24 Ocak 2010 Pazar

Kimin, neyi ve niçin yaptığı bilinmelidir.

Sayın Fatih ÇEKİRGE
Hürriyet Gazetesi Yazarı
Ankara 23 Ocak 2010


Sayın ÇEKİRGE;


23 Ocak 2010 tarihli ve “Asker! O görev, bitti artık!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Tahmini, bilgiye dayanmayan, yorum içerikli cevabınıza göre; sebebini araştırmaya gerek görmediğiniz ve kimler tarafından ve niçin yaratıldığı kamuoyunca iyi bilinmeyen kafa karışıklığının giderilmesi için, birtakım soru-cevap sıralamasıyla fikir beyanında bulunmuşsunuz.

Asker odaklı tahmininize göre; ABD ve NATO, Komünizm tehlikesi geçtiği için, “Asker! O görev, artık bitti!” artık, “O misyonunu bırak!” diyerek, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni uyarıyormuş!

Bu yorumları yaparken de; geçmişte meydana gelen askerî darbe ve müdahalelerde, komünizm tehlikesi sebebiyle, ABD’nin ve NATO’nun teşviki, tahriki ve onayı olduğunu kabullenmiş ve hatta itiraf etmişsiniz!

Evet; geçmişte yaşanan kural dışı olaylarda ABD’nin etkisi vardır ve hatta; ülkeyi askerî müdahalelere götüren tertip, provokasyon, anarşi ve terör olayları, CIA’nın tertibidir. Ama, ABD bunları, komünizm tehlikesi sebebiyle yapmamıştır; bölgedeki hedefleri sebebiyle, hükümetleri, kendisine tabî hale getiremediği için yapmıştır. Bunun göstergesi de; askerî müdahalelerden önce gelişen olaylardır. Şöyle ki:

1- Türkiye, 1954’te Balkan Paktı’nı, Şubat 1955’te Bağdat Paktını kurmasaydı ve 1958 yılında, günün Sovyetler Birliği ile ekonomik ve teknik işbirliği için temas kurmasaydı; hiç şüphesiz, ülkeyi 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ne götüren süreç, başlatılmayacaktı.

2- Türkiye, Şubat 1967’de, günün Sovyetler Birliği ile 7 büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Analaşmasını yapmasaydı; hiç şüphesiz, ülkeyi 12 Mart 1971 askerî müdahalesine götüren süreç, başlatılmayacaktı.

3- Türkiye, 12 Aralık 1976’da, günün Sovyetler Birliği ile 20 büyük projeyi kapsayan ikinci Teknik ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmasını yapmasaydı; hiç şüphesiz, ülkeyi 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne götüren süreç, başlatılmayacaktı.

Şimdi gelelim günümüze:

Son 2-3 yıldan beri, askerlerin darbe yapacağı ihtimâl ve korkuları, belirli odaklarca ve yaygın bir şekilde ortaya atılmış ve ısrarla, henüz daha ne olduğu bilinmeyen tertip, plân ve projeler ortalığa saçılmıştır. Bu hususta en büyük görevi de; hedefi, niyeti, oluşum biçimi ve iç veya dış destekleri kamuoyunca iyi bilinmeyen ve bilenlerce de hiç konuşulmayan TARAF GAZETESİ üstlenmiştir. Bu gazete, yaptığı yayınlarla doğrudan doğruya, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçmiştir ve ORDUYU, adeta, düşman ilân etmiştir. Son günlerde, Kasım 2002 ve Mart 2003 arasında hazırlandığı iddialarıyla BALYOZ adı verilen bir darbe senaryosu ortaya atmıştır. Hiç kimse de; “Askerler darbe niyetinde olsalardı, 7 yıldan beri bu darbeyi niçin yapmamışlardır?” sorusunu sormamıştır.

TARAF GAZETESİ’nin ortaya attığı en ilginç ve dikkat çekici darbe senaryosu, “Hükümeti ve Gülen Cemaati’ni bitirme plânı” sürmanşetiyle verilen senaryodur. Bu iddialar ortaya atıldığı zaman da hiç kimse; “Hükümeti anladık da, bu senaryoya Gülen Cemaatini kim ekledi? Hükümet, devletin önemli bir kurumudur. Gülen Cemaati, nasıl bir oluşumdur, devlet içinde devlet haline gelmiş bir yapılanma mıdır? Bu cemaatin tepe ve her kademedeki yöneticileri kimlerdir? Legal bir kuruluş mudur veya illegal bir kuruluş mudur? Hedefleri, faaliyetleri ve dış bağlantıları, devletin kayıtlarında var mıdır ve devletin denetimine tabi midir? Ulûhiyyet kisvesi giydirilen Fethullah Gülen Hoca’yı herkes tanıyor, ama, Cemaatin yapısı hakkında kamuoyunun bir bilgisi var mıdır?” sorularını sormamıştır. İşin ilginç yanı da; varlığı kabul edilen Gülen Cemaati’ne ait bütün medya kuruluşları, TARAF GAZETESİ ile aynı paralelde hareket etmekte ve yayın yapmaktadırlar.

Sayın ÇEKİRGE;

ABD’nin bu bölgede, hedef, plân ve proje gütmediğini hiç kimse söyleyemez. ABD’nin, kendi hedeflerine göre; bazı kurum ve kişilere rol biçeceği veya rol biçmek isteyeceği, gayet tabiidir. Meydana gelen gelişmeler, ABD’nin Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden rahatsızlık duyduğunu göstermektedir. Belli ki; Türk Silâhlı Kuvvetleri, ABD’nin isteklerine, çıkarlarına ve hedeflerine göre hareket etmeyeceğini belli etmiştir. Belki de ABD, Türkiye’de bir askerî darbenin meydana gelmesini arzu etmektedir. Bir darbe vukuunda; Türkiye’de iç çatışmaların çıkacağını ve Türkiye’nin bölünme sürecine gireceğini varsaymaktadır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne yönelik, saldırı, tertip, itham ve tahriklerin gerçek sebebi, bu hedef olabilir. Açık ifadeyle; Türk Silâhlı Kuvvetleri, bölgemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri gayet iyi izlediği ve değerlendirdiği için; bu defa ABD’nin tuzağına düşmemiş ve kendisine biçilmek istene rolü, iyi algılayarak ve görerek, reddetmiştir. Zîra; askerler, bölgede yalnız olmadığımızı ve düşman algılamasını gayet iyi bilmektedirler. Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da nelerin olduğunu ve nelerin olacağını gayet iyi görmektedirler.

Ne yazık ki; sizler gibi Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramayan ve dünya coğrafyasında, Türkiye’nin konumunun önemini anlayamayan kişiler; oturdukları yerden ahkâm keserek ve demokrasi sözcüğünü ağızlarından düşürmeyerek, belirli odak ve ülkelerden pompalanan asker düşmanlığı yapanların kervanına katılmışlardır.

TARAF GAZETESİ’nin üstlendiği misyonu iyi algılayamadığınız veya o misyonu benimsemiş olabileceğiniz için, bu mektubumu yazdım.

Cevabınızı bekliyorum

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Gerçekleri örtmek mümkün değildir.

Sayın Derya Sazak,
Sayın Fehmi Koru,
Sayın Mustafa Erdoğan,
Sayın Fuat Keyman,
Politik Açılım Programı
TRT-1 Televizyonu
İstanbul 24 Ocak 2010


Sayın Program Yapımcısı ve konuklar;

TARAF GAZETESİ tarafından ortaya atılan ve henüz daha mahiyeti ve hedefi belli olmayan ve “BALYOZ HAREKÂTI” adı verilen DARBE SENARYOSU hakkında aceleci davranarak DEVLETİN TELEVİZYONUNDA, kendi görüş, anlayış ve kabullenişleriniz istikametinde Halkı aldatıcı, yanıltıcı, yanlış istikamete yönlendirici yorumlarda bulunmanız ve yanlı davranmanız, sizlere hiç yakışmamaktadır.

Birkaç yıldan beri, olmayan ve olması mümkün olmayan DARBE söylentilerini bahane ederek, siyasî görüş beyan ederek, ortalığa korku salmanızın gerçek hedefini, açık bir şekilde itiraf etseniz, bana göre çok daha dürüst davranmış olursunuz.

Siz de çok iyi bilmektesiniz ki; 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yayınlanan bildiri, bir darbe değildir ve darbe de çağrıştırmamıştır. Günün Hükümeti içindeki uyumsuzlukların meydana getirdiği bir gerginliktir ve bu gerginliğin müsebbibi de, tekrar başbakanlık koltuğuna oturmak için yanıp, tutuşan Tansu Çiller’dir. Refah-Yol Hükümeti’nin hangi pazarlıklara ve neye karşılık kurulduğu iyi araştırılırsa; askerleri tedirgin edici yayınların, söylemlerin ve Erbakan’ın geçmişe ait beyanlarını içeren bantların piyasaya sürülmesinin kimler tarafından ve niçin yapıldığı gerçeği ortaya çıkarılır.

Siyasî iktidarların başarısızlıklarını, ortaya darbe korkusu salarak örtmeye çalışanlar, bu ülkeye ve bu millete verecekleri zararı da hesap etmek durumundadırlar. Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle maruz kaldığımız iç ve dış husumetleri, basit kurgularla örtmek isteyenler ise; hem kendilerine, hem millete ve hem de ülkeye zarar verirler.

Ekte; Tansu Çiller’e yazdığım 4 Mart 1997 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve tetkiklerinize sunuyorum. Okumanızı ve buna göre yorumlarda bulunmanızı, özellikle rica ediyorum.

Sizlerin taraflı olduğunuzu ve askerlere karşı tavır aldığınızı, hemen, hemen herkes bilmektedir. Olmayan ve olması mümkün olmayan bir darbe senaryosuna dayalı olarak halkı yanlış yönlendirmeniz, Türkiye’de bir darbenin gerçekleştirilmesini isteyen başkalarının ekmeğine yağ sürer. Kuzey Irak sorunu dahî, sizleri, doğru davranmaya sevk etmek için yeterlidir. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden rahatsızlık duyan başkaları ile aynı safta bulunmanız düşündürücüdür. Zîra; sizler, olup, bitenleri anlamayacak, değerlendiremeyecek, göremeyecek ve irdeleyemeyecek derecede bilgisiz, gafil ve duygusuz olamazsınız.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Eki:

Sayın Tansu ÇİLLER
DYP Genel Başkanı ve Dışişleri Bakanı
Ankara 4 Mart 1997


Sayın BAKAN;

“Lâikliğin teminatı biziz, demokrasinin teminatı Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir.”

Bu sözlerinizle milleti aldatacağınızı zannediyorsanız; büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu söylemeyi, bir vatandaşlık görevi addediyorum.

Neyin teminatı olacaksınız?


Bugüne kadar yaptıklarınızı gördükten sonra; sizi, kim teminat kabul eder?


Meclis çalışmalarında milletvekillerinizi serbest bırakıp; vicdanlarının seslerine göre hareket etmelerine fırsat ve imkân verdiniz de mi, demokrasiden bahsetme hakkınızı kullanıyorsunuz?


Kendi meclis grubunuzu “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” diye ikiye bölen ve devletin verdiği imkânları “mavi boncuk” olarak dağıtmak suretiyle; insan karakterinin en süflî yönlerini istismarda inanılmaz başarılar sağlayan siz; millete, güven vereceğinizi mi zannediyorsunuz?


Eşiniz Özer Çiller’in; kendisine muhalefet eden milletvekillerine, “Boşuna, bizimle uğraşmayınız; zîra, bizimle başa çıkamazsınız. Gazetelerin birinci sayfalarını biz finanse ediyoruz.” dediğini, bilmeyen var mı Türkiye’de?


Bu büyük milleti, bu yüce devleti ve devletin organlarını; kendi kişisel çıkar, ihtiras ve rahatınızın teminatı ve bekçisi zannediyorsanız, çok yanılırsınız.


Türk Silâhlı Kuvvetleri, sizin iltifatınıza muhtaç değildir. O yüce kurum, her şeyin teminatıdır.


Türk Silâhlı Kuvvetleri meselelere, hisleriyle bakmamaktadır. Şu son olaylar göstermiştir ki; meselelere yaklaşımları ilim, akıl, mantık çerçevesindedir.


Kendi ifadenizle “Boynumdaki üç düğümden kurtuldum.” diyerek, her şeyi berbat ettikten sonra; Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni onore etmeye çalışmanızın, bir faydası da olmaz!


Her yüce değeri, işinize geldiği gibi istismar ettikten sonra, “Her şeyin teminatı biziz.” demenizin, bir anlamı kalmaz.

Size ait olan şu sözleri, tekrar okuyunca utanıyorum. İsterseniz, birlikte tekrar okuyalım:

“Refah Partisi ile koalisyon yapmayız. DYP, lâikliğin teminatıdır.” (27/12/1995)


“Erbakan ile işbirliği yapıp, Cumhuriyeti yıkmak isteyen kadrolar, bugün Anavatan Partisi’ndedir.” (19/12/1995)


“Bir tarafta GERİCİLİK, TUTUCULUK, yani; Yılmaz ve Erbakan var; diğer tarafta, biz varız.” (16/11/1995)


“Refah Partisi, PKK gibi; ellerinde harita, Türkiye’yi bölmüşler.” (10/08/1995)


“Erbakan’ın adil düzeni, Fidel Kastro düzeni, Mao düzeni, Mercümekçi düzeni. Kadayıfçı Erbakan’a inanmayın.” (12/11/1995)


“Erbakan, demokrasiye ve hür Türkiye’ye karşıdır.” (15/11/1995)


“Refah Partisi’nin iktidara gelmemesi için elimden geleni yaptım. Biz, koltuk sevdasıyla hareket etmedik. Başbakanlık uğruna Refah Partisi’yle koalisyona girmedik. Bu çizgiyi, devam ettireceğim.” (25/2/1996)


“Biz, Refah Partisi ile koalisyona girmeyiz. Bu tip koalisyonların müzakeresine bile oturmayız.” (19/2/1996)

Refah Partisi- Anavatan Partisi koalisyonu ihtimâli üzerine söyledikleriniz de çok dikkat çekicidir. İşte söyledikleriniz:

“Sayın Erbakan, bir takım şeyleri yaparsa ilkesiz olur, partisini gayri meşru ilân eder. Şimdi, ilk muhalefet başkanı olacağım. Kamuoyu görmeli ki; Çiller, koltuğa değil, ilkelere bağlı.” (17/2/1996)


“Refah Partisi iktidarı ülke için çok zararlı; bunun, engellemesi gerekir.” (16/2/1996)


“Mesut Yılmaz, seçimlerden önceki “Refah Partisi ile koalisyon yapmam.” Taahhüdüne bağlı kalmalı.” (11/1/1996)

Bu hususla ilgili olarak diğer söylediklerinizi saymaya lüzum görmüyorum. Zîra; bu kadarı yeter, artar bile…

Sayın ÇİLLER;

Çifte standartlı kişiliğinizi yansıtan ve ispat eden bu davranışlarınız, tarihin derinliklerinde değildir. “Dün” denecek kadar kısa bir süre önce söylemiştiniz.


Bütün bu olup, bitenlerden sonra; “hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür” sözünü ilke kabul ederek; bugün, kendinizi kurtarıcı mı ilân etmeye niyetlisiniz?


Unutmayınız: Bu ülke, kapalı rejimle idare edilmemektedir. Hiçbir şey, gizli kalmaz.


Taşıdığınız kişisel korku ve endişeler sebebiyle bu büyük milleti, yanıltacağınızı da zannetmemelisiniz. Çünkü; bu millet, eninde sonunda, size hesap soracaktır.


Evvelâ, gözkamaştırıcı servetinizin hesabını soracaktır.


Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı’na kiraladığınız, MİT’e ait 107 bin metrekare arazinin hesabını soracaktır.


İstanbul Bankası unutulmamıştır. Onun da hesabını soracaktır.


Kısacası; her şeyin hesabını soracaktır ve siz, hesap vermek zorunda kalacaksınız. Millete hesap vermek;


Kitap yazmadan profesör olmak,


İş yapmadan trilyoner olmak kadar kolay değildir.


Bu zorluk; siyasetin tabiatında vardır. Olması da gayet normaldir..


Eğer Türkiye, iktidar dönemizin ve öncesinin hesabını düzgün biçimde sormasını başaramazsa; iddiasını kaybeder ve hedeflerini şaşırır. Ayrıca; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşacağı için Türkiye, zarar görecektir. Kimse unutmamalıdır:


İktidar, bazı kişilerin istirahat yeri değil, milletin dayanacağı yerdir.


Zaten; sizin gibi keyfî, ihtiraslı, bencil ve kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan siyaset adamları, medeniyetini taklide çalıştığımız ve sistemine hayran olduğumuz gelişmiş Batı ülkelerinin hiçbirinde barınamaz.


Bu bakımdan, yapacağınız tek bir şey vardır. Ki; bu, bu ülkenin ve bu yüce milletin hayrına olur. O da, şudur:


Derhal siyaseti bırakmanızdır…İnanıyorum ki; siyasetten çekilirseniz, ülke rahatlayacaktır. Zaten bu ülkeye ve bu millete ne verdiniz ki?...


Demokratik haklarımı kullanarak;


REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU gösteren; ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayan şuurlu bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, bir vatandaşlık görevi addettim.


Bu tepkim, şahsınızı hedef alan hissî bir tepki değildir; olması gereken bir tepkidir. “Hakimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir.” ilkesini dile getiren bir tepkidir.


Uymanızda fayda vardır.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Rejimin güvencesi, gerçek demokrasidir.

Sayın İsmet BERKAN
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Ocak 2010


Sayın BERKAN;

23 Ocak 2010 tarihli ve “Rejimin güvencesi meselesi: Bizi, kim korur?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Askerî vesayet üzerine kurguladığınız bu yazınızdan, sabit fikirliler dışında kimse bir şey anlamaz. Eğer gerçekten herhangi bir vesayetten kurtulmayı, samimi ve gönülden istiyorsanız; evvelâ şu gerçeği kabullenmek ve icabına uymak zorundasınız:

Her kurum ve kuruluş ve de her fert, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işleyen BİR DEVLET ve işleyen BİR REJİM aramadıkça ve DEVLETE ve REJİME sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımadıkça; TÜRKİYE, asla ve asla HUZURA kavuşamayacak ve GERÇEK HEDEFLERİNE yönelemeyecektir ve de, kimse, kimseyi koruyamayacaktır.

Aklınızı ve vicdanınızı hakem yaparak ve hislerden arınarak aklın, mantığın ve ilmin tahtında, KURUM VE KURULUŞLARIMIZI sorgulamak ve ülkemizde hüküm süren demokrasimizi irdelemek zorundasınız. Yardımcı olayım:

1- Halk, demokrasi diye göklere çıkardığımız bu REJİMİN neresindedir? Millî iradenin tecellisî için, halka verilen görev nedir? Belirli zamanlarda yapılan seçimlerde, siyasî parti liderlerinin veya parti genel merkezlerinin hazırladıkları oy pusulalarını sandığa atmak zorunda bırakılan halkın iradesi, gerçek anlamdaki bir millî iradeyi tecellî ettirebilir mi? Hür, âdil bir ortamda ve eşit şartlarda yapılmayan veya yapılamayan seçimler, hangi iradeye hizmet eder?

2- Demokratik Parlâmenter rejimde, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ, vazgeçilemez, ihmâl edilemez ve üstü örtülemez bir ilkedir. Ülkemizde, kuvvetler ayrılığı ilkesi çalıştırılmakta mıdır? Parlâmento, yasama ve denetleme görevini; Yargı, yükümlü olduğu işlevini, hiçbir baskıya maruz kalmadan, kendi HÜR İRADESİYLE yerine getirebilmekte midir? Açık olmakta fayda vardır: Bugün, Başbakanların istemedikleri bir kanun teklifi veya tasarısı, Meclisin gündemine gelebilir ve yasalaşabilir mi? Başbakanların istedikleri her kanun teklifi veya tasarısı, Meclisin gündemine gelerek, kolayca kanunlaşmaz mı?

3- Bugün ülkemizde, tam anlamıyla bağımsız bir yargı var mıdır? Yargının en üst seviyesinde görev yapanlar, yargının baskı altında olduğunu ifade etmektedirler. Yargı bağımsızlığının tam olarak işletilemediği ülkemizde; hukuk devletinden ve millî iradenin tecellîsinden bahsetmek, kuru bir sözden ibaret kalmaz mı?

4- Devletin en önemli organı, Hükümettir. Hangi siyasî partiden oluşurlarsa oluşsunlar; Hükümetler, devleti işletirken, yani icraat yaparken, bütün vatandaşları kucaklamak ve vatandaşlar arasında “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımı yapmamak ve de; Devletin kadrolarını oluştururken, parti ayırımı gütmeksizin ehliyet, liyakat, kabiliyet ve ahlâk esaslarını dikkate almak zorundadırlar. Hükümetlerimiz, ülkemizi, bu gerçeklere göre idare etmişler midir ve bugünkü Hükümet ülkeyi, bu ölçülere göre idare etmekte midir?

5- Basın, yani, bugünkü tarifiyle medya, gerçek bir demokrasinin hem varoluş sebebi ve hem de teminatıdır. Bugün ülkemizde; bu öze göre hareket eden veya edebilen hür bir medya var mıdır? Evvelâ medya, acaba kendi içinde hür ve serbest midir? Anlı şanlı yazarlar, çizerler, haberciler ve yorumcular, kendilerini, siyasî görüşlerinin ve kendi sabit görüşlerinin esaretinden kurtarabilmişler midir?


Sayın BERKAN;

Bu gerçekleri görmezden gelerek, devamlı surette askerî vesayetten bahsetmeniz; aklın, mantığın, ilmin ve vicdanın kabul edebileceği bir husus değildir. Siyasetin nüfuz edemediği tek kurum olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçerek, uydurma bir vesayet yaygarasıyla nereye varmak istediğinizi ve kime hizmet ettiğinizi anlayabilmiş değilim. Zîra; 27 yıldan beri asker, kışlasındadır. 27 yıldan beri de ülkeyi, sivil iktidarlar yönetmektedir. Bu müddet zarfında askerler, sivil iktidarların hangi icraatlarını engellemişlerdir? Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz yabancılara satılırken, askerler engel mi çıkarmışlardır. Gerçek demokrasinin ruhu ile bağdaşmayan antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları, askerlerin vesayetleri sebebiyle mi yürürlüktedir? Asıl vesayet; halkı, sistemin dışına iterek ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatörler konumuna getiren göstermelik ve azıcık demokrasimiz değil midir?

Bugüne kadar bu çarpık sistemi eleştiren ve düzeltilmesini vurgulayan bir yazınıza rastlamadım. Adâlet ölçüleri içinde kullanılmayan her gücün, eninde, sonunda demokrasi adı altında acı esaretleri getireceğini hiç belirtmediniz. Keyfiliklerin, kanunsuzlukların, vurgun ve yağmaların, adâlet ölçüleri içinde kullanılmayan devlet gücünün, bir milleti zora sokacağını ve hatta batırabileceğini, hiçbir zaman konu etmediniz. Ama; kimler tarafından ve niçin ortalığa salındığı iyi bilinmeyen darbe öcüsünü bahane ederek, fırsat buldukça askerlere yüklenmeyi, bir demokrasi ve fazilet mücadelesi olarak, gerçekleri bilmeyen ve hiçbir zaman öğrenemeyecek olan halka yutturmaya çalıştınız.

Merakım da şudur:

Acaba bunu, bilerek mi, emir alarak mı, misyon edinerek mi yapmaktasınız? Bu hususta beni aydınlatır ve bilgilendirirseniz, memnun olurum ve teşekkür erdim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

22 Ocak 2010 Cuma

Sertlik, hükümetleri zora sokar.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 22 Ocak 2010


Sayın BAŞBAKAN;

Partinizin “Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında” yaptığınız konuşmanızın televizyonlardan naklen verilen bölümlerini dikkatle izledim.

Sade, sıradan ve fakat yıllardan beri Türkiye’de olup, bitenleri yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak, görüşlerimi bildirmeyi ve gerektiğinde eleştiride bulunmayı, en önemli bir vatandaşlık görevi olarak addediyorum.

Bilinen gerçek bellidir:

Bugün Türkiye, zorda ve sıkıntıdadır. Siyasette ve ekonomide, geniş halk kitleleri rahatsız ve zordadır. Sekiz yıldan beri ülkeyi yönettiğinize göre; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı sağlayamadığınız için, her şeyden önce ülkeyi idare tarzınızı sorgulamanız ve nerelerde hatalar yaptığınızı araştırmanız zarurîdir. Zîra; iktidarların görevi, mazeret beyan etmek değil, zoru başarmaktır.

Her ne kadar, “Kimse millete korku salmaya çalışmasın” demiş olsanız da; bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye’nin huzurunu, dirlik ve düzenliğini bozmak ve etrafa korku salarak, milleti tedirgin etmek isteyenler çıkacaktır. Türkiye üzerinde hedefleri, çıkarları ve projeleri olan dış ülkelerin rahat durmayacakları ve Türkiye’yi gerçek hedeflerinde uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapacakları, bilinmeyen bir husus değildir. Bu sebeple; meydana gelen olayları ve huzur bozucu faaliyetleri iç siyasete bağlayanlar, daima yanılmışlardır. Eğer; geçmişte yaşananlar, bu ölçülere göre değerlendirilseydi; bugün Türkiye, iç ve dış gailelerin ağırlığı altında bunalmayacak ve ezilmeyecekti.

Bugün elinizde, devletin gücü vardır. Bu güce dayanarak Devleti, bir ahenk içinde ve kurallara uygun biçimde yönetmek ve kurumlar arasındaki ahengi sağlamak, size düşen en önemli bir görevdir. Eleştirilere, uyarılara ve taleplere sert bir üslupla cevap veren hükümetler ve bilhassa başbakanlar, 72 milyon insanımızı kucaklayamazlar. Zîra; GÜÇ, avuç içine alınan kum gibidir ve sıktıkça, parmakların arasından akıp, gider. Bu bakımdan; eleştirmek ve denetlemekle yükümlü bulunan muhalefeti, ağır bir üslûpla eleştirmeniz, doğru değildir ve gönüllerde kırıklık yaratır. Geçmişi hatırlayanlar bilirler:

2002 seçimlerinden sonra, bugün ağır bir şekilde eleştirdiğiniz Deniz Baykal, siyaset yasağınızın kaldırılması için elinden geleni yapmıştır ve size, Milletvekilliği ve Başbakanlık yolunu açmıştır.


2007 seçimlerinden sonra ise, bugün ağır bir şekilde eleştirdiğiniz Devlet Bahçeli, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştır.

Buna rağmen; Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçimlerinde Muhalefetle uzlaşmayı hiç denemediğiniz gibi, Muhalefetin eleştirilerine, büyük bir tepki gösterdiniz. Halbuki, Cumhurbaşkanlığı, devletin en önemli bir makamıdır ve Cumhurbaşkanlarının mutlak anlamda tarafsız olmaları, Parlâmenter Demokrasinin gereğidir. Aksi halde; Taraflı bir Cumhurbaşkanı, DEVLETİN, BİR PARTİ DEVLETİ haline getirilmesinin sebebi olur. Bu da; yürürlükteki ANAYASA’YA aykırıdır.

Elbette icabında, Muhalefet liderleri de eleştirilir. Ama; bu eleştirilerin dengeli, tutarlı ve bir gerekçeye dayalı olması gerekir. Zîra; muhalefet liderlerine yöneltilecek her eleştiri ve ithamın muhatabı, aynı zamanda muhalefet partilerinin mensubu geniş halk kitleleridir. Halk, İktidarlarının her yaptığını doğru kabul etmek zorunda değildir ve iktidarın yanlışlarını görmek ve eleştirmek zorundadır. Aksi halde; demokratik rejime ve devlete sadakatsizlik göstermiş olur.


Sayın BAŞBAKAN;

Uzunca bir zamandan beri bazı odaklar ve bazı basın kuruluşları, sebebi ve hedefi anlaşılamayan bir şekilde ortalığa, olmayan ve olması mümkün olmayan bir askerî müdahale ve darbe korkusu salmaktadırlar. Ki; bu odaklar ve basın kuruluşları, şimdilik, iktidar yanlısı bir görüntü vermektedirler. Ki; bunların gelecekte nasıl hareket edecekleri belli değildir ve bugün için, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef almışlardır. Yayınları ve yazıları, iç karartıcı, ümit kırıcı, halkı aldatıcı ve yanıltıcı ve hatta korkutucu mahiyettedir.

Bu yayınları gördükçe; “Bunu yapanlar acaba, bugüne kadar uygulanmayan bir metotla, askerleri tahrik ederek, bir darbe ortamının yaratılması için mi çalışmaktadırlar?” sorusunu sormadan edemiyorum. Geçmişten bir örnekle maksadımı arz etmek istiyorum:

Uzunca bir zamandan beri, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne karşı en ağır eleştirileri, Hasan Cemâl ile Cengiz Çandar yapmaktadır. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası’ndan önce bu kişiler, bir darbe ortamının hazırlanması için görev almışlar ve anarşi ve terör olayları içinde bulunmuşlardır. Bunu da Hasan Cemâl, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabında, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. Hasan Cemâl’in itiraflarından bir bölümü, bilgilerinize arz ediyorum:

"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….

Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevidir. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:

"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

Bir tek amacımız vardı:

ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.

Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"

Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:

"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?

1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."

Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.

Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.


FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"

Geçmişte yaşanan ve bugün yaşanan ve de gelecekte yaşanacak olaylar, bölgede yalnız olmadığımızı göstermekte ve ispatlamaktadır. Yani; Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalan bir ülkedir. Belâları savuşturmanın yegâne yolu, kurumlar arasındaki ahengi sağlamaktır. Bunun için de; Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’nı değiştirerek, Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline getirmek şarttır.

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı 

20 Ocak 2010 Çarşamba

Bir ülkeye en büyük tehlike içten gelir.

Sayın Ahmet ALTAN
Taraf Gazetesi Yazarı
İstanbul 20 Ocak 2010


Sayın ALTAN;

20 Ocak 2010 tarihli ve “Zorunlu askerliği kaldırın” başlığınızı taşıyan yazınızı okudum.

Cevap vermeğe karar verdiğim anda çok düşündüm: Cevap yazımı, acaba vicdan sahibi olan bir kişiye göre mi, yoksa, vicdan sahibi olmayan bir kişiye göre mi yazsam diye ikilemde kaldım. Zîra; VİCDANIN kelime mânâsı, BULMAK demektir. Bulunacak olan da, HAK ve HAKİKATTIR. Bunun anlamı da açıktır:

HAK VE HAKİKATİ bulamayan bir kimsede; kendi vücut ikliminde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlık bulunmaz!

Bu ikileme rağmen cevabımı, sanki vicdanınız varmış varsayımına göre yazmaya karar verdim. Ve soruyorum:

Niçin, neden ve ne hakla Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçerek, devamlı surette orduyu yıpratıcı, aşağılayıcı ve tahrik edici yazılar yazıyorsunuz ve yayınlar yapıyorsunuz? Hedefiniz, maksadınız ve çıkarınız nedir ve kimin veya kimlerin arzu, istek ve emirlerini yerine getiriyorsunuz?

Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığınızı ve gerçek bir demokrasi aramadığınızı, TARAF GAZETESİ’ni okuyan herkes, gayet iyi anlar ve bilir. Bugün, yazdıklarınıza bir bakalım:

“Bizim Ordu böyledir canım, kendini memleketin sahibi sanır.
Herhalde hepsi değil ama generallerin büyük çoğunluğu hastalanmış gibi gözüküyor.
Neredeyse her yıl yeni bir darbe planı hazırlıyorlar.
2003 yılında Birinci Ordu’nun generalleri de bu “tatbikatı” yapmak için toplanıyorlar.
Görüntüde düşmana karşı hazırlanacaklar.
Ama bu sadece “görüntü”, bu görüntünün arkasına saklanıp darbe planları yapıyorlar.
Yapacakları darbe için 12 Eylül’ün darbe örgütlenmesini örnek alıyorlar.
İki aşaması var planın.
Birinci aşama “sıkıyönetim” ilanını sağlamak.
Bunu gerçekleştirebilmek için “düşmanın” bile aklına gelmeyecek planlar hazırlıyorlar.
Bir tanesi Fatih Camii’nde, bir Cuma namazında, bomba patlatmak.
Bombayı nereye yerleştireceklerini belirleyen krokiyi çiziyorlar, bombanın yerleştirilip patlamasından sorumlu personeli belirliyorlar, bomba patladığı sırada oluşacak vahşeti ve paniği “kayda alacak” kameraların konulacağı yerleri bile saptıyorlar.
Sonra Beyazıt Camii’nde de bir bomba patlatacaklar.
Arkasından Yunan Hava Kuvvetleri’yle çatışmalara girmeyi, bu çatışmada bir Türk jetinin “düşürülmesinin” sağlanmasını, bu sağlanmazsa kendi jetimizin bizzat kendi uçaklarımız tarafından düşürülmesini planlıyorlar.
Sıkıyönetim olsun da arkasından darbe yapılabilsin diye kendi uçağımızı düşürüp, kendi pilotumuzu şehit edeceğiz.
Bu nasıl bir kafa yapısı, nasıl bir iktidar hırsı, nasıl bir gözüdönmüşlük...
“Çok kan döküleceğine” baştan karar vermişler."



Sayın ALTAN;

Kendi ordusuna bu kadar alçakça saldırabilecek ve kendi ordusunu bu denli kötüleyebilecek kişilerin, mutlaka ve mutlaka, dış bağlantılı bir gizli misyonları olmalıdır. Bunu ancak, neye karşılık olursa olsun; vatan hainleri veya nerede yürüdüklerini ve neye hizmet ettiklerini bilmeyen gafiller yapabilir. Bunların hedefleri de; bir darbe ortamının hazırlanması için izlenecek bir projeyi hayata geçirebilmektir. Ki; bu proje, hiç şüphesiz; ülkemizin her tarafında cirit atan CIA, Mossad ve İngiliz istihbaratının bir projesidir. Orduyu tahrik etmek için hazırladıkları senaryoyu, sizlerin, yani, TARFA GAZETESİ vasıtasıyla yayınlatarak, kamuoyunu tedirgin etmek ve ordudan soğutmak yolunu seçmişlerdir. Eğer öyle olmasaydı;


“Gerçekten çalışacak, “boş zamanı” olmayacak, kendi ülkesine düşmanlık etmeyecek,“düşmana” karşı ciddiyetle hazırlanacak bir orduya ihtiyacımız var.
Zorunlu askerliği mümkün olduğu kadar çabuk kaldırıp, ordunun örgütlenme şemasını tümden değiştirmeliyiz.
Askerliği profesyonel ve ciddi bir meslek haline getirmeliyiz.
Yoksa biz bu “darbecilik” hastalığından arındıramayacağız bu orduyu.
Kendi ordumuz, kendi bombamızla bizi öldürecek.
Ve, hep bizi öldürmek için hazırlık yapacak.” sözlerini, ORDU DÜŞMANLIĞINIZI açığa vuracak bir şekilde söylemezdiniz.


Bir müddet evvel Mümtaz’er Türköne de, “Bugünkü orduyu lâğvetmeli ve yerine Nizam-ı Cedit gibi yeni bir ordu kurulmalıdır.” sözlerini söylemişti. Türköne’nin yazdığı gazete ile kol kola girdiğinize göre; şablonu dışarıda çizilen bir SENARYO veya bir PROJEYE hizmet ediyorsunuz demektir. Aksini iddia ediyorsanız; Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne yaptığınız saldırının ve Türk Genelkurmayı’na yaptığınız hakaretin bir benzerini, Amerikan Ordusu ve Pentagon için de yapınız. Irak ve Afganistan’da, haksız bir şekilde gerçekleştirilen işgalin ve dökülen kanın hesabını sorunuz. Bakalım; o zaman, ayakta kalabilecek misiniz?


Yazdınız ve ben de cevap verdim. Bu arada, bir husus hatırlatmak istiyorum. O da şudur: Kendi ordusuna hakaret edenler, günü geldiğinde, başka orduların ayakları altında ezilirler.


Şimdi oturup, VİCDANINIZIN olup, olmadığına kendiniz karar veriniz!

Ecz. Hüsnü Akıncı

18 Ocak 2010 Pazartesi

Öz unutulursa, çare de zorlaşır.

TÜRKİYE’DE SAĞLIK VE
 İLÂÇ SEKTÖRÜNÜN
SORUNLARI  20 Kasım 2008


Bilineni ilân etmeye lüzum yoktur. Türkiye’de sağlık hizmetleri çökmüştür. İlâç sektörümüz de yabancılaşmıştır Bunun, inkâr edilemez en önemli göstergesi de, bütçeden sağlık hizmetleri için ayrılan paydır. Bütçeden ayırabildiğimiz pay, yüzde 5,3’tür. (12 Milyar ytl) Dikkatlerinize arz ediyorum:

Sağlık hizmetleri için bütçesinden ancak yüzde 5,3 pay ayırabilen Türkiye, faiz ödemeleri için yüzde 25,2 oranında pay ayırmaktadır (56 milyar YTL) .(2008 Bütçesi)

1980’de başlayan ve 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasından sonra bütün dünyada yaygınlaşan “Serbest Piyasa Ekonomisi” modasından Türkiye de etkilenmiş ve “Sosyal Devlet İlkesi” terk edilmiştir.

1980’den itibaren de Devlet, sağlık alanındaki yatırımları durdurmuş veya en alt düzeye indirmiştir. Artan nüfusa göre sağlık altyapı yatırımları yapılmamıştır. Başta üniversite hastanelerimiz olmak üzere yeni hastaneler kurulmamış, mevcut hastanelerin dahi, teknoloji donanımları ihmâl edilmiştir. Personel ve doktor ihtiyaçları temin edilememiştir.

Bugün dünyada petrol ve silâhtan sonra en fazla kâr sağlayan sektör tedavi ve ilâç sektörleri olmuştur. Bu sebepten dolayı büyük sermaye, bu sektörleri de eline geçirmiştir. Bu akım, ülkemizde de yaygınlaşmış ve büyük sermaye, yabancı ortaklıklarla tedavi alanına girmiş ve devlet hastaneleriyle küçük çaptaki özel tedavi kurumları tasfiyeye tâbi tutulacaktır. Kişisel muayenehaneler ve küçük çaptaki tanı merkezleri, klinikler ortadan kaldırılacaktır. Yeni yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Kanunu’na göre yapılan düzenlemeler, iştirak paylarının yüksekliği sebebiyle, Sosyal Güvenlik kapsamındaki vatandaşlarımız için çare olamayacaktır. Yani; “Paran yoksa öl!” anlayışı, vatandaşlarımızı bir hayli üzecektir.

28 yıldan beri ülkeyi yönetenler, DEVLETİ, bir ticarethane olarak işletmeyi tercih etmişler ve Devletin, bir sosyal kurum olduğunu akıllarına dahî getirmemişlerdir. “Geçerli ticarî kuralları uyguluyoruz.”diye, vatandaşlarımızı zora sokmuşlardır.

Bu çarpıklıklara ait verilecek örnekler çoktur. Zaman darlığı sebebiyle örneklere giremiyorum. Bu hususta hangi noktada olduğumuzu belirtmek için Bazı ülkelerin sosyal güvenlik harcamalarına millî gelirlerinden ayırdıkları payları belirtmekle yetineceğim:

İsveç Yüzde 38,
Danimarka Yüzde  29,5
Almanya Yüzde     24,7
Avusturya Yüzde   24,5
Kanada Yüzde      21,7
Bulgaristan Yüzde 19,8
Uruguay Yüzde     14,8
ABD Yüzde          10,5
TÜRKİYE Yüzde   4,9
Tunus Yüzde          4,1
(Dünya Bankası Raporundan)

Ne acıdır ki; faiz ödemelerini görmezden gelen iktidarlar, sosyal Güvenlik harcamalarımızı, ekonomimizi batıran “KARADELİK” olarak ilân etmişlerdir. Herkesi düşündürmelidir: 1988’den bugüne kadar geçen 20 yıllık süre zarfında Devlet, 500 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödemiştir.

İlâç konusu ise, düşündürücüdür. Bu hususta da Türkiye, gereken atılımı yapamamıştır veya kasten yaptırılmamıştır. Bu sebepten dolayı yerli ilâç sanayimiz gelişmemiş ve Türkiye, 70 milyonu aşan nüfusuyla yabancıların pazarı haline gelmiştir.

İlâç konusunda millî bir hedef ve politika belirlenmemiştir. Sağlık Bakanlığı, ilâç konusuna yeteri kadar önem vermemiştir ve sâdece fiyat politikalarıyla ilgilenmiştir. Bu ilgisizlik ve politikasızlık sebebiyle yerli ilâç sanayimiz gelişememiş ve dışa bağımlılık azalacağına giderek artmıştır.

İlâç İşverenleri Sendikası verilerine göre:

1988’de ilâç ihracatının ithalâtı karşılama oranı yüzde 22 iken, bu oran 2000 yılında, yüzde 9’a gerilemiştir.
Mamûl ilâç ithalâtı 1988 yılında 45 milyon dolarken, 2000 yılında 685 milyon dolara yükselmiştir.
Toplam olarak; 1988 yılında 293 milyon tutarında olan hammadde ve mamûl ilâç ithalâtı, 2000 yılında, 1 milyar 510 milyon dolara yükselmiştir.
İlâç hammaddesi üretimimiz 1995 yılında 12 bin 600 ton iken, 2000 yılında 4 bin 980 tona düşmüştür.

Bugünkü rakamları bilemiyorum. Ama; çok daha vahim ve üzücü olduğunu zannediyorum. Zira; 2005 yılında patent düzenlemesi yürürlüğe girmiştir. Bu düzenlemeyle, Türk ilâç sanayisi, daha da zora düşecek ve belki de tamamen yabancıların eline geçecektir. Büyük ilâç firmalarımız, giderek yabancı tekellerin pazarlama şubesi gibi çalışmaya mahkûm olacaklardır.

Küresel kıskaç, Türkiye’yi, ilâç tekellerinin en önemli pazarlarından biri haline getirirken; millî ilâç sanayimiz, giderek yok olmaktadır.

Sağlık Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Bakanlığı, soruna, köklü çözüm arayacaklarına; eczane kâr hadleri ve ıskontolarıyla oynayarak çözüm üretmeye çalışmaktadır. İlâç fiyatları gerçekçi maliyet ve kâr hesaplarına göre düzenlenmediği için, devletin ödediği fatura yükselmektedir. SSK’nın ilâç üretiminden çekilmesinin ve SSK eczanelerinin kapatılmasının dahî, bir hesaba dayandığını düşünmekteyim.

Herkesin bildiği gerçektir:

SSK eczaneleri kapatılmazdan evvel SSK, ihtiyacı olan ilâçları ihale ile alıyordu. Bu alımlar, yüzde 80’lere varan ıskontolarla yapılıyordu. Yeni uygulama yürürlüğe girdikten sonra devletin alımları, yüzde 10 ıskontolarla yapılmaktadır. Hem de, bu ıskontonun yükü, eczanelerin sırtına yüklenmiştir. Aslında ülkemizde kişi başına düşen ilâç tüketimi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre çok azdır. OECD ülkelerinde kişi başı ilâç tüketimi 287,7 dolardır. Ülkemizde ise, 40 dolardır.

Eczanelerin durumu ise içler acısıdır. Kâr hadleri düşüktür. Pahalı ilâçlarda kâr hadleri iyice düşürülmüştür. Adetâ, eczanelerin tasfiyeleri düşünülmektedir. Büyük sermaye, eczanelerin kârına da göz dikmiştir. Hedef, bellidir: İlâç üreticileriyle, ilâç dağıtımında kartel oluşturan depoların; makro zincir eczaneler kurdurtup, eczanelerin yüzde 80’ini tasfiye etmek ve kâr paylarını büyütmektir. Bu uygulama Almanya’da başlamıştır. Kimse “Olmaz” demesin ve olduktan sonra da şaşırmasın!

Bilinenleri konuşmak, çözüm için çare değildir. Çare; niçin bu hale düştüğümüzü sorgulamaktadır ve genel durumumuzla ilgilidir. Genel durumumuz da bellidir:

Her alanda olduğu gibi; tedavi ve ilâçta da, ilimlere mevzu, sanatlara model veren bir atılım gerçekleştiremedik. Bunun sebebini de, eğitimde ve AR-GE çalışmalarında aramak lâzımdır. Vereceğim örnek, maksadımı anlatmaya yeterli olacaktır.

Bütçeden eğitime ayırabildiğimiz pay, yüzde 12,9’dur. (28,7 milyar YTL.). (2008 Bütçesi). Millî gelirden ayrılan pay yüzde 3 oranındadır.

20 milyon öğrencisi olan Türkiye, eğitim hizmetleri için 28,7 milyar YTL ayırabilirken; 2,5 milyon öğrencisi olan Hollanda, eğitim hizmetleri için 53 milyar YTL ayırmaktadır.

Atina’da sınıflar 22 kişiliktir ve tam gün eğitim verilmektedir. İstanbul’da sınıflar ortalama 49 kişiliktir ve ikili öğretim verilmektedir.

AR-GE çalışmaları için bazı ülkelerin kişi başına düşen harcamalarına bakacak olursak durum daha iyi anlaşılır:

İsviçre                    1.143
İsveç                         992
Japonya                    970
ABD                          843
Finlandiya                 715
Almanya                    607
İrlanda                       248
Kore                           174
Çek Cumhuriyetleri     69
Portekiz                        66
Yunanistan                    42
TÜRKİYE                     13 dolar harcama yapmaktadır.
(Dünya Bankası Raporundan)

Tabii ki; bu harcamaların tamamını devletler yapmıyor. Bu araştırmalar, Üniversite-sanayi işbirliği ile yapılmaktadır. Maalesef bizim sanayicilerimiz bilimsel araştırmalara yönelmemişler ve üniversitelerimizle işbirliğine girmemişlerdir. Öyle zannediyorum ki; bugün yabancıların eline geçen veya geçme noktasına gelen ilâç fabrikalarımızın bilimsel araştırma için yaptıkları harcamaları, tanıtım ve promosyon faaliyetlerine harcadıkları paralardan çok, çok azdır. Merak edenlere bir sorum vardır:

Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş spor kulüpleri, ülkemizin büyük kulüpleridir ve bütçeleri de bilinmektedir.

Acaba, ülkemizdeki hangi üniversitelerimizin bütçeleri, bu kulüplerimizin bütçelerinden büyüktür? Araştırmaya değer bir konudur. Akademisyenlerimizin yapacağı bir çalışma, niçin bu halde olduğumuzu açığa çıkaracaktır.

 Çin atasözü bilinmektedir:

"Bir yıllık yatırım düşünüyorsan, pirinç ek. On yıllık yatırım düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıllık yatırım düşünüyorsan, insana yatırım yap.”

Büyük Atatürk, boşuna söylememiştir:

“Üretmeden, çalışmadan, yorulmadan ve öğrenmeden kolay yaşamayı itiyat (alışkanlık) haline getiren milletler; evvelâ haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklâllerini kaybetmeye mahkûm olurlar!”

İlâç ve sağlık konularına da emsal teşkil edeceği için önemli bir hususu belirtmek istiyorum;

Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendini besleyememesi, gıda maddeleri ithâl etmesi ve Yunanistan’dan pamuk satın alması, düşünmesini bilen herkesin dikkatini çekmelidir.

Bir millet, bir ülke her alanda, ya topyekûn yükselir veya topyekûn çöker.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

17 Ocak 2010 Pazar

İktidar hırsı, herkesi mağlûp eser!

Sayın Derya SAZAK,
Sayın Fehmi KORU,
Sayın Mustafa ERDOĞAN,
Sayın Fuat KEYMAN.


POLİTİK AÇILIM PROGRAMI
TRT-1 TELEVİZYONU 17 Ocak 2010

SAYIN PROGRAM YAPIMCILARI;

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı BÜLENT ARINÇ’I programınıza konuk edeceğinizi öğrendim.

Kendilerine, 7 Ocak 2010 tarihinde yazdığım mektubumun çerçevesinde sorular sormanızı özellikle istirham ederim. Ayrıca;

Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen DEMOKRATİK AÇILIM konusuna da değineceğinizi tahmin ettiğim için; bu konu hakkında kendilerine, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a yazdığım 15 Ocak 2010 tarihli mektubumun çerçevesinde sorular sormanızı da, özellikle istirham ederim.

Bu arada bir merakımın da giderilmesini istiyorum. Şöyle ki:

Henüz daha ne olduğu kesin olarak bilinmeyen ve nasıl bir sonucun alınacağı belli olmayan “Bülent Arınç’a Süikast iddiası” ile ilgili bir konu hakkında araştırmalar ve soruşturmalar devam ederken; bu konuyu, hangi maksatla ve neyi hedefleyerek programınıza taşıdınız?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı


"Sayın Bülent ARINÇ
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 7 Ocak 2010


Sayın BAKAN;

Bülent Arınç olarak evvelâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız. Sonra da; Manisa Milletvekili Bülent Arınç, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin üyesi Bülent Arınç ve Başbakan Yardımcısı olmak üzere üç adet Hükmî Şahsiyetiniz mevcuttur.

Konuşurken, demeç verirken ve yorum yaparken; Başbakan Yardımcısı Bülen Arınç hükmî şahsiyetini, öne çıkarmak ve “Her makamın bir sözü vardır ve her sözün bir makamı vardır” gerçeğini gözetmek ve bu gerçeğe uymak zorunluluğunuz vardır. Zîra; icra makamındasınız. Söyleyeceğiniz her söz, yapacağınız her yorum; toplumun her kesimini, müspet veya menfî yönde etkiler. Ayrıca; sizin her sözünüz, her demeciniz ve yorumunuz, sıradan vatandaşların söz, demeç ve yorumlarına benzemez; icabında; insanları zıtlaştırabilir, insanların ümitlerini kırabilir, şevk ve heyecanlarını ortadan kaldırabilir. Ve hattâ, lüzumsuz tartışmalara da sebep olabilir.

İfade etmekte beis görmüyorum:

Türkiye zordadır ve halkın büyük bir kesimi, bunalımdadır. Devlet, kurallarına göre yönetilmemektedir. “Yok!” dense de; kurumlar arasında ahenksizlik ve zıtlaşma vardır. Geçim gailesi, halkın büyük bir kesimini bezdirmiştir ve halkın büyük bir kesimi, ağır bir borç yükü altında inlemektedir. İşsizlik ve çaresizlik, genç nüfusumuzu, ümitsizliğe sevk etmiştir. DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ gibi yönetilmesinden, her kesim rahatsızdır. Halk, iktidarınıza yeterli destek vermiştir ve iktidarınıza, yeterli zaman da tanımıştır. 7.ci yılını tamamlayıp, 8.ci yılına giren bir iktidar dönemi, pek az bir iktidara nasip olmuştur. Buna rağmen ülkeyi, iyi idare edemediniz ve halka ümit veremediniz. Bunalım yaratmamak, sebebi ne olursa olsun, meydana gelen bunalımları iyi yönetmek, Hükümetlerin en önemli görevleri olduğu halde; İktidarınız, hiç gereği yokken, siyasî amaçlı bunalımların müsebbibi olmuştur ve meydana getirdiği bunalımları da, iyi yönetememiştir. Bu bakımdan;

Şahsınıza yönelik suikast iddialarını konu ederek;

"Kendi düşüncemi söyledim. Bunu vahim buluyorum, araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Olayla ilgili tüm belgeler, bilgiler, bulgular en ince şekilde araştırılmalı ve sonucu ulaştırılmalıdır diyorum. Tüm basın mensuplarından ricam şu dur, bana sorduğunuz bu soruyu Sayın Baykal’a da sorun.” sözlerini söylemeniz, doğru ve yerinde değildir. Zîra; ülkeyi idare eden Hükümet’in Başbakan Yardımcısısınız ve bu sebeple; kişisel düşüncenize göre, halkın efkârını karıştırıcı açıklamalar yapamazsınız ve olayları, meydanlara taşıyamazsınız. Hele; yargıya intikal etmiş konularda, etkileyici, yönlendirici, itham edici açıklamalar yapamazsınız. Aksi halde; sizi, “Sizin göreviniz nedir?” diye sorgulayanlar çıkar.

Türkiye’nin ve halkın zorda olduğunu ifade ettim. Bu zorlukları sükûnetle aşmak ve zorluklara geçerli çözümler bulmak, iktidarların en önemli görevleridir. Mazeret beyan etmenin, iktidarlara fayda sağladığı, hiçbir rejimde görülmemiştir. Basit bir örnek vereyim:

Açıklamalarınızda, sizden evvelki iktidarların oluşturdukları bağımsız kurullardan ve bilhassa, Tütün Üst Kurulu’ndan bahsettiniz. Bunu da, Tekel işçilerinin direnişi sebebiyle yaptınız.

Evet; bağımsız kurullar oluşturulmuştur ve bu kurulları, iktidarınız da devam ettirmektedir. Bağımsız kurulların varlığı, iktidarların yanlış işler yapmasının gerekçesi ve mazereti olamaz. Tekel’i özelleştiren ve tütün işleyen Yaprak Tütün Fabrikaları’nı tasfiye eden, sizin iktidarınızdır. Tekel’in Alkollü içkiler Bölümü, 260 milyon dolara satılarak özelleştirilmiştir. Bu bölümü alanlar, bir yıl sonra 980 milyon dolara Amerikalılara satmışlardır. Bu durum; ya özelleştirmenin yanlış yapıldığını veya Amerikalıların aptal olduğunu gösterir. Bunu eleştirenler de, haksız bir eleştiri yapmış olmazlar.

Bunun yanında; Devlete yük oldukları gerekçesiyle KİT’leri tasfiye eden veya özelleştiren iktidarınız; denetimsiz Belediye Şirketlerini ve TOKİ adı verilen ve özel yetkilerle donatılan DEV bir kuruluşu yaratmıştır.

Günün konusu olduğu için ikinci bir örnek vermek istiyorum:

“Tinerciler” adı verilen çaresiz ve gariban çocuklar, bugünlerde Türkiye’nin gündem maddelerinden biri olmuştur. 7 yıllık iktidarınız döneminde; TOKİ ve Belediye Şirketleri, kamuoyunda tartışılan rantlar yaratırken; her nedense İktidarınız, bu garip, kimsesiz çaresiz ve zavallı çocukları topluma kazandıracak ve kendilerini aş, iş, eş ve meslek sahibi yapacak kalıcı rehabilitasyon merkezleri kurmamıştır.

Çiçek, lâle, bahçe tanzimi ve fidan dikimi için büyük paralar harcayan Belediye Şirketleri ve uzanabildiği her yerde, her karış toprağı, tanınan imkânlar sayesinde, bazı kesimler için büyük rantlara dönüştüren TOKİ, çocukların ıslâhı için, kalıcı herhangi bir proje geliştirmemişlerdir.

Şans oyunlarından, başta Hazine olmak üzere çeşitli kuruluşlara pay ayrılmaktadır. 2005 yılında (Sonrası rakamlara ulaşamadım) Çocuk Esirgeme Kurumuna 3 milyon 911 bin lira, Türkiye’nin Tanıtımı Fonu’na 39 milyon 107 bin lira, Olimpiyat Oyunlarına 12 milyon 950 bin lira, Savunma Sanayii Fonu’na, 246 milyon lira pay ayrılmıştır. Şans Oyunları Vergisi olarak Maliye Bakanlığı’na 164 milyon 205 bin lira, Hazine’ye de 182 milyon lira aktarılmıştır. 649 milyon liralık dağıtımdan, Çocuk Esirgeme Kurumu, 4 milyon lira pay alabilmiştir. Dikkatlerinize arz ediyorum:

Tanıtma Fonu’na ayrılan pay, Çocuk Esirgeme Kurumu’na ayrılan payın 13 katıdır. Olimpiyatlara ayrılan pay, Çocuk Esirgeme Kurumu’na ayrılan payın 3 katından fazladır. 2009 yılında ayrılan payları da, siz bulabilirsiniz. Tahminime göre 2009 yılı payları da, düşünmesini bilenleri düşündürecek niteliktedir. Görülmektedir ki; çocuklara verdiğimiz kıymet, olimpiyatlara ve Türkiye’nin tanıtımına verdiğimiz kıymetten çok, çok azdır. Merakım da şudur:

Bir Milletvekili, bir Bakan ve Başbakan Yardımcısı olarak, bu en önemli bir sosyal konuyu, hiç düşündüğünüz oldu mu?

“Rantlar yükselirse, refah ortadan kalkar” gerçeğini dikkate alarak, idare tarzınızı sorguladığınız oldu mu?

Bir Çin atasözü şöyle der:

“Bir yıllık gelir düşünüyorsan, pirinç ek. On yıllık yatırım düşünüyorsan, ağaç dik. Yüzyıllık yatırım düşünüyorsan, insana yatırım yap.”

Türkiye’nin sorunlarının çok konuşmakla, çok gezmekle, iktidarda kalabilmek gayretleriyle çözülemeyeceğini ifade etmek için bu mektubu yazdım ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı


Sayın Beşir ATALAY
İçişleri Bakanı
Ankara 15 Ocak 2010


Sayın BAKAN;

Bugün gerçekleştirdiğiniz “Basın toplantısını” dikkatle izledim.

Samimiyetle ifade etmek isterim ki; Türkiye’nin sorunlarını, açmazlarını, maruz kaldığı husumetleri gayet iyi izleyen bir vatandaş olarak, “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak sunduğunuz “Açılım Projesinden” bir şey anlamadım.

Uzun açıklamanızda; sorunları ve dertleri sıraladınız ve temenni mahiyetindeki dileklerinizi tekrarladınız. Ama, terörün bitirilmesi hususunda net bir şey söylemediniz. Sadece, bilinen dertleri tekrar etmekle yetindiniz. Ayrıca; AKP’yi överek, Hükümet kavramı ile Devlet kavramını, birbirine karıştırdınız. Konuşmanızın en önemli bölümü;

“Bildiğiniz gibi Türkiye’ye dönük terör daima zaman, zaman komşu ülkelerden zaman, zaman bazı Avrupa ülkelerinden destek görmüştür. Şu anda Türkiye eski Türkiye değil. Türkiye güçlü bir ülke ve uluslar arası alanda bu gücünü, Türkiye’ye dönük terör desteklerini bitirmek için sonuna kadar kullanıyor. Türkiye, bu terörü artık taşımayacak. Bunun için çalışıyoruz. Milletimizin desteğini devam ettirmesini biz talep ediyoruz.” seklindeki ifadeleriniz olmuştur.

Merak edilir:

Komşu ülkelerin, bazı Avrupa ülkelerinin, ABD ve İsrail’in, teröre verdikleri destekleri azalmış mıdır? Daha doğrusu; ülkemizi zora sokan ve gerçek hedeflerinden uzaklaştıran PKK Terörü, Türkiye’nin yarattığı bir sorun mudur? Başımıza bu terör belâsını saranlar; Türkiye üzerindeki hedef, niyet ve projelerinden vazgeçmişler midir?

“Şu anda Türkiye, eski Türkiye değil” ifadesini kullanırken, geçmişte Türkiye’den, niçin şikâyetçi oldunuz? Geçmişte Türkiye, güçsüz müydü ve uluslar arası alanda gücünü, terörün bitirilmesi için kullanmamış mıdır? Milletimiz, terörün bitirilmesi için, aynen bugün olduğu gibi, hükümetlere destek vermemiş midir?

Bütün kamuoyu yoklamaları göstermektedir ki; PKK’nın ağır baskısı ve tehdidi altında olan Doğu ve Güneydoğu’da yerleşik vatandaşlarımız, teröre destek vermemektedirler ve terörün, bitirilmesini istemektedirler. Başlangıçta, terörle mücadeleyi, bir “Kürt açılımı projesi” olarak sunmanız, büyük bir hata değil miydi?


Sayın BAKAN;

Bugün Türkiye’de, Türkiye’nin demokratikleşmesini yani; Türkiye’nin tam anlamıyla Hür ve demokrat bir ülke olmasını istemeyen tek bir kişi dahî yoktur. Yalnız; yürürlükteki Seçim ve Siyasî partiler Kanunlarından herkes rahatsızdır, şikâyetçidir ve bu kanunları demokratikleşmenin engeli olarak görmektedir. Zîra; 26 yıldan beri yürürlükte olan bu sistem, halkı dışlamış ve ikinci seçmen konumuna getirmiştir. Antidemokratik uygulamalar, bu çarpık sistemin ürünüdür. Çünkü; Bu sistem, keyfî uygulamalara fırsat vermiştir. Bu sebeple de; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi işlememektedir. Bu gerçeği de; TRT-3’ten naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izlerken, gayet iyi görüyorum. Meclis’in Hür olması gereken iradesi, iktidarın istekleri doğrultusunda tecellî etmektedir. Yani DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ gibi yönetilmektedir.

Bu sebeple; Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olmasını arzu edenler; her şeyden önce, gerçek demokrasiyle taban tabana zıt olan antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirmek zorundadırlar. Seçim sisteminin getirdiği yüksek oranlı barajlar kaldırılmadıkça ve milletvekili aday adaylarının tespiti, hâkim teminatında millete bırakılmadıkça ve de, milletvekili dokunulmazlığına sınır getirilmedikçe; Türkiye’nin tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olması mümkün değildir. Bunlar yapılmadıkça; istendiği kadar kanun çıkarılsın veya Anayasa maddeleri değişsin; halk, sistemin dışında kaldığı sürece Türkiye; aranan ve hayal edilen biçimde sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşamayacaktır. Çünkü; Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve denetim görevini, kendi hür iradesiyle yapamamaktadır.

Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Gereği hususunda gayret göstereceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı”

Adâlet yoksa, demokrasi de yoktur.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 16 Ocak 2010


Sayın BAŞBAKAN;

Bugün, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin açılışında yaptığınız konuşmanızı dikkatle izledim. Konuşmanızda; her zaman yaptığınız gibi “Hizmet ederken engellerle, zorluklarla karşılaşıyoruz.” ifadelerini kullanarak, siyasî propagandanın en güzel örneğini verdiniz. Ayrıca;

“Ama öyle bir şey ki siz adım atıyorsunuz, pat yargı karşınızda. Bizim yargı, benim bu ifadelerime kızacak biliyorum. Olamaz. Ya niye olamaz. Bunun niyesini söyleyin. Proje ise proje. Hizmet ise hizmet. Ülkeye hizmet. Bunu ülkemiz için yapıyoruz. Ciğerlerimize kadar bize kan ağlatıyorlar kan. Bunu yapmaya hakları yok. Türkiye’de işler niye zor yürüyor biliyor musunuz? İnanın üretme noktasındaki bariyerler, bizdeki kadar öyle zannediyorum ki, gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bizimki kadar yok. Ne olursa olsun, zor da olsa, biz yolumuza aynı kararlılıkla devam edeceğiz. Çünkü uzun ince bir yoldayız gidiyoruz gündüz gece.” ifadelerini kullanarak, Yargıdan şikâyetçi olduğunuzu vurguladınız.

Bir vatandaş olarak merak ettiğim husus şudur:

Hükümetlerin yetkileri sınırsız mıdır? Yetkinin yanında sorumluluk yok mudur? Hükümetlerin icraatları, Meclisin ve Yargının denetimine tabi değil midir? Hükümetlerin yürürlüğe koyduğu kanun ve Yönetmeliklerin, Kararnamelerin, Kanun Kuvvetindeki Kararnamelerin, yürürlükteki Anayasa’ya uygunluğu, şart değil midir?

Maksadımı, tarihî bir örnekle açıklamak istiyorum:

Padişah III. Selim, bir konuda Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa ile ters düşmüş. Padişah, konunun kendi iradesine göre halledilmesini istiyor; Sadrazam, “Uygun olmaz” diyerek, direniyor. Padişah ısrar edince; Sokullu Mehmet Paşa, “Hünkârım! Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir; vasfı, çok önemlidir” cevabını vererek, Padişah’ı, ısrarından vazgeçiriyor.

Asıl belirtmek istediğim husus da, şudur:

Demokratik hükümetler DEVLETİ, KURALLARINA göre bir ahenk içinde yönetmek zorundadırlar. KURUM ve KURULUŞLARI ile kavgalı HÜKÜMETLER, devletin ve milletin dirlik ve düzenliğini sağlayamadıkları gibi; siyasetin gereği olarak halk arasında istenmeyen zıtlaşmalara da sebep olurlar. Ayrıca; KURUL, KURUM, KURAM ve KAVRAM kargaşasına sebep olurlar. “Ben yaptım oldu veya olmalıdır” anlayış ve kabullenişi, DEVLET İDARESİNDE KEYFÎLİKLERE SEBEP OLUR. Ki; keyfîlikler sınır tanımadığı için, DEVLETİN İŞLEYİŞ BİÇİMİ, kolay, kolay düzeltilemeyecek şekilde bozulur. Türkiye’nin SIKINTILARI da, bundan dolayıdır.

Konuşmanızda belirttiğiniz gibi; gelişmiş Batı ülkelerinde hükümetler, şikâyetçi olduğunuz zorluklarla karşılaşmazlar. Zîra; gelişmiş Batı ülkeleri, KURALLARI, keyfîliklere meydan vermeyecek derecede sağlam koymuşlardır ve hükümetler, bu sağlam kuralları aşmayı düşünmezler. Örnekler:

Gelişmiş Batı ülkelerinde Milletvekili ve Belediye Başkan aday adaylarını, Parti liderleri belirlemez. Milletvekilleri ve yerel yöneticileri, hiçbir baskıya maruz kalmadan HÜR İRADELERİNİ kullanarak, görevlerini, DEVLETİN KURALLARINA UYGUN BİÇİMDE yaparlar.


Gelişmiş Batı ülkelerinde Başbakanlar, bakanlarından tarihsiz istifa mektubu almazlar ve belediye başkanları, siyasî amaçlı hareket etmezler. Devlet kadroları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” anlayışına göre oluşturulmaz; ehliyet, liyakat ve kabiliyet ölçüleri dikkate alınır.

Gelişmiş Batı ülkeleri, hükümetlerin etki alanı dışında sağlam KURUMLAR oluşturmuşlardır ve bu kurumlara, siyaset nüfuz edemez. Gelişmiş Batı ülkelerinde Sosyal Güvenlik Kuruluşları ve Resmî sıfatlı VAKIFLARI, kurallara göre görev yaparlar. Yani; seçim zamanları, siyasî amaçla, iktidar partisinin seçim hesaplarını dikkate almazlar. İşsizlik Fonları, bütçe açıklarını kapatmak veya başka bir maksat için kullanılamaz. Bizde ise; bunun tam tersi geçerlidir ve kuralsızlık hâkimdir. Örnek: Sosyal Dayanışma ve Yardım Vakfı, DEVLETİN bir kurumudur. Bu vakıf, iktidar partilerinin istek ve siyasî amaçlarına göre görev yaparlar ve seçim zamanları, iktidar partisinin organı gibi çalışırlar. Yardımları, siyasî amaçlı olarak kullanırlar. Bu Vakfın yönetimleri, iktidar partisinin kontrolündedir.

Gelişmiş Batı ülkelerinde sınırsız milletvekili dokunulmazlığı yoktur; icabında, yargıya hesap verirler.

Batı ülkelerinde yerel yönetimler, kuralların dışına çıkamazlar ve bazı kişi ve kuruluşlara rant sağlayamazlar. Arazi yağmalarına asla fırsat vermezler. Bizdeki gibi, özel ve olağanüstü yetkilerle donatılmış KURULLAR ve ŞİRKETLER oluşturmazlar. Belediye şirketleri ve TOKİ gibi, denetimden muaf kuruluşlar meydana getirmezler.

Gelişmiş Batı ülkelerinin kanunları, beraberinde mutlaka adâleti de getirirler. Parlâmentoları, çıkar çevrelerinin oluşturduğu baskın lobilerin isteklerine uygun kanunlar düzenlemezler. Batı ülkelerinde, borcundan dolayı hiç kimse hapse girmez; ailelerin temel ihtiyaçları olan buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve bilgisayar gibi temel ve medeni ihtiyaç olan eşyalarına haciz konmaz.

Gelişmiş batı ülkelerinde; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatörler konumuna getiren siyasî partiler ve seçim kanunları yoktur ve siyaset, düzgün bir biçimde ve herkesi kucaklayacak şekilde kurumlaşmıştır.

Sayın BAŞBAKAN;

İktidarınız, sekizinci yılına girmiştir. İktidarınız dönemini sorgulamak ve kendiniz için özeleştiri yapmak; olayları saptırmadan ve başkalarını suçlamadan bir blânço çıkarmak, size düşen en önemli görevdir. Bunu başaramadığını takdirde; alkışların, övgülerin ve çıkarları olanların oluşturdukları havaya kapılarak, nefsinize yenik düşersiniz. Ki; bu durumda, halkı unutur ve belirli bir zümrenin amaçlarına hizmet etmiş olursunuz. Basit bir örnek:

Çok kısa sürede İstanbul Kongre Merkezini inşa ettiğinizi ve İstanbul’u 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti haline getirdiğinizi övünçle ve gururla belirtirken; İstanbul’un sokaklarında dilenci haline getirilmiş zavallı ve çaresiz 40 bin çocuğun olduğunu aklınıza bile getirmezsiniz.

Bugünkü kutlamalar için 8,5 milyon liralık bir harcamanın yapıldığı yazılmaktadır. Boğaziçi Köprülerinin ışıklandırılması için 5 milyon liranın harcandığı yazılmıştı. Çiçek, lâle, fidan dikimi, park ve bahçe tanzimi için, İstanbul’da büyük paraların harcandığı da bilinmektedir. Ama; o veya bu sebeple hayatları kaymış ve “Tinerci” olarak tabir edilen zavallı çocuklar ve gençler ve dilenci olarak kullanılan 5-10 yaş arası çocuklar için, kalıcı ve onları topluma kazandırıcı rehabilitasyon merkezleri oluşturmak, kimsenin aklına gelmemiştir.

İşsizlik, çaresizlik, fukaralık, toplumun büyük bir kesimini ateşten bir gömlek gibi kuşatmıştır. Belki bu gerçeği hatırlatan çıkmamıştır diye, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. İlgileneceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

16 Ocak 2010 Cumartesi

Rantın sınırı olmaz ve yağmacıların gözü doymaz.

Sayın Yalçın BAYER
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 16 Ocak 2010


Sayın BAYER;

16 Ocak 2010 tarihli ve “Trakya’ya yazık” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Belirttiğiniz gibidir: “Trakya’ya, yazık” olmuştur ve Trakya, bilinçli ve maksatlı olarak, tahrip edilmiştir ve tahribata devam edilecektir.

Bu durumda, kanaat önderlerinin ve Trakya halkının yapabileceği tek şey; İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne verilen sınırsız yetkileri sorgulamaktır ve bu yetkileri verenlerden hesap sormaktır. Zîra; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile bazı kişi ve kuruluşlara büyük arazi rantları sağlayan TOKİ, devlet içinde DEVLET niteliğindeki Kurumlar haline getirilmiştir.

Her şeyden önce de, TRAKAP sorgulanmalıdır ve Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ valiliklerince kurulan TRAKAP’ın, niçin ve kimlerin emrleriyle kurulduğu gerçeği araştırılmalıdır.

TRAKAP’ın hedefi; tarım arazilerini ve çevreyi korumak mıdır; yoksa, arazi rantı üretenlere hizmet etmek midir?

TRAKAP’ın hedefi; tarım arazilerini ve çevreyi korumak ise; bu kuruluş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Metropoliten Plân Merkezi ile niçin işbirliği yapmaktadır?

Her ne kadar, Çevre ve Orman Bakanlığı ÇET Genel Müdürü Fevzi İşbilir, yapılan toplantıda, “Trakya toprakları yeterince yükünü almıştır. Daha fazla sanayi buralarda konuşlanamaz. Biz, bu konulara bakıyoruz; tarım toprakları, bizim için de çok önemlidir. Plânsız sanayileşmeyle çevrenin, nehirlerin, akarsuların kirlenmesi ortadadır. Bundan böyle plânsız sanayileşmeye müsaade etmeyeceğiz. Hatta, bazı sanayi kuruluşlarının yatırımlarını doğuya kaydırması gerekecektir.” demiş olsa da; Trakya alt bölgeleriyle tarımsal organize bölgelerinin, birilerine peşkeş çekileceği, belli ve kesindir.

İstanbul ve çevresiyle Trakya bölgesi, 1980’den sonra yağmaya ve plânsız yapılanmaya açılmıştır. Bunun milâdı da, İmar ve İskân Bakanlığı’nın ortadan kaldırılmasıdır. Basit bir örnek:

1968 yılında, ahbabım olan günün Pfizer İlâç Fabrikası’nın Genel Müdürü, Ortaköy’deki fabrikayı, Trakya bölgesine taşımak istediklerini, tercihlerinin Çatalca ve çevresi olduğunu belirterek, benden Çatalca’da uygun bir arazi bulmamı istedi. Araziyi buldum; akarsuya sınırı olan büyük bir çayırlık araziydi. Sahibinden gerekli belgeleri aldılar. Bir müddet sonra da, “Bu araziyi, maalesef alamayacağız. Zîra; tarım arazisi olduğu için İmar ve İskân Bakanlığı, bu bölgede sanayi kuruluşuna izin vermiyor” diyerek, arazinin alımından vazgeçtiklerini belirtti.

Günün Hükümeti, 1970 yılında, İstanbul ve çevresiyle Trakya bölgesine sanayi tesislerinin kurulmasını yasakladı ve İstanbul ve çevresindeki sanayi kuruluşlarının teşvikli bölgelere nakledilmesi kararını aldı. İstanbul’da bulunan bazı sanayi kuruluşlarının Bilecik, Osmaneli, Bozuyük ve Eskişehir bölgelerine nakledilmesi, bu karar gereğidir. Ayrıca Hükümet, Doğu ve Güneydoğu’ya kurulacak sanayi tesisleri için, yatırım teşviklerinin yanında, 15 yıl vergi muafiyeti tanıyan bir kanun çıkardı. Ne yazık ki; günün muhalefeti, Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek, bu kanunun iptalini istedi. Mahkeme de, “Anayasa’ya aykırıdır” gerekçesiyle bu kanunu iptal etti.

Sayın BAYER;

Bu konu ile ilgili olarak seri yazı yazmaya karar verdim ve fırsat buldukça, yazacağım. Bugün, şu gerçeği belirtmek istiyorum:

Çözüm ve yağmanın önlenmesi, Trakya halkının elindedir ve Trakya halkı, Sivil toplum Kuruluşları ve kanaat önderleriyle birlikte ayağa kalkarak; haksız, mesnetsiz ve keyfî uygulamalara yol açanlara karşı açık bir tavır koymalıdır. Hatta, ayağa kalkmalıdır. Kaybettiklerini geri almanın ve rantçıları durdurmanın başka bir yolu yoktur. Gerekirse, valiliklerin önünde geniş katılımlı protesto mitingleri tertiplenmelidir. Kısacası herkes; geçmişteki Trakya’nın zenginliklerini, tarım ve hayvancılığını, Edirne’den başlayıp, Çatalca’da son bulan panayırlarını, zengin otlak ve çayırlarını, manda, sığır ve koyun sürülerini, deryayı andıran ayçiçeği, pancar, buğday, mısır ve karpuz tarlalarını hatırlamalıdır. Ve Edirne Peyniri’nin nereye gittiğini sorgulamalı ve de mandıraların ithal ürünlerle çalıştığını görmelidir. Trakya’nın bereketini ve zenginliğini geri getirmenin başka bir yolu yoktur. Herkes, “İstanbul Büyükşehir Belediyesi! Trakya’dan elini çek ve topraklarımızı terk et!” sloganını, gür sesle atabilmelidir.

Ben, 1965’te bir akşamüzeri, koyun sürülerinin çokluğu sebebiyle Malkara’ya, ancak 2 saatte girebildiğimi hatırlıyorum. Edirne’de başlayan ve Çatalca’da sona eren panayırları dolaşarak, çalıştığım ve yöneticisi olduğum Firuzköy’deki çiftliğe, malaklı mandalar aldığımı hatırlıyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

15 Ocak 2010 Cuma

Asıl sorun, seçim sistemindedir.

Sayın Beşir ATALAY
İçişleri Bakanı
Ankara 15 Ocak 2010


Sayın BAKAN;

Bugün gerçekleştirdiğiniz “Basın toplantısını” dikkatle izledim.

Samimiyetle ifade etmek isterim ki; Türkiye’nin sorunlarını, açmazlarını, maruz kaldığı husumetleri gayet iyi izleyen bir vatandaş olarak, “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak sunduğunuz “Açılım Projesinden” bir şey anlamadım.

Uzun açıklamanızda; sorunları ve dertleri sıraladınız ve temenni mahiyetindeki dileklerinizi tekrarladınız. Ama, terörün bitirilmesi hususunda net bir şey söylemediniz. Sadece, bilinen dertleri tekrar etmekle yetindiniz. Ayrıca; AKP’yi överek, Hükümet kavramı ile Devlet kavramını, birbirine karıştırdınız. Konuşmanızın en önemli bölümü;

"Bildiğiniz gibi Türkiye’ye dönük terör daima zaman, zaman komşu ülkelerden zaman, zaman bazı Avrupa ülkelerinden destek görmüştür. Şu anda Türkiye eski Türkiye değil. Türkiye güçlü bir ülke ve uluslar arası alanda bu gücünü, Türkiye’ye dönük terör desteklerini bitirmek için sonuna kadar kullanıyor. Türkiye, bu terörü artık taşımayacak. Bunun için çalışıyoruz. Milletimizin desteğini devam ettirmesini biz talep ediyoruz." seklindeki ifadeleriniz olmuştur.
Merak edilir:

Komşu ülkelerin, bazı Avrupa ülkelerinin, ABD ve İsrail’in, teröre verdikleri destekleri azalmış mıdır? Daha doğrusu; ülkemizi zora sokan ve gerçek hedeflerinden uzaklaştıran PKK Terörü, Türkiye’nin yarattığı bir sorun mudur? Başımıza bu terör belâsını saranlar; Türkiye üzerindeki hedef, niyet ve projelerinden vazgeçmişler midir?

“Şu anda Türkiye, eski Türkiye değil” ifadesini kullanırken, geçmişte Türkiye’den, niçin şikâyetçi oldunuz? Geçmişte Türkiye, güçsüz müydü ve uluslar arası alanda gücünü, terörün bitirilmesi için kullanmamış mıdır? Milletimiz, terörün bitirilmesi için, aynen bugün olduğu gibi, hükümetlere destek vermemiş midir?

Bütün kamuoyu yoklamaları göstermektedir ki; PKK’nın ağır baskısı ve tehdidi altında olan Doğu ve Güneydoğu’da yerleşik vatandaşlarımız, teröre destek vermemektedirler ve terörün, bitirilmesini istemektedirler. Başlangıçta, terörle mücadeleyi, bir “Kürt açılımı projesi” olarak sunmanız, büyük bir hata değil miydi?

Sayın BAKAN;

Bugün Türkiye’de, Türkiye’nin demokratikleşmesini yani; Türkiye’nin tam anlamıyla Hür ve demokrat bir ülke olmasını istemeyen tek bir kişi dahî yoktur. Yalnız; yürürlükteki Seçim ve Siyasî partiler Kanunlarından herkes rahatsızdır, şikâyetçidir ve bu kanunları demokratikleşmenin engeli olarak görmektedir. Zîra; 26 yıldan beri yürürlükte olan bu sistem, halkı dışlamış ve ikinci seçmen konumuna getirmiştir. Antidemokratik uygulamalar, bu çarpık sistemin ürünüdür. Çünkü; Bu sistem, keyfî uygulamalara fırsat vermiştir. Bu sebeple de; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi işlememektedir. Bu gerçeği de; TRT-3’ten naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izlerken, gayet iyi görüyorum. Meclis’in Hür olması gereken iradesi, iktidarın istekleri doğrultusunda tecellî etmektedir. Yani DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ gibi yönetilmektedir.

Bu sebeple; Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olmasını arzu edenler; her şeyden önce, gerçek demokrasiyle taban tabana zıt olan antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirmek zorundadırlar. Seçim sisteminin getirdiği yüksek oranlı barajlar kaldırılmadıkça ve milletvekili aday adaylarının tespiti, hâkim teminatında millete bırakılmadıkça ve de, milletvekili dokunulmazlığına sınır getirilmedikçe; Türkiye’nin tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olması mümkün değildir. Bunlar yapılmadıkça; istendiği kadar kanun çıkarılsın veya Anayasa maddeleri değişsin; halk, sistemin dışında kaldığı sürece Türkiye; aranan ve hayal edilen biçimde sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşamayacaktır. Çünkü; Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve denetim görevini, kendi hür iradesiyle yapamamaktadır.

Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Gereği hususunda gayret göstereceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

13 Ocak 2010 Çarşamba

Keyfe göre demokrasi olmaz!

--






Sayın Mümtaz’er TÜRKÖNE
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 12 Ocak 2010


Sayın TÜRKÖNE;

12 Ocak 2010 tarihli ve “Keşke ‘sivil vesayet’ olsa!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Sizi; tarafsız, gerçekleri olması gerektiği biçimde dile getiren ve halkı, gerçek anlamda aydınlatıcı ve bilgilendirici biçimde yazı yazan ve de, hisleriyle hareket etmeyen bir köşe yazarı olarak kabul etmediğim için, bu mektubumu yazdım.

Yazılarınızı okuyorum ve hayret ediyorum. Genellikle yazılarınızda; hangi odaktan ve ne maksatla ortaya salındığı belli olmayan itham, isnat, iftira, dedikodu ve varsayımlara dayalı söylentileri konu ederek, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef almaktasınız ve gözü kapalı olarak bir siyasî amaca hizmet eden açık bir görüntü vermektesiniz. Belli ki; kamuoyunca iyi bilinmeyen ve açıklamadığınız bir misyona hizmet etmektesiniz.

Söz konusu yazınızın her cümlesine cevap vermek mümkündür. Ama, bu mektubuma sığmaz. Yazınızın bir bölümünde;

“Askerî darbe tehdidi veya tehlikesine karşı, hükümetin aldığı tedbirler "sivil darbe" sözüyle ifade ediliyorsa, bu daha uçuk bir saçmalık. Zaten iktidarda olanlar neden ve kime karşı darbe yapacak? Türkiye'nin sandıktan çıkmış bir hükümeti var. Bu hükümeti beğenmeme ve eleştirme hakkımız demokrasilerde o sandık kadar vazgeçilmez. Ama durduğunuz denge noktasını sandıktan çıkmış hükümet ile askerî dikta arasına yerleştirdiğiniz zaman, sizin her şeyinize kuşku ile bakmak gerekir. Demokratik bir hükümetin tek alternatifi, zamanı gelince halkın önüne konulacak sandıktan zaferle çıkacak olan muhalefettir. Sandıktan çıkmış bir hükümetin karşısına askerî diktayı yerleştirmek ve ikisi arasında mukayeseye girişmek düpedüz demokrasi hazımsızlığı veya demokrasi kültürü veya inancı eksikliğinden kaynaklanan bir tür sapkınlık hali.” ifadelerini kullanmışsınız!

Şu gerçeğe dikkatinizi çekmek zorundayım:

Ülkemizde, “Bir askerî darbe tehdidinin veya tehlikesinin “ olduğunu, neye dayanarak iddia etmektesiniz. Şayet bu iddialarınızı, henüz daha içyüzü bilinmeyen ve nasıl sonuçlanacağı belli olmayan ve “Ergenekon” adı verilen bir davaya dayandırıyorsanız; sizin, peşin hükümlü ve ancak kendinizin bildiği bir misyona hizmet eden bir kişi olduğunuzu söylemek, herhalde, bir kehanetin keşfi olmayacaktır.

Evet; bugün ülkemizde, sandıktan çıkmış bir hükümet vardır ve bu hükümetin, yanlışlarını, hatalarını, keyfî ve kural dışı uygulamalarını eleştirmek, her vatandaşın, zorunlu bir görevidir. Hükümetlerine, “Ne hakkın var?” demesini başaramayan milletlerin, demokrasiden bahsetmeye hakları yoktur. Zîra; “Dünyada her millet, icraatlarına tahammül ettiği hükümetlerin mesuliyetine ortak sayılır.” kuralı, tarihî bir gerçek ve evrensel bir kuraldır.

Bu evrensel kurala ve tarihî gerçeğe rağmen; bugüne kadar iktidarı eleştiren bir yazınızı görmedim. Demokrasi gereği bir nefer gibi savunduğunuz hükümetin, hiç yanlış bir icraatı olmadı mı? Hükümeti eleştirenlere, hiç düşünmeden ve hiç çekinmeden Ergenekoncu, kafesçi, darbeci damgasını vurmadınız mı? Hem de bunu, koro halinde yapmadınız mı? Sık, sık “Askerî dikta” ifadelerini kullanarak etrafa, olmayan bir darbe korkusu salmak için çırpınmadınız mı? Bunun için; gölge ve hayalet avcılığı dâhil, her çareye başvurmadınız mı?

Sayın TÜRKÖNE;

Sizin demokratlığınıza inanabilmemiz, vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur. Zîra; ülkemizde, 29 yıldan beri evrensel kurallara uymayan göstermelik ve azıcık bir demokrasi hüküm sürmektedir. Öylesine ki; bu sistemde halk dışlanmış ve siyasî parti liderleri, seçilmiş diktatörler konumuna getirilmiştir. Halka biçilen görev, belirli zamanlarda, siyasî parti liderlerinin veya parti üst yönetimlerinin hazırladıkları listeleri sandığa atmaktır.

Evet; gerçek demokrasilerde seçimler, demokratik rejimin, şahdamarı mesabesindedir. Seçimlerin, bu işlevi görebilmesi için; hür bir ortamda, âdil ve eşit şartlarda yapılması şarttır. Hile, entrika ve gasp etme arzusuna dayalı seçimler, hiçbir zaman ve hiçbir yerde bu işlevi göremez ve bir formaliteden ibaret kalır. Bu gerçeği bildiğiniz halde; bugüne kadar, çarpık Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarının değiştirilmesi hususunda, herhangi bir yazı yazmadığınıza göre; sizi, demokrat veya demokrasi savunucusu olarak kabullenmemiz, mümkün olabilir mi?

Bu çarpık sistemde; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, ortadan kaldırılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi dahî, yasama ve denetleme görevlerini, kendi hür iradesiyle yapamamaktadır. Açık ve insaflı olalım: Bugün, Başbakan’ın istemediği veya uygun görmediği bir kanun tasarısı veya teklifi, TBMM’sinin gündemine gelemez; gelse dahî, kanunlaşamaz. Ama; Başbakan’ın istediği veya uygun gördüğü her kanun tasarısı veya teklifi, TBMM’sinin gündemine gelir ve kolayca kanunlaşır. Bu gerçeği, TRT-3’te canlı olarak yayınlanan Meclis oturumlarını izleyen herkes görür.

Bu gerçekler tahtında; “Askerî faşizme karşıyım, ama, sivil faşizme de karşıyım” diyenler, haksız mıdırlar? Her vatandaşın görevi ana kaidelere ve ana belgelere göre işleyen bir devlet ve işleyen bir rejim aramak değil midir? Rejime ve devlete sahiplilik bilgi ve şuuru göstermek, suç mudur? Hürriyetlerin adâletle sınırlandırılmadığı ortamlarda, demokrasi adı altında acı esaretlerin kurulduğu görülmemiş midir?

Ülkeyi, 26 yıldan beri sivil ve seçilmiş siyasî iktidarlar idare etmektedir. Askerler, kışlasındadır. Durmadan, askerî faşizmden ve askerî diktadan bahsetmenizin, geçerli bir gerekçesi olmalıdır. Durduk yerde, rejim tartışmalarını çıkarmak, pek hayra alâmet değildir. Bir köşe yazarı olarak, siyasî ve bir parti mensubu gibi davranmanızın, muhakkak surette, bizlerce bilinmeyen bir sebebi ve hedefi olmalıdır.

Kıyıda köşede dolanarak, etrafa korku salarak, haksız itham, isnat ve iftiralarda bulunarak, halkın efkârını karıştırmak için çalışacağınıza, gerçek hedef ve niyetinizi açıklasanız, daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mısınız? Nasıl, böyle bir mertliği gösterebilir misiniz?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

12 Ocak 2010 Salı

Huzur bozanların, şikâyete hakları yoktur.

Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta, Hürriyet, Milliyet Gazeteleri Yazarı
İstanbul 12 Ocak 2010


Sayın BİRAND;

12 Ocak 2010 tarihli ve “Ne bölünüyoruz, ne parçalanıyoruz; sadece, gerçek iktidar eldeğiştiriyor” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Geçim derdi olmayan, her şart altında rahat tüketebilen belirli bir kesime “Evet, yazdıklarınız doğrudur” dedirtecek bu yazı türünüzle yine, gerçeklerin üstünü örtme gayretine girmişsiniz. Bunu yaparken de, 1980 öncesini, gerçeklerden uzak bir şekilde konu ederek, 1980 sonrası yıkıcı, yakıcı, antidemokratik, keyfî ve Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırıcı, çarpık siyasî yapıyı aklamaya çalışmışsınız. Açık ifadeyle;

Bölünme ile bütünlenmeye, iyi ile kötüye, demokrasi ile faşistliğe, kural ile keyfiliğe, saadet ile sefalete, huzur ile huzursuzluğa, gelişme ile kalkınmaya, halk iradesiyle formaliteye, kuvvetler ayrılığı ile baskıcı mutlak iradeye, gerçek iktidar ile gaspçı iktidara, iktidar ile muhalefete, kesin ifadelerle açıklık getirmediğiniz veya getiremediğiniz için; neyin, kimin ve niçin sorgulanması gerektiği anlaşılamamıştır.

Aslında; 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’si ile 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sinin mukayesesini, aklın, ilmin, mantığın tahtında irdeleyerek ve sorgulayarak yapamadığınız için; Türkiye’yi, 2002 yılında başlatan bugünkü siyasî iktidara söyleyecek söz bulamamışsınız. Bu yüzden de, sorulması, cevap verilmesi ve irdelenmesi gereken şu önemli sorular, cevapsız kalmıştır:

- Bölünme ve parçalanmanın belirtileri nedir?
- Gerçek iktidar nasıl oluşur ve oluşma şartları nedir?
- “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi nedir ve ülkemizde çalışmakta mıdır?
- Bağımsız yargı, hür üniversite ve hür basın var mıdır?
- Türk milleti, zenginleşiyor mu, fakirleşiyor mu?
- Türkiye, ekonomik bağımsızlığını koruyor mu, korumuyor mu?
- Türkiye, ihtiyaç sebebiyle mi aşırı borçlanmıştır? Yoksa; keyfî uygulamalarla uluslar arası finans güçlerine yenik mi düşmüştür?
- Eonominin son derece kötü olduğu, işsizliğin yaygınlaştığı, insanların fakirleştiği doğru değil midir?
- DEVLETİN, bir PATİ DEVLETİ haline getirildiği doğru değil midir?
- Başbakan’ın, demokrasi adı altında, başta TBMM olmak üzere, her kurum ve kuruluşu baskı altına aldığı veya almak istediği doğru değil midir?
- Bir ülkenin batmasının ölçüsü nedir?
- Muhalefetin, her sözü ve her davranışı, iktidarı yıpratmak için mi algılanmalıdır?
- Muhalefetsiz iktidar, hangi rejimlerde vardır?
- DEVLET, kurallarına göre işletilmekte midir?
- Kurumlar arasında ZITLAŞMA, var mıdır, yok mudur?
- Tarikatlar, aşiretler ve bilhassa, devlete ve millete nizam vereceğini iddia eden BİR CEMAAT, Türk siyasetine damgasını vurmuş mudur, vurmamış mıdır?
- Milletvekili dokunulmazlıkları, gerçek demokrasiye ve çağın modern ve âdil devlet yapısına uygun mudur, değil midir?

Sayın BİRAND;

Soruları çoğaltmak ve gerçek sorunları ortaya koymak, herkes için mümkündür ve de şarttır. Bunu yapmak da, her şeyden önce köşe yazarlarına, habercilere, tarihçilere, sosyologlara, toplum bilimcilerine, akademisyenlere, gerçek aydınlara ve aydın geçinenlere, oturdukları yerde demokrasi havarisi kesilenlere, aklını, iradesini, hürriyetini liderlere ipotek etmeyen siyasetçilere düşen, en önemli ve önde gelen vatandaşlık görevidir.

Bu durum karşısında, merak ettiğim husus şudur:

Şablonu, başkaları tarafından çizilmiş göstermelik ve azıcık demokrasiye dayanarak değil de, gerçek bir demokrasiye dayanarak, kendinize bu soruları sorduğunuz ve düzgün cevaplarını aradığınız oldu mu acaba? Bana soracak olursanız cevabım; sormadığınız ve cevaplarını aramadığınız istikametindedir. Şayet, aksi olsaydı, Yazınızın sonunda;

“Türk olmak, Türkiye’de yaşamak ve Türkiye’de siyaset yapmak zordur” ifadesini kullanmazdınız. Bu sebeple; tavsiyem de, şudur:

Hiç vakit geçirmeyiniz ve Türkiye’nin ve Türk milletinin yakasından düşünüz ve de, vatandaşı olduğunuz BELÇİKA’ya yerleşiniz. Belki o zaman, düzgün bir nefis muhasebesi yapmış olursunuz.

Unutmayınız:

İnsanların bu dünyadaki edinimleri, en nihayet, kabirlerinin üzerindeki bir toprak yığınından ibaret kalacaktır. Zamanla, o toprak yığını da kalmaz ya!...


Kabul edilsin veya edilmesin; inansın veya inanmasın; insanların, varlığı mutlak olan ebedî âleme, muhitlerine, ülkelerine, milletlerine ve hattâ, bütün insanlık âlemine yaptıkları hizmetlerini götüreceklerdir.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı