30 Eylül 2009 Çarşamba

Gerçekler, konuşulmalıdır.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN



Başbakan ve AKP Genel Başkanı


Ankara 30 Eylül 2009


Sayın BAŞBAKAN;


Dokuz Eylül Üniversite’sinin 2009-2010 öğretim yılına başlaması sebebiyle yaptığınız konuşmanızın televizyonlarda yayınlanan bölümlerini dikkatle izledim. Konuşmanızın bir bölümünde;
''Birçok sorunumuzu çözdük. Çözüm yoluna da koyduk. Mevcut sorunlarımızı uzlaşı içinde, mutabakat içinde çözmenin gayretindeyiz. Küresel krizin aşılacağını biliyoruz. 2010 bunun ciddi başlangıcı olacak ve 2010'dan itibaren pozitif büyüme beklentilerimizi kamuoyuna orta vadeli programda açıkladık. Krizin sona ermesiyle birlikte üniversite gençliği başta olmak üzere tüm gençlerimizin işsizlik kaygısında biraz daha azalma olacak. Gençler, bakınız her üniversiteyi bitiren veya tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok. Dünyanın hiçbir yerinde, ABD başta olmak üzere halkının tümüne iş sağlamıştır diye bir gerçek yok. Bakın şu anda onlar da yüzde 7-8 oranlarına varan işsizlikle uğraşıyor. İspanya, buyurun yüzde 18 işsizlikle başbaşa. Biz ise şu anda yüzde 13'deyiz. Tabii ki mücadelemizi vereceğiz. Bunu daha aşağıya çekmenin gayreti içinde olacağız. Göreve gediğimde 10.7 idi, şu anda krize rağmen yüzde 13'deyiz. Bunu hiçbir zaman iyi bir yerdeyiz demek için söylemiyorum. Bunu kesinlikle tek haneli orana düşürmek durumundayız. Onun için de gerek tarım endüstrisinde, gerek hizmet sektöründe yoğun çalışma yapmak suretiyle bunları düşürmenin gayreti içinde olacağız.'' ifadelerini kullandınız.


İktidarda bulunmanız sebebiyle, siyasî amaçlı da olsa, icraatlarınızı övmek hakkına sahipsiniz. Ancak; Türkiye’yi iyi izleyenlerin gözlemlerini ve eleştirilerini de dikkate almak, görevlerinizin arasındadır. Bu sebeple; duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ediyorum:
İçinde bulunduğumuz iktisadî zorlukların, “Küresel Kriz” adı verilen finansal krizden kaynaklanmadığı kabul edilmelidir. Çünki; iktidarınız dönemi dâhil Türkiye, 29 yıldan beri iktisadî krize maruz kalmıştır. Ne yazık ki; ülkeyi idare edenler, Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiği gerçeğini görememişler ve kabullenememişlerdir. Bu sebeple; “Birçok sorunumuzu çözdük, çözüm yoluna da koyduk” sözünüz, gerçekleri yansıtmaya yeterli değildir. Keşke, gerçekleri yansıtsaydı…Şayet, sorunlarımız çözülmüş olsaydı:


- Türkiye’nin iç ve dış borçları artmaz ve halkımızın büyük çoğunluğu, borç yükü altında inlemez ve çaresizlik içinde kıvranmazdı ve de, fukaralık yaygınlaşmazdı.


- Gelir dağılımı bozulmaz ve fukara kesim ezilmezdi. İşsizlik, korkutucu boyutlara ulaşmazdı.


- Dış ticaret açığı, carî açık ve bütçe açığı, SGK açığı, ekonomimizdeki dengeleri bozacak derecede büyümezdi.


- Tarım ve hayvancılığımız çökmezdi ve Türkiye, kendi kendini besleyemez hale düşmezdi.


- En önemlisi: Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, yabancıların eline geçmezdi.


- Ümitlerimizi, spekülâtif yabancı sermayeye bağlamaz ve üretime matuf yatırımlara devam ederdik.


- Üretken bir ekonomimiz olsaydı; her yıl 50 milyar dolar faiz ödemezdik ve işsizliğin yaygınlaşmasını önlerdik.


- Övündüğümüz ihracatımız ithalâta dayalı olmaz; ara malı ve hammadde üreten bir yapıya kavuşurduk.


- Millî gelirimiz, dolar kurundaki düşüklüğe bağlı olarak kâğıt üzerinde artmaz; büyüyen reel ekonomi sayesinde, gerçek anlamda artardı.


- Banka kaynaklarımız, rantiye kesimini değil; üreten, yatırım yapan, istihdam sağlayan kesimlere destek olurdu.


Sayın BAŞBAKAN;


Birtakım statistikî rakamlara dayalı olarak yapılan iktisadî analizler, siyasî iktidarları daimâ yanıltmıştır. Bu gerçeği de en anlaşılır ve en güzel şekilde gerçek iktisatçı JOAN ROBİNSON, şu sözleriyle ifade etmiştir:


“İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak işin değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”


Konuşmanızda belirttiğiniz iki önemli hususa da değinmek istiyorum. Şöyle ki:


1-“Türkiye’deki kurulu bütün şantiyeleri dolaştım. Bundan önce hiç, şantiyeleri dolaşan başbakanlar gördünüz mü?” ifadesini kullandınız. Bu ifadeniz, bizler için biraz şaşırtıcı oldu. Zîra; şantiyeleri denetlemek başbakanların görevi değildir. Hükümetlerin plânladığı yatırımları yürütmek ve denetlemek, devletin birimlerine aittir. Sorumluluk da onlarındır. Elbette ki; istedikleri takdirde başbakanlar, yatırımları ziyaret ederler. Nitekim; sizden evvel de başbakanlar, büyük yatırımları dolaşmışlardır. Hem de bu işi, ulaşım imkânlarının zor olduğu dönemlerde yapmışlardır. Bu ziyaretleri, uzun ve meşakkatli kara yolculuklarına katlanarak yapmışlardır.


2-Yeni üniversite kurduğunuzu, sanki sizden evvelki iktidarlar, hiç üniversite kurmamışlar gibi övünücü bir üslûpla ifade ettiniz. Siyasî amaçlı övünmenize hak verirken, üniversiteler hakkında da görüşümü belirtmek istiyorum:


1965 yılında Türkiye’nin 6 üniversitesi mevcuttu. 12 Eylül 1980 sabahı İhtilâl idaresi, 22 üniversite teslim almıştır.


12 Eylül idaresi ve sonrası oluşan siyasî iktidar, üniversiteleri anarşi ve terör sebebi addettiği için, üniversite kurulmamıştır. 1991 yılı sonuna kadar geçen 11 yıllık süre zarfında, sadece iki üniversite kurulmuştur.


1991 seçimleri sonunda oluşan siyasî iktidar, 1992 başında itibaren üniversite yatırımlarını hızlandırmış ve bu sebeple 2002 sonunda 82 üniversitemiz olmuştur. Yani, 10 yıllık süre zarfında 58 üniversite kurulmuş ve bugün, faal haldedir. İktidarınız, 7.ci yılında 50 üniversite kurulmasına karar vermiştir.


Bu üniversite örneğini, “Devlette devamlılık vardır.” ilkesine dayanarak verdim. Zîra; siyasî iktidarların; kendilerini överken, geçmişi inkâr etmelerini ve kötülemelerini, gönlüm kabul etmemektedir.


Türkiye’nin iyi idare edilmesini arzu ettiğim için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akın

29 Eylül 2009 Salı

Sayın Mehmet Ali BİRAND


Posta Gazetesi Yazarı


İstanbul 29 Eylül 2009

 
Sayın BİRAND;

 
29 Eylül 2009 tarihli ve “Bu kafayla, açılım filân olmaz…” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Masumane bir giriş yapmışsınız. İşte, yazdıklarınız:


“Bazen gazetelerdeki haberleri gördükçe, inanın yüreğim daralıyor.


Bizler neler yapmak istiyor, Türkiye’yi nasıl daha ileriye götürebileceğimizi düşünüyor ve bu yönde mücadele veriyoruz, öte yanda ise öylesine derin bir direnme ile karşılaşıyoruz ki, insanın tüm hayalleri yok oluyor.”

 
Bu yazdıklarınız; aklı, ilmi, mantığı dışlayan ve hislere hitap eden bir aldatmacıdan ibarettir. Yani; her zaman için başardığınız bir tuzaktır. Zîra:


-Gelecekte, Türkiye’ye neler getireceği iyi bilinmeyen olaylar karşısında, DARALAN BİR YÜREĞİNİZİN olduğuna inanmak, biraz güçtür.


-Neler yapmak istediğinizi açık bir şekilde belirtmediğiniz için, sizi anlamak imkânsızdır.


-Türkiye’yi, nasıl daha ileriye götürebileceğinizi düşündüğünüzü kabullenmek ve bu yönde mücadele verdiğinize inanmak, zordur.


-Neyi hedef aldığınızı ve neyi, niçin yaptığınızı açık bir şekilde belirtmediğiniz için, derin bir direnme ile karşılaştığınız, gayet normaldir. Çünkü, açıklamadığınız tüm hayalleriniz, mutlaka yok olacaktır.

Yazınıza konu ettiğiniz için soruyorum:

 
-Kürt kökenli vatandaşlarımıza farklı muamele mi yapılmaktadır? Kürt kökenli vatandaşlarımızın hakları mı kısıtlanmıştır


-Kan dökülmesini istemeyen mi vardır?


-Kürt kökenli vatandaşlarımız, ne zaman ve nerede hırpalanmıştır ve Kürt olduklarını söylemekten korkmaktadırlar?


-Ermeni vatandaşlarımızın onurlu insanlar olmadıklarını söyleyen ve onları anlayışla karşılamayan mı vardır?


Sayın BİRAND;


Lütfen açık olunuz ve ne yapmak istediğinizi söyleyiniz. 25-30 yıldan beri KÜRT ve ERMENİ sorunu yaratmak için çalıştığınızı bilmeyen yoktur ve bu hususta, bir hayli mesafe de aldınız. Ektiğinizi biçecek zamanın geldiğine de inandığım için, soruyorum:


Kürt ve Ermeni sorunları; bizim, yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yarattığı sorunlar mıdır?


ABD, İngiltere, İsrail ve Avrupa ülkeleri, bu işin dışında mıdırlar? Bu sorunları başımıza belâ edenler onlar değil midir?


En önemlisi:


Size göre çözüm nedir? Eveleyip, geveleyeceğinize; zamirinizde gizlediğiniz çözümleri ve AÇILIMIN ne olması gerektiğini açıklasanız, daha mertçe davranmış olmaz mısınız?
Yazınızın son bölümünde; “Şimdi anlıyor musunuz; bu işlerin ne kadar zor olacağını, ne kadar uzun zaman ve çaba gerekeceğini görebiliyor musunuz? Her şeye rağmen yine de, direnmemiz gerekecek. Zîra; bizim gibi düşünenler, doğru yapıyor. Diğerleri, yanlışlar. Er veya geç, doğrular kazanır.” ifadelerini kullanmışsınız.


Bir anlamda TEHDİT içeren bu ifadeleriniz sebebiyle, sormak hakkımdır:


-Kime karşı ve kimlerle ve de niçin direneceksiniz?

-Sizin gibi düşünenler kimlerdir ve neyi doğru yapıyorlar? İstedikleri nedir?

-“Diğerleri” olarak nitelendirdikleriniz kimlerdir ve neyi yanlış yapıyorlar?

-Er veya geç, doğru yolda olanların kazanacakları muhakkaktır. Ama; siz ve sizin gibi düşünenlerin, doğru yolda olduklarının kanıtı nedir? Ortaya, bir ölçü koyabilir misiniz?
Irak’ı, kendi hedef, çıkar ve projeleri doğrultusunda işgâl eden, parçalayan, milyonlarca insanın kanının dökülmesine sebep olan; Celâl Talabani’yi, Irak Cumhurbaşkanlığı makamına oturtan; Barzani’yi, Irak’ın kuzeyinde oluşturulan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin başına getiren GÜCÜN, Türkiye’yi rahat bırakacağını mı zannediyorsunuz?

 
Elinizdeki medya imkânlarını ülkenin ve milletin aleyhine kullandığınızı hatırlatmak için bu mektubumu yazdım. Mektubumu da, ATATÜRK’ÜN söylediklerine kıymet vermediğinizi tahmin ettiğim için, Romalı Hatip Marcus Tullius ÇIÇERO’NUN şu sözleriyle sonlandırmak istiyorum:


Bir millet, kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içersindeki SATILMIŞ ve HAİNLERLE yaşayabilmesi imkânsızdır. Sınırları zorlayan DÜŞMAN, silâh ve bayraklarını açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat bir HAİN, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argumanlarını kullanarak, milletin yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur, milletin ruhunu çürütür; politik yapıya, her türlü hastalığı bulaştırarak, milletin yaşam gücünü elinden alır. Bir katil, daha az korkuludur.”


İşe yarar mı, bilemem; ama, mektubumu okuduktan sonra, ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİNİ de okumanızı tavsiye ederim. Belki, doğru yolu bulursunuz!

Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.

Söz doğru, uygulama Yanlış

Sayın Dinçer ALPMAN


TBANK Genel Müdürü


İstanbul 28 Eylül 2009


Sayın ALPMAN;


Enternet sitelerinde dolaşırken sizinle ilgili bu haber, dikkatimi çekti:


“TBANK Genel Müdürü Dinçer Alpman, “Bana kızacaklar olacak ama parasal genişlemeden yanayım’’ dedi ve ekonomideki daralma sorununa çözüm olarak ‘‘biraz enflasyon’’ önerdi. Cari açık ve enflasyondan korkulmaması gerektiğini savunan Alpman, “Bu işlerin ilacı bunlar” diye konuştu.,


KÜRESEL krizin etkisiyle daralan ekonomi, bugün Türkiye’nin en büyük sorunu ve pek çok sorunun da kaynağı. Sıkıntıya düşen binlerce işyeri, işsiz kalan milyonlar umudunu, 2010 yılına bağlamış durumda. Enflasyonun faizlerin düştüğü bir ortamda ekonominin bir türlü harekete geçmemesi, eskiden beri tartışılan enflasyon-büyüme ilişkisini bir kez daha gündeme taşıdı. ‘Biraz enflasyon lâzım’ görüşleri de dile getirilmeye başladı. Bu görüşlerde olanlardan biri de Tbank Genel Müdürü Dinçer Alpman.”


Sayın ALPMAN;


Hiç konuşulmayan, irdelenmeyen ve üzerinde durulmayan bu görüşünüzde, gayet haklısınız. Merak ettiğim ve edilmesi gereken hususlar da şudur:


1-“Parasal genişlemeden” kastınız nedir? Herkesin malûmudur ve başımızın belâsıdır:


Ağustos 1989’da yürürlüğe konan “32. sayılı Konvertibilite Kararı” ndan sonra NOMİNAL karakterli Türk parası ile birlikte FİKTİF karakterli yabancı paralar da tedavüle girmiştir.

Bu durum, döviz ticaretinin de kapılarını açmış ve döviz ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir.

Bu duruma rağmen, “Parasal genişliğin” sınırı, hiç konuşulmamıştır.

KUR-FAİZ makasında şekillendirilen bu modelde; bankalar ve bazı holdingler, “SICAK PARA” rantından beslenmişlerdir. Türkiye’nin iç ve dış borçları, Türkiye’nin önünü tıkayacak derecede artmıştır ve Türkiye’nin ekonomisini üretkenlikten uzaklaştırmıştır.

En büyük geçinen ekonomistler ve iktisatçılar dahî, “Parasal genişliği” konuşurken, tedavüldeki Türk parasını hedef almışlardır. Aldatıcı sloganları da; “Aman para basılmasın. Sonra enflâsyon olur!” şeklindeki görüşleri olmuştur.


2-Merkez Bankası’nın görevi; ekonominin ihtiyacı olan Türk parasını piyasaya vermek ve kredi hacmini düzenlemektir. Buna rağmen Merkez Bankası, 1987 başından itibaren bu görevini yerine getirmemiştir ve 32 Sayılı KONVERTİBİLİTE KARARINDAN sonra da iyice kısıntıya giderek, dolaşımdaki yabancı paraların genişlemesine izin vermiştir. Öylesine ki; 32 Sayılı Kararın 4/C maddesini de ihlâl etmiştir. Tuhaf olan da; bu fiili durumu kimsenin konuşmamış ve piyasadaki yabancı paraların genişliğine dikkat çekmemiş olmasıdır. Yani; üretime, yatırıma, istihdama kaynak olması gereken paranın, elden ele dolaşarak bazı kişi ve kesimlere büyük rantlar sağlaması görmezden gelinmiştir.


3-Türkiye’yi etkileyen husus, küresel kriz değildir. Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Dikkat edilirse; bütün sektörler sıkıntıya düşmüştür. Ama, finans sektörümüz, şimdilik krize maruz kalmadığı ve görünüşte büyüdüğü ve sağlam yapıya kavuştuğu varsayımları ile övülmektedir. Bu övgü, gerçekleri gizlediği için, gelecek tehlike de örtülmektedir.


4-Uyguladığımız modelde, “CARî AÇIKTAN” korkulmalıdır. Zira; dış ticaret faaliyetlerimiz, ithalâta dayalıdır. Oluşan dış ticaret açığı, ihracat dışı döviz gelirlerimizi de yutmaktadır. Açık ifadeyle Türkiye, dış ülkelere kaynak transfer etmektedir. İhracatımızın arttığı zaman carî açığımızın arttığının; ihracatımızın azaldığı zaman carî açığımızın azaldığının ne anlama geldiğini konuşan ve irdeleyen yoktur. Muhtemel bir devalüasyon vukuunda ve sıcak para akışının kesilmesi halinde, nelerle karşılaşacağımızın hesabı yapılmamaktadır ve geleceğe yönelik tedbirler alınmamaktadır.


Sayın ALPMAN;


Maksadımı daha iyi anlatabilmem için ekte; Devlet Bakanı Ali Babacan’a yazdığım 15 Haziran 2009 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve tetkiklerinize sunuyorum:




“ Sayın Ali BABACAN


Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı


Ankara. 15 Haziran 2009


Sayın BABACAN;


Bugün gerçekleştirdiğiniz basın toplantısını dikkatle izledim. Açıkladığınız kararların Türkiye’yi rahatlatmayacağını, bilâkis, mevcut iktisadî krizi daha da derinleştireceğini, rahatlıkla söyleyebilirim. Zira; konulara, iktisat ilminin gerçeklerini yok farz ederek, finansal açıdan bakıyorsunuz. Bu da, Türkiye’nin ekonomisini iyi bilmediğiniz anlamına gelir.


İktisat ilminin tekzip edilemeyen gerçeği bilinmektedir:


“ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE POZİTİF REEL FAİZ UYGULAMASI, HER ŞEYDEN ÖNCE BANKALARI BATIRIR VE EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR.”


Bu gerçeği dikkate almayan iktidarınız, 2001 krizini iyi anlayamamış ve 2002 sonrasındaki finansal gelişmeleri başarı kabul ederek, yanlış ekonomi ve para politikalarını devam ettirmiştir ve şimdi de “Küresel Kriz” ipine sarılarak, iktisadî başarısızlığını örtmeye çalışmaktadır.


Şu gerçeği, herkes kabullenmek zorundadır:


Türkiye, “Küresel Kriz” adı verilen finans oyunundan evvel de krizdeydi. Ne var ki; bu kriz, halkın krizi olduğu için paralı kesim, sesini çıkarmıyordu. İktidarınız da, DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan büyük RANT EKONOMİSİNİ, gerçek anlamda ekonomi zannettiği ve SICAK PARANIN rehavetine kapıldığı için, aslında olmayan icraatlarını başarı kabul ediyordu.


Bu görüşlerime itiraz edilebilir. Ama, bunu ispatı da vardır. İşte ispatı:


İktidara geldiğiniz zaman halkın bankalara olan toplam borcu (Kredi kartları, Tüketici ve ihtiyaç kredileri), 6 milyar 400 milyon lira idi. Bugün bu borç, 150 milyar liraya ulaşmıştır. Bu borcun 40 milyar lirasını da kredi kartı borçları oluşturmaktadır. Halk, keyfinden borçlanmayacağına göre; bu fiilî durum, halkın krizde olduğunu ispatlar.


Halkın krizde olduğu bu dönemde finans ve bankacılık kesimi, halkın sırtına basarak SANAL SAĞLAMLIĞA ulaşarak, krizi hafif atlatıldığına halkı inandırmaya çalışmıştır. Aslında finans ve bankacılık kesimi, SICAK PARA, KREDİ KARTLARI ve BANKACILIK HİZMETLERİNDEN ALINAN YÜKSEK ÜCRETLER sayesinde sağlam görünen yapıya kavuşmuştur. Yani bu kesim, halkın sırtına basarak yükselmiştir. Şayet kredi kartlarından alınan yüksek ve tefecilere rahmet okutturan faizler ve bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek ücretler olmasaydı, banka blânçoları zarar gösterirdi. Bugün sorun olan kredi kartlarına, mevduat faizlerinin bir misli oranında faiz uygulanmış olunsaydı; acze düşen ve icralık olan insanlarımızın, bankalardan alacaklı durumda olduğunu görmüş olurdunuz.


Bu gerçeğin üstü, “Kredi kartları bir nakit kullanım ve ödeme aracıdır. Bu kartlar, borcu borçla çevirme ve borcu öteleme aracı değildir. Kredi kartları, kredi değildir. Vatandaşlarmız, ihtiyaç kredilerine yönelmelidir.” sözleriyle örtülemez. Zîra; kredi kartları, bankalar için çifte kavrulmuş tabir edilen büyük bir cansimidi olmuştur. Hem kart sahibinden yüksek faiz alınmış ve hem de, kredi ile satış yapan esnaf ve ticaret erbabından, yine yüksek oranda faiz elde edilmiştir. Zira; küçük esnaf ve ticaret erbabı, kredi kartı ile yaptıkları satışların tahsilâtını vade gününde değil, hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bunun için de, bankalara yüksek oranda faiz ödemektedirler. Bu sebepten dolayı bankalar, hiç teminat almadan kredi kartı vermişlerdir ve kefil aramamışlardır. Tüketici kredisi almak ise, çok zordur. Mutlaka teminat ve kefil istenmektedir. Bu da gösteriyor ki; bankalar, tatlı faiz geliri için, belirli orandaki batağa razı olmuşlardır. Hesap edemedikleri de, batağın hızla yükselmesidir.


Bu gerçeği zamanında göremeyen, anlayamayan iktidarınız, ufukta kredi kartı faciası görününce, yeni tedbirlere başvurmaya karar vermiştir. Ki; bu tedbirler (faiz indirimi ve vade uzatımı) işe yaramayacak ve tıkanıklık, artarak devam edecektir. Çünkü, halkın parası yoktur. İşsizlik yaygınlaşmış, küçük esnaf ve ticaret erbabı çan çekişir hale gelmiş, çiftçi ve köylü, alınterinin karşılığını alamaz duruma düşmüştür. Elinde bir işi olanlar da, ücretleriyle geçinemez haldedir. Toplam nüfusumuzun ancak yüzde 10’luk kesimi rahattır. Bunlar da genellikle rant sınıfını oluşturmaktadır.


Sayın BABACAN;


Bu gerçeği zamanında görebilmiş olsaydınız ve gereken tedbirleri alsaydınız; finans ve bankacılık kesiminin halkı sömürmesine, halkın sırtına binerek yükselmesine engel olurdunuz ve de, bugünkü bunalıma meydan vermezdiniz.


Zaman, zaman bazı kişi ve kurumlar tarafından kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler eleştirilmiş ve tedbir alınması istenmiştir. Fakat ilgili Bakanlar ve yetkililer, bu eleştirilere ve tedbir istemlerine. “MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZDIR.” cevabını vermişlerdir.


İktisatçı değilim, eczacı bir vatandaşım. Buna rağmen büyük bir iddiada bulunuyorum. İddiam da şudur:


Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Şayet bu yanlış yoldan dönülmezse; ekonomimiz düzelmeyecek, halkımız ve devletimiz borç yükünden kurtulamayacaktır.


Bu görüşümde o kadar ısrarlıyım ki; bu görüşümü, her yerde ve herkesle tartışırım. Şayet lütfeder de, bir televizyon programında benimle tartışmaya razı olursanız, görüşlerimin doğruluğunu ispatlamama imkân tanımış olursunuz.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı”


Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı

28 Eylül 2009 Pazartesi

Öz, kaybedilmemelidir.

Sayın Ahmet Taşgetiren

Bugün Gazetesi Yazarı.

3 Şubat 2008



Sayın Ahmet Taşgetiren;



2 Şubat 2008 tarihli ve "Laik Şeyhülislâmlar" başlığını taşıyan

yazınızı okudum.
Türkiye'nin gündemine bir numaralı sorun olarak gelen Türban,- İnanç

konusu yapılarak; mantık oyunları ve münazara üslubu içersinde çözülemez ve her

kesimin mutabakatını sağlayacak tarzda neticelendirilemez. Zira; her ne

kadar masumane görüşler ortaya atılsa da; siyasî iktidarla, dindar

kesimi temsil ettiklerini söyleyen dernek, vakıf, cemaat ve tarikat

liderlerinin, inkârı mümkün olmayacak bir şekilde halkın din duygularını

istismar ettikleri kesindir. O kadar çok örnekleri vardır ki; bunları

bilmemenize imkân yoktur. En basit örnek: dindar kesimi temsil

ettiklerini iddia eden liderler; seçim zamanlarında, kendilerine tabi

olan insanları, bir siyasî partiye topyekün yönlendirmektedirler.
Bu müdahale ve yönlendirme, İslâm Dini'nin neresinde ve hangi

emrinde vardır? Allah, hiçbir mahlûkuna vermediği İRADE ve

HÜRRİYET sıfatlarını, sadece ve sadece, insan sınıfına bahşetmiştir.

Kur'an-ı Kerimde, Ayetlerle sabittir.
"Dinde cebir yoktur"
"Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize"
Bu durum, gerçek anlamdaki lâikliğin ifadesi değil midir?
Lâikliği, dinsizlik olarak algılayanlarla, lâikliği din dışılık

olarak algılayanlar, Kur'an'ın emirleri dışına çıkmış olmuyorlar mı?
Kur'an'ın bu emirleri, dinin devlete, devletin dine tarafsızlığının

ifadesi değil midir?
Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da, "Lâik bir düzende

yolların, din ile kesişmesi kaçınılmaz!" diyebiliyorsunuz?
Bu çerçevede düşünecek olursak, Deniz Baykal'ın "Türkiye'de

yükselen İslâmiyet değildir. Bunun gelişiyle Türkiye'de yaygınlaşan

İslâmiyet'in özü, değerleri, ahlâkı, kuralları değildir. Kur'an'ın

İslâmiyet'i değildir. Gelen başka bir şeydir. Din için gelmiyor."

şeklindeki sözleri doğrudur ve asıl tartışma, bu doğrultuda

yapılmalıdır. Sebebine gelince:



Hiç kimse inkâr edemez: 2-3 asırdan beri ülkemizde, âdet halinde,

dededen, babadan görüldüğü şeklinde bir müslümanlık hakimdir. Tabir

caizse; koca bir camiâ, şekilciliğe, sadece taât ve ibadete ve de 5-6

asırlık eskimiş ve günün ilmî terakkileriyle bağdaşmayan içtihatlara

yönlendirilmiştir. Yani; İslâm'ın gerçek yüzü örtülmüş ve birtakım

Bid'atler, hurafeler, din diye yutturulmuştur. Bu durum toplumu

bölmüş; tarikat ve cemaatler türemiş; insanlar arasında olması gereken

ahenk ve muhabbet kaybolmuştur. “Din ulemasıyız” diye geçinen bir takım

kişiler, İslâmiyet'in kesin olarak yasakladığı RUHBAN kisvesine

bürünerek, halkı aldatmışlar ve kitleleri, Kur'an'daki İslâm'dan

uzaklaştırmışlardır. Kısacası; İslâmiyet'in özü, değerleri, ahlâkı,

kuralları; sorgulayan ve hesap soran bir toplum yapısının oluşmasını

engellemek için örtülmüştür.
Bu gerçekler tahtında bakacak olursak; Deniz Baykal'ın, "Sizin bu

uygulamalarınızın ne İslâmiyet'te ve ne Hıristiyanlıkta yeri var. Sizin

sadece Batı'da değil, Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok." sözleri,

haklılık kazanır. Neden mi?


İşte, sebebi:


Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir

bölümünde, şu önemli sözleri söylemiştir:



"Ey Milletim! Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece benim

peşimden geliniz! Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman benim peşimden

gelmeye devam ederseniz; Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz!" Hz.

Ömer'in bu sözü üzerine bir kişi, hemen kılıcını çekerek, şu sözleri

söylemiştir:


"Ömer! Sözlerine dikkat et! bu millete hakaret hakkını sana kim

verdi? Hak ve Hakikatten ayrıldığın zaman senin peşinden gelecek insan

tasavvur etmen, bu millete yapılan en büyük hakarettir. Haktan

ayrılırsan, bu kılıç, sana haddini bildirir." Bunun üzerine Hz. Ömer,

teşekkür ederek şu sözleri söylemiştir:


"Beni, böyle bir milletin başına devlet başkanı tayin ettiği için

Allah'a şükürler olsun! Ve biliniz ki; Bir millet icabında

idarecilerini acı, acı tenkit etmezse; o idareciler de, kendilerine

yöneltilen bu acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o

milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!"
Hz. Ömer bu sözleri, kendi meziyeti ve kendi fazileti sebebiyle mi

söylemiştir? Hayır! Niçin söylemiştir? İşte sebebi:
Allah, Kur'an-ı Mübin'de, "Allah'dan başka herkes yaptıklarından

sorumludur ve herkes, hesap verecektir" diye emretmiştir.
Bir kimse Allah indinde en yüksek rütbeye mâlik olabilir. Birçok

özel meziyetlere sahip olabilir. Bu meziyet ve özellikler, onların

yaptıklarını sorgulamamaya ve herhangi bir hakikati feda etmeye, İslâm

Dini izin vermez! Bütün Müslümanlar, hak ve vazife hususunda geniş bir

eşitliğe sahiptirler. Kur'an-ı Kerim; "Adaletin herkes hakkında müsavi

bir şekilde cereyan edeceğini" beyan etmiştir.
Evet, İslâm'ın gerek hukuk hususunda ve gerek vazifeler hususunda

ayrıca imtiyazlı bir sınıfı yoktur. İşte bu sıfat, İslâm'ın en belirgin

ve seçkin özelliğidir. Yani; İslâm'ın özü, gerçek bir demokrasidir.
Fakat; ne acı bir hakikattir ki; İslâm'ın özünü terk edip, metninde

de anlamadan yürüyen ve tarihî hikmetlere vakıf olmayan, ulemalık

süsüyle yaşayan; dışı hoş, içi boş kimseler; demokrasiyi, din dışı bir

sistem olarak kötülemişlerdir. Hattâ; birçok yerde, "Bizde imamet

sistemi vardır; büyüklerimize, kayıtsız şartsız teslim oluruz ve itaat ederiz"

diyerek, halkın sorgulamasını önlemişlerdir.


Soruyorum: Deniz Baykal, "Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok!"

derken, yanlış bir şey mi söylemiştir? Hattâ; bu gerçeği, meşhur

Haccac-ı Zalim annesine, "Ömer'in kavmini getir, Ömer olayım"

sözleriyle belirtmiştir.


Denemesi bedava; Başbakanı, Cumhurbaşkanını veya herhangi bir

bakanı sorgulayan yazı yazınız! Bakalım; gazetede tutunabilecek

misiniz?


Zaten; "Kur'an'ın İslâmiyet'ini kim yorumlayacaktır?" derken, davayı

kaybetmiş durumdasınız. Siz ne güne duruyorsunuz? Açınız kur'an'ı ve

okuyunuz; öğrenmek istediğinizi, oradan öğrenirsiniz! "Muhkem" olarak

tarif edilen ayetlerde gerçekler, herkesin anlayacağı şekilde

anlatılmıştır. "Müteşâbih" olarak tarif edilen ayetlerin manâsını

anlamak için de ilim ve irfan gerekir. Yani; öğrenmek şarttır. Bundan

da, öğrenilemeyecek kadar zor manâsı çıkmaz. Kalbi olanlar,

düşünmesini bilenler, tefekkür edenler ve aklını işletmesini

başaranlar, bu hususta da zorlanmazlar!



Sayın Taşgetiren;



Hiç kimse gerçekleri gizlemesin; iktidar dahil birçok kimse, dinî

inançları, siyasî amaçla sömürmektedir. Bugün gündemimizi oluşturan

türban konusu, siyasî rant maksadıyla kullanıldığı için; korkarım ki,

büyük fitnelere sebep olacaktır.



Siz; türban tartışmasına dâhil olacağınıza; "bu tartışmalar niçin

ve ne maksatla yapılmaktadır? Bu tartışmalarda, Türkiye üzerinde

emelleri ve hedefleri olanların rolü nedir?" diyerek, gerçeklere

yöneliniz.


Saygılarımla.


Hüsnü Akıncı



Not: Siz Bugün "Şeriatla idare ediliyoruz." diyen Müslüman

ülkelerin, Kur'an ahkâmına veya İslam Dininin esaslarına göre mi idare

edildiklerini zannediyorsunuz? O ülkelerin, İslâm'la uzaktan yakından

ilgisi olmayan zalim hükümdarlar tarafından idare edildikleri

gerçeğini göremiyor musunuz? Zaman, zaman, "İslamiyet'in en iyi

yaşandığı ülke, Türkiye'dir" denir. Bu, doğrudur. Batı'nın esas korkusu

da budur. "Bölgedeki ülkeler, göstermelik de olsa, Türkiye gibi

demokrasiye geçerlerse, işlerimiz zorlaşır" diye düşünmektedirler.

Hedefleri de; Türkiye'yi, o ülkelere benzetmektir.

Ecz. Hüsnü Akıncı

26 Eylül 2009 Cumartesi

Samiyetsizlik ve riya, gerçekleri örter!

Sayın Ekrem DUMANLI

Zaman Gazetesi Yazarı

İstanbul 27 Eylül 2009
Sayın DUMANLI;

26 Eylül 2009 tarihli ve “Dinî kaynaklar, sinemaya ilham olabilir mi?” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümümde;
“Sinema, dinî kaynaklardan ilham alabilir mi? Diye bir soru yöneltilse; sanırım, bir birine zıt iki tepki ile karşılaşılır.

Birincisi; bizdeki, ‘bu, ne demek?’ diye başlayan ‘lâiklik tehlikeye girer!’ noktasına kadar taşınan reaksiyondur. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile sinemanın (tabii ki tiyatronun, hikâyenin, romanın v.s.) dinden ayrılması arasında, nasıl bir bağlantı kurulduğu ise; hep, kocaman bir soru işareti olarak kalmıştır. Bize özgü bir komplekstir bu ve doğru bir mantıktan ziyade, anlamsız bir korkuya dayanmaktadır.” ifadelerini kullanmışsınız.
Görünüşte bu görüşlerinizde haklı gözükmüş olsanız da, hakikatte gayet haksızsınız. Zîra; lâikliği “dinsizlik” olarak algılayan kesimlerle, lâikliği “dindışı” olarak algılayan kesimlerin kavgası sürdüğü sürece, işin doğrusu bulunamaz. Gerçek anlamdaki lâikliğin, “Dinin devlete ve devletin dine tarafsızlığı” ilkesi benimsenmediği ve kabul edilmediği sürece de bu kavga, hiçbir zaman bitmeyecektir. Son 2-3 asrı kapsayacak şekilde tarihî sürece bir bakalım:
İlimdeki, fendeki, sanayideki gelişmelere, “GÂVUR İCADIDIR!” diyerek karşı çıkanlar ve reddedenler, dâimâ, dindar kesimlerden çıkmıştır. “PUTTUR!” diyerek, resim reddedilmiştir. “Şeytan icadıdır!” denilerek, bisiklete binmek dahî günah olarak kabul edilmiştir. Tiyatro ise, “Cehennem’e giden yol” olarak kabullenilmiştir. Romana nasıl bakıldığını bilemem; ama, dünya klâsiklerine giren bir roman eserimiz yoktur. Osmanlı döneminde meydana gelen bütün ihtilâl, ayaklanma ve anarşi, “Şeriat elden gidiyor!” gerekçesine dayandırılmıştır. Medreselerde, başta fizik, matematik, kimya, biyoloji olmak üzere bütün fen bilimleri, tedrisattan kaldırılmıştır.
Bizzat şahit oldum:
Ruslar, 1958 yılında uzaya uydu gönderdiler. Amerikalılar, “Uzay yarışında biz de varız. Yakın bir gelecekte aya, insan göndereceğiz!” açıklamasını yapınca; Beyazıt Camisi’nde bir ikindi vaazında vaizin, “Aya çıkamazlar. Allah, insanlara bu izni vermez!” dediğine, bizzat şahit oldum.
Şimdi, konuya, yani, sinema meselesine gelelim:
Bu hususta bir yasak yoktur. İsteyen her kişi ve kuruluş, bu alanda faaliyet gösterebilir. Nitekim; mensubu olduğunuz cemaatin yayın kuruluşları, dinî içerikli dizi filmleri ve yayınlar yapmaktadır. Hattâ, öylesine dizi filmleri yayınlanmaktadır ki; Güneydoğu olaylarını konu alan bu dizi filmleri, gayet iyi senarize edilerek, genç dimağlara Türk-Kürt ayırımı aşılamaktadır. Yani; kamuoyunca iyi bilinmeyen bir siyasî amaca yöneliktir. Ki; bu senaryolar, benim kanaatime göre, dış destekli ve ideolojiktir.
Sormak hakkımdır:
Siyasî amaç taşımadan, cemaat propagandasına dayandırılmadan, dinî kaynakları sinemaya uygulamanın önünde bir engel var mıdır?
Sinema, bir vasıtadır; Hayırda kullanılırsa hayır, şerde kullanılırsa şer vasıtası olur.
Sayın DUMANLI;
Dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde EKSERİYETİN MEZHEBİ olmamıştır. Çünkü Allah, insanlara aslını aramaklık aşkı vermiştir. Bu sebeple de insanlar, daimâ, kendilerinden üstün bir kudreti aramışlar ve tapmışlardır. Ancak; her dönemde ve her yerde, insanların bu duygularını istismar ederek makam, mevki, servet, rütbe ve şöhret peşinde koşanlar, temiz duygular taşıyan insanları aldatmışlar ve uyutmuşlardır. 2-3 asırdan beri, Türk milletinin en büyük derdi de, budur. Maksadımı, Hz. Ali’nin, Mısır Valisi Malik İbni Eşteri’ye gönderdiği emirnamesindeki sözlerini örnek göstererek anlatmak istiyorum. Hz. Ali, şu ifadeleri kullanmıştır:
"EY MÂLİK! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zirâ bu DİN, fena adamların elinde esîr oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla, dünya nimetleri elde edilmeye çalışılıyor.”
Evet; Hz. ALİ'nin bu ALİCE sözü, her dimağda bir levha olarak kalmalıdır. Tarihin ibret dolu sayfalarını açan herkes; edepsizlerin, DİN PERDESİNE bürünerek, DİN NÂMINA yaptıkları fenalıkları okur ve ağlar!
Sayın DUMANLI;
HAYRIN ve ŞERRİN miktarı önemli değildir; vasfı, çok önemlidir. Dindarlık da, dinsizlik de samimiyet ister ve riya kaldırmaz. İster dindar olsun, ister dinsiz olsun; işin içine samimiyetsizlik ve riya katarsa; hakikatleri örtmüş ve insanları aldatmış olur. Bu husutaki görüşlerimi, Fehmi Koruya yazdığım ve ekte bilgilerinize sunduğum mektubumdan öğrenebilirsiniz:


“ Sayın Fehmi KORU

Yeni Şafak Gazetesi Yazarı
16 Nisan 2009


Sayın KORU;

16 Nisan 2009 tarihli ve “CEMAATTEN KORKULUR MU?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Açık ve samimi olarak itiraf etmem gerekirse, CEMAATTEN KORKULUR. Zira; 2-3 asırdan beri CEMAAT OLUŞUMLARI, “İHVAN” edilen mensuplarını İSLÂM DİNİ’NİN ÖZÜNDEN uzaklaştırarak ve onların İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARI üzerine ipotek koyarak, adetâ bir KÖLELİK SİSTEMİ oluşturmuşlardır.

Bu görüşüme itiraz edeceğinizi biliyorum. Ama; bu itirazınız, HAKİKATLERİ değiştirmeyecektir. Hakikatleri kabul etmek için insanların, “Ya göründükleri gibi olmaları veya oldukları gibi görünmeleri” şarttır.

Bu girişten sonra esas konumuza gelelim:
“CEMAAT” denince gerçek niyetlerini gizleyenler, cemaat mensubu insanları öne sürerek, cemaatin PERDE ARKASINA gizlenen YÖNETİCİLERİNİ hiç konuşmazlar ve kamuoyunun gündemine getirmezler. Böylece; cemaat reislerinin, tarikat liderlerinin İHTİRAS ve EMELLERİNİ gizlemiş olurlar. İşte bir örnek:
Etkili ve büyük bir teşkilâta sahip GÜLEN CEMAATİNİN görünürdeki lideri olan FETHULLAH GÜLEN’İ herkes tanır ve fakat; bu cemaatin tepe noktasındaki yöneticilerini kimse tanımaz. Bu yöneticilerin kariyerlerini, bağlantılarını ve yüklendikleri misyonlarını kimse bilmez. Zira; cemaatin üst kademe yöneticileri, halktan oluşan kitleleri, SORGULAMAMAK esasına göre ŞARTLI olarak yetiştirmişlerdir. Bunu da; insanların yaradılışında var olan “İNANMAK” özelliklerini kullanarak yapmışlardır. Yani; EVRENSEL olan YÜCE İSLÂM DİNİNİ, kendi çıkarlarına âlet ederek BÜYÜK KİTAP KUR’AN’I, sâdece ölülere okunan bir MEZARLIK KİTABI haline getirilmesini başarmışlardır.
Dikkat ediniz:
Her cemaat, kendi liderini BÜYÜK ilân etmiştir. Cemaat mensupları, kendi liderleri dışındaki kişileri ilmi, ahlâkı, fazileti ne kadar yüksek olursa olsun kabullenmezler ve hatta aleyhinde bulunurlar. Cemaatler arasındaki ittifak, ancak ve ancak tepe yöneticilerinin müşterek menfaat ve hedefleri doğrultusunda sağlanır. Bu ittifak da daha ziyade, SİYASÎ ALANDA sağlanır.
Sayın KORU;
Dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ekseriyetin mezhebi olamamıştır. Çünkü; insanın yaradılışında “ASLINI ARAMAKLIK AŞKI” vardır. İsteseler de, istemeseler de insanlar, kendilerinden üstün BİR KUDRETE tapmak zorundadırlar. Zira; Allah, hiçbir yaratılmışa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece insan sınıfına bahşetmiştir ve kendine muhatap kılmıştır. Bunun anlamı da gayet açıktır:
Her inanan, İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının hakkını vermek zorundadır. Hiç kimseye ve hiçbir makama tâbi olmadan kendi İRADESİNİ, HÜRRİYET içersinde beyan etmek zorundadır. İnanan bir insan, ancak bu sayede kendisini NEFSİNİN ESARETİNDEN kurtarabilir. Kendisini nefsinin esaretinden kurtaran insanlar, HAK ve ADÂLETİ gözeterek, AHLÂK ve FAZİLET ölçüleri içinde hayatlarını idame ettirirler. Zira; her FAZİLET, kendisi ile saf tutanlar arasında bir dostluk, bir muhabbet meydana getirir. Geçek anlamdaki CEMAAT, bu şekilde oluşur.
İşte; gerçek anlamda DİNDARLIK ve CEMAATÇİLİK de, budur. Bunun haricindeki oluşumların DİNDARLIK ve CEMAATÇİLİKLE uzaktan yakından alâkası yoktur ve olamaz da.
Şimdi; günümüze bir bakalım:
Seçimlerde şahit oluyoruz: Cemaat reisleri, cemaat mensubu insanları, seçimlerde, taşıdıkları İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını hiçe sayarak, belirledikleri partilere kitle halinde yönlendirmektedirler. Bu davranışlarıyla da, insanların SORGULAMA haklarını ellerinden almaktadırlar. Örnek:
İktidarın siyasî, iktisadî büyük hataları olduğu ve yolsuzluk söylentileri arşı kapladığı halde; iktidar yanlısı görüntü veren cemaat veya tarikat oluşumu televizyonlar ve gazeteler, herhangi bir eleştiride bulunmamaktadırlar. Başta askerler olmak üzere hangi kurum veya kuruluşa saldırılacaksa; hep birlikte ve ağızbirliği yaparak saldırmaktadırlar.
Merak ediyorum:
Hakikatleri gizlemek, insanların irade ve hürriyetlerine gem vurmak, adâleti gözetmemek ve hakkı savunmamak, yönetenlere hesap sormamak, insanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye ayırıma tabi tutmak, kamu mallarına yapılan tecavüzleri görmemek, ehliyet ve liyakate bakılmaksızın kadrolaşmak; acaba, Yüce İslâm Dininin neresinde kayıtlıdır?
Yalanla iman bir kalpte bulunamayacağına göre; herkes kendi hesabını yaparak, ne kadar dindar olduğunu ortaya koymalıdır. Bu hesabı, cemaat ve tarikat yöneticileri de yapabilmelidirler. Zira; mensuplarının dini hislerini istismar etmek kolaydır. Ama; Allah’ı aldatmak imkânsızdır. Zira; Allah, herkesin hayatının filmini çektirmektedir ve hesap gününde bu filmi, herkesin önüne koyacaktır.
Bu sebeple; dikkat ediniz ve şartlı yazıları terk ederek, halkı, doğrular istikametinde bilgilendiriniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı”
Sayın DUMANLI;
Siz, her gün yazıyorsunuz ve kamuoyu oluşturmak için çalışıyorsunuz. Ben de ara sıra yazıyorum. Ama, geniş halk kitlelerine ulaşma imkânım yoktur. Bu sebeple, muhakkak surette cevabınızı bekliyorum. Bu cevabınız, görüş, duygu ve düşüncelerimizin uyuşup, uyuşmayacağının ölçüsü olacaktır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

25 Eylül 2009 Cuma

Herkes görevini yapmalıdır.

Sayın Cengiz ÇANDAR

Referans Gazetesi Yazarı

İstanbul. 25 Eylül 2009





Sayın ÇANDAR;
25 Eylül 2009 tarihi ve “Açılım’ın Neresindeyiz?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Yalçın Doğan’ın, CHP ve MHP Grup Başkan Vekillerinin açıklamalarına yer vererek, yazınızın son bölümünde şu ifadeleri kullanmışsınız:
“Bunlara itiraz etmek imkânsızdır. Kâğıt üzerinde gayet mantıklı gözüken öneriler bunlar.

Ama bu “tek taraflı” adımların karşılığında, bu adımları atmayı kolaylaştırıcı ya da en azından PKK’yı etkilediği “tabanından” soyutlayacak ve “karşı taraf”tan gelecek “tek taraflı” adımlar ne olacaktır? Unutmayalım ki, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Kürt Dili ve Edebiyatı Kürsüsü”nün kurulmasının –Kürt kimliğine ilişkin en asgarî bir adımın- bile YÖK tarafından bloke edildiği, bir röportajda “babam Kürt” dedi diye Hülya Avşar hakkında savcıların harekete geçtiği bir ortamdayız.

Genelkurmay Başkanı, “dil” konusuna değinirken, “Türkçe’nin yeterince öğretilememiş olmasını” öne çıkarıyor. PKK’nın dağdan indirilmesi konusuna ilişkin olarak ise TCK’nın 221. Maddesi üzerinde duruyor. Bu madde kapsamında başvuranlardan –yani PKK’lılardan- 870 kişiden 638’inin serbest bırakıldığını hatırlatıyor.

DTP’den ise söz eden yok, olsa da PKK’nın dönüşeceği bir “legal kulvar” vurgusu gibi sunulmuyor; tam tersine ağır eleştirilerin odağına yerleştiriliyor.

Bu bakış açısı ile “Açılım”ın hedefine ulaşması konusunda başka “iyimser gerekçeler” aramamız ve bulmamız gerekmiyor mu?”
MERAK EDİLİR:

Açılımın hedefine ulaşması konusunda, aranması ve bulunması gereken hususlar nelerdir?

Tek taraflı adımlardan kastınız nedir?

Kürtçe’nin resmî dil ve eğitim dili olmasını mı arzu ediyorsunuz?

DTP, PKK’nın legal görüntüdeki uzantısı olduğu gerçeğini, kabul etmiyor musunuz?

DTP, legal görüntü altında PKK’nın ve Abdullah Öcalan’ın sözcülüğünü yapmıyor mu?

DTP, istese de PKK’nın bir terör örgütü olduğunu söyleyebilir mi?

PKK’nın gerçek hedefi, başkalarından aldığı güç ve destekle, ayrılıkçılık değil midir?

PKK’yı silâhlandıran, donatan ve eğiten, ABD, İNGİLTERE VE İSRAİL değil midir?

Sayın ÇANDAR;

Hülya Avşar hakkında savcılık tarafından başlatılan soruşturmayı, hislere hitap ederek saptırmaya çalışmayınız. Zira; yıllardan beri, Kürt sorunu konusunda o kadar çok beyin yıkayıcı ve ayrılıkçılığı tahrik edici yazılar yazdınız ki; hakkınızda herhangi bir soruşturmanın açılmamış olması, his istismarına yönelik ifadelerinizi etkisiz kılar.
Basını dikkatli izleyenler, şu gerçeği görürler:

Başta siz olmak üzere bazı yazarlar, bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, bazı bilim adamları, bazı siyasetçiler ve yerden pıtrak biter gibi oluşturulan yabancı destekli oluşumların sözcüleri; alabildiğine ayrılıkçı hareketleri desteklemektedirler ve adetâ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okuyarak, üniter yapımızın bozulması ve zıtlaşan halk kitlelerinin meydana gelmesi için olanca güçleri ile çalışmaktadırlar.

Buna örnek olarak, Güneri Civaoğlu’nun 19 Eylül 2009 tarihli yazısını göstermek istiyorum. Güneri Civaoğlu, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:


“ DUYARLI bir soru: “PKK, Güneydoğu’da yol yapan müteahhitlerin, 10 iş makinesini ateşe veriyor.

Yöredeki Kürt kökenli yurttaşların kullanacağı bu yolu engellemekle PKK, çelişkiye düşmüş olmuyor mu?”

Bu soruyu Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanlarıyla yapılan toplantıda yöneltti.

Gerçekten...

“Hem, bölgenin ve insanlarının ihmal edilerek geri bırakıldıkları iddiasını örgütün varoluş nedeni olarak açıklayacaksın, hem de, bölgeye ve bölge insanlarına götürülen hizmetleri sabote edeceksin... Bu, bir çelişki değil de nedir?”

Devlet gelenekleri ve hukuk kuralları ötesinde bu örnek bile “açılım”da DTP’nin, “PKK’yı yok sayamazsınız. Taraflardan biridir” söyleminin, hiç de gerçekçi olmadığını ortaya koyuyor.

Kürt kökenlilerin yaşadığı köyleri, mezraları bas, evlere gir; “Biz çamurlu su içerken, siz buzdolabından su içeceksiniz öyle mi!” diye kalaşnikoflarla buzdolaplarını tara.

Kürt köylerindeki okullarda ders veren öğretmenleri öldür. Sonra, cahil bırakıldıklarını iddia et.

Var olan hastanelerdeki doktorları tehdit et. Kaçmaya zorla. Estirdiği terör ve güvensizlik rüzgârı sonucu bölgeye sermaye girmesini, yatırım yapılmasını önle. İşsiz gençlik sloganını kullan.

Ve bir dizi çelişki daha...

Bütün bunlar, yöredeki Kürt yurttaşlar tarafından hiç görülmüyor sanılmasın.

Başbakan Erdoğan, kamuoyu araştırma şirketlerine yaptırdıkları araştırmalara göre, “DTP’ye bile verilen oyların yarısından fazlasının, zorlama sonucu olduğunu” söyledi.

Özellikle kırsalda, PKK’nın tehdidi daha etkili oluyor.

“Bu köyden başka bir partiye tek oy çıkmayacak, yoksa yakarız” zorbalığı bilinmeyen şey değil.

Yüzde 6 oyun yarısından hayli fazlası için bu bulgular, bir kenara not edilmeli.

Başlığı “Ben ne söylirem, sazım ne çalar...”


Size ve sizin gibi düşünenlere ve de, alabildiğine bölücülüğü ve ayrılıkçığı savunanlara sormak lâzımdır:


GÜNERİ CİVAOĞLU, HAKSIZ MIDIR?

SİZ VE SİZİN GİBİ DÜŞÜNENLERİ, HANGİ TERAZİDE TARTALIM?


Soruyorum ve cevabınız bekliyorum:

DİYARBAKIR’IN ÇIKARDIĞI MİLLETVEKİLİ SAYISI 10’DUR. ACABA BUGÜN, MECLİS’TE KAÇ ADET DİYARBAKIR’LI MİLLETVEKİLİ VARDIR? (Bildiğim kadarıyla Meclis’te, 25 Diyarbakır’lı Milletvekili mevcuttur.)



Kürt meselesini, uzun yıllardan beri kaşıdığınız için, Kürt açılımı konusunda, bu sorunun düzgün cevabını vererek yorum yapmalısınız.



Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı.

Kimin, neyi, nasıl ve niçin yaptığı bilinmelidir.

Sayın Cengiz ÇANDAR

Referans Gazetesi Yazarı

İstanbul. 25 Eylül 2009
Sayın ÇANDAR;


25 Eylül 2009 tarihi ve “Açılım’ın Neresindeyiz?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Yalçın Doğan’ın, CHP ve MHP Grup Başkan Vekillerinin açıklamalarına yer vererek, yazınızın son bölümünde şu ifadeleri kullanmışsınız:
“Bunlara itiraz etmek imkânsızdır. Kâğıt üzerinde gayet mantıklı gözüken öneriler bunlar.

Ama bu “tek taraflı” adımların karşılığında, bu adımları atmayı kolaylaştırıcı ya da en azından PKK’yı etkilediği “tabanından” soyutlayacak ve “karşı taraf”tan gelecek “tek taraflı” adımlar ne olacaktır? Unutmayalım ki, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Kürt Dili ve Edebiyatı Kürsüsü”nün kurulmasının –Kürt kimliğine ilişkin en asgarî bir adımın- bile YÖK tarafından bloke edildiği, bir röportajda “babam Kürt” dedi diye Hülya Avşar hakkında savcıların harekete geçtiği bir ortamdayız.

Genelkurmay Başkanı, “dil” konusuna değinirken, “Türkçe’nin yeterince öğretilememiş olmasını” öne çıkarıyor. PKK’nın dağdan indirilmesi konusuna ilişkin olarak ise TCK’nın 221. Maddesi üzerinde duruyor. Bu madde kapsamında başvuranlardan –yani PKK’lılardan- 870 kişiden 638’inin serbest bırakıldığını hatırlatıyor.

DTP’den ise söz eden yok, olsa da PKK’nın dönüşeceği bir “legal kulvar” vurgusu gibi sunulmuyor; tam tersine ağır eleştirilerin odağına yerleştiriliyor.

Bu bakış açısı ile “Açılım”ın hedefine ulaşması konusunda başka “iyimser gerekçeler” aramamız ve bulmamız gerekmiyor mu?”
MERAK EDİLİR:
Açılımın hedefine ulaşması konusunda, aranması ve bulunması gereken hususlar nelerdir?

Tek taraflı adımlardan kastınız nedir?

Kürtçe’nin resmî dil ve eğitim dili olmasını mı arzu ediyorsunuz?

DTP, PKK’nın legal görüntüdeki uzantısı olduğu gerçeğini, kabul etmiyor musunuz?

DTP, legal görüntü altında PKK’nın ve Abdullah Öcalan’ın sözcülüğünü yapmıyor mu?

DTP, istese de PKK’nın bir terör örgütü olduğunu söyleyebilir mi?

PKK’nın gerçek hedefi, başkalarından aldığı güç ve destekle, ayrılıkçılık değil midir?

PKK’yı silâhlandıran, donatan ve eğiten, ABD, İNGİLTERE VE İSRAİL değil midir?
Sayın ÇANDAR;

Hülya Avşar hakkında savcılık tarafından başlatılan soruşturmayı, hislere hitap ederek saptırmaya çalışmayınız. Zira; yıllardan beri, Kürt sorunu konusunda o kadar çok beyin yıkayıcı ve ayrılıkçılığı tahrik edici yazılar yazdınız ki; hakkınızda herhangi bir soruşturmanın açılmamış olması, his istismarına yönelik ifadelerinizi etkisiz kılar.
Basını dikkatli izleyenler; başta siz olmak üzere bazı yazarlar, bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, bazı bilim adamları, bazı siyasetçiler ve yerden pıtrak biter gibi oluşturulan yabancı destekli oluşumların sözcüleri; alabildiğine ayrılıkçı hareketleri desteklemektedirler ve adetâ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okuyarak, üniter yapımızın bozulması ve zıtlaşan halk kitlelerinin meydana gelmesi için olanca güçleri ile çalışmaktadırlar.

Buna örnek olarak, Güneri Civaoğlu’nun 19 Eylül 2009 tarihli yazısını göstermek istiyorum. Güneri Civaoğlu, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:
“ DUYARLI bir soru: “PKK, Güneydoğu’da yol yapan müteahhitlerin, 10 iş makinesini ateşe veriyor.

Yöredeki Kürt kökenli yurttaşların kullanacağı bu yolu engellemekle PKK, çelişkiye düşmüş olmuyor mu?”

Bu soruyu Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanlarıyla yapılan toplantıda yöneltti.

Gerçekten...

“Hem, bölgenin ve insanlarının ihmal edilerek geri bırakıldıkları iddiasını örgütün varoluş nedeni olarak açıklayacaksın, hem de, bölgeye ve bölge insanlarına götürülen hizmetleri sabote edeceksin... Bu, bir çelişki değil de nedir?”

Devlet gelenekleri ve hukuk kuralları ötesinde bu örnek bile “açılım”da DTP’nin, “PKK’yı yok sayamazsınız. Taraflardan biridir” söyleminin, hiç de gerçekçi olmadığını ortaya koyuyor.

Kürt kökenlilerin yaşadığı köyleri, mezraları bas, evlere gir; “Biz çamurlu su içerken, siz buzdolabından su içeceksiniz öyle mi!” diye kalaşnikoflarla buzdolaplarını tara.

Kürt köylerindeki okullarda ders veren öğretmenleri öldür. Sonra, cahil bırakıldıklarını iddia et.

Var olan hastanelerdeki doktorları tehdit et. Kaçmaya zorla. Estirdiği terör ve güvensizlik rüzgârı sonucu bölgeye sermaye girmesini, yatırım yapılmasını önle. İşsiz gençlik sloganını kullan.

Ve bir dizi çelişki daha...

Bütün bunlar, yöredeki Kürt yurttaşlar tarafından hiç görülmüyor sanılmasın.

Başbakan Erdoğan, kamuoyu araştırma şirketlerine yaptırdıkları araştırmalara göre, “DTP’ye bile verilen oyların yarısından fazlasının, zorlama sonucu olduğunu” söyledi.

Özellikle kırsalda, PKK’nın tehdidi daha etkili oluyor.

“Bu köyden başka bir partiye tek oy çıkmayacak, yoksa yakarız” zorbalığı bilinmeyen şey değil.

Yüzde 6 oyun yarısından hayli fazlası için bu bulgular, bir kenara not edilmeli.

Başlığı “Ben ne söylirem, sazım ne çalar...”
Size ve sizin gibi düşünenlere ve de, alabildiğine bölücülüğü ve ayrılıkçığı savunanlara sormak lâzımdır:
GÜNERİ CİVAOĞLU, HAKSIZ MIDIR?

SİZ VE SİZİN GİBİ DÜŞÜNENLERİ, HANGİ TERAZİDE TARTALIM?
Soruyorum ve cevabınız bekliyorum:
DİYARBAKIR’IN ÇIKARDIĞI MİLLETVEKİLİ SAYISI 10’DUR. ACABA BUGÜN, MECLİS’TE KAÇ ADET DİYARBAKIR’LI MİLLETVEKİLİ VARDIR? (Bildiğim kadarıyla Meclis’te, 25 Diyarbakır’lı Milletvekili mevcuttur.)
Kürt meselesini, uzun yıllardan beri kaşıdığınız için, Kürt açılımı konusunda, bu sorunun düzgün cevabını vererek yorum yapmalısınız.
Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

24 Eylül 2009 Perşembe

İhanet mi, gaflet mi?

  

Sayın Mehmet Ali BİRAND

Posta Gazetesi Yazarı

İstanbul 24 Eylül 2009
Sayın BİRAND;
24 Eylül 2009 tarihli ve “Türkiye, sorunlarını ilk defa, kendi kendine çözüyor.” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Merak ediyorum:
Siz; hiçbir zaman, olayları doğru ve düzgün biçimde yansıtan, kamuoyunu yanıltmayan, insanları aldatmayan ve dış meseleleri çarpıtmayan, milleti ahmak ve aptal yerine koymayan yazılar yazmayacak mısınız?
Bugünkü yazınıza dahî, aldatıcı ve yanıltıcı ifadelerle başlamışsınız. Şöyle ki:
Yazınızın giriş bölümünde şu ifadeleri kullanmışsınız:
“Yakın tarihimize bir göz atarsanız, hep aynı senaryolarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. 1950’lerden başlayan ve 1980’lere kadar devam eden bu hastalığımızı eminim sizlerde hatırlarsınız.
Türkiye’yi yönetenlerimizin en büyük alışkanlıkları sorunları çözmek değil, aksine çözümsüzlüğü tercih etmeleriydi.

Ekonomi bir türlü rayına oturtulmaz, SSK’nın kara deliği giderek büyür, borçlar ödenemeyecek noktaya ulaşır, Sosyal çalkantılar kabarır, Kıbrıs başta olmak üzere, komşu ülkelerle ilişkiler krize girer, iktidarlar ise, sorunları görür, ne yapılması gerektiğini bilir, ancak hiçbiri kolları sıvayıp, eline neşteri alıp harekete geçmez veya geçemezdi.

Ne zamana kadar?

Ekonomi iflas işaretlerini verince, önce Washington ve Brüksel’in kapısı çalınır, ardından da IMF ile pazarlık masasına oturulurdu.

Parayı veren düdüğü çalar ya, işte o hesapla IMF’in reçeteleri uygulanmaya başlardı. SSK’daki deliğin kapatılması, bütçe harcamalarının kısılması, özelleştirme fırtınası, vergi gelirlerinin arttırılmasıyla ilgili önlemler ardı ardına uygulamaya sokulurdu.

Kendi kendime hep sorardım: ” Kardeşler, bunların düzelmesi gerektiğini biliyorsunuz da neden harekete geçmiyorsunuz? Neden IMF’in dayatmasını bekliyorsunuz ?”

Aldığımız yanıt hep aynı olurdu: IMF istediği için yaptık dersek oy kaybetmeyiz !

Anlayış buydu...

Demokrasi ve İnsan Hakları alanında Devlet acımasız suratını gösterir. İmzaladığımız anlaşmaların aksine hareket ederdik.

Ne zamana kadar?

Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği veya Avrupa Parlamentosunun sert tepkileri veya müttefik saydığımız ülkelerin kapımızı çalacakları güne kadar beklenirdi.

Hem bu tepkilere kızardık, hem de gerekeni yapardık.

Hükümetlerin gerekçeleri hep aynıydı: Müttefiklerimizle ilişkilerimizi bozmamak için adım atmak zorunda kaldığımızı söylerlerdi. Böylece oy kaybından kurtulduklarını sanarlardı!

Kıbrıs konusunda da hemen, hemen, aynı durumları yaşadık.

Çözümsüzlüğü benimsedik. Hiçbir yeni açılıma destek vermedik. Yıllar boyunca Uluslararası baskı altında yaşadık.”
Sayın BİRAND;
Baştan aşağı yanlışlarla dolu bu sözlerinizin neresini düzeltelim ki? Zîra; 1950-1980 Türkiye’sini yanlış bilgiler vererek tarif etmişsiniz. Şöyle ki:
1950-1980 arası Türkiye’si, ekonomide gayet iyi mesafeler almıştır. Bir ihtilâle ve bir müdahaleye ve maruz kaldığı iç ve dış husumetlere rağmen, hedeflerini iyi kovalamış ve çok önemli mesafeler de kat etmiştir. Teferruata girmek istemiyorum; “akıllıyım ve Türkiye’de olup, bitenleri dikkatli biçimde izliyorum.” diyen herkes; 1950 Türkiye’si ile 1980 Türkiye’sini, varları ve yokları ile mukayese ederek gerçeklere ulaşabilir.
Türkiye bu dönemde, borca da batmamıştır ve kimseye de avuç açarak, minnet de etmemiştir. Türkiye’nin 12 Eylül 1980 sabahı, 12,5 milyar dolar dış borcu vardı ve karşılığında da, 100 milyar doların üstündeki bir varlığı, 12 Eylül idaresine devretmiştir.
Bu dönemde Türkiye; bütün dış baskı ve dayatmalara ve de engellemelere rağmen iktisaden ve siyaseten haysiyetli bir dış politika izlemiştir. Ülkeyi idare eden bütün iktidarlar, bu çizgiden ayrılmamışlar ve Türkiye’nin haysiyet ve şerefini korumuşlardır.
Kıbrıs konusunda da, büyük devlet olmanın gereği yapılmıştır. Batı’nın tepkisine rağmen, Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirilmiş ve Kıbrıs Türklerinin can güvenlikleri sağlanmıştır. Kıbrıs Harekâtı sebebiyle Amerika’nın koyduğu siyasî, iktisadî ve askerî ambargoya rağmen Türkiye, hiçbir ülkeye boyun eğmemiş ve kıt imkânlara rağmen kalkınmasına ve gelişmesine devam etmiştir. Amerika’nın bütün baskılarına rağmen Türkiye, birincisi Şubat 1967, ikincisi 12 Aralık 1976’da olmak üzere Sovyetler Birliği ile 20 büyük projeyi kapsayan iki adet “EKONOMİK ve TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI” yapmış ve bu projeleri hayata geçirmiştir.
Şimdi; ikinci yanlışınızı ve yanılgınızı belgeleyen ifadelerinize gelelim:
Yazınızın bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmışsınız:
“İlk adımı Özal attı, şimdi Erdoğan devam ediyor...

Bu gidişi bozan ilk lider Özal oldu.

Ekonomide öylesine değişiklikler yaptı ki, IMF Türkiye’nin arkasından koşar oldu. Örnek ülke konumuna girdik.

Ardından aynı çizgiyi Erdoğan sürdürdü.

Her ne kadar iktidarının ilk yıllarında, Avrupa Birliği baskısı sayesinde birçok reformu- bazen istemeye, istemeye – uygulamaya sokmuş olsa dahi, Kıbrıs’taki Annan Planı ile başlayan ve şimdi de Kürt Açılımı ile devam eden süreç ile herkesi şaşırttı.

Farklı bir yaklaşımla karşımıza çıktı.

Kürt Açılımı, olsun, Ermeni Açılımı olsun, bunlar Türkiye’ nin en önemli sorunlarını, kendi kendine çözme girişimidir. Muhalefet, bu açılımların Amerika Birleşik Devletlerinden kaynaklandığını, Washington’un baskısıyla yapıldığını istediği kadar ileri sürsün, genel izlenim bu girişimin Ankara’dan kaynaklandığı şeklindedir. ABD ve AB bu sorunların çözümü için kapımızı çalarlar. Ancak ABD istediği kadar bastırsın, Ankara istemese bu noktalara gelinemezdi.

Aslında bu yaklaşım, hepimizin öz güvenini arttırmalıdır.

Kendi sorunlarını yabancılara bırakmamak, yabancıların burunlarını sokmalarına izin vermemek en doğru yaklaşımdır. Ne zaman sizler adım atmaz ve sorunu çözümsüz bırakırsanız, o zaman yabancılar yavaş, yavaş içeri sokarlar ve bir gün bir de bakarsınız, duruma el koymuşlar ve önanaze çözüm planı koymuşlar.

O zaman çözüm sizin değil, yabancı güçlerin çözümü olur. Asıl korkulması gereken durum da budur...

Bu açılımda belki hemen sonuç alınmayacak, ancak ne olursa olsun ipler Ankara’nın elinde kalacak. Dışarıdan gelecek formüller değil, kendi aramızdaki çözümler ön plana geçecek.

Türkiye’nin böylesine ön alması, emin olun şimdiden dışarıda etkili olmaya başladı bile...Çeşitli başkentlerden artık “Türkiye’nin neler yapması gerektiği” telefonları değil, “Türkiye’ nin ne yapmak istediğini” soran telefonlar alıyoruz.

Türkiye kabuk değiştiriyor...”
Sayın BİRAND;
Turgut Özal, bir gidişi bozmuştur. Ama; bu, müspet yöne giden bir gidiş değildir. Ekonomide, çok büyük değişiklikler de yaptığı doğrudur. Ama; bu değişiklikler, Türkiye’yi, iktisaden tam anlamıyla dışa bağımlı hale getirmiştir. Uyguladığı ekonomi modeli, Türkiye’yi üretkenlikten uzaklaştıran ve DÖVİZ-FAİZ- BORSA üçgeninden ibaret olan şahane bir RANT EKONOMİSİ modelidir. Bu model, SICAK PARA RANTINI doğurmuş ve Türkiye’yi yakmıştır ve Türk milletini, fukaralığa mahkûm etmiştir. Gelinen nokta bellidir:
-1987’den günümüze kadar 600 milyar dolar faiz ödenmesine rağmen borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır.

-Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, yabancıların eline geçmiştir.

-İktisadî bağımsızlığımızı kaybettiğimiz için dünya üzerinde, TAVİZ VEREN bir Türkiye vardır.
Ne yazık ki bu gerçeği, iktidar ve bilhassa Başbakan Erdoğan görememiş ve Özal’ın siyasî ve iktisadî politikalarının takipçisi olmuştur. İç kamuoyunun ve dış ülkelerin (ABD, AB, İNGİLTERE ve İSRAİL) baskısı arasında bocalamaktadır. Spekülâtif yabancı sermaye akışının kesilmesi ve muhtemel bir devalüasyon halinde nelerin olacağını görmektedir ve bilmektedir.
Bu gerçekleri göremeyecek, bilemeyecek kadar akılsız, bilgisiz ve beceriksiz bir kişi olamayacağınıza göre; Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarını başımıza belâ edenlerin, dış ülkeler olduğunu, milletten gizlemek isteyişinizi ve hattâ, kamuoyunu aldatmak için gayret sarf edişinizi anlamakta güçlük çekiyorum.
Siz ve sizin çizginizde olanların gerçekleri gizleyişi, her şeyden önce Başbakan Erdoğan’ı zora sokacak ve Türkiye’ye ağır bedel ödetecektir. Zîra; ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in, bölgemizde ve Türkiye üzerinde emellerinin, hedeflerinin, projelerinin olmadığını söyleyebilecek kadar GAFİL bir kişi olamazsınız.
Şimdi; samimi olarak soruyorum:
Eveleyip, geveleyeceğinize; Ermeni sorununun, Kıbrıs sorununun ve Kürt sorununun, neleri yapmamız halinde çözüleceğine dair, niçin net bir görüş beyan etmiyorsunuz?
“Bu sorunları biz çözmezsek, yabancılar el koyarlar.” sözünü söyleyecek kadar ileri gittiğinize göre; Türkiye, yabancılara boyun mu eğmelidir?
Merakım da şudur:
Siz; Türkiye’den yana mısınız; yoksa, yabancılardan yana mısınız? Göreviniz; milleti aldatarak, yanlış istikamette kamuoyu oluşturarak, yabancıların emel, hedef ve isteklerine hizmet etmek midir? En önemlisi; gelecek nesiller nezdinde, nasıl anılmak istiyorsunuz?
Yazdım ve cevabınızı bekliyorum.
Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Geçmiş bilinmezse, gelecek kurulamaz.

Sayın Güneri Civaoğlu

Milliyet Gazetesi Yazarı

İstanbul                        3 Temmuz 2001



3 Temmuz 2001 tarihli ve “IMF...Sisifos’un kayası” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Üzülerek ifade edeyim ki; bu yazı, Güneri Civaoğlu’na hiç yakışmamış.

Neden mi?

İşte sebebi:

O veya bu sebeple Türkiye, hiç de hak etmediği fiili bir durum karşısında acze düşürülmüş ve 65 milyon insanımız, perişan edilmiş...Üstelik; IMF ve Dünya Bankası Türkiye’yi , adeta esir almış...

Ama siz; fütursuzca ve beklenmeyen bir umursamazlıkla olayları, bir mizah üslubu içersinde sadece hikâye etmekle yetinmişsiniz. 5 günlük sağduyu çağrısı yaparak, Türk milletini sessizliğe davet etmektesiniz.

Neden?

IMF’den veya Dünya Bankası’ndan gelecek bir avuç dolar için mi?

Hatırlatmak isterim:

Kıbrıs Harbi sebebiyle Amerika’nın uyguladığı ambargo dahi, bu milleti caydıramamıştır. Ki; o günlerin Türkiye’si, iktisaden, bugüne nispetle çok daha zor durumdaydı.

Ve iddia ediyorum:

Bugün Türkiye’nin, dış yardıma ihtiyacı yoktur. İhtiyaç varmış gibi gösterilen yardımlar, sıcak para rantından büyük kârlar sağlayan bir avuç insan içindir.

Türkiye, kendi varlığı ve imkânları ile ayakta durabilecek ve hatırlarsa, hedefine ulaşabilecek güçtedir.

Türkiye’yi sıkıntıya sokan gerçek, hedefin şaşırılmasıdır. Yani Türkiye, hedefini unutmuştur. Basının tutum ve davranışları sebebiyle hedefini unutmuştur. Zîra basın, daha geniş tarifiyle medya; Türkiye’nin hedeflerinden ziyade, medya patronlarının çıkarlarını savunur hale gelmiştir. Emlâk Bankası, Telekom, kamu bankaları ve gündeme getirilen diğer konular, hedef şaşırtan bahanelerdir. Kurtarıcı ilân edilen Kemâl Derviş de, işin süsüdür.

Medya, bu görevini yerine getirirken, halkı, depolitize etmesini de başarmıştır.



Sayın Civaoğlu;



Siz; gerçekleri bilmeyecek derecede ilgisiz ve bilgisiz bir kişi olamazsınız. Kamuoyunun bilmediği büyük sırları da gayet iyi biliyorsunuz. Halkın; kimler için ve ne maksatla yanıltıldığını ve yanlış yönlendirildiğini de çok iyi biliyorsunuz.

Hal böyleyken, niçin üzerinize düşen görevi yapmıyorsunuz? Sizi, bundan alıkoyan nedir?

Niçin kamuoyunu, doğru bilgilendirip, yönlendirmiyorsunuz?

Yoksa siz de, Türkiye’nin doğru ve gerçek hedefini unuttunuz mu?

Unuttunuzsa, hatırlatmak isterim. İşte Türkiye’nin gerçek ve doğru hedefi:

Kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran güçlü, kudretli, müreffeh bir büyük Türkiye...

Bu büyük hedefi kovalamak ve bunun gerçekleşmesi için halkı motive etmek varken; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; “Otur” denilen yerde oturan, “kalk” denilen yerde kalkan; güçsüz, iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz ve mutsuz bir Türkiye isteyenlerin hedeflerine niçin hizmet ediyorsunuz?

Yoksa siz de;

Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiği gerçeğini göremediniz mi?

Bugünkü Milliyet Gazetesi’nde haber olarak verildi:

3 büyük gruba ait üç banka, 1 milyar 975 milyon dolar tutarındaki sendikasyon kredilerini yenileyecekmiş.

Yani; dışarıdan temin edip, sıcak para rantında kullandıkları kredileri, bir yıl daha uzatacaklarmış.

Sıcak para rantının yıllık getirisi, dolar bazında yüzde 40’tır. Ki; sıcak para hareketinde kullanılan para miktarı, 30 milyar dolar civarındadır. İktisatçılar buna, “Döviz açık pozisyonu” adını takmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, bu kesimlerin hatırına, IMF ve Dünya Bankası’na boyun eğer duruma düşmüştür.

Bir taraftan döviz açık pozisyonları, diğer taraftan kara para ve kayıt dışı ekonomik faaliyetler, Türkiye’yi bunaltmış ve halkı çaresizliğe itmiştir.

Ve siz de, “Sisifos’un kayası” hikâyesi ile halkı, uyutma yolunu seçmişsiniz.

“Telekom yönetimine kuşku ve bankacılık alanında eksiklikler...” veya

“Derviş’in işaretler aldığı ve uyarılar yaptığı yolunda duyumlar olmuştu” gibi, bir kıymet ifade etmeyen sözlerle, gerçek fiili durumu örtmeye çalışmaktasınız.

Niçin, paralarını yurt dışında tutan vatanperver (!) insanlarımıza seslenerek, paralarını yurda getirmelerini tavsiye etmiyorsunuz?

Anlı, şanlı bankalarımızın patronlarına “Artık, sıcak para rantından vazgeçiniz!” diyerek, çağrıda bulunmuyorsunuz?

İktisaden dışa bağımlılığın, neleri getireceğini, niçin hatırlatmıyorsunuz?

En önemlisi:

Herkese, niçin Atatürk’ün “Gençliğe hitabesini” okumalarını tavsiye etmiyorsunuz?

Yakın bir gelecekte bütün sanayi kuruluşlarımız ve bankacılık sistemimiz yabancıların eline geçecektir.

Finans sistemini yabancılara kaptırıp, ekonomisini kendi inisiyatifi dışına çıkaran bir ülkenin; siyasi alanda, neler kaybedeceğini bilmeyen veya umursamayan bir milletin istikbali nasıl olur acaba?

Bir avuç dolar için, bu gerçekleri konuşmamak olur mu?



Sayın Civaoğlu;



Milletlerin hayatı yanında insanların hayatı, bir hiç mesabesindedir.

Gelecek nesillerin istikbalini düşünmeyen şöhretlerin, iktisapların, makamların, rütbelerin, servetlerin bir anlamı yoktur. Çünkü, hepsi ödünçtür. Hatta insan hayatı bile, ilerde hesabı sorulmak üzere Allah tarafından verilen ödünç bir sermayedir. Bu bakımdan da;

Vatanın ve milletin ve hatta bütün insanlık âleminin hayrına sarf edilmeyen bir ömür, lağım çukuruna atılan nadide bir mücevher gibidir; hiçbir işe yaramaz.

Kaleminiz ve kaleminizi kullandığınız köşe, milletin size verdiği kutsal bir emanettir. Size düşen görev; bu emaneti, yerinde kullanmaktır.

Şartı da bellidir:

Paranın üstündeki yazıdan başka hedef tanımayanları, yerden, yere vurmak!

Bilmem ki; maksadımı, anlatabildim mi?

Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı



Not:



Döviz ticareti, en büyük sektör haline gelmiştir.

Döviz ticareti, milli servetin ve emeğin dış ülkelere transferi demektir.

Bu çarpıklıktan vazgeçilmediği takdirde Türkiye, hiçbir sorununu çözemez.

Son devalüasyon, milli geliri yarıya indirmiştir.

20 yıl zarfında dolar, 15 bin kat pahalılaşmıştır. Bunun anlamı açıktır:

Türkiye, bu tuzağa düşürülmeseydi; bugün milli gelirimiz, trilyon dolarla

ifade edilirdi.

Araştırın bakalım; gelişmiş Batı ülkelerinde döviz ticareti ve döviz tevdiat hesapları

var mıdır?

23 Eylül 2009 Çarşamba

Türkiye, yanlış idare edilmektedir.

Sayın Fuat Miras

TOBB Başkanı

Ankara 11 Nisan 2001

Toplantıda yapmış olduğunuz konuşmanızı dikkatle izledim ve yayınladığınız bildiriyi,dikkatle okudum.

Evet,belirttiğiniz gibidir:
-Hükümet, krizi önlemekte geç kalmıştır.

-Hükümete güven, azalmıştır.

-Türkiye’de siyaset, dibe vurmuştur.

-Türkiye, büyük bir ekonomik kriz yaşamaktadır.

Ama; krizin sorumlusu, sadece siyaset değildir. Paralı kesimin, daha doğrusu; döviz açık pozisyonu taşıyan finans kesimiyle, elinde döviz bulunduran varlıklı kesimin dayatmaları, yaşadığımız iktisadi bunalımı yaratmıştır.


Aslında; 20 yıldan beri uygulanan para ve ekonomi politikalarından başka bir netice beklenemezdi. Kur-Faiz makasına dayalı bir rant modeli, Türkiye’ye zaman kaybettirmiş ve önemli kaynakların ziyan olmasına sebep olmuştur.

Üretmeyen, yatırım yapmayan, istihdam sağlamayan ve sadece paranın elden ele dolaşmasıyla, bazı kişi ve kuruluşlara büyük rantlar sağlayan bir ekonomiden, ne bekleyebilirdiniz ki?

Sıcak para hareketleri ülkeyi kasıp kavururken, TOBB, sessiz kalmadı mı? Sessizlik bir yana; siyasete ağırlık koyup, 5 Nisan Kararlarını, büyük bir reform hareketi olarak ilân etmedi mi?

Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulamasının; her şeyden önce bankacılık sektörünü batıracağını ve ekonominin bütün dengelerini bozacağını, TOBB yöneticileri ve iktisatçı danışmanları göremediler mi?

Her yıl ilân edilen 500 büyük ve 1000 orta ölçekli firmaların blânçoları, sizlere bir fikir vermedi mi? 500 büyük firmanın kârlarının yüzde 58’ni; 1000 orta ölçekli işletmenin kârlarının yüzde 72’sini, faaliyet dışı yani, faiz gelirleri oluşturmaktadır. Böyle bir çarpık sistemin, eninde sonunda Türkiye’yi çıkmaza sokacağı, bilinmeyen bir husus muydu?

Yabancı paraların tedavülde oluşu, yabancı paralarla tasarruf yapılması, fiyatların dolara endekslenmesi, sözleşmelerin dolarla tanzim edilmesi, hangi iktisat kuralına uygun düşerdi ki; bu çarpık sistem, 20 yıldan beri yürürlüktedir?

Dolar, 20 yıl zarfında 18 bin kat pahalılaşmıştır. Türkiye’nin ekonomisi, çok mu kötüydü ki; Türk parası, bu denli aşındı? Kurumunuzun yöneticileri ve iktisat danışmanları, bu çarpıklığı niçin dile getirmediler? Ülkeyi idare edenleri, niçin uyarmadılar? Veya Türkiye’ye uygun modeli, niçin önermediler?

Tabii; ekonomi, iyice tıkanana kadar bu çarpık sistem, herkesin ve bilhassa, ticaret erbabının işine geliyordu. Birikimleri veya elde edilen hasılatı repoda değerlendirmek, dövize çevirmek, sermayesi yeterli kesimin işine geliyordu. Enflasyonla yaşamak, güçlü olanlara büyük rantlar sağlıyordu. Özel sektör, kamu kesimi zamlarının üç-dört katı zam yapmaya alışmıştı; vadeli ve kampanyalı satışlar, cazibe kazanmıştı.

Tarım ve hayvancılık yere serilirken; dünya fiyatları masalıyla gerçekleri örtenler, bugünkü hazin tablonun yaratıcıları değil midirler? Bu hazin sonda, TOBB’un günahı yok mudur?
Türkiye’nin; finas ve bankacılık kesimiyle, ekonomiyi istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiği gerçeğini, bugüne kadar niçin göremediniz? Veya ortaya, olumlu bir tavır niçin koyamadınız?

Sayın Başkan;

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama, lüzum görmüyorum. Zîra; ülkenin, uzun yıllardan beri “Gemisini yürüten kaptandır.”anlayışına göre idare edildiği gerçeğini, sizler de çok iyi biliyorsunuz. Bu bakımdan sadece siyaseti suçlayarak ve iktidarı sorumlu tutarak, bir yere varamazsınız.

Yayınladığınız bildiride, paralı kesimin sorumluluğuna da yer verilmeliydi. Paralarını; dövizden faize veya faizden dövize yatırıp, büyük rantlar sağlayan kesimler, fedakârlığa davet edilmeliydi. Kasım krizinden, Şubat krizine kadar, Merkez Bankası’ndan 11-12 milyar doları kapıp, yurtdışına kaçıranlar, daha açık ve daha net biçimde kınanmalıydı.

Öz olarak ifade etmek istediğim husus şudur:

Her kurum ve kuruluş ve herkes, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayışında olduğu ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıdığı zaman siyaset ve ekonomi düzelir.

Şimdi; herkes, elini vicdanına koysun ve karar versin; Türkiye’de sâdece siyaset mi, bu kesin kuralın dışına çıkmış? Siyasetin dışında olanlar, vatandaşlık görevlerini yerine getirmişler midir? Siyasî iktidarlara karşı, denetim görevlerini yapmışlar mıdır?

Kayıt dışı ekonominin yaygın olduğu ülkemizde; acaba, bu sorulara nasıl bir cevap verilebilir?

Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı

Not:
1-Milli parasını işlevsiz hale getiren bir ülkenin, ekonomik bağımsızlığından söz edilemez.
2-Kendi kendisini besleyemeyen bir milletin, büyüklük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur.

Gerçekler gizlenemez.

Sayın Ahmet DAVUTOĞLU

Dışişleri Bakanı

Ankara 21 Eylül 2009





Sayın BAKAN;



Hürriyet Gazetesi Yazarı Fatih Çekirge’nin 21 Eylül 2009 tarihli yazısından okudum:



Türkiye-Suriye arasındaki vizenin kaldırılması ile ilgili olarak söyleşide bulunmuşsunuz. Söyleşinizin bir bölümünde;

“Şimdi bakın Suriye ile vizeyi kaldırdık. İran’la vize yok. Gürcistan’da, Batum Havaalanı’nı ortak kullanıyoruz. İşte şimdi size söylüyorum; Irak’ta durum normale dönünce, vizeyi kaldıracağız. Yani Irak’la da vizeyi kaldıracağız. Ermenistan’la sınırları açmak için konuşuyoruz. Geriye bir tek Yunanistan kalıyor. O da Avrupa Birliği meselesidir. Bizim hedefimiz ekonomisi, üretimi güçlü, bölgede ve dünyada lokomotif bir Türkiye.

Türkiye, artık komşularıyla sınırları kaldıran, sıfır problemli, aktif bir ülke konumuna geçiyor. Bu yeni durumdur. Yeni stratejidir. Sorunları donduran, halının altına süpüren, çözümsüzlüğü çözüm olarak gören bir Türkiye yok artık. Ancak böylece bölgede ve dünyada sözü geçen bir Türkiye mümkündür...

Eğer daha geniş bir perspektifle bakarsak;

Tam 35 yıldır Türkiye bir çemberin içine hapsedilmiştir. Önce komünizmden korkutuldu. Bütün Kuzey sınırı kapatıldı. Askeri bir şerit haline sokuldu. Ticaret durdu. Sonra Suriye-PKK ilişkisi nedeniyle yine, korku hâkim oldu ve mayınlar döşendi. Sınır kapandı. Ticaret durdu. Ardından İran’dan irtica gelir diye sınır kapandı. Batı da, yani Ege ve Akdeniz’de Yunan korkusu yüzünden her gün havada jetler dalaştı. Sınır, askeri bir şerit oldu. Ve nihayet Ermenistan sınırı da kapandı...

İşte Türkiye bir “korku cumhuriyeti” haline böyle getirildi. Sınırları içine böyle hapsedildi. Nefesi kesildi. Komşularla ticareti durdu.

Ve daha da beteri; bize o ticareti kestirenler, her komşumuzla ayrı, ayrı ticaret yaptı...

İşte şimdi Türkiye, bu çemberi kırıyor. Ermenistan açılımı, Suriye vizesinin kaldırılmasının anlamı budur...

Böyle bir Türkiye, Filistin-İsrail-Suriye- Ermenistan-Azerbaycan ve hatta İran-ABD sorununa kadar bir “demokratik barış platformu” olabilir...

Bu yüzden Suriye vizesinin kaldırılması, “sınırlarındaki askeri çember”i kırıp nefes almaya başlayan Türkiye’nin ilk adımıdır...” sözlerini söylemişsiniz.



Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dışişleri bakanı olmanız hasebiyle; Türkiye’nin geçmişini reddetmek ve hatta kötülemek, size bir şey kazandırmayacağı gibi, milletimizi de rencide eder. Zîra; Türkiye, hiçbir dönemde bir “KORKU CUMHURİYETİ” olmamıştır; bölgede ve dünyada, daima SAYGINLIĞINI korumuş ve BÜYÜK BİR DEVLET olduğunu KANITLAMIŞ ve bunu, herkese kabul ettirmiştir.



Sayın BAKAN;



Dünya üzerinde sıfır problemli bir ülkeyi tarih, kaydetmemiştir. Ülkeler var oldukça ve her ülke, kendi çıkar ve hedeflerini gözettikçe; her ülkenin, komşuları ile problemli olacağı, şartlara göre çözümler arayacağı, gayet tabiidir. Sebebine gelince:



1-Bir ülkenin dış politikasını bulunduğu coğrafyası belirler. Türkiye, çok önemli ve netameli bir coğrafyada konumu olan bir ülkedir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu olmak üzere; tabir caizse, her biri birer volkan olan üç önemli arazi parçası arasındadır. Bu sebeple, bölgede yalnız değildir ve daimâ iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır ve de, bundan sonra da maruz kalacaktır.



2-Ülkeler arasında ebedî DÜŞMANLIKLAR veya ebedî DOSTLUKLAR söz konusu olamaz. Bugün dost olan ülkeler, gelecekte düşman olabilirler veya bugün düşman olan ülkeler, gelecekte dost olabilirler. Ayrıca; ülkeler arasındaki dostluklara veya düşmanlıklara, bölge üzerinde hedef ve projeleri olan diğer ülkelerin de etkisi bulunabilir. Basit bir örnek:



İran Şahı Rıza Pehlevî, ilki 1957’de, ikincisi 1976’da olmak üzere iki defa Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Rıza Pehlevî, 1976 yılında yaptığı ziyarette;

“Türkiye’yi, 20 yıl sonra ikinci defa ziyaret ettim. Aradan geçen 20 yıl zarfında Türkiye’nin, iktisaden aldığı mesafeye hayran oldum. Şayet biz, İran olarak Türkiye ile dostluğumuzu devam ettirip, iktisadî alanlarda işbirliği yapabilseydik; bu, hem İran’ın ve hem de Türkiye’nin yararına olacaktı. Ne yazık ki; Batı, bizi aldattı ve Türkiye’ye mesafeli durmamıza sebep oldu.” ifadelerini kullanmıştır.



Bu örnek, dış siyaset belirlemede, ülkelerin kendi iradelerinin yeterli olmadığının kanıtı değil midir?



Diğer bir örnek, daha dikkat çekici ve düşündürücüdür:



“Demirel'in 30 Kasım 1975'te Bulgaristan'a yaptığı ziyarete, Çetin Altan akıl erdirememişti ve şöyle diyordu:





"İÇERDE SAĞCILIK ŞAMPİYONLUĞU YAPAN DEMİREL'in DIŞ POLİTİKASI, 40 MİLYONUN TÜMÜ İÇİN, KAPALI KUTUDUR. İSMET PAŞA'nın DIŞ POLİTİKASI KAMUOYUNA SIMSIKI KAPALIYDI. AMA, DEMİREL'inki DAHA DA ESRARLIDIR ve GİZLİ RENKLER TAŞIMAKTADIR.



"POLİTİKA GAZETESİ'nin 26 KASIM TARİHLİ SAYISINDA BİR YAZI VARDI ve O YAZIDA BAŞLIK, ŞÖYLEYDİ:



SOVYET NOVASTASİ AJANSI'na GÖRE ADALET PARTİSİ İKTİDARINDA, TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ GELİŞTİ..."



İÇERDE KOROLAR BAŞKA ŞARKI SÖYLEMEKTE, TEPEDEKİ ÜST KADEME ORKESTRASI, BAŞKA HAVALAR ÇALMAKTADIR. BÜTÜN BUNLARIN CEVABINI VEREBİLMEK İÇİN, DEMİREL'in BEYİN KIVRIMLARINDA DOLAŞMAK GEREKİR..."



Bu eleştirilere Süleyman Demirel’in verdiği cevap, ilgi çekicidir ve şöyledir:





“İngiltere’si, Amerika’sı, Fransa’sı, Sovyetlerle tam işbirliği halindeyken Türkiye, neden tek kapıya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan elektrik santralleri alacağım. Yararım neyse, onu yapacağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası veya Avrupa Kalkınma Bankası mı?... Hayır!... Kısıtlı verdikleriyle yetinmek neden?...Yakında Japonlar gelecek, heyetle... Bir demir-çelik fabrikası da onlarla konuşacağım. Nereden bulursam, oradan alacağım elbette...”



Sayın BAKAN;



Şimdi de; bugün, bölgedeki gelişmeler hakkında, geçmişteki bir kehanete benzer bir olaydan hareket ederek, ibret alınacak bir örnek vermek istiyorum. Şöyle ki:



Gazeteci Yazar Necati Doğru, 17 Ağustos 1990 tarihli yazısının bir bölümünde şu ifadeyi kullanmıştır:



“…Maxwell, Saddam’ın Kuveyt’e saldırısından 10 gün önce Türk Gazetecisi Emin Edip Öymen’e şöyle demişti:



“…Türkiye’ye, Boğazlar’ın bekçisi olmak dışında yeni bir amaç gerekiyor. Bence bu amaç, Ortadoğu’da kalıcı bir barış sağlanması için Türkiye’nin; ABD, MISIR, SUUDÎ ARABİSTAN, İSRAİL ve hatta kimbilir belki, SURİYE arasında bir rol oynamasıdır.”



Dikkatlerinize arz ediyorum:



Maxwell, bir müneccim olmadığına göre; demek ki Körfez krizi, önceden plânlanmış bir krizdir ve ABD, bu plâna göre bölgeyi şekillendirmeye çalışmaktadır ve de, şekillendirecektir. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den kovuluşunu ve Türkiye’ye teslim edilişini iyi analiz edenler, Maxwell’in işaret ettiği gerçeği, çok daha iyi anlarlar.



Bu durum karşısında:



“Türkiye’nin, Mısır’ın, Suudî Arabistan’ın, Irak’ın ve Suriye’nin; ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in hedef ve çıkarları doğrultusunda yürüttükleri projelerin dışında hareket etmesi düşünülebilir mi?” diye bir soru sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?



Şöyle bir soru da sorulabilir:



Bütün Batı ülkeleri Türkiye’ye vize uygulamaktadırlar. Buna, Yunanistan da dâhildir. Türkiye, mütekabiliyet esasına göre Batı ülkelerine vize uygulayabilir mi? Veya niçin uygulamamaktadır? Uygulamaya kalkarsa, nasıl bir yaptırımla karşı karşıya kalır?



Daha önemlisi:



Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, sadece Türkiye tanımıştır. Komşu ülkeler, dost ülkeler ve hattâ, bizimle akraba konumundaki ülkeler, niçin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamaktadırlar. Kıbrıs konusunda haklı olduğumuz bilindiği halde; bu ülkeleri durduran nedir ve kimlerdir?



Sayın BAKAN;



Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dışişleri Bakanı olmanız hasebiyle; Türkiye’nin ve dünyanın siyasî tarihini çok iyi bilmeniz ve ona göre beyanda bulunmanız şarttır. Döneminizi başarılı göstermek için, Türkiye’nin geçmişini reddetmek ve hatta kötülemek, Devletin geleneğine aykırı olduğu gibi; bunun, kimseye yararı olmaz; Türkiye’ye zarar verir ve milleti gücendirir. Unutulmamalıdır:



Türkiye Cumhuriyeti Devleti, MUCİZE KİŞİLERLE değil; KURUMLARI ile ayaktadır. Kurumları yok farz etmek ve DEVLETİ, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre İŞLETMEMEK, akla, ilme ve mantığa aykırıdır. Zîra; KİŞİLER, geçicidir; DEVLET, bakîdir.



Bu sebeple; Dışişleri Bakanı olarak “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” gerçeğini, herkesten fazla bilmeniz ve bu gerçeğe göre hareket etmeniz şarttır. Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ, her zaman için SAYGINLIĞINI korumuş GÜÇLÜ bir DEVLETTİR.



Türkiye’nin, geçmişte izlediği dış siyasetini başarısız gösterdiğiniz ve hatta kötülediğiniz için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı

Gerçekleri gizlemek, faydasızdır.

Sayın Yalçın BAYER

Hürriyet Gazetesi Yazarı

İstanbul 23 Eylül 2009





Sayın BAYER;





23 Eylül 2009 tarihli ve “PEKİ BU DERELER, NİÇİN TAŞTI” başlığını taşıyan yazınızı okudum.



Eski İSKİ ve DSİ Genel Müdürü; şimdi, Çevre ve Orman Bakanı olan Prof. Veysel Eroğlu’nun, kendisini ve icraatlarını savunan açıklamasına yer vermişsiniz.



Tabii ki; herkesin savunma hakkı vardır ve icabında herkes, doğru bilgiler vererek kendisini savunmalıdır.



Veysel Eroğlu’nun savunması hakkında yorum yapmayacağım ve sâdece, bazı gerçekleri belirtmekle yetineceğim. Şöyle ki:



İstanbul’un su meselesi, daimâ siyaset malzemesi yapılmıştır. Toplumun hafıza zayıflığından istifade eden bazı açıkgöz siyasetçiler, önceki dönemleri kötüleyerek, kendilerine siyasî rant sağlama yolunu tercih etmişlerdir. Bu sebeple; İstanbul’un su kaynaklarına göz atmakta fayda vardır:



TERKOS GÖLÜ, ELMALI, ALİBEYKÖY ve ÖMERLİ Barajları, 1984 yılında mevcuttu. Bu kaynakların toplam su kapasitesi, 610 milyon metreküptür.



1984-1989 arası beş yıl zarfında; DARLIK ve BÜYÜKÇEKMECE Barajları yapılmıştır. Bu barajların toplam kapasitesi, 255 milyon metreküptür.



Nurettin Sözen, Tayyip Erdoğan, Ali Müfit Gürtuna’nın başkanlık sürelerinin toplamı, 19 yıldır. Kadir Topbaş da 5 yılı aşkın bir süre başkandır. Bu 24 yıl zarfında;

SAZLIDERE, STRANCA, KAZANDERE, PAPUÇDERE Barajları yapılmıştır. Bu barajların toplam kapasitesi, 165 milyon metreküptür.



Barajların dökümü şöyledir:



TERKOS GÖLÜ 186 milyon metreküp,

ALİBEYKÖY BARAJI 35 milyon metreküp,

ÖMERLİ BARAJI 366 milyon metreküp,

ELMALI BARAJI 23 milyon metreküp.

TOPLAM: 610 milyon metreküp.



BÜYÜKÇEKMECE BARAJI: 161 milyon metreküp,

DARLIK BARAJI: 113 milyon metreküp.

TOPLAM: 274 milyon metreküp.



SAZLIDERE BARAJI,

STRANCA,

KAZANDERE,

PAPUÇDERE su havzalarını toplam kapasitesi, 165 milyon metreküptür.





Sayın BAYER;



Bilmem ki; bu gerçekler karşısında yorum yapmaya lüzum var mıdır? Bana göre, yoruma gerek yoktur. Ama; İstanbul halkı, SU HAVZALARINDA imara aykırı yapılaşmalara izin verenlere; dere yataklarını, belirli kişilere peşkeş çekerek imara açanlara veya kaçak yapılaşmaya izin verenlere; İstanbul’un her karış toprağını ranta dönüştürerek, İstanbul’un aşırı bir nüfus yoğunluğuna maruz kalmasına sebep olanlara, mutlaka ve mutlaka hesap sormasını başarabilmelidir. Unutulmamalıdır:



İstanbul, 1994’ten sonra aşırı göç almıştır. Ömerli ve Elmalı Barajları inşa edilirken, su havzalarının korunması maksadıyla bölge, ağaçlandırılmıştır. Ne yazık ki; övünenlerin sayesinde su havzaları yağmalanmıştır.



Sorumlu arayanlara duyurmak isterim.



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı

Herkes, yaptıklarını sorgulamalıdır.

Sayın Ertuğrul ÖZKÖK

Hürriyet Gazetesi Yazarı

İstanbul 16 Eylül 2009







Sayın ÖZKÖK;





16 Eylül 2009 tarihli ve “PROVOKATÖR veya YOLDAŞ” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın son bölümünde;

“Bu noktada benim görüşüm şudur.

Şimdi bir siyasetçi için “tarihe geçmenin” tam zamanıdır.

Bu sorunu çözüp, Türkiye Cumhuriyeti’nin iki yakasını bir araya getirecek siyasetçi, bu ülkeye en büyük hizmeti yapmış olacaktır.

Bu sözleri, oturduğu yerden maval okuyan, sınırlı sorumlu, bir gazetecinin “dolduruşları” olarak okuyabilirsiniz.

Ama risk alıp, ülkenin kaderini değiştirecek siyasetçinin sağlam bir yol arkadaşının teşvikleri olarak da.” ifadelerini kullanmışsınız.



Merak edilir:



1-Önceleri “Kürt açılımı”, şimdi de “Demokratik açılım” olarak Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen ve başkaları tarafından başımıza belâ edilen sorun hakkında ne yapılırsa bir SİYASETÇİ tarihe geçer?



2-Bu sözlerinizi, oturduğu yerden maval okuyan, sınırlı sorumlu bir gazetecinin “DOLDURUŞLARI” olarak kabul etmememiz için, nelerin yapılmasına dair açık bir beyanda bulunabilir misiniz?



3-Risk alıp, ülkenin kaderini değiştirecek siyasetçinin sağlam bir yol arkadaşının teşvikleri olarak, önereceğiniz riskler nelerdir?



Bu soruları, geçmişteki bir yazınızdan ilham alarak sordum. 11 Ocak 1991 tarihli yazınızın bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmıştınız:



“Oysa SADDAM, gücünü güney cephesinde yoğunlaştırdığı takdirde, petrol sahalarına büyük bir zarar vermesi ihtimâli var. Bu da, dünya ekonomik konjoktürünü olumsuz yönde etkiler.

Bu değerlendirmelerin ışığında Çankaya’nın politikası, şöyle özetleniyor:

“Türkiye, savaşa girmeden savaşa girmiş gibi prim toplamalıdır.”

Bunun temelde, İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı’nda uyguladığı politikadan ne farkı var?

Kanaatimce temel çizgileri aynı. Ancak; bugünkü politikada, Türkiye’yi savaş dışında tutabilmek, gerçekten daha zordur. Dolayısıyla bu politika, daha risklidir.

Ama, riski büyük olan politikanın, priminin de, büyük olması gerekmez mi?”



Aradan 18 yıl geçmiştir ve “Tek adam” iradesine ve idaresine bağlı bir devlet anlayışının başımıza nasıl büyük belâlar açtığını, hep birlikte gördük.

Birinci “Körfez Savaşı’nın” esas amacının, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin” kurulması olduğu gerçeği zamanında görülseydi ve ona göre bir politika izlenseydi; acaba bugün, bu belâlara maruz kalır mıydık?



Kabul edilse de, reddedilse de, gerçek bellidir:

“Kürt sorunu” adı verilen ve gerçek hedefleri kamuoyunca iyi bilinmeyen bu sorun, bizim dışımızda ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in, müştereken, kendi çıkar, hedef ve projeleri doğrultusunda yarattıkları, destekledikleri ve yönlendirdikleri bir sorundur. Bu sorunun gerçek hedeflerini, DTP ve PKK tarafından aldatılan, yönlendirilen ve baskı altında tutulan Kürt kökenli vatandaşlarımız dahî bilmemektedirler.



Bu durumdan istifade eden DTP’nin ve PKK’nın üst seviye yöneticileri, Abdullah Öcalan’ı da sembol haline getirerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okumaktadırlar. Siyasî iktidarın bir türlü açıklamadığı çözümün ne olması gerektiğini, açık bir şekilde beyan etmektedirler. Şimdi; bizim dışımızdaki dış husumet odaklarının desteğindeki DTP’nin isteklerini yerine getiren ve bu hususta risk alan siyasetçi mi TARİHE GEÇECEKTİR?



DTP’nin ve PKK’nın istekleri kabul edilmezse ne olacaktır? Türkiye’de bir iç çatışma mı çıkartılacaktır?



Lütfen; bu konuyu, daha açık ve ne istendiğini, herkesin anlayacağı bir şekilde Türkiye’nin gündemine getiriniz.



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı.

Siyaset dürüstlük ister.

Sayın Cemil ÇİÇEK

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı

Ankara 14 Eylül 2009







Sayın BAKAN;



Bugün gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısından sonra; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, ''demokratik açılım'' çalışmalarıyla ilgili olarak TBMM'de kapalı oturum yapılması durumunda, ''Hükümet kapalı oturumda bir bilgi verirse; biz, bu bilgiyi açıklayacağız'' dediğinin hatırlatılması ve değerlendirmesinin sorulması üzerine; TBMM'de ilk kez kapalı oturum yapılmayacağını, cumhuriyetin kurulduğu günlerden bugüne kadar farklı zamanlarda böyle oturumlar yapıldığını hatırlatarak.

Bunun kendine göre bir mantığı ve gerekçesi olduğunu söylemişsiniz ve sözlerinizi, şöyle sürdürmüşsünüz:

''Bizim o noktada bir endişemiz yok. Üzerinde durduğumuz, karar verdiğimiz, yürütmekte olduğumuz çabaları kamuoyu önünde açık da, kapalı oturumda da tartışırız. Kapalı oturumda daha soğukkanlı, daha derli toplu konuşmanın avantajları var. Yoksa bir çekincemiz olduğundan, milletimizden herhangi bir şeyi sakladığımızdan dolayı değildir. Gerekiyorsa biz bunu açık da yaparız, bunda hiç tereddüt yok. Ancak üzerinde durmamız gereken şey şu; bir yöntemi, bir talebi beğenmiyor olabilirsiniz ya da sizin buna karşılık bir kısım taleplerimiz olabilir; ama, bunların hepsinin yürürlükteki mevzuat çerçevesinde yapılması lâzım. Eğer insanlar, yürürlükteki mevzuatı 'ben tanımam' demeye getiriyorsa; o zaman, bu ülkede hukuk devletini nasıl tesis edeceğiz? Yani; kapalı oturumlardaki değerlendirmelerin,10 yıl geçmeden hiçbir şekilde yayınlanamayacağı ortada iken, bu, mevzuat hükmü iken; ‘ben, bunu tanımam, buna rağmen açıklama yaparım' diyorsa; o zaman, ‘söylenebilecek ne vardır?’ diye, doğrusu düşünürüm.

Açıkça ifade edelim; bizim, kapalı ya da açık herhangi bir endişemiz yok; gerekiyorsa, biz bu oturumu açık da yaparız. Ama böylesine hassas bir konunun, tribünlere oynayarak konuşulması yerine daha soğukkanlı, daha derli toplu konuşulması için söylenmiş bir fikirdir, bir yöntemdir. Nitekim bunu ilk defa biz de gündeme getirmiyoruz. Geçmişteki insanlar bu toplantılar yapıldığında, Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerden bugüne kadar kapalı oturumlarda dile getirilen hususlar, milletten saklanan, gizlenen hususlar değildi. O formatta, o şekilde konuşulması konunun önemi ve varılmak istenen amaç açısından daha doğru bulunduğu için, iç tüzüğe böyle bir hüküm konulmuştur.

İcap ediyorsa biz, açık da konuşuruz. Bizim milletimizden saklayacağımız, milletimize söylemeyeceğimiz, kapalı kapılar arkasında bu işleri konuşacağız diye bir konu da yok. Biz, milletimizle her zaman iç içeyiz ve açıkça da konuşuruz.''



Sayın BAKAN;



Uzun yıllardan beri siyasetin içinde bulunmanız ve çeşitli dönemlerde Bakanlar Kurulunda yer almanız sebebiyle; bu hassas konuda, kamuoyunun beklentilerini de dikkate almak zorundasınız. Zira; henüz daha kamuoyu, “DEMOKRATİK AÇILIM” adı verilen açılımın ne olduğunu bilmemektedir ve de merak etmektedir.



Şayet bu konuyu Meclis’te “KAPALI OTURUMDA” görüşürseniz milleti gücendirir ve hayal kırıklığına uğratırsınız. Çünkü; kamuoyu, kapalı oturumda görüşülecek konuların, DTP vasıtası ile Talâbani’ye, Barzani’ye, Avrupa’da faaliyetlerine devam eden PKK üst seviye yöneticilerine ve Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış PKK’lılara anında iletileceğine ve de gizli kalmış konuların TARAF GAZETESİ’ne sızdırılacağına inanmaktadır.



Önemli diğer bir husus da şudur:



Halk, gerçekten demokratik bir açılımın yapılmasını, daha doğrusu; Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke haline getirilmesini, gönülden istemektedir ve bunun özlemini çekmektedir. Böyle bir açılımın, “AYRILIKÇI KÜRT HAREKETİ” ile sınırlandırılmasını, kat’iyyen reddetmektedir. Halkın Beklentisi; antidemokratik SEÇİM ve SİYASİ PARTİLER KANUNLARININ, gerçek bir demokrasinin normlarına uygun hale getirilmesi istikametindedir. Zîra; halk, itiraz eden çıksa da, kendisini ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasi parti liderlerini “TEK SEÇİCİ” konumuna getiren sistemin değiştirilmesini istemektedir ve gerçek anlamda “DEMOKRATİK AÇILIMIN” bu sayede sağlanacağına inanmaktadır. Yani; yeniden sistemin içine dâhil edilmesini arzulamaktadır. Bu açılımda; illerin çıkaracağı milletvekili sayısının, illerin nüfusuna göre yeniden tanzim edilmesi ve “SEÇİM BARAJLARININ” düşürülmesi; açık bir ifadeyle; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmemesi arzusu da vardır. Zîra; halk, 29 yıldan beri DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmediğini görmektedir ve bilmektedir.



Gelişmelerden büyük üzüntü duyduğum için demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı.

Halkı aldatanlar

Sayın Ahmet Hakan

Hürriyet Gazetesi Yazarı

İstanbul 27 Aralık 2007





Sayın Hakan;



Şükretmenin asıl manası, Allah'ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmaktır. Örnek:



Güzelliğin şükrü, iffet ve namustur; kuvvetin şükrü, mazluma inen yumruğa siper olmaktır; servetin şükrü, infaktır; makamın şükrü adâlettir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.



Tarihen sabittir ki; züğürtlük, adamı maneviyata sevk eder. Züğürtken insanı, veli zannedersin; fakat, mal, mülk, makam, mevki sahibi oluverince; evliya kisvesi bürünmüş bir insana değiştiğini görürsün. Öylesine ki; ya Hz. Hüseyin'nin başını kesen Şimir veya ona emir veren Yezid oluverir. Gençliğimin ilk yıllarında Firavun'a çok kızıyordum ve ismi anıldığı zaman gönlüm, nefretle doluyordu. Olgunlaştıkça ve hayatın acımasız gerçeklerini gördükçe, bu fikrim değişti ve Firavun'u, Firavun yapan gerçekleri araştırmaya başladım. İşte gerçekler:



1- Debdebeli, tantanalı bir saltanat,

2- Göz kamaştırıcı bir servet,

3- Emrindeki kuvvetli bir ordu,

4- Etrafındaki "Sen bizim RABBİMİZSİN" diyerek eğilip bükülen, bir sürü dalkavuk insan; Firavun'u, FİRAVUN yapmıştır.



İşte tarihin hiçbir döneminde ve hiç kimsenin tekzip edemediği ve edemeyeceği gerçek, budur. Herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir örnek daha:



İnsanın cebinde parası varken yürüyüşü ile yokken yürüyüşü arasında fark vardır; kadının, evde şıpşıp terliği ile yürüyüşü ve sokakta topuklu papuçla yürüyüşü farklıdır. Merak edilir:



Varlıkta ve darlıkta farklı davranan gerçek insanlar yok mudur? Elbet te vardır. Kimdir onlar? İşte onların sıfatları:



Yaradılışlarındaki gayeyi idrak ederek, nefislerinin hayrını ayaklar altına almışlardır. Her şeylerini, insanlığa adamışlardır ve Allah'a hesap vereceklerine inanmışlardır.Gurur, kin, nefret, haset ve ihtiraslarına esir düşerek FİRAVUNLAŞMAMIŞLARDIR. Bu sebeple; yazınızı okuyunca, hiç şaşırmadım. Yazış sebebim de, şudur:



Her zalimi, mazlum yetiştirir. Zîra; uşaklık edenleri bulunmazsa, zalim, zulmünü yapamaz. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz; "FİRAVUN'a İMAN EDENLER, FİRAVUN'dan 40 yıl evvel CEHENNEM'e gireceklerdir." diye buyurmuşlardır.



Şimdi sormak hakkımdır:



SUÇ, kimde? Bayramı CAMİ gösterisine dönüştürenlerin hali, İslam Dini'nin neresinde kayıtlıdır? Büyük müfessirlere soruyorum: Sizler, Kur'an da bahsedilen Mescid-i DIRAR olayından haberdar değil misiniz? Ey cemaat ve tarikat liderleri; bu konuda, size tabî olduklarını beyan ederek siyasi rant peşinde koşanları niçin uyar mıyorsunuz?



Sayın Hakan;



Kolaylık olsun diye Mescid-i Dırar hakkında bilgi vermek istiyorum:



Münafıklar, her türlü çareye başvurarak, müslümanların ve ailelerin arasına nifak sokmaya çalışıyorlardı. Ama, başarı sağlayamıyorlardı. bunun üzerine yeni ve etkili olacağına inandıkları bir çareye baş vurdular. Peygamberimizin yaptırdığı Mescid-i Kuba'ya karşı yeni bir mescit yaptırmaya karar verdiler. Maksatları, Mescid-i Kuba'nın cemaatini ayartarak, bölmekti. Meşhur fâsık Ebu Amir de, bu hususta münafıkları, şöyle teşvik ediyordu:



"Siz, bu mescidi yapın, elinizden geldiği kadar da içersinde silâh gizleyin. Ben Rum Kayseri'ne gidiyorum; oradan külliyetli miktarda Rum askeri getireceğim. Bu suretle Muhammed ve eshabını Medine'den çıkarırız."



Ebu Amir bu maksatla Şam'a gidiyor. Münafıklar da, yeni mescidi inşa ediyorlar. Hz. Peygamberimiz Tebük Seferine çıkarken, münafıklar kendisine müracaat ederek,"İhtiyarların ve hastaların bu Mescid’de hazır olduklarını; bu Mescide de gelerek namaz kılmasını" rica ediyorlar.



Hz. Peygamberimiz, Tebük'e gitmek için hazırlandığını, vakti olmadığını bildirerek, bu teklifi reddediyor. Hz. Peygamberimiz, Tebük dönüşü Medine'ye yaklaşırken, münafıkların yaptığı o cami hakkında Ayet-i Kerime nazil oluyor. ( Tevbe Suresi: 107 ve 108'inci ayatler). Meâli şöyledir:



"Habibim! mü'minlere zarar vermek, mü'minleri tefrikaya düşürmek, küfrü kuvvetlendirmek, evvelce Allah ile Peygamberle harb edenleri beklemek maksadıyla bir mescit inşa edenlerin, "İyilikten başka bir şey istemedik" diye yemin eden münafıkların yalancı olduklarına Allah, şehâdet eder. Ey Ekmele'r Rüsûl! Orada kat'iyyen durma. Senin; ilk gününden itibaren takva temelleri üzerine kurulan Mescid’de durman daha hayırlıdır. Orada içini, dışını temizleyen, (seni seven) adamlar vardır. Allah, temizlenenleri sever."



Böylece Cenâb-ı Hak, din perdesi altında, cami namı altında yapılan, aslında; İslam'a karşı suikastler tertibi için hazırlanan bu eşkiyâ karargâhının yatağının yıkılmasına emir veriyordu.



Hz. Peygamberimiz, bunun üzerine Malik İbn-i Dahşem ile Ma'n İbn-i Addiy'i göndererek, Mescid-i Dırâr'ı yıktırmışlardır.



Hakikatlerin yayılması ve din istismarcılarının teşhiri için gayret göstereceğinize inanarak yazdım.



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı