıza ve bu yolla 50 milyar dolar gelir sağlamış olmanıza rağmen; ekonomimiz, düzgün değildir ve yabancı desteğine muhtaçtır. Spekülâtif ve ideolojik yatırım için gelen bu dış sermaye kesildiği an, KRİZİN gerçek boyutu anlaşılacaktır. Zira:

Türkiye, üretimden uzaklaşmıştır.

İşsizlik yaygınlaşmıştır ve işi olanlar da, aldıkları ücretlerle geçinememektedir.

Tarım ve hayvancılık çökmüştür ve Türkiye, kendi kendisini besleyemez duruma düşmüştür. Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip Türkiye, kendi kendisini besleyemez durumdadır.

Bankacılık sektörü iyi kâr etmektedir. Ama, millet, borç batağına saplanmıştır.

Küçük esnaf, tacir ve sanatkâr tasfiye edilmiş ve küresel sermaye, perakende ticaretimizi eline geçirmiştir.

Bütçe açığı ürkütücü boyuttadır ve Sosyal Güvenlik Kuruluşları, yükümlülüklerini yerine getiremeyecek derecede zordadır.

İç ve dış borçlar, millî gelire yaklaşmıştır ve giderek artmaktadır.

Millî sermaye tasfiye edilmiştir.

Bu durum karşısında eğer, selektif teşviklerle Türkiye’nin ekonomisini düzelteceğinizi zannediyorsanız, yanılıyorsunuz ve yanıldığınızı, acı bir şekilde öğreneceksiniz. Zira; yürürlükteki ekonomi ve para politikaları ile Türkiye’yi rahatlatmak ve milleti refaha ulaştırmak, mümkün değildir ve bunu, hiç kimse başaramaz.

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Uyutma ve aldatma politikası.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
BAŞBAKN
Ankara 28 Mayıs 2008


Sayın Başbakan;

Diyarbakır'da büyük gösteriyle ilan ettiğiniz "GAP EYLEM PLANINI" açıklarken yaptığınız konuşmanızı, dikkatle dinledim. Konuşmanızın en önemli bölümü;

"Bu paket, talihi de değiştirecek ve tarihi fırsatlar yaratacak, bölgeyi geri kalmışlıktan kurtaracak bir kurtuluş projesidir. Güneydoğu bölgemizin yüzünü güldürecek ve bütün Türkiye'nin kalkınmasını sağlayacak bir projedir. geçmiştekilerin yaptığı gibi siyasi söylem ve populist politiklarla milletimizi oyalamayacağız. Açıkladığımız plan, kaynağı tamamlanmış, tarihi belirlenmiş bir eylem planıdır. Başarı, adaleti yaymak, refahı paylaştırmakla mümkündür." şeklindeki sözlerinizdir.

Türkiye'yi 1957 yılından beri çok dikkatli izleyen ve olup-bitenleri, hislerden azade aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdeleyen bir vatandaş olarak merak ettiğim hususu şudur:

GAP PROJESİ, Türkiye'nin en iyi planlanmış ve en büyük projesidir.

Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde sulama amaçlı ve enerji üretimli 15 adet baraj planlanmıştır.

1965'ten itibaren yürürlüğe konan projeye göre inşa edilen 14 adet baraj, 2002 yılına kadar tamamlanmıştır. İnşası tamamlanan bu barajların sekiz adedinden 20 milyar kilovat/saat elektrik enerjisi elde edilmektedir.

İktidarınız döneminde ise 5 Ağustos 2006 tarihinde ILISU BARAJININ temeli atılmıştır ve 2013 yılında tamamlanması öngörülmüştür.

Bu projeyle yakın ilgisi bulunan Keban Barajı ve Hidroelektrik Santralinin inşasına 1965 yılında başlanmış ve 1975 yılında tamamlanmıştır.

Harran Ovası'nın ve Ceylanpınar'ın sulanması için Urfa Tünelleri'nin inşasına 3 Nisan 1977'de başlanmış; 7.62 çapında ve 26.4 kilometre uzunluğunda olan bu tünellerin birincisi (T1), 1995'te bitirilerek hizmete açılmış; İkincisi (T2), 6 Mayıs 2002'de tamamlanmıştır. Ancak; ovaların sulanması için gereken kanalların tamamlanmaması sebebiyle tünellerden sadece birisinden yararlanılmaktadır. T1 Tüneli, şu anda bakımdadır.

Fırat üzerindeki barajlar tamamlanmış; 1 milyon 100 bin hektar araziden ancak 200 bin hektar arazi sulanabilmektedir. Açıkladığınız eylem planına göre sulanacak araziler, 300 bin hektarlık Harran Ovası, 300 bin hektarlık Ceylanpınar Aşağı Mardin Ovası ile Dicle, Batman kıyı projeleri, Silopi Cizre- Nusaybin-İdil projeleri kapsamındaki arazilerdir.

Sulama projeleri için gereken para, 2.5 milyar dolardır.

Dikkat edilirse; aslında, GAP Projesi'nin yüzde 85'i tamamlanmıştır.

Bu gerçekler karşısında, "6 yıllık iktidarınız döneminde, sulama projelerini niçin gerçekleştirmediniz?" diye soracak olursam; acaba, cevabınız ne olur?

En kritik sorum da, şu olacaktır:

Sulama projelerinin tamamlandığını farz edelim ve bölgede 1 milyon ton pancar ürtimi imkanına kavuştuğumuzu farz edelim; o zaman, Şeker Kanunu kapsamına göre Türkiye, nasıl bir yaptırımla karşılaşacaktır? Mısır üretimi için de aynı sorum geçerlidir. Zira; şeker kanununa göre, tatlandırıcı elde edilen bitki üretimine de sınırlama getirilmektedir.

Pamuk, pirinç, ayçiçeği ülkemizin diğer bölgelerinde de üretilmektedir. Ama; uygulanan tarım politikaları sebebiyle yeterli seviyede üretim yapılamamaktadır.

Bu durum karşısında hazırlanan eylem planına göre tarım ve hayvancılık konusunda ne gibi teşvikler düşünülmektedir?

Sayın Başbakan;

GAP Projesi kapsamında 9 il bulunmaktadır. 9 ilin yüzölçümü, 75 bin kilometrekaredir ve nüfusu, 6.5 milyondur. Bu projeyle 4 milyon kişiye nasıl iş imkânı sağlanacaktır?

880 bin kilometrekare arazisi olan Türkiye ve 75 milyon insanımız için nasıl bir eylem planı düşünmektesiniz? Türkiye'yi ve Türk milletini topyekûn kalkınmaya götürecek nasıl bir ekonomi modeli geliştirmeyi düşünmektesiniz?

Bu mektubumu, Türkiye'yi 2002 yılında başlattığınız ve geçmiş iktidarları, hiçbir şey yapmadıkları ithamıyla suçladığınız için yazdım.

Görüşlerimi ve eleştirilerimi, samimi duygularla yapmaktayım. Görevlilerin ve danıştığınız iktisatçıların sizi, yanılttıklarına inanmaktayım. Duygulara hitap etmekle, hisleri galeyana getirip, iktidarda kalabilme gayretleriyle Türkiye'nin sorunlarının çözülemeyeceği ve hedeflerinin gerçekleştirilemeyeceği gerçeğini hatırlatmak istiyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı