19 Nisan 2009 Pazar

Hedef gizleyen şöhretler.

Sayın Mehmet ALTAN
Star Gazetesi Yazarı 19 Nisan 2009


Sayın ALTAN;

17 Nisan 2009 tarihli ve “ÖZAL, NE ZAMAN ÖLMÜŞTÜ?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Özal’ın ölümünün 16.cı yıldönümünde; 10 yıl evvel, yani Özal’ın ölümünden 6 yıl sonra yazdığınız yazınızı tekrar yayınlamanız, geçen 16 yıl zarfında görüş ve düşüncelerinizin değişmediğini göstermektedir.

Bu değişmemişliği de; “Politikada Turgut Özal ‘EVRENSELİ’ temsil etti. Süleyman Demirel ise, hep ‘YEREL’ kaldı

Demirel YEREL kaldığı için, biriken hiçbir sorunu çözemedi. Çözülmeyen sorunlar yığıldıkça, ‘İKTİDAR BOŞLUĞU’ yarattı; iktidar boşluğu artınca da, o boşluğu askeriye doldurdu.

1971 ve 1980’de Demirel’in Başbakan, 28 Şubat’ta Cumhurbaşkanı olması, pek tesadüf değil.” Şeklindeki sözlerinizle ispatlamışsınız.

Turgut Özal’a hayranlığınızı ve övgünüzü de, ABD ve çağdaş dünyanın beklentisi doğrultusunda, “Siyasette SİVİL, ekonomide LİBERAL, dış politikada ATAK” sözleriyle ifade etmişsiniz.

Görüş ve ifadelerinize hiç şaşırmadım. 16 yıl zarfında hiç değişmediğinizi de, bilerek söyledim. Zira; elimde, reddedemeyeceğiniz bir kanıtım var. Hem de bu kanıt, doğru olanı aramadığınızı ispatlar. İşte kanıtım:

Sabah Gazetesi yazarı iken 30 Eylül 1988 tarihinde “DEĞİŞİM ve SIKINTI” başlığını taşıyan bir yazı yazmıştınız. Bu yazınızı hiç değiştirmeden herkesin dikkatine sunuyorum:

“Değişim ve bu değişimin getirdiği sıkıntılar”…

Bize göre halkoylamasının mesajı bu…

Ama hâlâ kimi sadece “SIKINTI” üstünde duruyor, kimi de sadece “DEĞİŞİM” üzerinde…

“SIKINTIYI” ön plâna alarak, “DEĞİŞİMİ” inkâr edenler de ikiye ayrılıyor…

Birinciler, bu değişimi yeterince değerlendiremeyenler…

İkinciler, bu değişime direnenler…

Bu direnenlerin kimlikleri ilginç…

Bunlardan biri, gittikçe tükenen SÜLEYMAN DEMİREL…

İktidar için gözünü kırpmadan 40 GÜNLÜK ÇOCUKLARI BOĞACAK kadar gözü kararmış olan melânetli POLİTİKACI ESKİSİ…

Ve onun “İLERİCİ” yandaşları…

Örneğin…

Peydahlandıktan sonra ortalıkta bırakıldığı için “AİLE KOMPLEKSİNE” düşen yaşlı patron dalkavuğu “MÜTERCİM SURETLERİ”…

“İLERİCİLİK” adına DEMİREL ile kol kola…

Nasıl bir ilericilik?

Dışişleri Bakanlığı emriyle “DÜNYA İLERİCİLER KONFERANSI’NDA” Türkiye’yi “GÖREVLİ” olarak temsil etmek gibi bir “İLERİCİLİK”…

Nasıl bir ilericilik?

Yolsuzluk dosyası yayınlayarak sağa, sola şantaj yapıp; sonra bunları, avukat “BİRADER’E” müşteri olarak yollamak gibi bir ilericilik…

Nasıl bir ilericilik?

Sol görünümlü “HAFİYE” ilericiliği…

Neyse…

Nasıl olsa “DEĞİŞİM”E direnenlere halkoylamasının sonuçları, gereken cevabı verdi.

Sıkıntılara gelince…

Galiba o listenin başına PAHALILIĞI koymak gerek…

Her sabah bizle birlikte “UYANAN” ve bütün günü bizle beraber geçiren PAHALILIĞI…
Sonrası, rastgele uzatılabilir…

İÇ BORÇ…
DIŞ BORÇ…
BÜTÇE AÇIĞI…
GELİR DAĞILIMI…

Halkoylaması Türkiye’deki “DEĞİŞİMİN” benimsendiğini; ama, “DEĞİŞİMİN SIKINTISI”NIN adâletsiz olarak dağıtılmasından doğan hoşnutsuzluğun da yaygınlaştığını ortaya koydu…

Sıkıntıları hafifletmek…

Galiba iktidarın şimdiki “İLK HEDEFİ” bu…

Çünkü, bazı “UMUT” verici sinyaller var…

Enflasyonun en önemli nedenlerinden biri kamu giderlerinin, gelirlerinden fazla olması…
Neden kamunun geliri, giderinden az?...

Çünkü devlet, asli fonksiyonlarından biri olan vergi toplama işini beceremiyor…

Sadece “SABİT GELİRLİ” kesimlerin üstüne abanıp, onların ümüğünü hergün, biraz daha sıkıyor…

Geri kalanlar ise CENNETİN DOĞAL ÜYESİ gibi…

Şimdi bu adâletsizlik, hiç olmazsa biraz düzeltilecek…

“BATIK KREDİLER” dururken…

İş adamları, SOSYAL SİGORTALAR KURUMU’NA olan prim borçlarını ödemezken…
Bunları tahsil etmeyip, kolayından “ZAM” yapma dönemi de sona erecek gibi…

Hileli iflâslarla halkı soyanlara da önlemler var…

Yani; yaşanan hızlı değişimin “SIKINTILARI”, adâletsiz olarak paylaşılmayacak gibi…

Vurguncular, soyguncular, üçkâğıtçıların üstüne daha hızlı gidilecek…

Böyle olunca da “SIKINTILARIMIZ”, biraz daha hafifleyecek…

Yerel seçimleri dört ay önce yapalım mı, yapmayalım mı diye “TÜRKİYE’Yİ BİR HALKOYLAMASINA” götürmek, çok yersizdi!...

Ama; galiba, bu yersizliğin bir faydası oldu.

Bir kere, “DEĞİŞİME DİRENMENİN” anlamsız olduğu anlaşıldı…

Bundan daha da önemlisi ise, sıkıntıların “ADÂLETSİZ DAĞILIMININ DOĞURDUĞU RAHATSIZLIĞI”, Ankara duydu…”

Sayın ALTAN;

30 Eylül 1988 tarihinde, yani 21 yıl önce, böylesine tutarsız ve gerçeklerden uzak bir yazı yazdığınız için, bugün söylediklerinize ve savunduklarınıza inanmak, acaba mümkün olur mu? Aradan geçen 21 yıllık zaman dilimi, profosör unvanı kazanmış olmanıza rağmen sizi değiştirmediğine göre; 2.ci cumhuriyetçi olarak ortalarda dolaşmanızın bir anlamı olması gerekir. Zira; gerçek anlamda bir demokrasinin nasıl olması gerektiğini bilmeyecek kadar cahil olamazsınız.

Ayrıca; “Türkiye’nin bugün bunaldıkça bunalıp, kendine çözüm üretememesinin en temel nedeni, devletin hukuksal çatısının ve mevzuatının darbesi, 12 Eylül zihniyeti tarafından oluşturulmasında saklı.” sözlerinizin, kamuoyunca iyi bilinmeyen bir amacı ve hedefi olmalıdır. Devamlı surette askerlere yönelik eleştirileriniz, aklımıza, başka bir ihtimal getirmez.

Bir düşününüz:

Kasım 1983’ten beri Türkiye’yi SİYASÎ İKTİDARLAR yönetmektedir. Siyasî, idarî ve ekonomik yozlaşmalar, sivil yönetimlerin eseridir. Liberal ekonomi, halkı ezen vahşi bir kapitalizme dönüşmüştür. Atak görüntüsü altındaki dış politika Türkiye’yi başkalarına tâbî hale getirmiştir. İdarî yozlaşma, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturmuştur. İtiraz edenler bulunsa da; Türkiye, dış politikasını ABD’ye, iç politikasını Avrupa Birliği’ne, ekonomisini IMF ve Dünya Bankası’na endekslemiştir.

Geldiğimiz nokta da bellidir:

Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, altyapılarımız yabancıların eline geçmiştir. Hattâ, perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüştür.

Bu durumu görmemeniz, anlamamanız ve bilmemeniz mümkün değildir. Ülkeyi bu duruma düşüren ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERİ göklere çıkarırken, devamlı surette ASKERLERİ hedef almanızın herhalde, bir anlamı olması gerekir.

Acaba, yanılıyor muyum?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

20 yıl öncesi ve bugün.

Sayın Turgut ÖZAL
Başbakan ve ANAP Genelbaşkanı
Ankara 18 Temmuz 1989


Sayın BAŞBAKAN

25 Haziran 1989 tarihli Güneş Gazetesi’nde yazıldı:

Kültür ve Turizm Eski Bakanı ve ANAP Zonguldak Milletvekili Tınaz TİTİZ, Güneş Gazetesi Muhabiri Önder Şenyapılı’nın sorularına verdiği cevabında şöyle diyor:

“…Üzerinde konuşmak istemiyorum. Çünkü ben, o mektupta iki ana görüş ortaya koydum. Biri, ERKEN SEÇİMİN NİYE KAÇINILMAZ OLDUĞU; öteki ise, CUMHURBAŞKANLIĞI için ANLAŞMANIN değil, UZLAŞMANIN niye gerekli olduğu. Anlaşma ile uzlaşma arasında farklar var. Bunları söyledim.”.
Bu konuda, eğer öyle bir imâ varsa; ona, katiyen katılmıyorum. Ben, “MUTİLİĞİ”, insanın yanlış karar vereceğini umduğu bir anda birisinin, her türlü sevimsizliği göze alarak, gerekli uyarıyı yapması diye tanımlıyorum. Benim bu tanımıma göre; “MUTİLİK”, benim yaptığımdır. Ama; başkası, başka türlü tanımlar: “HİÇBİR ŞEY KARŞISINDA SESİNİ ÇIKARMAMAK” diye tanımlarsa, ona göre MUTİLİK olur; bana göre de, “EN BÜYÜK İHANET” olur.”.

5 Temmuz 1989 tarihli Milliyet Gazetesi’nin yazdığına göre ise; Devlet ve Millî Eğitim Eski Bakanı ve ANAP Gaziantep Milletvekili Hasan Celâl GÜZEL, şunları söylüyor:

“…Teknisyen veya politikacı olsun; 1986 öncesi ÖZAL’LA çalışmak, daha kolaydı. Her şey değişti. Her şey başlangıçta düz, sonra tersi oldu maalesef. Her şey değiştiği için, netice de değişti.”

Bu sözleri sarf edenler, yakınlarınızdı.
Bu durum karşısında doğru düşünmek ve doğru olanı yapmak, en önemli görevinizdir.

26 Mart 1989 tarihinde yapılan MAHALLÎ SEÇİMLERDE almış bulunduğunuz yüzde 21,80 oy oranı, sizi iktidar yapan yasalara göre de değerlendirilirse; Ana Vatan Partisi değil iktidar olmak, ANAMUHALEFET partisi bile olamayacaktır.

Gerçekten millî iradenin asıl sahibi, Türk milletidir. Yasama, Yürütme ve Yargı güçleri, onun adına ve vekâleten kullanılır.

1987 seçimlerinde, ÇARPIK SEÇİM YASALARINA dayalı da olsa Türk milleti, yüzde 35 oy oranı ile size iktidar vermişse; bu millet, aynı yasalar çerçevesinde, son seçimde oy oranınızı yüzde 21,80’e indirmekle, vekâletini geri almış ve sizi vekâletten azletmiştir.

26 MART 1989 tarihinde yapılan MAHALLÎ SEÇİMLER neticesinde ANAVATAN PARTİSİ’NİN, halk desteğini kaybettiği ve üçüncü parti olduğu, matematik bir kesinlikle ispatlanmıştır. Demokrasilerde; iktidara sâdece halkın desteği ile gelmek yetmez; orada tutunabilmek için de, sürekli olarak halkın desteğine ihtiyaç vardır. Bu desteğin ortadan kalktığı ve üstelik de, böylesine genel ifadeli bir seçimle sabit olduktan sonra; iktidardan derhal çekilmek ve ERKEN genel seçimlere gitmek, iktidarın meşruluğu icabıdır. Bunun aksini düşünmek, REJİMİN ESASLARINA ters düşer. Zira; millî iradeyi inkâr; düpedüz, milleti ve devleti inkâr demektir. Çünkü; demokratik rejimde herkes gücünü, milletten alır. Genel seçimler de, Mahalli seçimler de, milletin iradesinin neticesidir.

Sayın BAŞBAKAN;

İktidar, bir SÖZLEŞME değildir. Bir STATÜDÜR. Halk mutabakatının kesinleşmesi ile ANAP, bu STATÜDEN çıkmış bulunmaktadır. HALK DESTEĞİ yitirildiğine göre; ANAP Grubunun, “BENDEN SONRA TUFAN” dercesine şart haline gelmiş ERKEN SEÇİME, o veya bu sebeple direnmesi, Türkiye meselelerini çıkmaza götürecektir.

Esasen TÜRKİYE, siyasî ve ekonomik BUNALIMIN çıkmazı içindedir. “CUMHURBAŞKANLIĞI” meselesini, ülkenin bir numaralı meselesi haline getirip, gerçeklerden kaçmak mümkün değildir. Aksini söyleseniz bile; oy oranınız yüzde 21,80’e düştükten sonra dahî, sürekli olarak her gün oy kaybeden iktidarınızın, millî iradeyi hiçe sayarak ERKEN SEÇİMDEN kaçması, mümkün değildir.

Erken seçimi, CUMHURBAŞKANLIĞI seçiminden sonra yapmayı düşünüyorsanız; bu takdirde kendi grubunuz, ALDATILDIKLARI zehabına kapılacaktır.

Kısacası:

DEMOKRASİ, ya vardır , ya yoktur. AZICIK DEMOKRASİ ile yetinmek mümkün değildir. ANA KAİDELERİN ve ANA BELGELERİN yok farz edildiği bir sistemde, HUKUKUN VARLIĞINI SAVUNMAK, mümkün değildir Şeklen demokrasiden bahsedilecek ama, hakikatte demokrasinin icapları yerine getirilmeyecek!.Dünya üzerinde böyle bir rejime isim bulmak mümkün değildir.

Gerçekleri arayan, gerçekleri söyleyen ve gerçekleri savunan bir vatandaş olarak görüşlerimi arz ettim.

Gereğini yapacağınıza inanıyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

16 Nisan 2009 Perşembe

Halkı aldatmak ve riyakarlık

Sayın Fehmi KORU
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı 16 Nisan 2009


Sayın KORU;

16 Nisan 2009 tarihli ve “CEMAATTEN KORKULUR MU?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Açık ve samimi olarak itiraf etmem gerekirse, CEMAATTEN KORKULUR. Zira; 2-3 asırdan beri CEMAAT OLUŞUMLARI, “İHVAN” edilen mensuplarını İSLÂM DİNİ’NİN ÖZÜNDEN uzaklaştırarak ve onların İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARI üzerine ipotek koyarak, âdetâ bir KÖLELİK SİSTEMİ oluşturmuşlardır.

Bu görüşüme itiraz edeceğinizi biliyorum. Ama; bu itirazınız, HAKİKATLERİ değiştirmeyecektir. Hakikatleri kabul etmek için insanların, “Ya göründükleri gibi olmaları veya oldukları gibi görünmeleri” şarttır.

Bu girişten sonra esas konumuza gelelim:

“CEMAAT” denince gerçek niyetlerini gizleyenler, cemaat mensubu insanları öne sürerek, cemaatin PERDE ARKASINA gizlenen YÖNETİCİLERİNİ hiç konuşmazlar ve kamuoyunun gündemine getirmezler. Böylece; cemaat reislerinin, tarikat liderlerinin İHTİRAS ve EMELLERİNİ gizlemiş olurlar. İşte bir örnek:

Etkili ve büyük bir teşkilâta sahip GÜLEN CEMAATİNİN görünürdeki lideri olan FETHULLAH GÜLEN’İ herkes tanır ve fakat; bu cemaatin tepe noktasındaki yöneticilerini kimse tanımaz. Bu yöneticilerin kariyerlerini, bağlantılarını ve yüklendikleri misyonlarını kimse bilmez. Zira; cemaatin üst kademe yöneticileri, halktan oluşan kitleleri, SORGULAMAMAK esasına göre ŞARTLI olarak yetiştirmişlerdir. Bunu da; insanların yaradılışında var olan “İNANMAK” özelliklerini kullanarak yapmışlardır. Yani; EVRENSEL olan YÜCE İSLÂM DİNİNİ, kendi çıkarlarına âlet ederek BÜYÜK KİTAP KUR’AN’I, sâdece ölülere okunan bir MEZARLIK KİTABI haline getirilmesini başarmışlardır.

Dikkat ediniz:

Her cemaat, kendi liderini BÜYÜK ilân etmiştir. Cemaat mensupları, kendi liderleri dışındaki kişileri ilmi, ahlâkı, fazileti ne kadar yüksek olursa olsun kabullenmezler ve hatta aleyhinde bulunurlar. Cemaatler arasındaki ittifak, ancak ve ancak tepe yöneticilerinin müşterek menfaat ve hedefleri doğrultusunda sağlanır. Bu ittifak da daha ziyade, SİYASÎ ALANDA sağlanır.

Sayın KORU;

Dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ekseriyetin mezhebi olamamıştır. Çünkü; insanın yaradılışında “ASLINI ARAMAKLIK AŞKI” vardır. İsteseler de, istemeseler de insanlar, kendilerinden üstün BİR KUDRETE tapmak zorundadırlar. Zira; Allah, hiçbir yaratılmışa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece insan sınıfına bahşetmiştir ve kendine muhatap kılmıştır. Bunun anlamı da gayet açıktır:

Her inanan, İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının hakkını vermek zorundadır. Hiç kimseye ve hiçbir makama tâbi olmadan kendi İRADESİNİ, HÜRRİYET içersinde beyan etmek zorundadır. İnanan bir insan, ancak bu sayede kendisini NEFSİNİN ESARETİNDEN kurtarabilir. Kendisini nefsinin esaretinden kurtaran insanlar, HAK ve ADÂLETİ gözeterek, AHLÂK ve FAZİLET ölçüleri içinde hayatlarını idame ettirirler. Zira; her FAZİLET, kendisi ile saf tutanlar arasında bir dostluk, bir muhabbet meydana getirir. Geçek anlamdaki CEMAAT, bu şekilde oluşur.

İşte; gerçek anlamda DİNDARLIK ve CEMAATÇİLİK de, budur. Bunun haricindeki oluşumların DİNDARLIK ve CEMAATÇİLİKLE uzaktan yakından alâkası yoktur ve olamaz da.

Şimdi; günümüze bir bakalım:

Seçimlerde şahit oluyoruz: Cemaat reisleri, cemaat mensubu insanları, seçimlerde, taşıdıkları İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını hiçe sayarak, belirledikleri partilere kitle halinde yönlendirmektedirler. Bu davranışlarıyla da, insanların SORGULAMA haklarını ellerinden almaktadırlar. Örnek:

İktidarın siyasî, iktisadî büyük hataları olduğu ve yolsuzluk söylentileri arşı kapladığı halde; iktidar yanlısı görüntü veren cemaat veya tarikat oluşumu televizyonlar ve gazeteler, herhangi bir eleştiride bulunmamaktadırlar. Başta askerler olmak üzere hangi kurum veya kuruluşa saldırılacaksa; hep birlikte ve ağızbirliği yaparak saldırmaktadırlar.

Merak ediyorum:

Hakikatleri gizlemek, insanların irade ve hürriyetlerine gem vurmak, adâleti gözetmemek ve hakkı savunmamak, yönetenlere hesap sormamak, insanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye ayırıma tabi tutmak, kamu mallarına yapılan tecavüzleri görmemek, ehliyet ve liyakate bakılmaksızın kadrolaşmak; acaba, Yüce İslâm Dininin neresinde kayıtlıdır?

Yalanla iman bir kalpte bulunamayacağına göre; herkes kendi hesabını yaparak, ne kadar dindar olduğunu ortaya koymalıdır. Bu hesabı, cemaat ve tarikat yöneticileri de yapabilmelidirler. Zira; mensuplarının dini hislerini istismar etmek kolaydır. Ama; Allah’ı aldatmak imkânsızdır. Zira; Allah, herkesin hayatının filmini çektirmektedir ve hesap gününde bu filmi, herkesin önüne koyacaktır.

Bu sebeple; dikkat ediniz ve şartlı yazıları terk ederek, halkı, doğrular istikametinde bilgilendiriniz.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

13 Nisan 2009 Pazartesi

29 yıllık büyük hata.

Sayın Nazım EKREN
Devlet Bakanı
Ankara 13 Nisan 2009


Sayın BAKAN;

Bugün, yaptığınız açıklamaları dikkatle dinledim.

İktisatçı veya ekonomist değilim. Ama; Türkiye’nin ekonomisini ve siyasetini çok yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaşım.

İddiam şudur:

Türkiye, 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA politikalarıyla idare edilmektedir. Bu yanlış modelden vazgeçilmediği sürece de alınan, alınacak ve alınması düşünülen hiçbir tedbir fayda vermeyecek ve Türkiye, rahatlamayacaktır. Çünkü; YIĞINAKTA hatâ yapılmıştır ve bu hatâ, HARBİN sonuna kadar devam edecektir.

Yürürlükteki EKONOMİ ve PARA politikalarındaki hatâları şöyle sıralamak mümkündür:

1-29 Aralık 1983 tarihinde yürürlüğe konan “Türk Parasının Kıymetinin Korunması Hakkındaki Kanunda” yapılan değişiklik.
Bu değişikliğe ait yayımlanan 20 sayılı tebliğin 5.ci ve 9.cu maddeleri, tekrar gözden geçirilmelidir.

2- 1987 ve 1989 yıllarında Hazine ile Merkez Bankası arasında yapılan ve Merkez Bankası’nın, Hazine’yi FONLAMAYACAĞINA dair protokoller.

Bu protokollerle KİT’ler, BİRLİKLER çökertilmiş ve kamu bankaları zayıflatılmıştır.

3-Ağustos 1989’da 32 Sayılı Kararla, Türk parasının KONVERTBLE ilân edilmesi.

32 Sayılı Karar tekrar gözden geçirilmeli ve Kararın 4/C Maddesi ile FİNANS ve BANKACILIK kesimine sınırsız para transferi tanıyan maddeleri yeniden düzenlenmelidir. Zira; 32 Sayılı Kararla DOLAR TİCARETİ, Türk ekonomisine damgasını vurmuş; KUR-FAİZ makasında düzenlenen dolar ticareti, en kârlı sektör haline gelmiştir. “SICAK PARA” rantı adı verilen bu saadet zinciri, Türkiye’yi BORÇ BATAĞINA sürüklemiş ve Türkiye’yi faiz ödeyen bir ülke haline getirmiştir.

4-1987’den itibaren tedavüldeki Türk parası azaltılmış ve KONVERTİBİLİTE Kararından sonra iyice azaltılarak, Türk parası yerine yabancı paralar tedavüle sokulmuştur. Bugün dahî tedavüldeki Türk parasının miktarı hakkında gerçekçi bir düşünce oluşturulmamıştır.

Bu durum, dolar ticaretini canlı tutmaktadır ve Türkiye’nin içini boşaltmış ve de ekonomiyi üretkenlikten uzaklaştırmıştır. Yani; Türkiye, TOPYEKÜN KALKINMAYI unutmuştur.

Sayın BAKAN;

24 Ocak 1980 tarihinden itibaren aylara ve yıllara göre dolar kurundaki değişimleri inceletecek olursanız, maksadım çok kolay ve doğru biçimde anlaşılacaktır. 24 Ocak 1980’den bugüne kadar geçen süre zarfında dolar kurundaki değişimler, her şeyi açığa çıkartacaktır.

Bu dönem zarfında ya ani KUR ARTIŞLARI veya uzun süren SABİT KUR UYGULAMALARI ya da BEKLENMEDİK DEVALÜASYONLAR, dolar tacirlerine büyük kârlar sağlarken, Türk ekonomisine büyük darbeler vurmuştur ve MİLLÎ SERMAYE tasfiye edilmiştir. 6 Yıllık iktidarınız döneminde ise; 2002 sonuna kadar pek görünmeyen veya çok kısa bir dönemi kapsayan dolar kurundaki gerileme ve aşırı inişli çıkışlı dalgalanma, DEĞİŞİK BİR RANT KAPISI açmıştır.

Dikkatlerinize arz ediyorum:

Aralık 2002’de 1.6345 lira olan dolar kuru, Ocak 2009’da yine 1.6345 liradır. Aradan geçen 8 yıllık zaman zarfında dolar kuru, 1.3370 lira ile 1.1593 lira arasında dalgalanmış ve dolaşmış. Bazı aylarda da, 1.5000 sınırını aşmış; ama, kısa zaman sonra inişe geçmiştir.

Merak edilir:

Dolar, 1982 ve 2002 yılları arasında geçen 20 yıllık süre zarfında 20 bin kat pahalılaşmıştır. Ama; 8 yıllık bir süreçten sonra bugün, 8 yıl öncesi değerindedir.

Acaba bu, tesadüf müdür? Yoksa; Türkiye’yi iktisaden ESİR alan GLOBAL SERMAYE’NİN, bilinçli ve bir hedefe yönelik PLÂNI MIDIR?

Türkiye, bu sorunun düzgün bir cevabını bulmak zorundadır. Bu görev de, başta SİZ olmak üzere, EKONOMİDEN SORUMLU BAKANLARA aittir.

Ülke meselelerini dikkatli ve yakından izleyen duyarlı bir vatandaş olarak, DEMOKRATİK haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Gereğini yapacağınıza da inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Not: Gerçek iktisatçı Joan ROBİNSON, şu sözleri ile ünlüdür:

“İKTİSAT bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve
ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil; İKTİSATÇILARIN
YANILTMALARINI önlemek içindir.”

12 Nisan 2009 Pazar

Dedikoducu şöhretler.

Sayın Akif BEKİ
Radikal Gazetesi Yazarı 12 Nisan 2009


Sayın BEKİ;

12 Nisan 2009 tarihli ve “Mikrop Hücresi diye bir film olsa.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Böylesine şartlanarak ne mânâya geldiği belli olmayan yazılar yazacaktınız da, niçin RADİKAL GAZETESİ’Nİ tercih ettiniz? Anladığım kadarı ile sizin yeriniz Sabah, Yeni Şafak, Zaman, Vakit, Taraf Gazeteleri olmalıydı. Yoksa, o gazetelerde yer bulamadınız mı?

2002 yılı sonuna kadar isminiz, cisminiz kamuoyunca pek bilinmiyordu. Resminiz de, gazete sayfalarında yer almamıştı. Başbakan’ın basın danışmanı olunca bilinir ve tanınır hale geldiniz. Bunun anlamı açıktır: Bilinirliği ve tanınırlığı, Başbakan Erdoğan’a borçlusunuz.

Belli ki; nimete nankörlük eden bir kişi değilsiniz. Ama; şükrünüzü eda ederken, Radikal Gazetesi’nde sunulan bu köşeyi devamlı surette “SİYASÎ AMAÇLA” kullanmanız doğru değildir ve yakışıksızdır.

Bulunduğumuz coğrafya sebebiyle Türkiye’nin hedefleri ve sorunları büyüktür. Türkiye her zaman için de, İÇ ve DIŞ ODAKLARIN husumetlerine maruz kalmıştır ve bundan sonra da kalacaktır.

Şayet, en büyük ihtiyacımız olan sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içerisinde geçirebileceğimiz bir zaman dilimini yakalayabilseydik; bugün dünya üzerinde bütün sorunlarını çözmüş ve hedeflerini gerçekleştirmiş bir BÜYÜK TÜRKİYE olurdu. Ne yazık ki; başkaları, bu fırsatı vermemiştir ve dâimâ birbirleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşturmuşlardır.

Bu oluşumun bir türü de, henüz daha mahiyeti bilinmeyen ve ne şekilde sonuçlanacağı belli olmayan “ERGENEKON” adı verilen davadır. Bu dava sebebiyle toplum, ikiye bölünmüştür ve zıtlaşmaktadır. Dikkat edilirse bu davada, vaktiyle Doğu ve Güneydoğu’da PKK ile etkili mücadelede bulunan kişiler hedef alınmıştır. Henüz yargı safhası devam ederken ve davanın nasıl neticeleneceği bilinmezken bu kişilerin, peşinen suçlu gösterilmeleri ve ağır ithamlar altında bırakılmaları, bir HUKUK DEVLETİNİN ilke ve şanına yakışmazken; Yeni Şafak, Sabah, Zaman, Bugün, Star, Vakit ve Taraf Gazetelerinin yazar ve çizerleri, kendilerini savcı ve hâkim ilân ederek, kamuoyunun zihnini bulandırmaktadırlar.

Bir köşe yazarı olarak istediğiniz gibi düşünebilir ve inanabilirsiniz. Ama; bu düşünce ve inançlarınızı hislerinize yenik biçimde okuyucu kitlenize sunamazsınız. Yani; siyasî malzeme olarak kullandığınız ERGENEKON DAVASI sonuçlanıncaya kadar susmak zorundasınız. Aksi halde EVRENSEL HUKUK kurallarını çiğnemiş olursunuz. Size düşen görev; şayet başarabilirseniz, zıt mizaçları bir MEFKÛRE etrafında birleştirebilmektir. Zira; bir yazar, aklın, mantığın ve ilmin tahtında hareket etmek zorundadır. Aklı, mantığı ve ilmi dışlayan bir yazar, fikir üretici yazılardan ziyade DEDİKODU üreten yazılar yazabilir. Aynen, sizin yaptığınız gibi.

Unutmayınız:

Türk milleti, üredi, türedi bir kavim değildir ve tarih boyunca devlet olmasını başarmış ve de tarihin en eski EFENDİSİ bir MİLLETTİR. Bu sebeple; boşuna uğraşmayınız; bu yüce milleti, hezeyanlarınıza ve bizce meçhûl olan MİSYONUNUZA âlet edemezsiniz.

Size tavsiyem:

Ya olduğunuz gibi görününüz veya göründüğünüz gibi olunuz! Eğer basın tarihine hoş olmayan ifadelerle geçmek istemiyorsanız, bunu başarmalısınız.

Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Demirel ve bilinmeyenler.

Sayın Ertuğrul ÖZKÖK
Hürriyet Gazetesi Yazarı 8 Nisan 2009

Sayın ÖZKÖK;

7 Nisan 2009 tarihli ve “Bir kolumda biri, öteki kolumda biri” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Söz konusu yazınızın bir bölümünde, “Bütün gençliğim Demirel’e kızarak geçti. Şimdi bütün arta kalan dönemim, Demirel’in siyaset felsefemize kattığı cümleleri yeniden yorumlamak ve hayretler içinde “Ne kadar haklıymış.” diyerek geçiyor. Benim alabileceğim hâlâ çok ders var. Siyasetçilere de tavsiye ederim.” İfadelerini kullanmışsınız.

Yerine göre gaflet veya pişmanlık belirten bu ifadeleriniz, Türkiye’nin Siyasî Tarihi’nden habersiz büyük kitleleri aydınlatmaya yetmez. Bilhassa; ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERLE uyutulan ve millî benliğinden uzaklaştırılan gençler, birkaç cümleden ibaret pişmanlığınızla SÜLEYMAN DEMİREL’İ, lâyıkıyla tanıyamazlar ve anlayamazlar. Zira; her zaman için övülmesi gereken DEMİREL, bazı etkili mihraklar tarafından eleştirilmiş ve dâimâ kötülenmiştir.

Bu sebepten dolayı, samimi olarak DEMİREL’İ haklı buluyorsanız ve hakkını teslim etmek istiyorsanız; daha fazlasını yapmak zorundasınız. Yapmanız gereken husus da şudur:

1965-1980 Türkiye’sini siyasî, iktisadî açıdan geniş bir şekilde analiz etmek ve ondan sonra da, 1980 sonrası Türkiye’sini irdelemektir.

Evvelâ kendiniz bir araştırma yaparak, “1965’te Türkiye’nin nesi vardı ve 1980’de Türkiye’nin neleri oldu?” sorusunun düzgün bir cevabını bulmalısınız.

Sonra da, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sini masaya yatırarak, kazanımlarını ve kayıplarını ortaya koymalısınız.

İşin siyasi boyutunu da, 1965-1980 Türkiye’sinde meydana gelen BUNALIMLARI, hislerden âzâde aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdeleyerek açığa çıkarınız. Bunun için de fazla bir gayret sarf etmenize lüzum kalmayacaktır. Aşağıda önereceğim kitaplar, işinizi kolaylaştıracaktır.

1-S. Yüksel Cebeci’nin “Silâhların gölgesinde DEMİREL” kitabı.
2-Orhan Erkanlı’nın “ANILAR, SORUNLAR ve SORUMLULAR” kitabı.
3-Hüseyin Demirel’in “12 MART’IN İÇYÜZÜ” kitabı.
4-Süleyman Demirel’in yazdırdığı “ADALET PARTİSİ ve 1971 BUHRANI” kitabı.
5-Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım.” kitabı.
6-Süleyman Demirel’in “DEVRAN” adını verdiği kitabı.
7-Ekrem Ceyhun’un “Ekonomik kalkınmada SİYASÎ İSTİKRAR” kitabı.
Şayet bulabilirseniz, 1977 Mali Yılı Bütçesi’nin kabulünden sonra Güneri Civaoğlu’nun 5 Mart 1977 akşamı, Süleyman Demirel’le yaptığı ve televizyondan canlı olarak yayınlanan mülâkatın yazılı metnini okuyunuz. (Güneri Civaoğlu’nda vardır.)

Bu kitapları okuduktan sonra Süleyman Demirel’in, Başbakanlığı döneminde de çok başarılı olduğunu göreceksiniz ve kendinize, “Şayet 12 Mart 1971 müdahalesi olmasaydı; acaba bugün, dünya üzerinde nasıl bir Türkiye olurdu?” sorusunu sormak zorunda kalacaksınız.

Sayın ÖZKÖK;

Bu kitapları okuduktan sonra öyle zannediyorum ki; Hürriyet Gazetesi’nde, Süleyman Demirel’le ilgili olarak yayınının günlerce sürmesini tasarlayacağınız bir yazı dizisine ihtiyaç duyacaksınız. Duymazsanız; zaten, 7 Nisan 2009 tarihli yazınız, göstermelik kabul edilecektir.

Türkiye’yi 1958 yılından itibaren gayet iyi izleyen bir kişiyim. Dünyadaki gelişen olayları da çok iyi izledim. Gözlemim şudur:

Aydınlarımızın, medya mensuplarımızın, fikir adamlarımızın önemli bir bölümü, ülkemizin siyasî, iktisadî ve askerî olaylarını hep, his terazisinde tartarak kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Bu sebepten dolayı da akıl, mantık ve ilim, dâimâ yenik düşmüştür. Neticede de Türkiye, dâimâ başkalarına muhtaç bir hale gelmiş ve önceliklerini ve hedeflerini unutmuştur. Düşünebiliyor musunuz: Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, gıda maddeleri hususunda başkalarına muhtaç ve kendi kendisini besleyemez hale gelmiştir.

Bu durum, VATANİ bir gerekçeye dayanan ve HİZMET arzusu taşıyan aklıselim sahiplerini düşündürmez ve üzmez mi?

Ve unutmayınız:

Övülmesi gerekenleri kötülemek ve kötülenmesi gerekenleri övmek, bir ülkenin ve bir milletin yıkım sebebidir.

Mektubuma cevap verip vermeyeceğinizi merak ediyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.



Not: Merhum Celâlettin Çetin, Kenan Evren’le yaptığı
söyleşiden sonra benimle de bir söyleşi yapmak istemişti.
Ama, bu söyleşi gerçekleşmedi. Yayın kurulunda siz karşı çıkmışsınız ve
“O, Doğru Yol Partili ve Demirel hayranıdır.” ifadesini kullanmışsınız.
Belki benimle helâlleşmek istersiniz diye hatırlatmak istedim.

6 Nisan 2009 Pazartesi

OBAMA'ya mektup.

Sayın Barack OBAMA
Amerika Birleşik Devletleri
BAŞKANI 6 Nisan 2009


Sayın BAŞKAN;

Paranızın üzerinde “ALLAH’A GÜVENİYORUZ” ibaresinin bulunması, bir zamanlar HÜR DÜNYA için teminat addediliyordu.

Hafızalardan silinmemiştir:

Irkçılık esasına dayanan 2.ci Dünya Savaşı’nın CEHENNEM’E çevirdiği dünyada, şaşkına dönen İnsanlık Âlemi, ADALET, HÜRRİYET, EŞİTLİK ve REFAH esasına dayalı yeni bir huzur ortamı arıyordu.

Herkesin bunaldığı, acılara gark olduğu bu faciadan sonra AMERİKA BİRLEŞİK EVLETLERİ, İnsanlık Âleminin özlemini çektiği arayışına önderlik etmek iddiasıyla ortaya çıktı ve bir dizi vaatlerle öncülük görevini üstlendi. Hedef, şuydu:

DİL, DİN, IRK ayırımı yapılmaksızın bütün insanlığa; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içinde REFAH sağlamak!..

Bu hedefin ilk teşebbüsleri ve propagandaları mükemmeldi. Arşivlerinizde vardır; Başkan D.D. Eisenhower Türkiye’yi ziyaretinde, tarihte altın satırlarla yer alan şu sözleri söylemişti:

“Biz dünyaya sulh, sükûn, huzur ve güveni, KURAN’IN ve İNCİL’İN tahtında sağlayarak, İNSANLIK Â LEMİNE REFAHI getireceğiz.”

Ama, ne yazık ki; aradan geçen zaman, o gün ortaya konan HEDEF ve NİYETLERİN gerçek olmadığını ispatlamıştır. ABD, hiç de samimi davranmamıştır ve BATI’DAKİ REFAHIN, kendi dışındaki dünyanın sefaleti, ezilmesi, sömürülmesi ve zulme uğratılması pahasına elde edildiği gerçeğini ispatlamıştır. Hele; SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN dağılmasından sonra, tek güç görünümünde ve konumunda olan AMERİKA’NIN samimiyetsizliği, inkârı mümkün olmayan bir görüntüyle açığa çıkmıştır.

Saddam Hüseyin’i bahane ederek, Körfez’deki ve Irak’taki petrol varlığının üzerine konmak için bütün dünyayı seferber eden AMERİKA, maalesef bugün, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da yaratılan huzursuzlukların ve çatışmaların müsebbibi ve planlayıcısı haline gelmiştir. CANAVARLARI dahi utandıracak bu vahşet; ABD’nin, asla vazgeçmeyeceği bir milli politikası olarak sahneye konmuştur.

ABD’nin bu tutum ve davranışları; ORTAÇAĞ’DAKİ Engizisyon Papazlarının, halkı ezen zalim hükümdarların, saltanatlarını zulüm ve kan üzerine kurmuş zalim derebeylerinin yönlendirdiği HAÇLI SEFERLERİ’Nİ andırmaktadır. Belli ki ABD, Alman ırkçılığının dünyayı kana buladığı gerçeğini, unutmuş görünmektedir. Veya işine öyle gelmektedir.

Ziyanı yoktur; unutmuş olun veya unutmuş görünün..Ama; bir gerçeği de, asla unutmamalısınız. O gerçek de şudur:

HRİSTİYANLIK ÂLEMİ, manen İSLÂM ÂLEMİNE borçludur. Biz MÜSLÜMANLAR, Hazreti İsa’nın Hak Peygamberi olduğuna; İncil’in, Semavi kitap olduğuna inanırız. İnanmazsak; Müslümanlığımız, Allah katında kabul olmaz. Ama HRİSTİYANLAR, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i ve Kuran’ı kabul etmezler. Taassup ve cehaletlerinden dolayı kabul etmezler.

Ayrıca biz Müslümanlar, Hazreti İsa’nın, Allah’ın bir kudretinin neticesinde babasız dünyaya gelmesini, şek ve şüpheye düşmeden kabul ettiğimiz halde (Ki; bugün gelişen genetik ilmi, bu gerçeği doğrulamaktadır); HRİSTİYAN ÂLEMİNDE, bu konuyu tartışıp, çirkin isnatlarda bulunanlar vardır. Hz. İsa’ya çirkin sıfat takılırken, Annesi Hz. Meryem’in iffet ve namusu tartışılırken; KURAN ve Hz. PEYGAMBERİMİZ; Hz. İsa’nın Hak Peygamberi olduğunu, Annesi Meryem’in ismet ve iffet sahibi bir hanım olduğunu beyan etmiştir. Yani; bu hususta bütün HRİSTİYAN ÂLEMİ, Hz. İsa ve Annesi Hz. Meryem’i beraat ettirdiği için, İSLÂM ÂLEMİNE borçludur.

Bilmem ki; yarın AHİRET gününde ve Allah’ın huzurunda Hz. İsa, HRİSTİYAN ÂLEMİNE, “Beni dünyada beraat ettiren, annemin ismet ve iffet numunesi bir hanım olduğunu beyan eden Hz. Muhammed’in aleyhinde niçin bulundunuz?” diye bir sual soracak olursa; acaba, HRİSTİYAN ÂLEMİ ne cevap verecektir?

Aslında; İncil’i iyi bilen ve inançlarında samimi olan bir HRİSTİYAN, eğer İncil’i iyi okursa; bu gerçeği, kendiliğinden bulacaktır. Değil İslam Âlemine ters bakmak; belki de, Müslümanları baş tacı edecektir.

İşte belgesi:

Dört İncil yazan dört müellif, Hz. İsa’nın gökyüzüne yükselişi vaktinde Havarilerine, “Ben, babama, babanıza ve Allah’ıma gidiyorum. Size, benden sonra (PERAKLİT) geleceğini müjdelerim.”, dediğinde ittifak etmişlerdir.

PERAKLİT, Yunanca bir kelimedir. Asıl telaffuzu, PERAKLİTOS’DUR. Latince İncil’de PARALİTİS’DİR. Yunanca’da PERAKLİTOS’UN manası, “Niyaz olunmuş” demektir. Aslı, Arapça (AHMED) manasına olan BİRİKLİTOS’DUR.

Bu hususta Kuran’da SAF SURESİ’NDE, şöyle buyuruluyor:

“Ve iz kale iysebnü meryeme ya beni israiyle inniy resulüllahi ileyküm musaddikan lima beyne yedeyye minettevrati ve mübeşşiren biresulin ye’tiy min ba’dismühu ahmed…”

Manası:

“İsa Aleyhisselâm Beni İsrail’e dedi ki: Benden önce nazil olan Tevrat’ı tasdik, benden sonra din-i kamil ile (Ahmed) isminde gelecek peygamberi size müjdelediğim halde , size hüccet ve burhanla Allahü Teala’dan gönderilmiş peygamberim..”

Görülmektedir ki; Kuran’ı ve İncil’i iyi okuyup anlayanlar ve iman edenler için, Hristiyan dünyası ile İslam dünyası arasına KANLI HENDEK açmanın manasızlığı ortaya çıkar. Ama, ne yazık ki; taassup ve irtica içinde olanlar, bu gerçeği henüz görebilmiş değillerdir.

Sayın BAŞKAN;

Bu, uzun ve fakat lüzumlu girişten sonra, bazı gerçekleri, bizzat size hatırlatmak istiyorum:

Türkiye, bir MÜSTEMLEKE ÜLKESİ değildir. Şayet bu gerçeği görür ve kabullenirseniz; bölgenin ve bütün dünyanın SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVENİ için, bugüne kadar kimsenin başaramadığı bir adım atmış olursunuz.

Hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalı ve unutulmamalıdır:

Türk milleti üredi, türedi bir kavim değildir. Bu yüce Türk milleti; zulmü gördüğü yerde ADALETİ, inkârı gördüğü yerde İMANI, cehaleti gördüğü yerde İLMİ; hiddeti, gadabı gördüğü yerde sükûneti vazeden ve tarihin en eski efendisi olan NECİP bir millettir. Ve tarih boyunca DEVLET olmasını başarmıştır. Tarihte, iz de bırakmıştır. İşte, ispatı:

600 sene hükmettiği Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da sulh, sükûn, huzur ve güven vardı. Osmanlı Devleti bu bölgelerden çekildikten sonra; bu bölgelere zulüm, kan, huzursuzluk ve gözyaşı hâkim olmuştur.

Evet; bugün ABD, dünyanın hâkimi ve süper gücüdür. Ama; Türk milletinin tarihi zenginliğine sahip değildir ve 220 yıllık bir geçmişi vardır. Bugünkü hâkimiyeti de, güce dayanmaktadır. Adaletten kesinlikle yoksun bu güç, adalete dayanmamaktadır ve eninde sonunda yıkılmaya mahkûm olacaktır. Tarihin hiçbir döneminde, inkâr veya tekzip edilemeyecek gerçeği, budur.

Tarihen sabittir ki:

BİR MİLLET, İCABINDA KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. FAKAT, ZULÜMLE ASLA ve ASLA DEVAM EDEMEZ!

Ziyaretinizle ülkemizi şereflendirdiğiniz bu günlerde bu mektubu yazış sebebim; Türkiye’yi iyi tanımanız, baskı altına almamanız ve ne sebeple olursa olsun, gücendirmemeniz içindir.

Birinci Cihan Harbinden sonra Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunları, gayet iyi bilmekteyiz. ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:

“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’U içine alan bir ERMENİSTAN’I himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”

Sayın BAŞKAN;

ABD’nin emellerine hizmet edecek satılmış bazı hainler, ajanlar bulunabilir. Bunlar vasıtasıyla bazı kışkırtmalarda bulunarak, bazı kalkışmalar da sağlanabilir. Ama; bilinmelidir ki, Türkiye’yi bölmeye kimsenin gücü yetmez! Zira; bu millet, bölünmemeye ant içmiştir. Kışkırtmaya çalışılan ve kullanılmak istenen bazı Kürt kökenli insanlar, Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcileri değildirler. Kürt kökenli vatandaşlarımız, asla ve asla, yaratılmaya çalışılan fitne ve fesada, boyun eğmeyeceklerdir.

Ve bilinmelidir ki; ÜNİTER yapısını muhafaza eden güçlü bir TÜRKİYE, bölgenin sulh, sükûn, huzur ve güveni için elzemdir ve ABD de, Türkiye’den başka, kendisini aldatmayacak bir müttefik bulamaz.

Bugün ABD, dünyanın en güçlü ülkesidir. İman ettiğimiz ALLAH, dünyanın neresinde olursa olsun ve ne zaman olursa olsun; güçlü devletleri, her türlü zulmü önlemekle görevlendirmiştir. Bu kutsal görevin farkında olmayanlar, Allah’ın huzuruna sefil, rezil ve çaresiz olarak gideceklerdir ve Hiç şüphesiz; CEHENNEM’DE, yerlerini alacaklardır İlâhi ceza kesinleştiği gün; ABD’yi yönetenleri, hizmet ettikleri para sahipleri kurtaramayacaktır.

ABD’nin Başkanı olarak bu gerçeği görmeniz ve bu gerçeğe göre hareket etmeniz, bölgenin selâmeti için elzemdir. Hükümetinizi ve Parlamentonuzu baskı altında tutan dolar milyarderleri, eroin ve silâh tüccarları, dünya ticaretine ve petrole hâkim egemenleri, borsa spekülâtörleri, dünya üzerinde tedavül eden 2-3 trilyon dolar kara paraya yön veren caniler ne derlerse desinler; siz, kan akıtıcı, can yakıcı, huzursuzluk yaratıcı organizasyonlara geçit vermemelisiniz ve Allah’ın emirlerine aykırı buyruklara teslim olmamalısınız. Zira; zulme alet olanlar, nefretle anılırlar ve tarihin sayfalarına, hoş olmayan ifadelerle geçerler.

Son sözüm, şudur:

Türk milleti zıtlaşılacak ve zulüm vasıtası olarak kullanılacak bir millet değildir. Bu gerçeği görmeyenler ve anlamayanlar, daima zararlı çıkmışlardır. Dünya, artık hiçbir zulmü, kaldıramaz duruma gelmiştir. Yakın bir gelecekte, her şey, tersine dönecektir. Zira; zulme dayalı hakimiyetler, devamlı değildir ve eninde sonunda, çökmeye mahkûmdur. Bu gerçeği, Amerikan halkına da iyi anlatmayı başarabilirseniz; bütün insanlık âleminin, karanlıktan aydınlığa çıkmasına vesile olursunuz ve tarihin şeref listesinde yerinizi alırsınız.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı