Sayın Cüneyt ÜLSEVER
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 29 Ocak 2009
Sayın ÜLSEVER;
29 Ocak 2009 tarihli ve “ERGENEKON NASIL GÖRÜNÜYOR?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Ne yazık ki; insanlarımızın birer “İDEOLOJİK KÖR” haline getirildiği bir gerçektir.
Birbirimizin kafasını, gözünü yaracak kadar GÖZÜ DÖNMÜŞ BİR MİLLET değiliz. Ama; siyasallaştırılarak BÖLÜNEN BİR MİLLET haline getirilmek istendiğimiz ise, kesindir.
Dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
“ERGENEKON” adı verilen davanın tartışmaları, sokaktaki insanlar arasında yaygınlaştırıldığı gibi; hukukçular arasında da tartışılmaktadır ve işin doğrusu ortaya konamamaktadır. Daha doğrusu; kimin veya kimlerin doğru söylediği irdelenmemektedir. Değerlendirmeler; sözün doğruluğundan ziyade, kimin tarafından söylendiğine göre yapılmaktadır.
Yaratılan böylesine bir kargaşa ortamında elbette ki halk, mensup olduğu siyasî görüşe göre ikiye bölünecektir. Zaten, istenen de budur. Zira; bir milleti ve bir devleti zaafa uğratmanın en kolay yolu, halkı, birbirleriyle zıtlaşan KUTUPLARA ayırmaktır.
Bütün bu olup, bitenlerin yegâne suçlusu da, görsel ve yazılı medyadır. Zira; gerçek bir demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olması gereken medyamız; yükümlü olduğu görevini yerine getirmemektedir. Bu sebeple de DEVLET ve REJİM, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememektedir. DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ haline getirildiği halde; halkı bilgilendirme ve düzgün biçimde kamuoyu oluşturmakla görevli aydınlar, yazarlar, biliim ve fikir adamları sessiz kalarak, halkın yanıltılmasına sebep olmaktadırlar.
YOLSUZLUKLARIN, HIRSIZLIKLARIN, YALANCILIKLARIN ve AHLÂKSIZLIKLARIN üzerine gerektiği gibi giden olmadığı için de AHLÂK ve FAZİLET, modası geçmiş değerler olarak hafızalardan silinmiştir.
Böyle bir ortamda halkın kutuplara ayrılması ve hızla bölünmeye doğru gitmesi, sizi ve kimseyi şaşırtmamalıdır. Zira; gün, yalancıların, hırsızların, ahlâksızların, hak ve hukuk tanımayanların günüdür. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan sistemden de, başka bir şey beklenemez. Zira; milliyetçiliğin (milli değerlere sahiplilik) SUÇ, vatana ve millete hizmet etmenin APTALLIK olarak algılandığı bir ÇÖKÜŞ DÖNEMİ yaşamaktayız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
29 Ocak 2009 Perşembe
28 Ocak 2009 Çarşamba
2001 Krizi ve IMF dayatması
Ecz. Hüsnü Akıncı
Tel: 0216-4181726
İstanbul
Sayın Engin Akçakoca
BDDK Başkanı
Ankara 17/07/2001
11/07/2001 tarihli Milliyet Gazetesi’nden öğrendiğimize göre; 5 bankaya el konulması kararında IMF’nin “Katı tutumunun” etkili olduğunu söylemişsiniz.
Bankaları FON’a almadan rehabilite etme eğiliminde olduğunuzu ve bunun için dört hafta daha fırsat tanınmasını istediğinizi belirterek, şu sözleri söylemişsiniz:
“Dünya Bankasıyla mutabakat sağladık. Ama; IMF tarafı, daha katı davrandı. Ben gene de, düşünüyorum Ki; öyle bir fırsat tanısaydık, daha ucuz bir çözüm yolu bulunabilirdi. Garantisi yok; ama, denenmeliydi.”
Sayın Başkan;
Açıklamalarınızı ve sözlerinizi yadırgamamak mümkün değil. Sebebine gelince:
Dünya :Bankası ve IMF’nin istek ve dayatmaları, tek doğru kabul edilecekse; sizin, o makamda ne işiniz var?
Doğruları tespit edip, .gerekçeleriyle birlikte Dünya Bankası ve IMF’ye kabul ettiremezseniz; o makamda, niçin oturuyorsunuz?
Görev anlayışınız; verilen direktifleri uygulamaksa; Türkiye’deki bankacılık sistemine yabancısınız demektir ki; bu durumda size düşen görev, BDDK’nın başkanlığını bırakmaktır.
Elbette; bu görevi, hakkıyla yerine getirebilecek bir yetenekli kişi bulunur.
Sayın Akçakoca;
Yönelttiğim bu eleştiriden rahatsızlık duymamalısınız. Zira; bu önemli görevin üstesinden gelemeyecek derecede bilgisiz ve yeteneksizsiniz. Üstelik; ekonomiyi, sadece ve sadece, bir finans olayı olarak algılamaktasınız. Eğer, aksi olsaydı; Türkiye’deki bankacılık sisteminin çökeceğini, daha önceden bilirdiniz.
Neden mi?
İşte sebebi:
İktisat ilmine göre daima geçerli ve değerini hiç kaybetmeyen önemli bir kural vardır. O da şudur:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sektörünü batırır.”
Türkiye’de, bu olmuştur. 20 yıldan beri uygulanan para ve ekonomi politikalarının özü, kur-faiz makasında yaratılan ve döviz-faiz-borsa üçgeninden ibaret bir rant sistemine dayandırılmıştır. Üretim, istihdam ve yatırım unutulmuştur. Reel ekonomiye ve gerçek sermaye piyasasına kaynak olması gereken sermaye, yani para, elden ele dolaşarak rant sağlayan bir mal durumuna düşürülmüştür. Fırsatçı ve para cambazlarının elindeki bankalarımız da, tefecilere rahmet okutan faizciliği ile reel ekonominin önünü tıkamış ve sistemin, hazin sonunu hazırlamışlardır. Ayakta kalmasını başaran bankalarımız ise; Hazine ve Merkez Bankası tarafından desteklenen ve kollanan bankalarımızdır.
Dikkatlerinize sunuyorum:
Merkez Bankası’nın 22 Haziran 2001 tarihli verilerine göre;
Tl. mevduatı, yaklaşık, 29 katrilyon liradır. Bu mevduatın sadece ve sadece 3.5 katrilyon lirası vadesizdir.
Döviz mevduatı ise 44 katrilyon liradır. (35.5 milyar dolar). Bu mevduat da vadeli sayılır. Çünkü, fiktif değer taşır. Bu durumda;
Bankalar arası döviz hesapları hariç toplam mevduat, 73 katrilyon liradır. Bu toplam mevduat içersinde, sadece ve sadece 3.5 katrilyon liralık vadesiz mevduat vardır. (Toplam mevduatın yüzde 4’ü).
Şimdi soruyorum:
Bu denli yüksek oranda kaydi para üreten bir bankacılık sistemi, ayakta kalabilir mi?
Böyle bir bankacılık sistemi mevcutken; hiç, Türkiye’nin ekonomisi düzelebilir mi?
FON’a devredilen bankaları bahane ederek ve “İçini boşaltmışlar veya yağmalamışlar” gibi, gerçeklerle asla ve asla bağdaşmayan sloganlara sarılan ve bu sloganlarla kamuoyunun dikkatlerini, yanlış istikametlere çekmek isteyen bir Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ile, bankacılık sistemi düzelebilir mi?
Sayın Başkan;
İyi bilinmelidir ki; döviz ticareti devam ettiği sürece, ne enflasyon önlenir, ne faizler düşer, ne doların yükselişi durdurulur ve ne de bankacılık sistemi kurtarılabilir. Çünkü; uygulanan para politikaları yanlıştır. Türk parasının işlevsiz hale getirilişi, ekonomiyi hasta etmiştir.
Bir düşününüz:
Son 20 yıl zarfında dolar, Tl. karşısında 17 bin kat pahalılanmıştır.
Böylesine müthiş bir devalüasyon seli, her şeyi yerlebir etmiştir.
Hiç ihtiyaç yokken; kur-faiz makasına dayalı müthiş sıcak para rantı, iç ve dış borç canavarı yaratmıştır.
Bu tatlı rantı hak zanneden bankacılık sistemimiz neticede; hem kendisini ve hem de Türkiye’yi perişan etmiştir.
Anlı, şanlı sizler de, IMF ve Dünya Bankası buyruklarına, boyun eğmişsiniz!
Bu anlayış ve teslimiyetle, Türkiye’ye faydalı olmanız mümkün müdür?
Neyi ve nasıl savunacağınızı veya hangi şartların geçerli olması gerektiğini bilmezseniz; elbette ki, IMF ve Dünya Bankası karşısında aciz kalırsınız.
Sayın Başkan;
Cevabınızı bekleyeceğim. Cevap vermeseniz de, yazmaya devam edeceğim. Koçbank’tan, İktisat Bankası’ndan ve Dışbank’tan söz edeceğim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Yardım almaya alışanlar; zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
Kendi milli parasını işlevsiz hale getiren milletler, ekonomik
bağımsızlıklarını koruyamazlar.
Gerçek iktisatçı Joan Robinson’un şu ünlü sözünü hatırlatmak isterim:
“İktisat bilmenin yararı; bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara
geçerli çözümler bulmak için değil; iktisatçıların, yanıltmalarını önlemek iç
indir.”
Kriz yoktur. Daha doğrusu; mevcut krizi, paralı kesim yaratmıştır. Siyasetçilerin
beyanlarına maledilen spekülasyonları da, para spekülatörleri yaratmışlardır.
“Tahtakale piyasası” adı verilen güç, nasıl bir güçtür ki; Türkiye Cumhuriyeti
Merkez Bankası’nı dize getirebilmektedir? Herhalde; bu müthiş gücü, bilmiyor
olamazsınız.
Tel: 0216-4181726
İstanbul
Sayın Engin Akçakoca
BDDK Başkanı
Ankara 17/07/2001
11/07/2001 tarihli Milliyet Gazetesi’nden öğrendiğimize göre; 5 bankaya el konulması kararında IMF’nin “Katı tutumunun” etkili olduğunu söylemişsiniz.
Bankaları FON’a almadan rehabilite etme eğiliminde olduğunuzu ve bunun için dört hafta daha fırsat tanınmasını istediğinizi belirterek, şu sözleri söylemişsiniz:
“Dünya Bankasıyla mutabakat sağladık. Ama; IMF tarafı, daha katı davrandı. Ben gene de, düşünüyorum Ki; öyle bir fırsat tanısaydık, daha ucuz bir çözüm yolu bulunabilirdi. Garantisi yok; ama, denenmeliydi.”
Sayın Başkan;
Açıklamalarınızı ve sözlerinizi yadırgamamak mümkün değil. Sebebine gelince:
Dünya :Bankası ve IMF’nin istek ve dayatmaları, tek doğru kabul edilecekse; sizin, o makamda ne işiniz var?
Doğruları tespit edip, .gerekçeleriyle birlikte Dünya Bankası ve IMF’ye kabul ettiremezseniz; o makamda, niçin oturuyorsunuz?
Görev anlayışınız; verilen direktifleri uygulamaksa; Türkiye’deki bankacılık sistemine yabancısınız demektir ki; bu durumda size düşen görev, BDDK’nın başkanlığını bırakmaktır.
Elbette; bu görevi, hakkıyla yerine getirebilecek bir yetenekli kişi bulunur.
Sayın Akçakoca;
Yönelttiğim bu eleştiriden rahatsızlık duymamalısınız. Zira; bu önemli görevin üstesinden gelemeyecek derecede bilgisiz ve yeteneksizsiniz. Üstelik; ekonomiyi, sadece ve sadece, bir finans olayı olarak algılamaktasınız. Eğer, aksi olsaydı; Türkiye’deki bankacılık sisteminin çökeceğini, daha önceden bilirdiniz.
Neden mi?
İşte sebebi:
İktisat ilmine göre daima geçerli ve değerini hiç kaybetmeyen önemli bir kural vardır. O da şudur:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sektörünü batırır.”
Türkiye’de, bu olmuştur. 20 yıldan beri uygulanan para ve ekonomi politikalarının özü, kur-faiz makasında yaratılan ve döviz-faiz-borsa üçgeninden ibaret bir rant sistemine dayandırılmıştır. Üretim, istihdam ve yatırım unutulmuştur. Reel ekonomiye ve gerçek sermaye piyasasına kaynak olması gereken sermaye, yani para, elden ele dolaşarak rant sağlayan bir mal durumuna düşürülmüştür. Fırsatçı ve para cambazlarının elindeki bankalarımız da, tefecilere rahmet okutan faizciliği ile reel ekonominin önünü tıkamış ve sistemin, hazin sonunu hazırlamışlardır. Ayakta kalmasını başaran bankalarımız ise; Hazine ve Merkez Bankası tarafından desteklenen ve kollanan bankalarımızdır.
Dikkatlerinize sunuyorum:
Merkez Bankası’nın 22 Haziran 2001 tarihli verilerine göre;
Tl. mevduatı, yaklaşık, 29 katrilyon liradır. Bu mevduatın sadece ve sadece 3.5 katrilyon lirası vadesizdir.
Döviz mevduatı ise 44 katrilyon liradır. (35.5 milyar dolar). Bu mevduat da vadeli sayılır. Çünkü, fiktif değer taşır. Bu durumda;
Bankalar arası döviz hesapları hariç toplam mevduat, 73 katrilyon liradır. Bu toplam mevduat içersinde, sadece ve sadece 3.5 katrilyon liralık vadesiz mevduat vardır. (Toplam mevduatın yüzde 4’ü).
Şimdi soruyorum:
Bu denli yüksek oranda kaydi para üreten bir bankacılık sistemi, ayakta kalabilir mi?
Böyle bir bankacılık sistemi mevcutken; hiç, Türkiye’nin ekonomisi düzelebilir mi?
FON’a devredilen bankaları bahane ederek ve “İçini boşaltmışlar veya yağmalamışlar” gibi, gerçeklerle asla ve asla bağdaşmayan sloganlara sarılan ve bu sloganlarla kamuoyunun dikkatlerini, yanlış istikametlere çekmek isteyen bir Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ile, bankacılık sistemi düzelebilir mi?
Sayın Başkan;
İyi bilinmelidir ki; döviz ticareti devam ettiği sürece, ne enflasyon önlenir, ne faizler düşer, ne doların yükselişi durdurulur ve ne de bankacılık sistemi kurtarılabilir. Çünkü; uygulanan para politikaları yanlıştır. Türk parasının işlevsiz hale getirilişi, ekonomiyi hasta etmiştir.
Bir düşününüz:
Son 20 yıl zarfında dolar, Tl. karşısında 17 bin kat pahalılanmıştır.
Böylesine müthiş bir devalüasyon seli, her şeyi yerlebir etmiştir.
Hiç ihtiyaç yokken; kur-faiz makasına dayalı müthiş sıcak para rantı, iç ve dış borç canavarı yaratmıştır.
Bu tatlı rantı hak zanneden bankacılık sistemimiz neticede; hem kendisini ve hem de Türkiye’yi perişan etmiştir.
Anlı, şanlı sizler de, IMF ve Dünya Bankası buyruklarına, boyun eğmişsiniz!
Bu anlayış ve teslimiyetle, Türkiye’ye faydalı olmanız mümkün müdür?
Neyi ve nasıl savunacağınızı veya hangi şartların geçerli olması gerektiğini bilmezseniz; elbette ki, IMF ve Dünya Bankası karşısında aciz kalırsınız.
Sayın Başkan;
Cevabınızı bekleyeceğim. Cevap vermeseniz de, yazmaya devam edeceğim. Koçbank’tan, İktisat Bankası’ndan ve Dışbank’tan söz edeceğim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Yardım almaya alışanlar; zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
Kendi milli parasını işlevsiz hale getiren milletler, ekonomik
bağımsızlıklarını koruyamazlar.
Gerçek iktisatçı Joan Robinson’un şu ünlü sözünü hatırlatmak isterim:
“İktisat bilmenin yararı; bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara
geçerli çözümler bulmak için değil; iktisatçıların, yanıltmalarını önlemek iç
indir.”
Kriz yoktur. Daha doğrusu; mevcut krizi, paralı kesim yaratmıştır. Siyasetçilerin
beyanlarına maledilen spekülasyonları da, para spekülatörleri yaratmışlardır.
“Tahtakale piyasası” adı verilen güç, nasıl bir güçtür ki; Türkiye Cumhuriyeti
Merkez Bankası’nı dize getirebilmektedir? Herhalde; bu müthiş gücü, bilmiyor
olamazsınız.
25 Ocak 2009 Pazar
6-7 Eylül tartışmaları.
Sayın Fatih Altaylı
Teke Tek programı
Habertürk Televizyonu 25 Ocak 2009
Sayın Altaylı;
Programınızı dikkatle izliyorum.
Hiç şüpheniz olmasın; 6-7 Eylül olayları, önceden plânlanmış bir tertiptir. Ama; bu tertibin, günün iktidarı ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Doğrudan doğruya, İngiltere'nin ve ABD'nin çok önceden hazırladığı bir plân devreye sokulmuştur.
Dikkatlerinize sunuyorum:
Bu bölgede Kıbrıs sorunu yaratılmasaydı ve Türkiye ile Yunanistan'ın dostlukları devam etseydi; acaba bugün, Türkiye ve Yunanistan'ın durumları ne olurdu? Her iki ülke de kaynaklarını, ülkelerinin kalkınması, gelişmesi için kullanabilseydi; bölgede sulh, sükûn, huzur ve güven hakim olmaz mıydı?
Bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum:
İngiltere, uzun vâdeli planlara göre tedbir alır ve hedeflerini seçer. Birinci Cihan Savaşından sonra İngiltere, Rusya'da bulunan 100 bin civarındaki Rumu, Kıbrıs'a yerleştirmiştir. İkinci Cihan Savaşı sona erince Yunanistan'da, büyük bir iç savaş başladı ve bu kanlı savaş, ancak İngiltere'nin fiili desteği sayesinde 1950 yılında sona erdirilebildi. Hükümet ve rejim karşıtı Rusya taraftarı komünist gerillalar, hapishaneleri doldurmuştu. Albay Grivas da tutuklananlar arasındaydı. Bu tutuklu veya hükümlüler, idamlarını beklerken; yine İngiltere devreye girdi ve 80 bin gerillayı, Kıbrıs'a yerleştirdi.
Demeokrat Parti iktidara gelince, Yunanistan'la gayet iyi dostluk ilişkilerine girişti. Kültür anlaşmaları çerçevesinde Türkiye'den Batı Trakya'ya öğretmenler gönderildi ve Gümülcine'ye "Celâl Bayar Lisesi" adı altında bir Türk Lisesi kuruldu. Lisenin açılışı, Celâl Bayar'ın 1954'te Yunanistan ziyaretinde gerçekleşti. Bu anlaşmalar çerçevesinde Türk Üniversitelerinde, Yunanlı öğrenciler için kontenjan tanındı ve Yunanistan'dan Türkiye'ye ,Yunanlı öğrenciler geldi.
Ne var ki; İngiltere, Kıbrıs kozunu oynamaya ve EOKA teşkilâtını Kıbrıslı Türklerin üzerine saldırtmaya başladı.
Bu noktada, ,işin siyasî boyutuna gelelim:
Menderes Hükümeti, 1954 yılında, işlemez durumdaki Balkan Paktı'nın tekrar canlandırılmasını sağladı.
1955 Şubat Ayında da Bağdat Paktı kuruldu. Bağdat Paktı, İngiltere'nin hiç beklemediği şekilde rağbet gördü. Türkiye- İran- Irak- Pakistan arasında müthiş bir kaynaşma oldu. Hatta, bu pakttan etkilenen Afganistan da, Türkiye ile kültür anlaşması imzaladı. Bu anlaşma çerçevesinde Afganlı öğrenciler, Türk üniversitelerine gelmeye başladı.
İşte bu durumdan İngiltere ve ABD rahatsız oldu. Bir düşününüz: Bağdat Paktı kuruluş gayesine uygun biçimde devam etseydi ve Türkiye, Irak, İran ve Pakistan, iktisadi ve siyasi işbirliğini sürdürseydi; Bugün, bölgenin gündemine oturan Büyük Ortadoğu ve hatta Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleştirilebilir miydi? Bölgenin istikrarının bozulması şarttı ve ilk kıvılcım, Kıbrıs konusuyla ateşlendi. Kıbrıslı Türklere yapılan saldırılar sebebiyle Türk kamuoyu, iyice gerilmişti. Tertipçiler, Atatürk'ün Selânik'teki evine bomba koydurarak, tahriki, had safhaya çıkardılar. Açık ifadeyle, fitil ateşlendi.
Kendisini savunma durumunda hisseden Yunan Hükümeti, dünya kamuoyunu yanıltmak için bombanın, Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenci olan Oktay Engin'le, Selanik Konsolosluğu kavası, benim de ilkokul müzik öğretmenim olan Hasan Uçar tarafından konduğunu iddia ederek, bu masum ve günahsız ve aynı zamanda olayla uzaktan yakından ilgisi olmayan bu kişileri tutuklayarak mahkemeye sevk etmiştir. Kısa süren ve talimata dayalı mahkeme bu kişilerin mahkûmiyetlerine karar vermiştir.
Kıbrıs sebebiyle meydana getirilen 6-7 Eylül olaylarının gerçek hedefi, Bağdat Paktı'ydı. Husumet odakları, bu hususta başarı da sağlamışlardır ve böylece; Türkiye'yi, 1960 İhtilâli'ne götüren süreç başlatılmış oldu. Dikkat ederseniz; 1958'de Irak İhtilâli, 1959'da Suriye İhtilâli, 1960'da 27 Mayıs İhtilâli, 1961'de Pakistan İhtilâli gerçekleştirilmiştir ve İşin başında tasarlanan proje, yürürlüğe konmuştur.
Türkiye'yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramayan ve dünya coğrafyasında Türkiye'nin konumunun önemini anlayamayan kişilerin ortaya attığı hezeyanlarla Türkiye'yi suçlayanlar, acaba, hangi gayeye hizmet etmektedirler? Doğrusu, pek merak ediyorum.
Bu hususların, gerçekçi olarak araştırılması ve Türkiye'nin maruz kaldığı iç ve dış husumetlerin gerçek hedeflerinin ortaya konması; geleceği tayin açısından bu ülkeye yapılabilecek en büyük iyilik olacaktır.
Unutulmamalıdır:
Kişi, cahili olduğu şeyin kuvvetli düşmanıdır. Bu kafa ile nereye kadar gidebileceğimiz, düşünülmelidir. Aksi halde; Türkiye'ye ve Türk milletine yazık olacaktır. Bugün, maruz kaldığımız husumet odaklarının gerçek hedeflerini anlayamamış olmamızın sebebi de, bu gafletimizdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Teke Tek programı
Habertürk Televizyonu 25 Ocak 2009
Sayın Altaylı;
Programınızı dikkatle izliyorum.
Hiç şüpheniz olmasın; 6-7 Eylül olayları, önceden plânlanmış bir tertiptir. Ama; bu tertibin, günün iktidarı ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Doğrudan doğruya, İngiltere'nin ve ABD'nin çok önceden hazırladığı bir plân devreye sokulmuştur.
Dikkatlerinize sunuyorum:
Bu bölgede Kıbrıs sorunu yaratılmasaydı ve Türkiye ile Yunanistan'ın dostlukları devam etseydi; acaba bugün, Türkiye ve Yunanistan'ın durumları ne olurdu? Her iki ülke de kaynaklarını, ülkelerinin kalkınması, gelişmesi için kullanabilseydi; bölgede sulh, sükûn, huzur ve güven hakim olmaz mıydı?
Bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum:
İngiltere, uzun vâdeli planlara göre tedbir alır ve hedeflerini seçer. Birinci Cihan Savaşından sonra İngiltere, Rusya'da bulunan 100 bin civarındaki Rumu, Kıbrıs'a yerleştirmiştir. İkinci Cihan Savaşı sona erince Yunanistan'da, büyük bir iç savaş başladı ve bu kanlı savaş, ancak İngiltere'nin fiili desteği sayesinde 1950 yılında sona erdirilebildi. Hükümet ve rejim karşıtı Rusya taraftarı komünist gerillalar, hapishaneleri doldurmuştu. Albay Grivas da tutuklananlar arasındaydı. Bu tutuklu veya hükümlüler, idamlarını beklerken; yine İngiltere devreye girdi ve 80 bin gerillayı, Kıbrıs'a yerleştirdi.
Demeokrat Parti iktidara gelince, Yunanistan'la gayet iyi dostluk ilişkilerine girişti. Kültür anlaşmaları çerçevesinde Türkiye'den Batı Trakya'ya öğretmenler gönderildi ve Gümülcine'ye "Celâl Bayar Lisesi" adı altında bir Türk Lisesi kuruldu. Lisenin açılışı, Celâl Bayar'ın 1954'te Yunanistan ziyaretinde gerçekleşti. Bu anlaşmalar çerçevesinde Türk Üniversitelerinde, Yunanlı öğrenciler için kontenjan tanındı ve Yunanistan'dan Türkiye'ye ,Yunanlı öğrenciler geldi.
Ne var ki; İngiltere, Kıbrıs kozunu oynamaya ve EOKA teşkilâtını Kıbrıslı Türklerin üzerine saldırtmaya başladı.
Bu noktada, ,işin siyasî boyutuna gelelim:
Menderes Hükümeti, 1954 yılında, işlemez durumdaki Balkan Paktı'nın tekrar canlandırılmasını sağladı.
1955 Şubat Ayında da Bağdat Paktı kuruldu. Bağdat Paktı, İngiltere'nin hiç beklemediği şekilde rağbet gördü. Türkiye- İran- Irak- Pakistan arasında müthiş bir kaynaşma oldu. Hatta, bu pakttan etkilenen Afganistan da, Türkiye ile kültür anlaşması imzaladı. Bu anlaşma çerçevesinde Afganlı öğrenciler, Türk üniversitelerine gelmeye başladı.
İşte bu durumdan İngiltere ve ABD rahatsız oldu. Bir düşününüz: Bağdat Paktı kuruluş gayesine uygun biçimde devam etseydi ve Türkiye, Irak, İran ve Pakistan, iktisadi ve siyasi işbirliğini sürdürseydi; Bugün, bölgenin gündemine oturan Büyük Ortadoğu ve hatta Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi gerçekleştirilebilir miydi? Bölgenin istikrarının bozulması şarttı ve ilk kıvılcım, Kıbrıs konusuyla ateşlendi. Kıbrıslı Türklere yapılan saldırılar sebebiyle Türk kamuoyu, iyice gerilmişti. Tertipçiler, Atatürk'ün Selânik'teki evine bomba koydurarak, tahriki, had safhaya çıkardılar. Açık ifadeyle, fitil ateşlendi.
Kendisini savunma durumunda hisseden Yunan Hükümeti, dünya kamuoyunu yanıltmak için bombanın, Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenci olan Oktay Engin'le, Selanik Konsolosluğu kavası, benim de ilkokul müzik öğretmenim olan Hasan Uçar tarafından konduğunu iddia ederek, bu masum ve günahsız ve aynı zamanda olayla uzaktan yakından ilgisi olmayan bu kişileri tutuklayarak mahkemeye sevk etmiştir. Kısa süren ve talimata dayalı mahkeme bu kişilerin mahkûmiyetlerine karar vermiştir.
Kıbrıs sebebiyle meydana getirilen 6-7 Eylül olaylarının gerçek hedefi, Bağdat Paktı'ydı. Husumet odakları, bu hususta başarı da sağlamışlardır ve böylece; Türkiye'yi, 1960 İhtilâli'ne götüren süreç başlatılmış oldu. Dikkat ederseniz; 1958'de Irak İhtilâli, 1959'da Suriye İhtilâli, 1960'da 27 Mayıs İhtilâli, 1961'de Pakistan İhtilâli gerçekleştirilmiştir ve İşin başında tasarlanan proje, yürürlüğe konmuştur.
Türkiye'yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramayan ve dünya coğrafyasında Türkiye'nin konumunun önemini anlayamayan kişilerin ortaya attığı hezeyanlarla Türkiye'yi suçlayanlar, acaba, hangi gayeye hizmet etmektedirler? Doğrusu, pek merak ediyorum.
Bu hususların, gerçekçi olarak araştırılması ve Türkiye'nin maruz kaldığı iç ve dış husumetlerin gerçek hedeflerinin ortaya konması; geleceği tayin açısından bu ülkeye yapılabilecek en büyük iyilik olacaktır.
Unutulmamalıdır:
Kişi, cahili olduğu şeyin kuvvetli düşmanıdır. Bu kafa ile nereye kadar gidebileceğimiz, düşünülmelidir. Aksi halde; Türkiye'ye ve Türk milletine yazık olacaktır. Bugün, maruz kaldığımız husumet odaklarının gerçek hedeflerini anlayamamış olmamızın sebebi de, bu gafletimizdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
24 Ocak 2009 Cumartesi
Şeriat aldatmacası.
Sayın Ertuğrul ÖZKÖK
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 18 Mayıs 2007
Sayın ÖZKÖK;
16 Mayıs 2007 tarih ve “ŞERİAT GELİRSE, NE YAPARIM?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Kesin olmamakla birlikte ağırlıklı kanaatim şudur:
Çok çabuk alışır ve hattâ, kısa sürede uyum sağlarsınız. Sebebi de, gayet açıktır:
Paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayarak, Türkiye’nin geleceğini düşünmeyen varlıklı kesim alkış tutacağı için, siz de sesinizi çıkaramayacaksınız!
Asıl merak ettiğim husus, şudur:
ŞERİAT denince ne anlıyorsunuz?
Eğer, zihninizde yaşattığınız olgu; SUUDÎ ARABİSTAN, AFGANİSTAN, LİBYA, KÖRFEZ ÜLKELERİ ve İRAN gibi ülkelerde uygulanan ve YÜCE İSLÂM DİNİ ile uzaktan, yakından ilgisi olmayan ZORBA ve ZALİM idareler ise, korkmayınız; YÜCE TÜRK MİLLETİ, şeriat adı altında yutturulmaya çalışılan bu kabil rejimlere rağbet etmez ve geçit vermez! Bu tarz idareleri de kimse, getirmeye cesaret edemez. Ancak, bir şey yapılabilir. O da, şudur:
Halkın din duygularını sömürerek, Ku’an’da ve hadislerde olmayan DİN DIŞI birtakım kural ve uygulamaları; kendi makam, mevki, rütbe ve servet aşkları için halkı aldatmaya çalışanlar, bir KAOS ORTAMI yaratabilirler. Yani; bulanık suda, balık avlama hevesine kapılabilirler.
Bu muhtemel gelişmeleri önlemek için, Dördüncü Halife Hz. ALİ, 14 asır önce Müslümanları uyarmak maksadıyla, ortaya bir kural koymuştur. Hz. ALİ, Mısır Valisi Mâlik İbni EŞTERİ’ye gönderdiği EMİRNÂMESİNİN bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmıştır:
“EY MÂLİK! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zirâ bu DİN, fena adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla, dünya nimetleri elde edilmeye çalışılıyor.”
Sayın ÖZKÖK;
Evet; Hz. ALİ’nin bu ALİCE sözü, her dimağda bir levha olarak kalmalıdır. Tarihi açınız; edepsizlerin, DİN PERDESİNE bürünerek, DİN NÂMINA yaptıkları fenalıkları okuyup, ağlayınız!
Belki o zaman, ÖVÜLMESİ gerekenleri KÖTÜLEMEKTEN; kötülenmesi gerekenleri ÖVMEKTEN vazgeçerek, HALKI AYDINLATIR ve KALEMİNİZİN HAKKINI vermiş olursunuz. Belki o zaman; 17 Mayıs 2007 tarihli ve “YAŞAR PAŞAYLA, anlatmamak için, birbirimize söz verdik.” başlığını taşıyan ve propagandaya dayalı yazılar yazmazsınız..
Bu arada, DİN İSTİSMARCILARININ, işlerine gelmediği için, hiç konuşmadıkları bir hususu belirtmek istiyorum. Ki; bu gerçek, düşünmesini bilenler için çok şey ifade eder. O da, şudur:
Hz. Peygamberimiz, bir HADİSİNDE; “HİLÂFET, BENDEN SONRA 33 YILDIR. ONDAN SONRA, ZALİM HÜKÜMDARLAR DEVRİ BAŞLAYACAKTIR.” İfadesini kullanarak, gelecek için gerçek İMAN SAHİPLERİNİ uyarmıştır.
Olaylar, Hz. Peygamberimizin belirttiği gibi gelişmemiş midir?
Şam Valisi MUAVİYE, halkın din duygularını sömürerek, halkı aldatarak ve halk üzerinde amansız bir baskı kurarak, İSLÂMLA uzaktan, yakından ilgisi olmayan zalim EMEVÎ SALTANATI’NI kurmamış mıdır?
Tarihin sayfalarını açınız ve DİN İSTİSMARINA dayalı zulümleri, okuyunuz! Gerçek anlamda insanların selâmetini hedef alan ve SOSYAL MESELELERİ ön plâna çıkaran İslâm Dininin, nasıl perdelendiğini görünüz. Kur’an’daki İslâm’dan uzaklaşıldığı için perişan olan İslâm Âlemi’nin perişanlığını, ibretle gözlemleyiniz.
Makam, mevki, rütbe ve servet aşkı için HAKİKATLARIN, nasıl örtüldüğünü anlamaya çalışınız. “ALLAH’IN HÂKİMİYETİ” diye, diye, EMPERYALİST güçlerin HÂKİMİYETİ altına girenleri, ibretle seyrediniz!
Sayın ÖZKÖK;
Bir insan, ne kadar çok okursa okusun; bilgisine yaraşır biçimde davranmıyorsa, gerçekte cahildir. Ne güzel söylemişler:
“BİR YERDE, KÜÇÜK İNSANLARIN BÜYÜK GÖLGELERİ OLUŞUYORSA; ORADA, GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.”
Dikkat ediniz:
BU DÜNYA, KÖTÜLÜK YAPANLAR DEĞİL; SEYİRCİ KALIP, HİÇBİR ŞEY YAPMAYANLAR YÜZÜNDEN TEHLİKELİ BİR YER HALİNE GELMİŞTİR. Ve unutmayınız:
İlim kıtlığı olan muhitte, kişinin malının çokluğu, ayıplarını örter. YALANCI olduğu halde; her söylediği, DOĞRU İMİŞ gibi onaylanır. CEHALETİN yaygın olduğu muhitte, insanın malının azlığı, aklını hor eder; AKILLI olduğu halde; herkes ona, “AHMAK” der. Hz. Peygamberimizin, “EN HAYIRLINIZ, AHLÂKÇA EN GÜZEL OLANINIZDIR.”sözündeki GERÇEK ve HİKMET unutulur ve EŞKİYA, baş tacı edilir.
Sizden beklediğim husus, şudur:
Yanılgılarınızı, tecrübelerinizle düzeltmeye çalışınız. Kaleminizi de, milletin hayrına kullanınız. Sahtekârların, yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların ipliğini, pazara çıkartınız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sayın ÖZKÖK;
18 Mayıs 2007 tarihli mektubumu, aynı duygularla, tekrar gönderiyorum. Zirâ; bugün, nerede durduğunuzu, olayları nasıl değerlendirdiğinizi, nasıl davranacağınızı ve ne yapacağınızı merak ediyorum. Çünkü; gerçek anlamda görev yapan bir basının; DEMOKRASİNİN hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olduğu gerçeğini, hiçbir zaman unutmadım ve dâimâ da, unutanlara hatırlattım. (24 Ocak 2009)
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 18 Mayıs 2007
Sayın ÖZKÖK;
16 Mayıs 2007 tarih ve “ŞERİAT GELİRSE, NE YAPARIM?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Kesin olmamakla birlikte ağırlıklı kanaatim şudur:
Çok çabuk alışır ve hattâ, kısa sürede uyum sağlarsınız. Sebebi de, gayet açıktır:
Paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayarak, Türkiye’nin geleceğini düşünmeyen varlıklı kesim alkış tutacağı için, siz de sesinizi çıkaramayacaksınız!
Asıl merak ettiğim husus, şudur:
ŞERİAT denince ne anlıyorsunuz?
Eğer, zihninizde yaşattığınız olgu; SUUDÎ ARABİSTAN, AFGANİSTAN, LİBYA, KÖRFEZ ÜLKELERİ ve İRAN gibi ülkelerde uygulanan ve YÜCE İSLÂM DİNİ ile uzaktan, yakından ilgisi olmayan ZORBA ve ZALİM idareler ise, korkmayınız; YÜCE TÜRK MİLLETİ, şeriat adı altında yutturulmaya çalışılan bu kabil rejimlere rağbet etmez ve geçit vermez! Bu tarz idareleri de kimse, getirmeye cesaret edemez. Ancak, bir şey yapılabilir. O da, şudur:
Halkın din duygularını sömürerek, Ku’an’da ve hadislerde olmayan DİN DIŞI birtakım kural ve uygulamaları; kendi makam, mevki, rütbe ve servet aşkları için halkı aldatmaya çalışanlar, bir KAOS ORTAMI yaratabilirler. Yani; bulanık suda, balık avlama hevesine kapılabilirler.
Bu muhtemel gelişmeleri önlemek için, Dördüncü Halife Hz. ALİ, 14 asır önce Müslümanları uyarmak maksadıyla, ortaya bir kural koymuştur. Hz. ALİ, Mısır Valisi Mâlik İbni EŞTERİ’ye gönderdiği EMİRNÂMESİNİN bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmıştır:
“EY MÂLİK! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zirâ bu DİN, fena adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla, dünya nimetleri elde edilmeye çalışılıyor.”
Sayın ÖZKÖK;
Evet; Hz. ALİ’nin bu ALİCE sözü, her dimağda bir levha olarak kalmalıdır. Tarihi açınız; edepsizlerin, DİN PERDESİNE bürünerek, DİN NÂMINA yaptıkları fenalıkları okuyup, ağlayınız!
Belki o zaman, ÖVÜLMESİ gerekenleri KÖTÜLEMEKTEN; kötülenmesi gerekenleri ÖVMEKTEN vazgeçerek, HALKI AYDINLATIR ve KALEMİNİZİN HAKKINI vermiş olursunuz. Belki o zaman; 17 Mayıs 2007 tarihli ve “YAŞAR PAŞAYLA, anlatmamak için, birbirimize söz verdik.” başlığını taşıyan ve propagandaya dayalı yazılar yazmazsınız..
Bu arada, DİN İSTİSMARCILARININ, işlerine gelmediği için, hiç konuşmadıkları bir hususu belirtmek istiyorum. Ki; bu gerçek, düşünmesini bilenler için çok şey ifade eder. O da, şudur:
Hz. Peygamberimiz, bir HADİSİNDE; “HİLÂFET, BENDEN SONRA 33 YILDIR. ONDAN SONRA, ZALİM HÜKÜMDARLAR DEVRİ BAŞLAYACAKTIR.” İfadesini kullanarak, gelecek için gerçek İMAN SAHİPLERİNİ uyarmıştır.
Olaylar, Hz. Peygamberimizin belirttiği gibi gelişmemiş midir?
Şam Valisi MUAVİYE, halkın din duygularını sömürerek, halkı aldatarak ve halk üzerinde amansız bir baskı kurarak, İSLÂMLA uzaktan, yakından ilgisi olmayan zalim EMEVÎ SALTANATI’NI kurmamış mıdır?
Tarihin sayfalarını açınız ve DİN İSTİSMARINA dayalı zulümleri, okuyunuz! Gerçek anlamda insanların selâmetini hedef alan ve SOSYAL MESELELERİ ön plâna çıkaran İslâm Dininin, nasıl perdelendiğini görünüz. Kur’an’daki İslâm’dan uzaklaşıldığı için perişan olan İslâm Âlemi’nin perişanlığını, ibretle gözlemleyiniz.
Makam, mevki, rütbe ve servet aşkı için HAKİKATLARIN, nasıl örtüldüğünü anlamaya çalışınız. “ALLAH’IN HÂKİMİYETİ” diye, diye, EMPERYALİST güçlerin HÂKİMİYETİ altına girenleri, ibretle seyrediniz!
Sayın ÖZKÖK;
Bir insan, ne kadar çok okursa okusun; bilgisine yaraşır biçimde davranmıyorsa, gerçekte cahildir. Ne güzel söylemişler:
“BİR YERDE, KÜÇÜK İNSANLARIN BÜYÜK GÖLGELERİ OLUŞUYORSA; ORADA, GÜNEŞ BATIYOR DEMEKTİR.”
Dikkat ediniz:
BU DÜNYA, KÖTÜLÜK YAPANLAR DEĞİL; SEYİRCİ KALIP, HİÇBİR ŞEY YAPMAYANLAR YÜZÜNDEN TEHLİKELİ BİR YER HALİNE GELMİŞTİR. Ve unutmayınız:
İlim kıtlığı olan muhitte, kişinin malının çokluğu, ayıplarını örter. YALANCI olduğu halde; her söylediği, DOĞRU İMİŞ gibi onaylanır. CEHALETİN yaygın olduğu muhitte, insanın malının azlığı, aklını hor eder; AKILLI olduğu halde; herkes ona, “AHMAK” der. Hz. Peygamberimizin, “EN HAYIRLINIZ, AHLÂKÇA EN GÜZEL OLANINIZDIR.”sözündeki GERÇEK ve HİKMET unutulur ve EŞKİYA, baş tacı edilir.
Sizden beklediğim husus, şudur:
Yanılgılarınızı, tecrübelerinizle düzeltmeye çalışınız. Kaleminizi de, milletin hayrına kullanınız. Sahtekârların, yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların ipliğini, pazara çıkartınız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sayın ÖZKÖK;
18 Mayıs 2007 tarihli mektubumu, aynı duygularla, tekrar gönderiyorum. Zirâ; bugün, nerede durduğunuzu, olayları nasıl değerlendirdiğinizi, nasıl davranacağınızı ve ne yapacağınızı merak ediyorum. Çünkü; gerçek anlamda görev yapan bir basının; DEMOKRASİNİN hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olduğu gerçeğini, hiçbir zaman unutmadım ve dâimâ da, unutanlara hatırlattım. (24 Ocak 2009)
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
22 Ocak 2009 Perşembe
Kuvvetler ayrılığı ve gerçekler
Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 22 Ocak 2009
Sayın CUMHURBAŞKANI;
HEDEFLERİ ve SORUNLARI büyük olan TÜRKİYE, rahatsız ve sıkıntılıdır. Zirâ; iç ve dış HUSUMET ODAKLARININ, amansız saldırılarına maruzdur. Bu sebeple de; nasıl aşılacağı bilinmeyen büyük bir bunalım, Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceğini düşünen insanlarımızın morallerini bozmaktadır.
Aslında Türkiye, uzun yıllardan beri bunalımdadır. Zirâ; DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememektedir. DEVLETİ, bir parti DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin İHTİRAS ve BASKILARI, DEVLETİN ahengini ve işleyiş biçimini bozmuştur. KUVVETLER AYRILIĞI ilkesi gözetilmediği için de; KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaşanmaktadır.
Dün, Çankaya Köşkü’nde YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI organları başkanlarıyla yaptığınız toplantı, arz ettiğim bu görüşlerimin doğruluğunu, ispatlayacak niteliktedir.
Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak gözlem ve tespitlerim bellidir:
Türkiye,.28 yıldan beri siyaseten ve iktisaden, yanlış idare edilmektedir.Bu dönemde;.DEVLETİN kurumlarından ve kurallarından ziyade, kişilerin irade ve tasarrufları geçerli kılınmıştır. Âdetâ MUCİZE KİŞİLER yaratılmıştır. Bu sebeple de keyfilik ve taraflılık, HÜKÜMETLERİN vazgeçilmez ilkesi haline getirilmiştir. Açık ifadeyle; DEVLET ve HÜKÜMET kavramları, birbirine karıştırılmıştır. Hükümetlerin GEÇİCİ, DEVLETİN BAKÎ olduğu gerçeği unutulmuştur.
Maksadımı, geçmişte yaşanan ve herkese ibret olması gereken bir örnekle açıklamak istiyorum. Şöyle ki:
1969 seçimlerinden sonra Hükümet kuruluşu esnasında Adalet Partisi’nde büyük bir huzursuzluk ve zıtlaşma meydana gelmişti. Bu, bir bunalım işaretiydi. Bu bunalımın aşılması için AP, hemen, hemen her gün GRUP TOPLANTISI yapıyordu. Bu toplantıların birinde Başbakan Süleyman Demirel, şu sözleri söylemişti:
“Türkiye’nin kalkınması, bir kadro meselesidir. İşin, bütün siyasî sorumluluğunu üzerime alıyorum. DEVLET KADROLARI ile oynanmasına izin vermem.”. Merak ettim ve günün Bolu Senatörü Dr. Alâeddin Yılmaztürk’e, Demirel’in sarf ettiği bu sözün sebebini sordum. Aldığım cevap, beni şaşırtmıştı:
“Canım! Bu Demirel’den bir şey anlamadık. Gûyâ biz, sağ bir partiyiz. ve fakat bugün, devletin en önemli makamlarında hâlâ, Halk Partililer ve solcular oturmaktadır.”
Yılmaztürk’ün bu cevabı üzerine, ağzımdan gayri ihtiyarî, şu sözler dökülüverdi:
“Demek ki DEMİREL, Hükümetle Devlet kavramlarının farkındadır ve ilkeli davranmaktadır. Hem de; “Yerine daha iyisini getirme kudretin yoksa, kötü olan bir şeyi de bozma” şeklindeki atasözünün gereğine uymaktadır.”
Böylesine ilkeli davranan bir siyaset ve devlet adamını, maalesef, son 28 yıl zarfında göremedik. Bu sebeple de; DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyenler; keyfî tutum ve davranışları ile, bunalım yaratılmasına sebep olmuşlardır. Bugün YÜRÜTME, YASAMANIN fevkindedir. Başbakanların istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi, Meclis’in gündemine gelemez; Başbakan’ın her istediği kanun tasarısı ve teklifi, sür’atle kanunlaşır. Meclis, denetim görevini dahî, mükellef olduğu şekilde yerine getirememektedir. Naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izleyenler, bu gerçeği, bütün çıplaklığı ile görürler.
Böylesine çarpık ve gerçek demokrasi ile asla ve asla bağdaşmayacak bir modelde; zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmeye imkân ve ihtimal yoktur. İstense de, istenmese de; vatandaşlar arasında “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayrışması kesindir.
Bugün, bu ayrışımı, her alanda görmek mümkündür. En çarpıcı örneği de;Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen ve “ERGENEKON” adı verilen davada görülmektedir. Medya, âdetâ ikiye bölünmüştür. İktidar yanlısı olan veya öyle bir görüntü veren medyanın yayınları, muhatap veya hedef kişilerin ANAYASAL HAKLARINI hiçe sayan ve çiğneyen niteliktedir ve de toplumu, huzursuz etmektedir. Bunun anlamı açıktır: Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesi zaafa uğratılmıştır. Bu durum, “Yargı bağımsızdır” sözleriyle düzeltilemez. Zira; ADÂLETİN, “İDDİA, SAVUNMA ve YARGI” olmak üzere üç ayağı vardır. Bu ayaklardan birsi koparsa ve iddianın savları, kesin hükümmüş gibi benimsenirse; “Hukukun üstünlüğü”nden bahsetmek; vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Bulunduğunuz makam, devletin en yüce makamıdır. BU sebeple de; tarafsızlığınızı bütün vatandaşlara benimsetmek ve herkese, “BENİM CUMHURBAŞKANIM” dedirtmek, en önemli görevinizdir. Zaten; ANAYASA’nın “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, milletvekilliği sona erer, varsa, partisi ile ilişkisi kesilir.” Amir hükmü, bunu gerektirmektedir. Bu ifadeleri kullanırken, haddimi aştığımı zannetmiyorum. Zira; YÖK Başkanı konusu, bugün, hâlâ halk arasında konuşulmaktadır. Açık unutulan mikrofonlarda Meclis Başkanı Toptan’ın, “Aman Hoca; sözlerine dikkat et! Hepimizi zora sokarsın!” ve Maliye Bakanı Unakıtan ile Müsteşarı Aktan’ın “Hele dediğimizi yapmasın; o zaman gününü görür.” sözleri hafızalara, silinmeyecek şekilde yerleşmiştir.
Dikkat edilirse bugün; bazı kişi ve medya mensupları, doğrudan doğruya ülkemizin ve milletimizin gözbebeği ve en sağlam kurumu olan TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’ni hedef almıştır. Aslında bu hedef; kendi kendine yetersiz ve dâimâ başkalarına muhtaç; “Otur!” denilen yerde oturan ve “Kalk” denilen yerde kalkan; gerçek hedeflerinden uzaklaştırılarak iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ZAYIF BİR TÜRKİYE arzu eden DIŞ HUSUMET ODAKLARININ da hedefidir. Dikkat edilirse; “Kürtçe televizyon hedefimizi gerçekleştirdik. Bundan sonraki asıl hedefimiz, topraklarımızı elde etmektir.” diyerek, açık bir şekilde bölücülük yapanlar unutulmuş; “ERGENEKON” adı verilen dâvâ, ülkenin bir numaralı gündemi haline getirilmiştir. Devletin televizyonu; ahlâkı, gayesi, niyeti ve misyonu iyi bilinmeyen Kanada’da yerleşik Tuncay Güney adlı kişiyi, 3 saat süren bir canlı yayına konuk etmiş ve tutarsız ithamlarına çanak tutmuştur.
Acaba; bu durumu, kim ve nasıl izah edecektir? Bu, askerleri rahatsız ve tahrik etmek anlamına gelmez mi? Doğu ve Güneydoğu’da görev yapan askerlerin morallerini bozmaz mı? Bu durumda size bir görev düşmez mi?
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli takip eden bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Cumhurbaşkanı
Ankara 22 Ocak 2009
Sayın CUMHURBAŞKANI;
HEDEFLERİ ve SORUNLARI büyük olan TÜRKİYE, rahatsız ve sıkıntılıdır. Zirâ; iç ve dış HUSUMET ODAKLARININ, amansız saldırılarına maruzdur. Bu sebeple de; nasıl aşılacağı bilinmeyen büyük bir bunalım, Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceğini düşünen insanlarımızın morallerini bozmaktadır.
Aslında Türkiye, uzun yıllardan beri bunalımdadır. Zirâ; DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememektedir. DEVLETİ, bir parti DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin İHTİRAS ve BASKILARI, DEVLETİN ahengini ve işleyiş biçimini bozmuştur. KUVVETLER AYRILIĞI ilkesi gözetilmediği için de; KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaşanmaktadır.
Dün, Çankaya Köşkü’nde YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI organları başkanlarıyla yaptığınız toplantı, arz ettiğim bu görüşlerimin doğruluğunu, ispatlayacak niteliktedir.
Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak gözlem ve tespitlerim bellidir:
Türkiye,.28 yıldan beri siyaseten ve iktisaden, yanlış idare edilmektedir.Bu dönemde;.DEVLETİN kurumlarından ve kurallarından ziyade, kişilerin irade ve tasarrufları geçerli kılınmıştır. Âdetâ MUCİZE KİŞİLER yaratılmıştır. Bu sebeple de keyfilik ve taraflılık, HÜKÜMETLERİN vazgeçilmez ilkesi haline getirilmiştir. Açık ifadeyle; DEVLET ve HÜKÜMET kavramları, birbirine karıştırılmıştır. Hükümetlerin GEÇİCİ, DEVLETİN BAKÎ olduğu gerçeği unutulmuştur.
Maksadımı, geçmişte yaşanan ve herkese ibret olması gereken bir örnekle açıklamak istiyorum. Şöyle ki:
1969 seçimlerinden sonra Hükümet kuruluşu esnasında Adalet Partisi’nde büyük bir huzursuzluk ve zıtlaşma meydana gelmişti. Bu, bir bunalım işaretiydi. Bu bunalımın aşılması için AP, hemen, hemen her gün GRUP TOPLANTISI yapıyordu. Bu toplantıların birinde Başbakan Süleyman Demirel, şu sözleri söylemişti:
“Türkiye’nin kalkınması, bir kadro meselesidir. İşin, bütün siyasî sorumluluğunu üzerime alıyorum. DEVLET KADROLARI ile oynanmasına izin vermem.”. Merak ettim ve günün Bolu Senatörü Dr. Alâeddin Yılmaztürk’e, Demirel’in sarf ettiği bu sözün sebebini sordum. Aldığım cevap, beni şaşırtmıştı:
“Canım! Bu Demirel’den bir şey anlamadık. Gûyâ biz, sağ bir partiyiz. ve fakat bugün, devletin en önemli makamlarında hâlâ, Halk Partililer ve solcular oturmaktadır.”
Yılmaztürk’ün bu cevabı üzerine, ağzımdan gayri ihtiyarî, şu sözler dökülüverdi:
“Demek ki DEMİREL, Hükümetle Devlet kavramlarının farkındadır ve ilkeli davranmaktadır. Hem de; “Yerine daha iyisini getirme kudretin yoksa, kötü olan bir şeyi de bozma” şeklindeki atasözünün gereğine uymaktadır.”
Böylesine ilkeli davranan bir siyaset ve devlet adamını, maalesef, son 28 yıl zarfında göremedik. Bu sebeple de; DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyenler; keyfî tutum ve davranışları ile, bunalım yaratılmasına sebep olmuşlardır. Bugün YÜRÜTME, YASAMANIN fevkindedir. Başbakanların istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi, Meclis’in gündemine gelemez; Başbakan’ın her istediği kanun tasarısı ve teklifi, sür’atle kanunlaşır. Meclis, denetim görevini dahî, mükellef olduğu şekilde yerine getirememektedir. Naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izleyenler, bu gerçeği, bütün çıplaklığı ile görürler.
Böylesine çarpık ve gerçek demokrasi ile asla ve asla bağdaşmayacak bir modelde; zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmeye imkân ve ihtimal yoktur. İstense de, istenmese de; vatandaşlar arasında “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayrışması kesindir.
Bugün, bu ayrışımı, her alanda görmek mümkündür. En çarpıcı örneği de;Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen ve “ERGENEKON” adı verilen davada görülmektedir. Medya, âdetâ ikiye bölünmüştür. İktidar yanlısı olan veya öyle bir görüntü veren medyanın yayınları, muhatap veya hedef kişilerin ANAYASAL HAKLARINI hiçe sayan ve çiğneyen niteliktedir ve de toplumu, huzursuz etmektedir. Bunun anlamı açıktır: Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesi zaafa uğratılmıştır. Bu durum, “Yargı bağımsızdır” sözleriyle düzeltilemez. Zira; ADÂLETİN, “İDDİA, SAVUNMA ve YARGI” olmak üzere üç ayağı vardır. Bu ayaklardan birsi koparsa ve iddianın savları, kesin hükümmüş gibi benimsenirse; “Hukukun üstünlüğü”nden bahsetmek; vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Bulunduğunuz makam, devletin en yüce makamıdır. BU sebeple de; tarafsızlığınızı bütün vatandaşlara benimsetmek ve herkese, “BENİM CUMHURBAŞKANIM” dedirtmek, en önemli görevinizdir. Zaten; ANAYASA’nın “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, milletvekilliği sona erer, varsa, partisi ile ilişkisi kesilir.” Amir hükmü, bunu gerektirmektedir. Bu ifadeleri kullanırken, haddimi aştığımı zannetmiyorum. Zira; YÖK Başkanı konusu, bugün, hâlâ halk arasında konuşulmaktadır. Açık unutulan mikrofonlarda Meclis Başkanı Toptan’ın, “Aman Hoca; sözlerine dikkat et! Hepimizi zora sokarsın!” ve Maliye Bakanı Unakıtan ile Müsteşarı Aktan’ın “Hele dediğimizi yapmasın; o zaman gününü görür.” sözleri hafızalara, silinmeyecek şekilde yerleşmiştir.
Dikkat edilirse bugün; bazı kişi ve medya mensupları, doğrudan doğruya ülkemizin ve milletimizin gözbebeği ve en sağlam kurumu olan TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’ni hedef almıştır. Aslında bu hedef; kendi kendine yetersiz ve dâimâ başkalarına muhtaç; “Otur!” denilen yerde oturan ve “Kalk” denilen yerde kalkan; gerçek hedeflerinden uzaklaştırılarak iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ZAYIF BİR TÜRKİYE arzu eden DIŞ HUSUMET ODAKLARININ da hedefidir. Dikkat edilirse; “Kürtçe televizyon hedefimizi gerçekleştirdik. Bundan sonraki asıl hedefimiz, topraklarımızı elde etmektir.” diyerek, açık bir şekilde bölücülük yapanlar unutulmuş; “ERGENEKON” adı verilen dâvâ, ülkenin bir numaralı gündemi haline getirilmiştir. Devletin televizyonu; ahlâkı, gayesi, niyeti ve misyonu iyi bilinmeyen Kanada’da yerleşik Tuncay Güney adlı kişiyi, 3 saat süren bir canlı yayına konuk etmiş ve tutarsız ithamlarına çanak tutmuştur.
Acaba; bu durumu, kim ve nasıl izah edecektir? Bu, askerleri rahatsız ve tahrik etmek anlamına gelmez mi? Doğu ve Güneydoğu’da görev yapan askerlerin morallerini bozmaz mı? Bu durumda size bir görev düşmez mi?
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli takip eden bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
21 Ocak 2009 Çarşamba
Sekiz yıl önce
Sayın Yaşar Büyükanıt
Orgeneral
Genelkurmay 2. Başkanı
Ankara 3 Mayıs 2001
Türk Telekom ile Türk Hava Yolları’nın yabancılara satışıyla ilgili görüş ve taleplerinizin; ülkede, kendilerini birinci kuvvet konumuna getiren “Medya Demokratları” tarafından yanlış yorumlanacağı ve yanlı kamuoyu oluşturulacağı gerekçesiyle bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Zirâ;
Gerçekleri halktan gizleyen ve birkaç grubun kesin kontrolü altındaki medyamız, Türkiye’nin meselelerini daima çarpıtarak halka sunmuştur. Hiçbir zaman ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayışında olmamış; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımamıştır. Üstelik; kur-faiz makasında yaratılan müthiş bir rant sistemiyle Türkiye’nin, 15 yıldan beri soyulmasına göz yummuştur. Bunun yanında;
Coğrafî konumunun özelliği sebebiyle bölgede; kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başarmış; güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE için gayret göstermemiştir. Ayrıca;
Gelişmiş Batı ülkelerinin bölgede; kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç; “otur” denilen yerde oturan; “kalk” denilen yerde kalkan; daima kendilerine tabi güçsüz ve iç gailelerle boğuşan; huzursuz ve mutsuz bir Türkiye hedeflediklerini de, hiç anlamamıştır.
Bu sebeple de; Türk Telekom ile Türk Hava Yolları’nın yabancılara satılamayışını, ekonominin çıkmazı ve kamburu olarak halka sunmaktadırlar. Kemal Derviş’i mucize adam ilan ederek, halka ümit aşılamaya çalışan medyamız; gelecek 10-15 milyar dolarlık dış yardımın Türkiye için olmadığı; bu yıl vadesi gelmiş dış borçlarımızın ödenmesini sağlayacağı, dolayısıyla; geçmişte, Türkiye’ye kredi verenleri kurtaracağı gerçeğini, halktan gizlemektedir.
Diğer acı gerçek de şudur:
Gelişmiş Batı ülkeleri, çok uluslu şirketleri vasıtasıyla dünya ekonomisini, tam anlamıyla kontrol altında tutmaktadırlar. Bilhassa; enerji, haberleşme ve ulaştırma alanları, vazgeçilmez tutkularıdır. Çünkü bu alanların; ticari önemleri yanında; stratejik ve siyasi önemleri çok büyüktür. Bu alanlarla ilgili stratejileri, IMF ve Dünya Bankası vasıtasıyla gerçekleştirmektedirler.
İşte; bu gerçekleri halktan gizleyen ve kamuoyunu yanlış yönlendiren medyamız; “İşe, asker karıştı.” Diyerek, zihinleri bulandırmaya çalışacaktır.
Gaflet içinde olanlara, şu gerçeklerin hatırlatılmasında fayda vardır:
1-İç borçlar:
Türkiye; 1987 yılı başından 2000 yılı sonuna kadar 257 milyar 133 milyon dolar anapara ve 147 milyar 683 milyon dolar faiz olmak üzere toplam 405 milyar 76 milyon dolar iç borç ödemesi yapmıştır. Halen, 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur ve 2001 yılında sadece 37 milyar dolar iç borç faizi ödeyecektir. Ki: 2001 yılında ödenecek bu faiz, toplam vergi gelirlerinden fazladır.
Bu müthiş ödeme neye karşılık yapılmıştır?
Acı gerçeğe dikkat: 1987 başındaki 5 milyar 984 milyon dolarlık bir iç borç için yapılmıştır. Yani; anaparanın yüz katı kadar bir ödeme yapıldığı halde; halen, 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur ve bu borç miktarı yılsonuna kadar katlanacaktır.
Türkiye’nin iç borca, hele bu miktardaki bir iç borca ihtiyacı var mıydı?
Yoktu! Bu borç canavarını, kur-faiz makasında yaratılan bir rant mekanizması meydana getirmiştir. Finans ve bankacılık kesimiyle işbirliği yapan Hazine ve Merkez Bankası, bu işi başarmıştır. Örnek vereyim:
21 Şubatta yüksek oranlı bir devalüasyon yapıldı. Devalüasyondan önce Merkez Bankası, bankalara 5 milyar dolar sattı. Aslında bu rakam, 13 milyar dolardır. Çünkü; Merkez Bankası, Kasım krizinde de 8 milyar dolar satmıştı. Basın da bu olayı, “Siyasi istikrarsızlıktan dolayı para, dışarı kaçtı” diye sunarak, halkı uyutmuştur.
Şimdi; kur-faiz makasına dayalı rant sisteminin nasıl çalıştığına bakalım:
Hazine, 20 Mart 2001 tarihinde Hazine Bonosu ihalesi yaptı. İhale bilgileri şöyledir:
Vade süresi...................... .......................................98 gün (Haziran sonu)
Basit faiz.................................................................Yüzde 124.
Bileşik faiz.............................................................. Yüzde 193.7.
Üç aylık net getiri.....................................................Yüzde 33.6.
Net satış.....................................................................3 katrilyon 385 trilyon lira.
Gelen talep.................................................................7 katrilyon 400 trilyon lira.
Ödenen faiz................................................................1 katrilyon 300 trilyon lira.
Devalüasyondan önce dolar alan bankalar, aldıkları dolarları, devalüasyondan sonra Tl.’ye çevirerek, Hazine Bonosu’na yatırım yaptılar. Dolar kurunun uzun süre bugünkü seviyesinde sabit kalacağı belli. İtfa günü, Hazineden para tahsil edecek bankalar, aldıkları para ile tekrar dolar alacaklar ve dolar bazında da en az, yüzde 30 net kâr sağlayacaklardır.
Bu örnek, rant sisteminin nasıl çalıştırıldığının aynasıdır. Evvelce de böyle çalışmıştı. Meselâ; 5 Nisan 1994 devalüasyonunda da aynı yöntem izlendi; bir anda yüzde 260 oranında bir devalüasyon yapıldı. Devalüasyondan sonra faizler çıldırdı. Fakat; dolar kuru, 16 ay sabit kaldı. Bu müddet zarfında finans kesimi, dolar bazında yıllık ve net yüzde 50 kazanç sağladı. Zaman, zaman da, bugün olduğu gibi, süper faizli Hazine Bonoları ihrâç edildi.
Bu örnekler, iç borç ihtiyacımızın olmadığını kanıtlamaktadır.
Ne yazık ki; bu borç bataklığının yaratıldığı ve yaşatıldığı dönemde Türkiye, yatırım fakiri kaldı. 14 yıl zarfında 405 milyar dolar iç borç ödemesi yapan Türkiye, hayati yatırımları için muhtaç olduğu 30-36 milyar dolar parayı bulamamaktan yakındı. Yani halk, aldatıldı.
2-Kamuda tasarruf aldatmacası:
Bu aldatmacanın göstergesi, OCAK-ŞUBAT 2001 bütçe performansıdır. Şöyle ki:
Giderler..................................7 katrilyon 387 trilyon.
Personel giderleri....2 katrilyon 40 trilyon.
Yatırım..................90 trilyon.
Cari harcamaları..125 trilyon
Faiz ödemesi............3 katrilyon 693 trilyon.
Diğer transfer...........1 katrilyon 441 trilyon.
Bütçe gelirleri..........................3 katrilyon 605 trilyon.
BÜTÇE AÇIĞI....................... 3 katrilyon 692 trilyon.
Bu gerçekten çıkan netice şudur:
Kamu görevlileri hiç ücret almadan çalışsalar ve bir hayırsever de Devletin bütün yatırım ve cari harcamalarını üstlense; bütçe, yine açık verecektir. Çünkü; faiz giderleri, bu harcamaların üç katından fazladır.
Revize edilecek bütçede durum, daha da vahimdir.
Revize taslak bütçede 68 katrilyon lira gider öngörülmektedir. Açık ise, 24.7 katrilyon liraya ulaşacaktır.
Faiz giderlerine ayrılan ödenek, 37.3 katrilyon liradır. Ki; revize bütçede hedeflenen vergi gelirleri, 37.3 katrilyon liradır.
3-Özel kesim- Kamu kesimi aldatmacası:
Türkiye’yi, özel sektör yönlendirmektedir. Tabir caizse Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Ki, MEDYA da, bu kesimin kat’i kontrolündedir.
Şu örnek, bu fiili durumun kanıtıdır:
Kurtarıcı olarak ilan edilen Kemal Derviş’in kadrolaşmasına bir bakalım:
Mevduat Sigorta Fonuna devredilen bankalar için oluşturulan üst yönetimin Yönetim Kurulu Başkanlığı’na, Koç Grubundan emekli Tevfik Altınok getirilmiştir.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun başına, uzun yıllar Koçbank’ın genel müdürlüğünü yürütmüş Engin Akçakoca getirilmiştir.
Ziraat Bankası’nın başına Aydın Doğan’ın ortağı ve Doğan Grubuna ait Dışbank’ın Murahhas Azası Vural Akışık getirilmiştir. Ki; oluşturulan bu yönetim, Birleştirilecek üç kamu bankasını (Ziraat, Halk, Emlak bankaları) da yönetecektir.
Yapıkredi, Anadolu Bankası, Bank Ekspres ve Garanti Bankasında uzun yıllar Genel Müdür yardımcılığı yapan Ahmet Çakaloz, Ziraat Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirilmiştir. (Çukurova Grubu)
MNG Holding Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Arınsoy, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Üyeliğine getirilmiştir.
Aslında; özel sektörün açığı, kamu kesiminin açığından çok daha fazladır. Ne var ki; Devlet imkânlarıyla beslenen özel kesim, açığını gizlemesini başarmıştır. Kamu bankalarının görev zararlarını konu edenler, Merkez Bankasının özel bankaları devamlı surette beslediğini, fonladığını görmezden gelmişlerdir. Merkez Bankası, Hazineyi fonlayacağına, özel bankaları fonlamıştır. Merkez Bankasından düşük faizli para alan bankalar, aldıkları bu paraları, yüksek faizli Devlet İç Borç senetlerine yatırarak, tatlı rantlar elde etmişlerdir.
20 yıldan beri uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden Türkiye; hem avantajını kaybetmiş ve hem de dışarıya muhtaç hale gelmiştir. Bu gerçeği göremeyenler, görmek istemeyenler veya gizlemek isteyenler; şimdi de, Türk Telekom’un özeleştirilmeyişini, ekonominin kamburu ve çıkmazı ilan ederek, halkı aldatmaktadırlar.
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasi tarihini irdelemesini başaramayan; dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayamayan; gafleti veya ihaneti elbise yapan; gelecek nesillerin istikbalini düşünmeyen ve paranın kölesi olmuş kişilerden ne beklenirdi ki?
Türkiye’yi yakından izleyen ve vatandaşlık görevlerini tam anlamıyla yerine getirmeye çalışan dikkatli bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Herkes ve hergün, Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdır.
Ve imkân bulanlar, Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar ve Sorumlular” adlı kitabını
Okumalıdırlar.
Orgeneral
Genelkurmay 2. Başkanı
Ankara 3 Mayıs 2001
Türk Telekom ile Türk Hava Yolları’nın yabancılara satışıyla ilgili görüş ve taleplerinizin; ülkede, kendilerini birinci kuvvet konumuna getiren “Medya Demokratları” tarafından yanlış yorumlanacağı ve yanlı kamuoyu oluşturulacağı gerekçesiyle bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Zirâ;
Gerçekleri halktan gizleyen ve birkaç grubun kesin kontrolü altındaki medyamız, Türkiye’nin meselelerini daima çarpıtarak halka sunmuştur. Hiçbir zaman ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayışında olmamış; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımamıştır. Üstelik; kur-faiz makasında yaratılan müthiş bir rant sistemiyle Türkiye’nin, 15 yıldan beri soyulmasına göz yummuştur. Bunun yanında;
Coğrafî konumunun özelliği sebebiyle bölgede; kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başarmış; güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE için gayret göstermemiştir. Ayrıca;
Gelişmiş Batı ülkelerinin bölgede; kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç; “otur” denilen yerde oturan; “kalk” denilen yerde kalkan; daima kendilerine tabi güçsüz ve iç gailelerle boğuşan; huzursuz ve mutsuz bir Türkiye hedeflediklerini de, hiç anlamamıştır.
Bu sebeple de; Türk Telekom ile Türk Hava Yolları’nın yabancılara satılamayışını, ekonominin çıkmazı ve kamburu olarak halka sunmaktadırlar. Kemal Derviş’i mucize adam ilan ederek, halka ümit aşılamaya çalışan medyamız; gelecek 10-15 milyar dolarlık dış yardımın Türkiye için olmadığı; bu yıl vadesi gelmiş dış borçlarımızın ödenmesini sağlayacağı, dolayısıyla; geçmişte, Türkiye’ye kredi verenleri kurtaracağı gerçeğini, halktan gizlemektedir.
Diğer acı gerçek de şudur:
Gelişmiş Batı ülkeleri, çok uluslu şirketleri vasıtasıyla dünya ekonomisini, tam anlamıyla kontrol altında tutmaktadırlar. Bilhassa; enerji, haberleşme ve ulaştırma alanları, vazgeçilmez tutkularıdır. Çünkü bu alanların; ticari önemleri yanında; stratejik ve siyasi önemleri çok büyüktür. Bu alanlarla ilgili stratejileri, IMF ve Dünya Bankası vasıtasıyla gerçekleştirmektedirler.
İşte; bu gerçekleri halktan gizleyen ve kamuoyunu yanlış yönlendiren medyamız; “İşe, asker karıştı.” Diyerek, zihinleri bulandırmaya çalışacaktır.
Gaflet içinde olanlara, şu gerçeklerin hatırlatılmasında fayda vardır:
1-İç borçlar:
Türkiye; 1987 yılı başından 2000 yılı sonuna kadar 257 milyar 133 milyon dolar anapara ve 147 milyar 683 milyon dolar faiz olmak üzere toplam 405 milyar 76 milyon dolar iç borç ödemesi yapmıştır. Halen, 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur ve 2001 yılında sadece 37 milyar dolar iç borç faizi ödeyecektir. Ki: 2001 yılında ödenecek bu faiz, toplam vergi gelirlerinden fazladır.
Bu müthiş ödeme neye karşılık yapılmıştır?
Acı gerçeğe dikkat: 1987 başındaki 5 milyar 984 milyon dolarlık bir iç borç için yapılmıştır. Yani; anaparanın yüz katı kadar bir ödeme yapıldığı halde; halen, 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur ve bu borç miktarı yılsonuna kadar katlanacaktır.
Türkiye’nin iç borca, hele bu miktardaki bir iç borca ihtiyacı var mıydı?
Yoktu! Bu borç canavarını, kur-faiz makasında yaratılan bir rant mekanizması meydana getirmiştir. Finans ve bankacılık kesimiyle işbirliği yapan Hazine ve Merkez Bankası, bu işi başarmıştır. Örnek vereyim:
21 Şubatta yüksek oranlı bir devalüasyon yapıldı. Devalüasyondan önce Merkez Bankası, bankalara 5 milyar dolar sattı. Aslında bu rakam, 13 milyar dolardır. Çünkü; Merkez Bankası, Kasım krizinde de 8 milyar dolar satmıştı. Basın da bu olayı, “Siyasi istikrarsızlıktan dolayı para, dışarı kaçtı” diye sunarak, halkı uyutmuştur.
Şimdi; kur-faiz makasına dayalı rant sisteminin nasıl çalıştığına bakalım:
Hazine, 20 Mart 2001 tarihinde Hazine Bonosu ihalesi yaptı. İhale bilgileri şöyledir:
Vade süresi...................... .......................................98 gün (Haziran sonu)
Basit faiz.................................................................Yüzde 124.
Bileşik faiz.............................................................. Yüzde 193.7.
Üç aylık net getiri.....................................................Yüzde 33.6.
Net satış.....................................................................3 katrilyon 385 trilyon lira.
Gelen talep.................................................................7 katrilyon 400 trilyon lira.
Ödenen faiz................................................................1 katrilyon 300 trilyon lira.
Devalüasyondan önce dolar alan bankalar, aldıkları dolarları, devalüasyondan sonra Tl.’ye çevirerek, Hazine Bonosu’na yatırım yaptılar. Dolar kurunun uzun süre bugünkü seviyesinde sabit kalacağı belli. İtfa günü, Hazineden para tahsil edecek bankalar, aldıkları para ile tekrar dolar alacaklar ve dolar bazında da en az, yüzde 30 net kâr sağlayacaklardır.
Bu örnek, rant sisteminin nasıl çalıştırıldığının aynasıdır. Evvelce de böyle çalışmıştı. Meselâ; 5 Nisan 1994 devalüasyonunda da aynı yöntem izlendi; bir anda yüzde 260 oranında bir devalüasyon yapıldı. Devalüasyondan sonra faizler çıldırdı. Fakat; dolar kuru, 16 ay sabit kaldı. Bu müddet zarfında finans kesimi, dolar bazında yıllık ve net yüzde 50 kazanç sağladı. Zaman, zaman da, bugün olduğu gibi, süper faizli Hazine Bonoları ihrâç edildi.
Bu örnekler, iç borç ihtiyacımızın olmadığını kanıtlamaktadır.
Ne yazık ki; bu borç bataklığının yaratıldığı ve yaşatıldığı dönemde Türkiye, yatırım fakiri kaldı. 14 yıl zarfında 405 milyar dolar iç borç ödemesi yapan Türkiye, hayati yatırımları için muhtaç olduğu 30-36 milyar dolar parayı bulamamaktan yakındı. Yani halk, aldatıldı.
2-Kamuda tasarruf aldatmacası:
Bu aldatmacanın göstergesi, OCAK-ŞUBAT 2001 bütçe performansıdır. Şöyle ki:
Giderler..................................7 katrilyon 387 trilyon.
Personel giderleri....2 katrilyon 40 trilyon.
Yatırım..................90 trilyon.
Cari harcamaları..125 trilyon
Faiz ödemesi............3 katrilyon 693 trilyon.
Diğer transfer...........1 katrilyon 441 trilyon.
Bütçe gelirleri..........................3 katrilyon 605 trilyon.
BÜTÇE AÇIĞI....................... 3 katrilyon 692 trilyon.
Bu gerçekten çıkan netice şudur:
Kamu görevlileri hiç ücret almadan çalışsalar ve bir hayırsever de Devletin bütün yatırım ve cari harcamalarını üstlense; bütçe, yine açık verecektir. Çünkü; faiz giderleri, bu harcamaların üç katından fazladır.
Revize edilecek bütçede durum, daha da vahimdir.
Revize taslak bütçede 68 katrilyon lira gider öngörülmektedir. Açık ise, 24.7 katrilyon liraya ulaşacaktır.
Faiz giderlerine ayrılan ödenek, 37.3 katrilyon liradır. Ki; revize bütçede hedeflenen vergi gelirleri, 37.3 katrilyon liradır.
3-Özel kesim- Kamu kesimi aldatmacası:
Türkiye’yi, özel sektör yönlendirmektedir. Tabir caizse Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Ki, MEDYA da, bu kesimin kat’i kontrolündedir.
Şu örnek, bu fiili durumun kanıtıdır:
Kurtarıcı olarak ilan edilen Kemal Derviş’in kadrolaşmasına bir bakalım:
Mevduat Sigorta Fonuna devredilen bankalar için oluşturulan üst yönetimin Yönetim Kurulu Başkanlığı’na, Koç Grubundan emekli Tevfik Altınok getirilmiştir.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun başına, uzun yıllar Koçbank’ın genel müdürlüğünü yürütmüş Engin Akçakoca getirilmiştir.
Ziraat Bankası’nın başına Aydın Doğan’ın ortağı ve Doğan Grubuna ait Dışbank’ın Murahhas Azası Vural Akışık getirilmiştir. Ki; oluşturulan bu yönetim, Birleştirilecek üç kamu bankasını (Ziraat, Halk, Emlak bankaları) da yönetecektir.
Yapıkredi, Anadolu Bankası, Bank Ekspres ve Garanti Bankasında uzun yıllar Genel Müdür yardımcılığı yapan Ahmet Çakaloz, Ziraat Bankası yönetim kurulu üyeliğine getirilmiştir. (Çukurova Grubu)
MNG Holding Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Arınsoy, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Üyeliğine getirilmiştir.
Aslında; özel sektörün açığı, kamu kesiminin açığından çok daha fazladır. Ne var ki; Devlet imkânlarıyla beslenen özel kesim, açığını gizlemesini başarmıştır. Kamu bankalarının görev zararlarını konu edenler, Merkez Bankasının özel bankaları devamlı surette beslediğini, fonladığını görmezden gelmişlerdir. Merkez Bankası, Hazineyi fonlayacağına, özel bankaları fonlamıştır. Merkez Bankasından düşük faizli para alan bankalar, aldıkları bu paraları, yüksek faizli Devlet İç Borç senetlerine yatırarak, tatlı rantlar elde etmişlerdir.
20 yıldan beri uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden Türkiye; hem avantajını kaybetmiş ve hem de dışarıya muhtaç hale gelmiştir. Bu gerçeği göremeyenler, görmek istemeyenler veya gizlemek isteyenler; şimdi de, Türk Telekom’un özeleştirilmeyişini, ekonominin kamburu ve çıkmazı ilan ederek, halkı aldatmaktadırlar.
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasi tarihini irdelemesini başaramayan; dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayamayan; gafleti veya ihaneti elbise yapan; gelecek nesillerin istikbalini düşünmeyen ve paranın kölesi olmuş kişilerden ne beklenirdi ki?
Türkiye’yi yakından izleyen ve vatandaşlık görevlerini tam anlamıyla yerine getirmeye çalışan dikkatli bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Herkes ve hergün, Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdır.
Ve imkân bulanlar, Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar ve Sorumlular” adlı kitabını
Okumalıdırlar.
20 Ocak 2009 Salı
Bunalım ve çaresizlik
Sayın Abdullah GÜL
Dışişleri Bakanı
Ankara 25 Haziran 2007
Sayın BAKAN;
En iyi bildiğinizi ve kabullendiğinizi beyan ettiğiniz alanda yazıyorum. Yani; bir dindar olarak yazıyorum.
Hz. ÖMER, “CÂH hırsı (makam), ahlâkın en üst seviyesine yükselmiş insanların dahî helâkine sebep olur.” demiştir. Kazandığı büyük zaferlerle şöhret olan Halid İbn-i Velid’i de, bu esasa istinâden ordu komutanlığından azletmiştir.
Hz. ALİ, 14 asır evvel Mısır Valisi Mâlik İbn-i Eşteri’ye gönderdiği Emirnâmesi’nin bir bölümünde, “Ey Malik! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zirâ; bu DİN, fenâ adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nama, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla dünya nimetleri (mal, mülk, makam ,vs.) elde edilmeye uğraşılıyor.” ifadelerini kullanmıştır.
Bunları yazış sebebim, şudur:
Her ne kadar inkâr edilse de; partiniz, köylerde ve seçim bürolarında DİN propagandası yapmaktadır. “Bize, DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANI seçtirmediler.” sözü, AKP’nin seçim bayrağı olmuştur.
CÂH hırsınız galip gelmiş olmalı ki; seçim meydanlarında sizler de, aynı istikamette halkın hislerine hitap ederek, konuşmalar yapmaktasınız. “Beni, Cumhurbaşkanı seçtirmediler” diyerek, mağdur rolü oynamaktasınız. Dahası da var:
İstanbul’un, belki de Türkiye’nin her tarafı “Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın (TGTV), DEMOKRASİNİN YILDIZLARI” başlığını taşıyan afişleriyle donatılmıştır. MENDERES’in, ÖZAL’ın ve TAYYİP ERDOĞAN’ın resimleriyle süslenmiş bu afişlerde; “Onlar, Atatürk’ün yolunda bayraklaşan liderler. Onlar, demokrasi ufkunda parlayan yıldızlar.” İfadeleri kullanılmıştır. Bu VAKFIN bünyesindeki kurumlar ise, şöyledir:
Abdülkadir Geylânî Vakfı, Anadolu Tevhid Vakfı, Dünya Ehlibeyt Vakfı, Gençleri Evlendirme ve Mihir Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, İsmail Ağa Camii İlme Hizmet Vakfı, Muradiye Kültür Vakfı…Belki de, gazetelerde yayınlanmayan diğer vakıflar…
Sayın BAKAN;
Bu faaliyetler, DİNİN, siyasete dahil edildiğinin işaretleri değil midir? Bu; DİNÎ duyguların sömürülerek, halkın HÜR İRADESİ üzerine konulan AMBARGO değil midir? ALLAH’ın insanlara ikram ettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının ZİNCİRE VURULMASI değil midir?
Üstelik; “DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANI SEÇTİRMEDİLER” derken de; hakikatler, örtülmüyor mu?
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini gayet dikkatli izledim. Başbakan ERDOĞAN, Meclis Başkanı ARINÇ ve SİZ; üçlü bir ittifakla, Abdullah Gül olarak sizin adaylığınızda birleşmediniz mi? Devletin en yüce makamına seçilecek Cumhurbaşkanı için bir İTTİFAK arayışında olmadınız ve bir KRİZ yarattınız.
26 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul ÖZKÖK’ün yazısı, gayet açıktır.
Ertuğrul Özkök, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sormuş:
“Cumhurbaşkanlığı konusunda neden siz ve Abdullah Gül dışında bir aday üzerinde uzlaşma yoluna gitmediniz?”
Partinin böyle bir çözümü kabul etmeyeceği endişesi taşıdığını, AKP’nin Grup bütünlüğü bölündüğü takdirde, sorunlar çıkabileceğini belirten BAŞBAKAN’ın cevabı, ilginçtir:
“Bakın; 1 Mart Tezkeresi tartışılırken Parti Grubu bölündü ve bir bölümü, CHP ile birlikte hareket etti. O nedenle de Tezkere, reddedildi.”
Daha üç gün evvel, Adıyaman- Diyarbakır mitinglerine giderken uçaktaki gazeteciler, Başbakan ERDOĞAN’a sormuşlar:
“Cumhurbaşkanlığı seçiminde neden CHP ile uzlaşma aramadınız?”
Başbakan’ın, bu soruya verdiği cevap da ilginçtir:
“Süreci tıkayan ANA MUHALEFET partisidir. Sayın BAYKAL, AKP’yi yönetmeye kalkıp, isim verdi: Abdüllâtif Şener. İsim vermesi, partide tepki yarattı. Baykal isim vermese, onu da ziyaret ederdik.”
Sayın BAKAN;
AKP Grubundan, sizin dışınızda ve herkesin uzlaşacağı bir aday gösterilseydi; acaba, demokrasi zaafa mı uğrayacaktı? Sizin dışınızda seçilecek bir CUMHURBAŞKANI, ülkeyi temsil edemeyecek miydi? İtiraza mahal yoktur:
SÜRECİ iyi idare edemediniz ve ülkeyi, bunalıma sürüklediniz. Şimdi de; yarattığınız bu bunalımı örtmek için, halkın hisleriyle oynayarak, SİYASÎ RANT peşinde koşmaktasınız. Seçimleri kazanır veya kaybedersiniz; bu, önemli değildir. Önemli olan; ülkenin, bunalıma girmiş olmasıdır.
ALLAH İNDİNDE acaba, bunun VEBALİ, kimin olacaktır? Zira; ALLAH’ın KUR’AN’daki emri, gayet nettir:
“HERKES İSTİSNASIZ, YAPTIKLARININ HESABINI VERECEKTİR:”
Bir makam hırsı için ülkeyi, ZORA SOKMAYA değer miydi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Dışişleri Bakanı
Ankara 25 Haziran 2007
Sayın BAKAN;
En iyi bildiğinizi ve kabullendiğinizi beyan ettiğiniz alanda yazıyorum. Yani; bir dindar olarak yazıyorum.
Hz. ÖMER, “CÂH hırsı (makam), ahlâkın en üst seviyesine yükselmiş insanların dahî helâkine sebep olur.” demiştir. Kazandığı büyük zaferlerle şöhret olan Halid İbn-i Velid’i de, bu esasa istinâden ordu komutanlığından azletmiştir.
Hz. ALİ, 14 asır evvel Mısır Valisi Mâlik İbn-i Eşteri’ye gönderdiği Emirnâmesi’nin bir bölümünde, “Ey Malik! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zirâ; bu DİN, fenâ adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nama, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla dünya nimetleri (mal, mülk, makam ,vs.) elde edilmeye uğraşılıyor.” ifadelerini kullanmıştır.
Bunları yazış sebebim, şudur:
Her ne kadar inkâr edilse de; partiniz, köylerde ve seçim bürolarında DİN propagandası yapmaktadır. “Bize, DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANI seçtirmediler.” sözü, AKP’nin seçim bayrağı olmuştur.
CÂH hırsınız galip gelmiş olmalı ki; seçim meydanlarında sizler de, aynı istikamette halkın hislerine hitap ederek, konuşmalar yapmaktasınız. “Beni, Cumhurbaşkanı seçtirmediler” diyerek, mağdur rolü oynamaktasınız. Dahası da var:
İstanbul’un, belki de Türkiye’nin her tarafı “Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın (TGTV), DEMOKRASİNİN YILDIZLARI” başlığını taşıyan afişleriyle donatılmıştır. MENDERES’in, ÖZAL’ın ve TAYYİP ERDOĞAN’ın resimleriyle süslenmiş bu afişlerde; “Onlar, Atatürk’ün yolunda bayraklaşan liderler. Onlar, demokrasi ufkunda parlayan yıldızlar.” İfadeleri kullanılmıştır. Bu VAKFIN bünyesindeki kurumlar ise, şöyledir:
Abdülkadir Geylânî Vakfı, Anadolu Tevhid Vakfı, Dünya Ehlibeyt Vakfı, Gençleri Evlendirme ve Mihir Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, İsmail Ağa Camii İlme Hizmet Vakfı, Muradiye Kültür Vakfı…Belki de, gazetelerde yayınlanmayan diğer vakıflar…
Sayın BAKAN;
Bu faaliyetler, DİNİN, siyasete dahil edildiğinin işaretleri değil midir? Bu; DİNÎ duyguların sömürülerek, halkın HÜR İRADESİ üzerine konulan AMBARGO değil midir? ALLAH’ın insanlara ikram ettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının ZİNCİRE VURULMASI değil midir?
Üstelik; “DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANI SEÇTİRMEDİLER” derken de; hakikatler, örtülmüyor mu?
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini gayet dikkatli izledim. Başbakan ERDOĞAN, Meclis Başkanı ARINÇ ve SİZ; üçlü bir ittifakla, Abdullah Gül olarak sizin adaylığınızda birleşmediniz mi? Devletin en yüce makamına seçilecek Cumhurbaşkanı için bir İTTİFAK arayışında olmadınız ve bir KRİZ yarattınız.
26 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul ÖZKÖK’ün yazısı, gayet açıktır.
Ertuğrul Özkök, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sormuş:
“Cumhurbaşkanlığı konusunda neden siz ve Abdullah Gül dışında bir aday üzerinde uzlaşma yoluna gitmediniz?”
Partinin böyle bir çözümü kabul etmeyeceği endişesi taşıdığını, AKP’nin Grup bütünlüğü bölündüğü takdirde, sorunlar çıkabileceğini belirten BAŞBAKAN’ın cevabı, ilginçtir:
“Bakın; 1 Mart Tezkeresi tartışılırken Parti Grubu bölündü ve bir bölümü, CHP ile birlikte hareket etti. O nedenle de Tezkere, reddedildi.”
Daha üç gün evvel, Adıyaman- Diyarbakır mitinglerine giderken uçaktaki gazeteciler, Başbakan ERDOĞAN’a sormuşlar:
“Cumhurbaşkanlığı seçiminde neden CHP ile uzlaşma aramadınız?”
Başbakan’ın, bu soruya verdiği cevap da ilginçtir:
“Süreci tıkayan ANA MUHALEFET partisidir. Sayın BAYKAL, AKP’yi yönetmeye kalkıp, isim verdi: Abdüllâtif Şener. İsim vermesi, partide tepki yarattı. Baykal isim vermese, onu da ziyaret ederdik.”
Sayın BAKAN;
AKP Grubundan, sizin dışınızda ve herkesin uzlaşacağı bir aday gösterilseydi; acaba, demokrasi zaafa mı uğrayacaktı? Sizin dışınızda seçilecek bir CUMHURBAŞKANI, ülkeyi temsil edemeyecek miydi? İtiraza mahal yoktur:
SÜRECİ iyi idare edemediniz ve ülkeyi, bunalıma sürüklediniz. Şimdi de; yarattığınız bu bunalımı örtmek için, halkın hisleriyle oynayarak, SİYASÎ RANT peşinde koşmaktasınız. Seçimleri kazanır veya kaybedersiniz; bu, önemli değildir. Önemli olan; ülkenin, bunalıma girmiş olmasıdır.
ALLAH İNDİNDE acaba, bunun VEBALİ, kimin olacaktır? Zira; ALLAH’ın KUR’AN’daki emri, gayet nettir:
“HERKES İSTİSNASIZ, YAPTIKLARININ HESABINI VERECEKTİR:”
Bir makam hırsı için ülkeyi, ZORA SOKMAYA değer miydi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
19 Ocak 2009 Pazartesi
Rakamlar değişir, gerçek değişmez.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Tel: 0 216 4181726
İstanbul 16 Aralık 1999
Sayın Ertuğrul Özkök,
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
14 Aralık 1999 tarihli ve “Sihirli Aralık’ın Gerçek Sihri” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Belirttiğiniz gibidir:
Türkiye, kazanan ve bundan sonra da kazanacak yıldız bir ülkedir. Çünkü Türkiye, güçlü ve her türlü potansiyeli yüksek bir ülkedir. Bu gücünü de, hiç düşünmediğimiz bir şekilde ispatlamıştır. 20 yılı aşkın bir süre zarfında yüksek oranlı ve kronik bir enflasyona dayanabilmiş olması, Türkiye’nin gücünün kanıtıdır. Bu süre zarfında her şeye rağmen milli gelirini, 40 milyar dolardan, 210 milyar dolara yükseltmesini başarabilmiştir. Hem de bunu, hiper enflasyona düşmeden başarabilmiştir.
Eğer Avrupa ülkeleri 5 yıl süren bir yüksek enflasyon süreci yaşasaydı; hiç şüphesiz bir cihan harbi çıkar ve dünya kana ve gözyaşına bulanırdı. Amerika yaşasaydı; sosyal patlamalar sebebiyle, tarumar olur ve parçalanırdı...
İnanarak öne sürdüğüm iddiam da şudur:
Eğer Türkiye, 20 yıldan beri iyi idare edilseydi ve düzgün bir ekonomi ve para politikalarıyla yönlendirilseydi; hiç şüphesiz bu gün, dünya üzerinde, milli gelirini 1 trilyon doların üzerine çıkarmış ve Avrupa para piyasasının üzerine oturmuş çok güçlü bir Türkiye olurdu.
Bu bakımdan “güçlü bir kadro” olarak takdim ettiğiniz Sümer Oral, Selçuk Demiralp ve Gazi Erçel’e düzdüğünüz methiyeleri yersiz ve abartılı bir iltifat olarak kabul ettim. Zira; ortaya konan para politikalarının, derdimize çare olmayacağına ve yine Türkiye’yi yanlış bir rotaya sokacağına inanmaktayım. Çünkü, uygulamaya konacak para politikaları yine, devalüasyona dayanmaktadır. Oranı, ne olursa olsun, Türk parasına devamlı olarak değer kaybettiren bir para politikası, Türkiye’nin yüzünü güldüremez. Bu politikaların özü yine, DÖZİZ- FAİZ- BORSA üçgeninden ibaret olan bir RANT SİSTEMİNİ, diğer adıyla ŞAHANE BİR SOYGUN SİSTEMİNİ yaşatmak içindir.
Faizlerin düşme eğilimleri bir aldatmacadır. Çünkü düşen faiz oranları, mevduat hesaplarını kapsamaktadır. Mevduat faizleri zaten, hiçbir zaman enflasyon oranının üstüne çıkmamıştır. Hazine Bonosu ve Devlet Tahvillerinin faizlerindeki düşüş ise; ikinci el piyasası içindir ki; finans ve bankacılık kesimi, zaten Hazineye verdikleri yüksek faiz oranlı borçların nemalarını, kasalarına atmışlardır. Bunun anlamı şudur:
2000 yılı sonuna kadar iç borç stokumuz, 33 katrilyon liradır. Bu borcun kaynağı “sıcak para” hareketidir. Merkez Bankası’nın önümüzdeki yıl için uygulamaya koyacağı “düşük kur” uygulaması, Finans ve Bankacılık kesimine dolar bazında yüksek oranlı bir reel faiz sağlayacaktır.
Zaten hep öyle olmuştur:
Ya ani kur artışlarıyla veya uzun süren sabit veya düşük kur uygulamalarıyla bankacılık ve finans sektörüne daima rant sağlanmıştır. Yani; Türkiye ekonomisi, KUR- FAİZ makasına hapsedilmiştir. Ve Türkiye, bu kıskacı aşamadığı için, yatırımsız kalmış ve 2000’li yıllara, gerektiği biçimde hazırlanamamıştır.
İşte, acı tablo:
2000 yılı bütçesinde yatırımlara ayrılan pay 1,4 katrilyon liradır. Yani 3 milyar dolar seviyesindedir. Türkiye yalnız enerji yatırımları için 5 milyar dolar harcamak zorundadır (her yıl). İhtiyacı olan altyapıyı ve yatırımlarını gerçekleştiremeyen Türkiye’nin, gelecek yıllarının pek parlak olmayacağı da kesindir. Yani, methiye düzdüğünüz ekonomi ve para politikaları “Gölge Avında” zaman kaybetmemize sebep olacaktır. Ve övdüğünüz kişilere sormak lazımdır:
Türk parasının değeri, niçin düşmektedir?
“Gerçekçi Kurun” anlamı, TL’ye değer kaybettirmek midir?
Eğer, uygulamaya konan para politikası doğru ise; 1999 yılında TL’ye %60’ın üzerinde değer kaybettiren bir politika niçin izlendi? Bu kişiler, 1999 yılında da görev yapmadılar mı?
Sayın Özkök;
Ekonominin Türk parasına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç sağlanmadığı için yabancı para ticareti alabildiğine yaygınlaşmış ve devlet iç borç senetleri, TL’nin yerini almıştır. Bu çarpık uygulama; paranın el değiştirmesiyle, birilerine, müthiş rantlar sağlamıştır. Rant ekonomisi şahlanmış; reel ekonomi ise, yere serilmiştir. Hazine ve Merkez Bankası da, bu rant sisteminin yaşatılmasında ve gelişmesinde rol almıştır.
Kamu açıkları, enflasyonun sebebi olarak gösterilirken, bu müthiş rant sistemini sorgulamak kimsenin aklına gelmemiştir.
Dış ticaretimiz 20-25 milyar dolar açık verirken, yatırım yapılmadığı halde cari işlemler açığının olmaması veya 2-2.5 milyar dolarla sınırlı kalması, kimsenin dikkatini çekmemiştir. İhracat dışı kazanılan dövizlerin yağmalandığını ve sıcak para rantı için dış ülkelerde üstlendiğini hiç kimse konuşmamıştır.
Uygulanan yanlış para ve ekonomi politikaları sebebiyle, Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön veren ve idareleri baskı altında tutmasını başaran 15-20 türedi holdinge esir edildiğini hiç kimse konuşmamıştır.
Eğer Merkez Bankası, ekonominin ihtiyaç duyduğu miktardaki TL’yi piyasaya vermiş olsaydı; reel ekonomi ayağa kalkacak ve Türkiye’nin iç borç gibi bir belası olmayacaktı. Üstelik, gelir dağılımı da, bu denli bozulmayacaktı.
Tutarsız ve hayali bir iddiada bulunmuyorum. İddiamın mesnedi vardır.
Merkez Bankası’nın üstlendiği görev gayet açıktır. İşte Merkez Bankası’nın görevi:
“T. C. Merkez Bankası, 1970 tarih ve 1211 sayılı yasaya göre emisyon ve kredi hacmini, ekonomik ihtiyaca uygun biçimde düzenlemekle görevlidir.
Merkez Bankası’nın çıkardığı para miktarı, ekonominin ihtiyacı düzeyinde kalmalı; fazla ya da eksik olmamalıdır.”
Bu görev çerçevesinde Merkez Bankası başkanına sormak lazımdır:
Acaba, Merkez Bankası, ekonominin ihtiyacı kadar kağıt parayı vermiş midir?
“Fazla ya da eksik olmamalıdır” ifadesinin gereğini yerine getirmiş midir?
Hangi ölçüye göre kağıt para miktarını belirlemiştir?
Gelişmiş Batı ülkelerinde tedavüldeki kağıt para miktarı, o ülkelerin milli gelirinin %10’u kadardır (en az). Acaba bizdeki uygulama nasıldır? Mukayeseli bir örnek vereyim:
Yıl 1981:
GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILA....................45 MİLYAR DOLAR
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ............................ .12,5 MİLYAR DOLAR
TEDAVÜLDEKİ TL MİKTARI................. .3,5 MİLYAR DOLAR
Yıl, 1999:
GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILA....................210 MİLYAR DOLAR
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ............................ .60 MİLYAR DOLAR
TEDAVÜLDEKİ TL MİKTARI................ .3,4 MİLYAR DOLAR
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, Merkez Bankası, görevini yerine getirmemiş. Yani, ekonominin ihtiyaç duyduğu miktardaki kağıt parayı vermemiş.
Bu gün piyasada 21 milyar dolar karşılığı kadar (en az) Türk Lirası olması gerekirken (11 katrilyon lira); bu gün tedavülde, 1,767 katrilyon lira TL vardır (Merkez Bankası’nın 28 Ekim 1999 tarihli verilerine göre).
Devletin rakamları incelendiğinde, bu görev ihmalinin 1987’de başladığı görülecektir.
Sayın Özkök;
Türk ekonomisindeki tedavi edilmez gibi görünen hastalığın asıl sebebi bu çarpıklıktır.
Görevliler, bu çarpıklığa çare bulup, düzgün bir para politikası ortaya koydukları gün, bu hastalık ortadan kalkacaktır.
Bilmem ki; methiye düzdüğünüz kişiler, bu işi başarabilirler mi?
Zira; bu iş, zor bir iştir. Bu işin önünde; münasebetlerinde ahlakı değil de, parayı ön planda tutan güç sahipleri vardır. Onları aşmak kolay değildir. Zaten; globalleştiğini iddia ettiğimiz ve globalleşmeyi de zoraki kabul ettiğimiz bugünkü dünyamızda; uluslar arası hukuk, Güç’e dayanmaktadır. Bu güç de, para ve silah gücünden oluşmaktadır.
Saygılarımla Hüsnü Akıncı
NOT:
1- Bu çarpıklığın usta oyuncuları, “faiz dışı bütçe fazlalık veriyor” sözü ile milleti aldatmaktadırlar.
2- Tedavüldeki TL miktarını, 20 yıldan beri 3-3.5 milyar dolar karşılığı kadar sabit tutmasını başaran bir güç nedir?
Tel: 0 216 4181726
İstanbul 16 Aralık 1999
Sayın Ertuğrul Özkök,
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
14 Aralık 1999 tarihli ve “Sihirli Aralık’ın Gerçek Sihri” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Belirttiğiniz gibidir:
Türkiye, kazanan ve bundan sonra da kazanacak yıldız bir ülkedir. Çünkü Türkiye, güçlü ve her türlü potansiyeli yüksek bir ülkedir. Bu gücünü de, hiç düşünmediğimiz bir şekilde ispatlamıştır. 20 yılı aşkın bir süre zarfında yüksek oranlı ve kronik bir enflasyona dayanabilmiş olması, Türkiye’nin gücünün kanıtıdır. Bu süre zarfında her şeye rağmen milli gelirini, 40 milyar dolardan, 210 milyar dolara yükseltmesini başarabilmiştir. Hem de bunu, hiper enflasyona düşmeden başarabilmiştir.
Eğer Avrupa ülkeleri 5 yıl süren bir yüksek enflasyon süreci yaşasaydı; hiç şüphesiz bir cihan harbi çıkar ve dünya kana ve gözyaşına bulanırdı. Amerika yaşasaydı; sosyal patlamalar sebebiyle, tarumar olur ve parçalanırdı...
İnanarak öne sürdüğüm iddiam da şudur:
Eğer Türkiye, 20 yıldan beri iyi idare edilseydi ve düzgün bir ekonomi ve para politikalarıyla yönlendirilseydi; hiç şüphesiz bu gün, dünya üzerinde, milli gelirini 1 trilyon doların üzerine çıkarmış ve Avrupa para piyasasının üzerine oturmuş çok güçlü bir Türkiye olurdu.
Bu bakımdan “güçlü bir kadro” olarak takdim ettiğiniz Sümer Oral, Selçuk Demiralp ve Gazi Erçel’e düzdüğünüz methiyeleri yersiz ve abartılı bir iltifat olarak kabul ettim. Zira; ortaya konan para politikalarının, derdimize çare olmayacağına ve yine Türkiye’yi yanlış bir rotaya sokacağına inanmaktayım. Çünkü, uygulamaya konacak para politikaları yine, devalüasyona dayanmaktadır. Oranı, ne olursa olsun, Türk parasına devamlı olarak değer kaybettiren bir para politikası, Türkiye’nin yüzünü güldüremez. Bu politikaların özü yine, DÖZİZ- FAİZ- BORSA üçgeninden ibaret olan bir RANT SİSTEMİNİ, diğer adıyla ŞAHANE BİR SOYGUN SİSTEMİNİ yaşatmak içindir.
Faizlerin düşme eğilimleri bir aldatmacadır. Çünkü düşen faiz oranları, mevduat hesaplarını kapsamaktadır. Mevduat faizleri zaten, hiçbir zaman enflasyon oranının üstüne çıkmamıştır. Hazine Bonosu ve Devlet Tahvillerinin faizlerindeki düşüş ise; ikinci el piyasası içindir ki; finans ve bankacılık kesimi, zaten Hazineye verdikleri yüksek faiz oranlı borçların nemalarını, kasalarına atmışlardır. Bunun anlamı şudur:
2000 yılı sonuna kadar iç borç stokumuz, 33 katrilyon liradır. Bu borcun kaynağı “sıcak para” hareketidir. Merkez Bankası’nın önümüzdeki yıl için uygulamaya koyacağı “düşük kur” uygulaması, Finans ve Bankacılık kesimine dolar bazında yüksek oranlı bir reel faiz sağlayacaktır.
Zaten hep öyle olmuştur:
Ya ani kur artışlarıyla veya uzun süren sabit veya düşük kur uygulamalarıyla bankacılık ve finans sektörüne daima rant sağlanmıştır. Yani; Türkiye ekonomisi, KUR- FAİZ makasına hapsedilmiştir. Ve Türkiye, bu kıskacı aşamadığı için, yatırımsız kalmış ve 2000’li yıllara, gerektiği biçimde hazırlanamamıştır.
İşte, acı tablo:
2000 yılı bütçesinde yatırımlara ayrılan pay 1,4 katrilyon liradır. Yani 3 milyar dolar seviyesindedir. Türkiye yalnız enerji yatırımları için 5 milyar dolar harcamak zorundadır (her yıl). İhtiyacı olan altyapıyı ve yatırımlarını gerçekleştiremeyen Türkiye’nin, gelecek yıllarının pek parlak olmayacağı da kesindir. Yani, methiye düzdüğünüz ekonomi ve para politikaları “Gölge Avında” zaman kaybetmemize sebep olacaktır. Ve övdüğünüz kişilere sormak lazımdır:
Türk parasının değeri, niçin düşmektedir?
“Gerçekçi Kurun” anlamı, TL’ye değer kaybettirmek midir?
Eğer, uygulamaya konan para politikası doğru ise; 1999 yılında TL’ye %60’ın üzerinde değer kaybettiren bir politika niçin izlendi? Bu kişiler, 1999 yılında da görev yapmadılar mı?
Sayın Özkök;
Ekonominin Türk parasına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç sağlanmadığı için yabancı para ticareti alabildiğine yaygınlaşmış ve devlet iç borç senetleri, TL’nin yerini almıştır. Bu çarpık uygulama; paranın el değiştirmesiyle, birilerine, müthiş rantlar sağlamıştır. Rant ekonomisi şahlanmış; reel ekonomi ise, yere serilmiştir. Hazine ve Merkez Bankası da, bu rant sisteminin yaşatılmasında ve gelişmesinde rol almıştır.
Kamu açıkları, enflasyonun sebebi olarak gösterilirken, bu müthiş rant sistemini sorgulamak kimsenin aklına gelmemiştir.
Dış ticaretimiz 20-25 milyar dolar açık verirken, yatırım yapılmadığı halde cari işlemler açığının olmaması veya 2-2.5 milyar dolarla sınırlı kalması, kimsenin dikkatini çekmemiştir. İhracat dışı kazanılan dövizlerin yağmalandığını ve sıcak para rantı için dış ülkelerde üstlendiğini hiç kimse konuşmamıştır.
Uygulanan yanlış para ve ekonomi politikaları sebebiyle, Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön veren ve idareleri baskı altında tutmasını başaran 15-20 türedi holdinge esir edildiğini hiç kimse konuşmamıştır.
Eğer Merkez Bankası, ekonominin ihtiyaç duyduğu miktardaki TL’yi piyasaya vermiş olsaydı; reel ekonomi ayağa kalkacak ve Türkiye’nin iç borç gibi bir belası olmayacaktı. Üstelik, gelir dağılımı da, bu denli bozulmayacaktı.
Tutarsız ve hayali bir iddiada bulunmuyorum. İddiamın mesnedi vardır.
Merkez Bankası’nın üstlendiği görev gayet açıktır. İşte Merkez Bankası’nın görevi:
“T. C. Merkez Bankası, 1970 tarih ve 1211 sayılı yasaya göre emisyon ve kredi hacmini, ekonomik ihtiyaca uygun biçimde düzenlemekle görevlidir.
Merkez Bankası’nın çıkardığı para miktarı, ekonominin ihtiyacı düzeyinde kalmalı; fazla ya da eksik olmamalıdır.”
Bu görev çerçevesinde Merkez Bankası başkanına sormak lazımdır:
Acaba, Merkez Bankası, ekonominin ihtiyacı kadar kağıt parayı vermiş midir?
“Fazla ya da eksik olmamalıdır” ifadesinin gereğini yerine getirmiş midir?
Hangi ölçüye göre kağıt para miktarını belirlemiştir?
Gelişmiş Batı ülkelerinde tedavüldeki kağıt para miktarı, o ülkelerin milli gelirinin %10’u kadardır (en az). Acaba bizdeki uygulama nasıldır? Mukayeseli bir örnek vereyim:
Yıl 1981:
GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILA....................45 MİLYAR DOLAR
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ............................ .12,5 MİLYAR DOLAR
TEDAVÜLDEKİ TL MİKTARI................. .3,5 MİLYAR DOLAR
Yıl, 1999:
GAYRİ SAFİ MİLLİ HASILA....................210 MİLYAR DOLAR
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ............................ .60 MİLYAR DOLAR
TEDAVÜLDEKİ TL MİKTARI................ .3,4 MİLYAR DOLAR
Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, Merkez Bankası, görevini yerine getirmemiş. Yani, ekonominin ihtiyaç duyduğu miktardaki kağıt parayı vermemiş.
Bu gün piyasada 21 milyar dolar karşılığı kadar (en az) Türk Lirası olması gerekirken (11 katrilyon lira); bu gün tedavülde, 1,767 katrilyon lira TL vardır (Merkez Bankası’nın 28 Ekim 1999 tarihli verilerine göre).
Devletin rakamları incelendiğinde, bu görev ihmalinin 1987’de başladığı görülecektir.
Sayın Özkök;
Türk ekonomisindeki tedavi edilmez gibi görünen hastalığın asıl sebebi bu çarpıklıktır.
Görevliler, bu çarpıklığa çare bulup, düzgün bir para politikası ortaya koydukları gün, bu hastalık ortadan kalkacaktır.
Bilmem ki; methiye düzdüğünüz kişiler, bu işi başarabilirler mi?
Zira; bu iş, zor bir iştir. Bu işin önünde; münasebetlerinde ahlakı değil de, parayı ön planda tutan güç sahipleri vardır. Onları aşmak kolay değildir. Zaten; globalleştiğini iddia ettiğimiz ve globalleşmeyi de zoraki kabul ettiğimiz bugünkü dünyamızda; uluslar arası hukuk, Güç’e dayanmaktadır. Bu güç de, para ve silah gücünden oluşmaktadır.
Saygılarımla Hüsnü Akıncı
NOT:
1- Bu çarpıklığın usta oyuncuları, “faiz dışı bütçe fazlalık veriyor” sözü ile milleti aldatmaktadırlar.
2- Tedavüldeki TL miktarını, 20 yıldan beri 3-3.5 milyar dolar karşılığı kadar sabit tutmasını başaran bir güç nedir?
17 Ocak 2009 Cumartesi
Kredi kartları ve faiz.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 17 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Gerçek bir vatandaş size, duymak istemediklerinizi de söyler. Eğer size yardımcı olacaksa; ona, kızmanıza razı olur. Hem de, kızacağınızı bile, bile…
Bu gerçeğe istinaden bir konu hakkında görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.
Bir konuşmanızda; “Ne demek KREDİ KARTI mağduru? Parayı sınırsız kullanıyorsun, ondan sonra da ödemiyorsun. Sonra da kredi kartı mağduru oluyorsun, bu, nasıl iş? Kredi kartını kullanmada ciddi bir yanlışlık, haksızlık var.” İfadelerini kullandınız.
Evet; kredi kartlarında ciddi bir yanlışlık ve büyük bir haksızlık vardır. Ama; bu, vatandaşların sınırsız kullanması ve ölçüsüz tüketmesi sebebiyle değildir. Zaruretler, vatandaşları, “KREDİ KARTI MAĞDURU” yapmıştır. Üstelik bu durum, çok yüksek faiz aldıkları için, bankaların da işine gelmektedir. Şöyle ki:
Ticarî, sanayi kredileri dışında vatandaşlara, İHTİYAÇ (konut, otomobil, beyaz eşya, v.s. gibi), KREDİLİ MEVDUAT, yeni adı DESTEK HESAP kredileriyle, KREDİ KARTI kapıları açıktır.
İhtiyaç kredileri uzun vadelidir ve faizleri düşüktür. Ayrıca teminata (Kefil veya ipotek) tabidir. Örnek:
120 veya 180 ay vadeli konut ve otomobil kredilerinin faiz oranı aylık, yüzde 1,5’tir.
Kredili mevduat veya destek hesaplarındaki krediler çok kısa vadelidir (aylık faiz ödemeli, azami 3 ay) ve aylık faiz oranları yüzde 4,8’dir. Genellikle küçük tacir, esnaf ve sanatkâr tarafından yaygın olarak kullanılır. Bu krediler için genellikle teminat istenmez. Çünkü, yüksek faiz geliri için risk göze alınır.
Kredi kartlarına gelince; bankaların en çok geçit verdiği kredi türüdür. Zira; bu kredilerin faizleri çok yüksektir ve vadeleri çok kısadır. Aylık faiz oranı, yüzde 5.75; yıllık, yüzde 65-70’tir. Üstelik teminat aranmadığı için sokakta da dağıtılmaktadır. Ayrıca “çifte kavrulmuş” denilecek tarzda yüksek verimlidir. Şöyle ki:
Nakit çekişlerde aylık faize ilâveten yüzde 3 oranında “nakit çekim ücreti” adı altında ilâve faiz alınmaktadır. Buna ilâveten kredi kartı ile satış yapan büyük, küçük işletmeler; genellikle, nakit sıkışıklıkları sebebiyle tahsilâtlarını, süresini beklemeden erken olarak ilgili bankadan yaparlar ve bunun için de yine, yüzde 3 oranında bir faiz öderler. Dolayısıyla kredi kartı kullandıran bankalar, yıllık yüzde 100 oranını aşan bir faiz geliri elde ederler. Bu rakamlar, 2008 yılı ve bugün için geçerlidir. 2008’den evvel kredi kartları faizleri, yıllık yüzde 120 ile yüzde 180 arasında seyrediyordu.
Vatandaşların gelir azlığı, beklenmedik zarurî ihtiyaçları (hastalık, iş kaybı, eğitim harcamaları,) v.s. gibi sebeplerle, bir kredi kartı canavarı doğmuştur. Bugün, vatandaşların kredi kartı borçlarının 40 milyar liraya ulaştığı ifade edilmektedir. Uygulanan yüksek faizler sebebiyle borçlar katlanmakta, gelir yetersizliği sebebiyle de vatandaşlar, acze düşmektedirler.
Ödenmeyen kredi kartları borçları sebebiyle bugün, bankaları zora sokan bir durum yoktur. Çünkü; hâlen, yüksek oranlı faiz uygulaması devam etmektedir. Herkes bir düşünmelidir:
120 veya 180 ay vadeli konut kredilerine aylık yüzde 1,5 oranında faiz uygulanırken; çok kısa vadeli kredi kartlarına aylık, en düşük yüzde 5.75 oranında faiz uygulanmaktadır. Bunun anlamı; yoksul kesimden, varlıklı kesime rant aktarmaktır.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu durum karşısında hükümet olarak size düşen görev, bu müthiş haksızlığı önlemek ve yoksul kesimin haklarını korumaktır. Zira; hiç kimse keyfî olarak borçlanmaz ve zor duruma düşmek istemez. Bankaların icra takipleri o kadar acımasızdır ki; insanın kanını dondurur. Evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar gibi insanların vazgeçilmezi olan eşyaları kaldırılmaktadır. Bilgisizlikten dolayı mal beyanında bulunmayanlar, hapis cezasına çarptırılmaktadır. Etrafa karşı mahcubiyetin verdiği eziklik de işin, cabasıdır.
Bu sebeple sistemi sorgulayarak, geçerli tedbirleri bulmak ve yürürlüğe koymak zorundasınız. Bir inceleme yaptırsanız; yüksek faiz uygulanmadığı takdirde, bugün icraya ve acze düşen vatandaşların, bankalardan alacaklı olduğu gerçeğine ulaşırsınız. Ayrıca; kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa, banka bilânçolarının pek parlak olmayacağı gerçeğine ulaşmış olursunuz. Zayıf kesimi ezen ve varlıklı kesime büyük rantlar sağlayan bir bankacılık sistemimizin varlığını görmüş olursunuz.
Artık; Türkiye’nin 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği kabul edilmeli ve “PARA TİCARETİNE” dayalı bu çarpık RANT MODELİ sorgulanmalı ve de ÜRETKEN BİR EKONOMİ MODELİNE geçilmelidir. Aksi halde Türkiye, kalıcı bir ekonomik istikrara kavuşamayacak ve krizlerden kurtulamayacaktır. Zaten iktisat ilminin, hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek gerçek kuralı bellidir:
“ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE, POZİTİF YÜKSEK ORANLI REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SEKTÖRÜNÜ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR.”
Bugüne kadar bu kurala uyulmadığı; KUR*FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret bir RANT modeli uygulandığı için Türkiye ve Türk milleti zora düşmüştür. İç ve dış borçların, ödenen faizlerin, dış ticaret, cari ve bütçe açıklarının gerçek sebebi de, budur.
Bu sebeple; bir an için Başbakan olmadığınızı; emekli veya bir işçi ve memur olduğunuzu farz ederek, kredi kartları konusunu, olması gereken zeminde inceletmenizde, her bakımdan fayda vardır. Ayrıca bu tarz bir inceleme, yürürlükteki para ve ekonomi politikalarının yanlışlığını ortaya koyacaktır.
Bilgilerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 17 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Gerçek bir vatandaş size, duymak istemediklerinizi de söyler. Eğer size yardımcı olacaksa; ona, kızmanıza razı olur. Hem de, kızacağınızı bile, bile…
Bu gerçeğe istinaden bir konu hakkında görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.
Bir konuşmanızda; “Ne demek KREDİ KARTI mağduru? Parayı sınırsız kullanıyorsun, ondan sonra da ödemiyorsun. Sonra da kredi kartı mağduru oluyorsun, bu, nasıl iş? Kredi kartını kullanmada ciddi bir yanlışlık, haksızlık var.” İfadelerini kullandınız.
Evet; kredi kartlarında ciddi bir yanlışlık ve büyük bir haksızlık vardır. Ama; bu, vatandaşların sınırsız kullanması ve ölçüsüz tüketmesi sebebiyle değildir. Zaruretler, vatandaşları, “KREDİ KARTI MAĞDURU” yapmıştır. Üstelik bu durum, çok yüksek faiz aldıkları için, bankaların da işine gelmektedir. Şöyle ki:
Ticarî, sanayi kredileri dışında vatandaşlara, İHTİYAÇ (konut, otomobil, beyaz eşya, v.s. gibi), KREDİLİ MEVDUAT, yeni adı DESTEK HESAP kredileriyle, KREDİ KARTI kapıları açıktır.
İhtiyaç kredileri uzun vadelidir ve faizleri düşüktür. Ayrıca teminata (Kefil veya ipotek) tabidir. Örnek:
120 veya 180 ay vadeli konut ve otomobil kredilerinin faiz oranı aylık, yüzde 1,5’tir.
Kredili mevduat veya destek hesaplarındaki krediler çok kısa vadelidir (aylık faiz ödemeli, azami 3 ay) ve aylık faiz oranları yüzde 4,8’dir. Genellikle küçük tacir, esnaf ve sanatkâr tarafından yaygın olarak kullanılır. Bu krediler için genellikle teminat istenmez. Çünkü, yüksek faiz geliri için risk göze alınır.
Kredi kartlarına gelince; bankaların en çok geçit verdiği kredi türüdür. Zira; bu kredilerin faizleri çok yüksektir ve vadeleri çok kısadır. Aylık faiz oranı, yüzde 5.75; yıllık, yüzde 65-70’tir. Üstelik teminat aranmadığı için sokakta da dağıtılmaktadır. Ayrıca “çifte kavrulmuş” denilecek tarzda yüksek verimlidir. Şöyle ki:
Nakit çekişlerde aylık faize ilâveten yüzde 3 oranında “nakit çekim ücreti” adı altında ilâve faiz alınmaktadır. Buna ilâveten kredi kartı ile satış yapan büyük, küçük işletmeler; genellikle, nakit sıkışıklıkları sebebiyle tahsilâtlarını, süresini beklemeden erken olarak ilgili bankadan yaparlar ve bunun için de yine, yüzde 3 oranında bir faiz öderler. Dolayısıyla kredi kartı kullandıran bankalar, yıllık yüzde 100 oranını aşan bir faiz geliri elde ederler. Bu rakamlar, 2008 yılı ve bugün için geçerlidir. 2008’den evvel kredi kartları faizleri, yıllık yüzde 120 ile yüzde 180 arasında seyrediyordu.
Vatandaşların gelir azlığı, beklenmedik zarurî ihtiyaçları (hastalık, iş kaybı, eğitim harcamaları,) v.s. gibi sebeplerle, bir kredi kartı canavarı doğmuştur. Bugün, vatandaşların kredi kartı borçlarının 40 milyar liraya ulaştığı ifade edilmektedir. Uygulanan yüksek faizler sebebiyle borçlar katlanmakta, gelir yetersizliği sebebiyle de vatandaşlar, acze düşmektedirler.
Ödenmeyen kredi kartları borçları sebebiyle bugün, bankaları zora sokan bir durum yoktur. Çünkü; hâlen, yüksek oranlı faiz uygulaması devam etmektedir. Herkes bir düşünmelidir:
120 veya 180 ay vadeli konut kredilerine aylık yüzde 1,5 oranında faiz uygulanırken; çok kısa vadeli kredi kartlarına aylık, en düşük yüzde 5.75 oranında faiz uygulanmaktadır. Bunun anlamı; yoksul kesimden, varlıklı kesime rant aktarmaktır.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu durum karşısında hükümet olarak size düşen görev, bu müthiş haksızlığı önlemek ve yoksul kesimin haklarını korumaktır. Zira; hiç kimse keyfî olarak borçlanmaz ve zor duruma düşmek istemez. Bankaların icra takipleri o kadar acımasızdır ki; insanın kanını dondurur. Evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar gibi insanların vazgeçilmezi olan eşyaları kaldırılmaktadır. Bilgisizlikten dolayı mal beyanında bulunmayanlar, hapis cezasına çarptırılmaktadır. Etrafa karşı mahcubiyetin verdiği eziklik de işin, cabasıdır.
Bu sebeple sistemi sorgulayarak, geçerli tedbirleri bulmak ve yürürlüğe koymak zorundasınız. Bir inceleme yaptırsanız; yüksek faiz uygulanmadığı takdirde, bugün icraya ve acze düşen vatandaşların, bankalardan alacaklı olduğu gerçeğine ulaşırsınız. Ayrıca; kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa, banka bilânçolarının pek parlak olmayacağı gerçeğine ulaşmış olursunuz. Zayıf kesimi ezen ve varlıklı kesime büyük rantlar sağlayan bir bankacılık sistemimizin varlığını görmüş olursunuz.
Artık; Türkiye’nin 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği kabul edilmeli ve “PARA TİCARETİNE” dayalı bu çarpık RANT MODELİ sorgulanmalı ve de ÜRETKEN BİR EKONOMİ MODELİNE geçilmelidir. Aksi halde Türkiye, kalıcı bir ekonomik istikrara kavuşamayacak ve krizlerden kurtulamayacaktır. Zaten iktisat ilminin, hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek gerçek kuralı bellidir:
“ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE, POZİTİF YÜKSEK ORANLI REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SEKTÖRÜNÜ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR.”
Bugüne kadar bu kurala uyulmadığı; KUR*FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret bir RANT modeli uygulandığı için Türkiye ve Türk milleti zora düşmüştür. İç ve dış borçların, ödenen faizlerin, dış ticaret, cari ve bütçe açıklarının gerçek sebebi de, budur.
Bu sebeple; bir an için Başbakan olmadığınızı; emekli veya bir işçi ve memur olduğunuzu farz ederek, kredi kartları konusunu, olması gereken zeminde inceletmenizde, her bakımdan fayda vardır. Ayrıca bu tarz bir inceleme, yürürlükteki para ve ekonomi politikalarının yanlışlığını ortaya koyacaktır.
Bilgilerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
15 Ocak 2009 Perşembe
Kim, ne yapmak istiyor?
Sayın Hasan CEMAL
Milliyet Gazetesi Yazarı 15 Ocak 2009
Sayın Cemal;
Okuduğum bir kitaptan bir bölüm sunuyorum:
“Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiyeye’deki ANKARA ORDUEVİ’nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması’nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas’ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…”
Bu satırları sizin yazdığınız “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabınızdan aldım.
Belli ki; Türkiye’de meydana getirilen ve devlet birimleriyle ve Silâhlı Kuvvetleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan tertip, provokasyon ve husumetleri çok iyi bilmektesiniz. Vaktiyle içinde yer aldığınız tertip, provokasyon ve husumetlerin gerçek hedefinin askerleri kışkırtarak bir darbe yaptırmak olduğunu, itiraf etmişsiniz.
Merak ediyorum:
O günlerde sizinle birlikte hareket edenler, bugün, ne yapmaktadırlar ve nerelerdedirler?
Sizleri, darbe ortamının oluşması için kullananlar kimlerdi ve darbelerdeki hedefleri neydi?
Geçmişte yaşanan darbelerin veya müdahalelerin asıl amaç ve hedefleri neydi? Evet; darbeler ve müdahalelerle Türkiye, çok şey kaybetmiştir. Ama; bu olayların bir kazananı veya kazananları olmalıdır. Kazanan veya kazananlar kimlerdir?
EN ÖNEMLİSİ: Bugün darbe isteyenler ve darbe ortamını hazırlamak için çalışanlar kimlerdir? Misyon yükleyenler ve misyon yüklenenler, hangi ülkelerin kontrolündedir? Bugün siz ve arkadaşlarınız, neler yapmaktasınız? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; bildiklerim, takım halinde “KONTRGERİLLA” ifadelerini kullanarak yine ASKERLERİ tahrik etme gayretine girmişlerdir.
“Altmışsekiz Kuşağı” diye adlandırılan o günün MİSYONERLERİ, 28 ŞUBAT “Millî Güvenlik Kurulu Kararları’nı” dillerine dolayarak, o gün başaramadıklarını, yani, yaptıramadıkları DARBEYİ, bugün yaptırabilmek için, âdetâ çırpınmaktadırlar. Bu role de; kimin veya kimler için soyunduklarını da, ancak, kendileri bilmektedirler.
Kitabınızı okuyanlar, yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu zannederler. Ben, asla böyle düşünmüyorum. Hele; 14 Ocak 2009 tarihli “KONTRGERİLLA, SUSURLUK, SARIKIZ, AYIŞIĞI ve ERGENEKON NOTLARI” başlığını taşıyan yazınızı okuyunca, aksini düşünmem mümkün değildir.
Tuncay Güney gibi bir kişinin, Türkiye’nin gündemini belirlediği bir ortamda; geçmişte kaos, terör, provokasyon ve tertiplerde görev alanların, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek yüklendikleri MİSYONLARININ gereğini yapacakları kuvvetle muhtemeldir. Yine, söz konusu kitabınızdan örnek vereyim:
“MUSTAFA KUSEYRİ’NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü!”. Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak’taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
“Bak Hasan!” dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, “KUSEYRİ’Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş..”
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci’ye, Siyasal Bilgiler’in yanındaki Basın-Yayın’a gittim. Dışarıda öğrenciler, “KAHROLSUN FAŞİSTLER!” diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat’ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek’in “Beyaz” Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da, “ANAYASA’YA SAYGI” yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!”
Sayın; CEMAL;
KÜRESL SERMAYE’nin Ortadoğu’da, yeni bir yapılanma oluşturduğu günümüzde, bir takım senaryolar uydurularak ve bazı kişiler kullanılarak meydana getirilen olaylar üzerine; geçmişteki yaşananları gerçek yönleriyle değerlendirmeyerek, ASKERLERİ hedef alan yazılar yazmanızdaki sırrı, bir türlü çözemedim. Ne yapmak istediğinizi de, gerçekten anlayamadım.
Sahi, sizin ve sizin gibi düşünenlerin maksat ve hedefleri nedir?
Samimi olarak ifade ediyorum: Beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum. Bunu istemek de, en tabii hakkımdır. Zira; yazdığınız köşe, gerçekte benim ve okuyucularınızın köşesidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı,
Milliyet Gazetesi Yazarı 15 Ocak 2009
Sayın Cemal;
Okuduğum bir kitaptan bir bölüm sunuyorum:
“Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiyeye’deki ANKARA ORDUEVİ’nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması’nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas’ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…”
Bu satırları sizin yazdığınız “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabınızdan aldım.
Belli ki; Türkiye’de meydana getirilen ve devlet birimleriyle ve Silâhlı Kuvvetleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan tertip, provokasyon ve husumetleri çok iyi bilmektesiniz. Vaktiyle içinde yer aldığınız tertip, provokasyon ve husumetlerin gerçek hedefinin askerleri kışkırtarak bir darbe yaptırmak olduğunu, itiraf etmişsiniz.
Merak ediyorum:
O günlerde sizinle birlikte hareket edenler, bugün, ne yapmaktadırlar ve nerelerdedirler?
Sizleri, darbe ortamının oluşması için kullananlar kimlerdi ve darbelerdeki hedefleri neydi?
Geçmişte yaşanan darbelerin veya müdahalelerin asıl amaç ve hedefleri neydi? Evet; darbeler ve müdahalelerle Türkiye, çok şey kaybetmiştir. Ama; bu olayların bir kazananı veya kazananları olmalıdır. Kazanan veya kazananlar kimlerdir?
EN ÖNEMLİSİ: Bugün darbe isteyenler ve darbe ortamını hazırlamak için çalışanlar kimlerdir? Misyon yükleyenler ve misyon yüklenenler, hangi ülkelerin kontrolündedir? Bugün siz ve arkadaşlarınız, neler yapmaktasınız? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; bildiklerim, takım halinde “KONTRGERİLLA” ifadelerini kullanarak yine ASKERLERİ tahrik etme gayretine girmişlerdir.
“Altmışsekiz Kuşağı” diye adlandırılan o günün MİSYONERLERİ, 28 ŞUBAT “Millî Güvenlik Kurulu Kararları’nı” dillerine dolayarak, o gün başaramadıklarını, yani, yaptıramadıkları DARBEYİ, bugün yaptırabilmek için, âdetâ çırpınmaktadırlar. Bu role de; kimin veya kimler için soyunduklarını da, ancak, kendileri bilmektedirler.
Kitabınızı okuyanlar, yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu zannederler. Ben, asla böyle düşünmüyorum. Hele; 14 Ocak 2009 tarihli “KONTRGERİLLA, SUSURLUK, SARIKIZ, AYIŞIĞI ve ERGENEKON NOTLARI” başlığını taşıyan yazınızı okuyunca, aksini düşünmem mümkün değildir.
Tuncay Güney gibi bir kişinin, Türkiye’nin gündemini belirlediği bir ortamda; geçmişte kaos, terör, provokasyon ve tertiplerde görev alanların, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek yüklendikleri MİSYONLARININ gereğini yapacakları kuvvetle muhtemeldir. Yine, söz konusu kitabınızdan örnek vereyim:
“MUSTAFA KUSEYRİ’NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü!”. Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak’taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
“Bak Hasan!” dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, “KUSEYRİ’Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş..”
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci’ye, Siyasal Bilgiler’in yanındaki Basın-Yayın’a gittim. Dışarıda öğrenciler, “KAHROLSUN FAŞİSTLER!” diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat’ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek’in “Beyaz” Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da, “ANAYASA’YA SAYGI” yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!”
Sayın; CEMAL;
KÜRESL SERMAYE’nin Ortadoğu’da, yeni bir yapılanma oluşturduğu günümüzde, bir takım senaryolar uydurularak ve bazı kişiler kullanılarak meydana getirilen olaylar üzerine; geçmişteki yaşananları gerçek yönleriyle değerlendirmeyerek, ASKERLERİ hedef alan yazılar yazmanızdaki sırrı, bir türlü çözemedim. Ne yapmak istediğinizi de, gerçekten anlayamadım.
Sahi, sizin ve sizin gibi düşünenlerin maksat ve hedefleri nedir?
Samimi olarak ifade ediyorum: Beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum. Bunu istemek de, en tabii hakkımdır. Zira; yazdığınız köşe, gerçekte benim ve okuyucularınızın köşesidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı,
12 Ocak 2009 Pazartesi
İktidar ve kuvvetler ayrılığı
Sayın Cemil ÇİÇEK
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 12 Ocak 2009
Sayın BAKAN;
Devlet, bir kavramdır ve bizatihi varlığı yoktur. Devletin organları, kurumları ve kuruluşları vardır. DEVLETİN, ilmî tarifi de bellidir:
BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYSÎ BİR TOPLULUK.
Demokratik bir devletin en önemli organları, YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI ORGANLARIDIR.
Devleti işletme görevi de, yürütmeye, yani HÜKÜMETLERE aittir. Hükümetler bu görevi, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre yapmak zorundadırlar. Bu yapılmadığı takdirde; DEVLETİN, SAHİPSİ; HALKIN DA, DEVLETSİZ kalacağı kesindir.
Bugün Türkiye, rahatsız ve sancılıdır. Bunun sebebi de; DEVLETİN ve REJİMİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememiş olmasındandır. Bu; bugüne ait bir eksiklik de değildir. Son 28 yıl zarfında ülkeyi idare eden iktidarların eksikliği veya duyarsızlığıdır. Bu dönem zarfında siyasî iktidarlar; seçim sistemindeki ve Siyasî Partiler Kanunundaki çarpıklıklar sebebiyle DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek hevesine kapılmışlardır. Bu sebeple de muhtaç olduğumuz SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ORTAMI sağlanamamış; DEVLETİN organları, kurumları ve kuruluşları arasındaki AHENK bozulmuştur. Açık ifadeyle; KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ terk edilmiştir.
Ne acıdır ki; güçlü iktidarlar dahî, bu perişanlığı giderecek çareleri aramamışlar ve çarpık bu modelden faydalanma yollarını tercih etmişlerdir. Açık ifadeyle; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatör” konumuna getiren ÇARPIK DEMOKRASİ modelinden, GERÇEK BİR DEMOKRASİYE geçmeyi, en güçlü iktidarlar dahî düşünmemişlerdir veya istememişlerdir.
Sayın BAKAN;
Türkiye’nin gündemini işgâl eden olaylar sebebiyle meydana gelen huzursuzlukları, kurumlar arasındaki ahenksizlikleri, hiç kimse hafife almamalıdır ve her şeyin düzgün gittiği de zannedilmemelidir. Zirâ; Türkiye, coğrafî konumunun özellikleri sebebiyle, dış ve dış odaklarla işbirliği yapan iç odakların husumetlerine maruzdur. Dün böyleydi, bugün de böyledir ve yarın da böyle olacaktır. Çünkü Türkiye; KÜRESEL BİR PROJENİN parçasıdır. KIBRIS, KERKÜK VE BARZANİ kıskacındadır. Hiç beklenmeyen bir anda siyasî, iktisadî bir büyük bunalım, ufkumuzu karartıverir.
Bunalıma meydan vermemek, bunalım sebebi olmamak ve DEVLETİ, olması gereken biçimde ahenk içinde çalıştırmak; iktidarınızın, bu ülkeye yapabileceği en büyük hizmeti olacaktır. Bunu da, muhalefete tahammül ederek, uyarıları dikkate alarak, Türkiye’nin geçmişini reddetmeyerek, siyasî amaç uğruna gerginlik yaratmayarak ve ADÂLETİ SAĞLAYARAK ve de ÖVENLERDEN ZİYADE, ELEŞTİRENLERİN SÖZLERİNE önem vererek başarabilirsiniz. Doğruyu gören, düşünmesini bilen, ikbal ve ödül beklemeden REJİME VE DEVLETE SAHİPLİLİK BİLGİ VE ŞUURU TAŞIYAN insanların sözleri ve halleri tedirginlik yaratmamalıdır ve bu kişiler, “Başıma bir iş gelir mi” endişesine düşürülmemelidirler.
Uzun yıllardan beri siyasetin içinde bulunmanız ve Devletin önemli makamlarında görev yapmanız sebebiyle, devleti iyi tanıdığınıza inanarak bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Taraftarınızmış gibi görünen medyanın, taraflı yayınlarının, neyi hedef aldığını ve hangi KURUMA husumet yönelttiğini anladığınızı zannetmekteyim.
Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından izleyen; neyin, nasıl ve niçin yapıldığını iyi anlayan; tarih hafızasına sahip olan bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
O216-4181726
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 12 Ocak 2009
Sayın BAKAN;
Devlet, bir kavramdır ve bizatihi varlığı yoktur. Devletin organları, kurumları ve kuruluşları vardır. DEVLETİN, ilmî tarifi de bellidir:
BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYSÎ BİR TOPLULUK.
Demokratik bir devletin en önemli organları, YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI ORGANLARIDIR.
Devleti işletme görevi de, yürütmeye, yani HÜKÜMETLERE aittir. Hükümetler bu görevi, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre yapmak zorundadırlar. Bu yapılmadığı takdirde; DEVLETİN, SAHİPSİ; HALKIN DA, DEVLETSİZ kalacağı kesindir.
Bugün Türkiye, rahatsız ve sancılıdır. Bunun sebebi de; DEVLETİN ve REJİMİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilememiş olmasındandır. Bu; bugüne ait bir eksiklik de değildir. Son 28 yıl zarfında ülkeyi idare eden iktidarların eksikliği veya duyarsızlığıdır. Bu dönem zarfında siyasî iktidarlar; seçim sistemindeki ve Siyasî Partiler Kanunundaki çarpıklıklar sebebiyle DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek hevesine kapılmışlardır. Bu sebeple de muhtaç olduğumuz SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ORTAMI sağlanamamış; DEVLETİN organları, kurumları ve kuruluşları arasındaki AHENK bozulmuştur. Açık ifadeyle; KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ terk edilmiştir.
Ne acıdır ki; güçlü iktidarlar dahî, bu perişanlığı giderecek çareleri aramamışlar ve çarpık bu modelden faydalanma yollarını tercih etmişlerdir. Açık ifadeyle; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatör” konumuna getiren ÇARPIK DEMOKRASİ modelinden, GERÇEK BİR DEMOKRASİYE geçmeyi, en güçlü iktidarlar dahî düşünmemişlerdir veya istememişlerdir.
Sayın BAKAN;
Türkiye’nin gündemini işgâl eden olaylar sebebiyle meydana gelen huzursuzlukları, kurumlar arasındaki ahenksizlikleri, hiç kimse hafife almamalıdır ve her şeyin düzgün gittiği de zannedilmemelidir. Zirâ; Türkiye, coğrafî konumunun özellikleri sebebiyle, dış ve dış odaklarla işbirliği yapan iç odakların husumetlerine maruzdur. Dün böyleydi, bugün de böyledir ve yarın da böyle olacaktır. Çünkü Türkiye; KÜRESEL BİR PROJENİN parçasıdır. KIBRIS, KERKÜK VE BARZANİ kıskacındadır. Hiç beklenmeyen bir anda siyasî, iktisadî bir büyük bunalım, ufkumuzu karartıverir.
Bunalıma meydan vermemek, bunalım sebebi olmamak ve DEVLETİ, olması gereken biçimde ahenk içinde çalıştırmak; iktidarınızın, bu ülkeye yapabileceği en büyük hizmeti olacaktır. Bunu da, muhalefete tahammül ederek, uyarıları dikkate alarak, Türkiye’nin geçmişini reddetmeyerek, siyasî amaç uğruna gerginlik yaratmayarak ve ADÂLETİ SAĞLAYARAK ve de ÖVENLERDEN ZİYADE, ELEŞTİRENLERİN SÖZLERİNE önem vererek başarabilirsiniz. Doğruyu gören, düşünmesini bilen, ikbal ve ödül beklemeden REJİME VE DEVLETE SAHİPLİLİK BİLGİ VE ŞUURU TAŞIYAN insanların sözleri ve halleri tedirginlik yaratmamalıdır ve bu kişiler, “Başıma bir iş gelir mi” endişesine düşürülmemelidirler.
Uzun yıllardan beri siyasetin içinde bulunmanız ve Devletin önemli makamlarında görev yapmanız sebebiyle, devleti iyi tanıdığınıza inanarak bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Taraftarınızmış gibi görünen medyanın, taraflı yayınlarının, neyi hedef aldığını ve hangi KURUMA husumet yönelttiğini anladığınızı zannetmekteyim.
Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından izleyen; neyin, nasıl ve niçin yapıldığını iyi anlayan; tarih hafızasına sahip olan bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
O216-4181726
6 Ocak 2009 Salı
2002'den sonra
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 6 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin 6 Ocak 2009 tarihli grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Ülke meselelerinden ziyade, siyasi propaganda amaçlı kabul ettiğim konuşmanızın bir bölümünde; bu ülkeyi, 6 sene evvel çok kötü vaziyette devraldığınızı ifade ettiniz.
Ülke meselelerini yakından ve çok dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak, bu ifadenize itirazım vardır. Zirâ; 6 sene evvel bu ülkenin durumu, bugüne göre çok daha iyiydi. Gerçek anlamda mukayese yapabilenler, bu geçeği, çok net olarak görürler.
İç ve dış borçlardaki artış, işsizliğin ve fukaralığın yaygınlaşması, ürkütücü dış ticaret açığı, ülkeyi risk altına sokan carî açık, vatandaşlarımızın borç batağına saplanması, tarım ve hayvancılığın perişanlığı, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizin yabancıların eline geçmesi, sıcak para rantının büyüklüğü, kötü durumu tescil eden en önemli göstergelerdir.
Evet; alışveriş merkezleri, gökdelenler, şehircilikteki bazı düzenlemeler, parlak görüntüler verse de; bu, gerçekleri değiştirmeye ve halkı mutlu etmeye yetmez. Eninde sonunda gerçekler ortaya çıkacak ve iktidarınızı zora sokacaktır. Zira; iktidarınız, iç ve dış husumet odakları tarafından FİNANS SEKTÖRÜNDE bilinçli ve bir hedefe yönelik olarak yaratılan 2001 KRİZİNİ, iyi analiz edememiş ve gerçek anlamda ÜRETKEN BİR EKONOMİ modeli kuramamıştır.
Bulunduğumuz coğrafyada Türkiye’nin konumu çok önemlidir. Bu sebeple de Türkiye, siyasî, askerî ve iktisadî açıdan dâimâ iç ve dış husûmetlere maruz kalmıştır. Siyasî ve iktisadî bütün krizlerin ve istikrarsızlıkların sebebi de budur. Bu sebeple de; istikrarsızlıkları ve krizlerin ardındaki gerçekleri göremeyenler ve analiz edemeyenler, dâimâ yanılmışlardır. Maalesef, iktidarınız da bu hususta yanılmış ve geçmişi kötüleme yolunu seçmiştir.
Evet; hangi sebebe bağlanırsa bağlansın, seçimlerde aldığınız netice, iktidarınızı güçlü kılmıştır. Ama; unutulmamalıdır ki; güç, yozlaştırır. Mutlak güç ise, mutlaka yozlaştırır. Bu ifademle, zatınızı kast etmiyorum; sizin dirayet ve gücünüzden yararlanmak isteyen kişileri kast ediyorum. Ki; bu kişilerin, nerede ve neler yaptıklarını bilmenize imkân yoktur. Haber verilirse bilebilirsiniz. Tarihen de sabittir: Her Başbakan için HASSÂ takımı kadar belâlı bir şey yoktur. Onlar, servet edinmenin yolunu gayet kolay bulurlar. Servet edinmenin iki yolu vardır; biri üretim, öteki soygunculuktur. Bir örnek arz edeyim:
TOKİ, hemen, hemen her vilâyette konut üretmektedir. Adapazarı’nda da konut inşa etmiştir. Dikkatimi çekti:
TOKİ, Kat Mülkiyeti Kanunu gereği geçici bir site yönetimi oluşturmuştur. Bu yıl için bütçe tasarlamış ve her daireden 285 lira avans, ve her ay için 58 lira aidât talep etmektedir. Bir de İlân asılmıştır. Bu ilânda, “SİTEMİZİN YÖNETİMİ, BOĞAZİÇİ A.Ş. tarafından yürütülmektedir.” Merak edilir:
BOĞAZİÇİ A.Ş. nasıl bir şirkettir ve merkezi neresidir?
Bu şirketin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile bir ilgisi var mıdır?
Bu oluşumdan RANT sağlayanlar olabilir mi?
Kat Mülkiyeti Kanununa göre yönetim oluşturmak zorunludur. Bu iş, kat maliklerine niçin bırakılmamıştır.?
En önemlisi: böyle bir faaliyet, Türkiye geneli için de geçerli midir?
Kişisel merakım da şudur:
Başbakan olarak, BOĞAZİÇİ A:Ş:’den haberiniz var mıdır?
Sayın Başbakan;
Bugünkü konuşmanızın bir bölümünde; herkesin vicdanını sızlatan Filistin’deki faciâ sebebiyle, önümüzdeki CUMA günü camilerde yardım kampanyası açılacağını ilân ettiniz ve vatandaşları yardıma davet ettiniz.
Camilerdeki yardımlar, makbuzsuz toplanmaktadır. Bu insanî davetinizden rant sağlamak isteyenler çıkarsa; bunu önleyecek tedbiriniz nedir? Adapazarı depreminde toplanan yardımların, yağmalandığına şahit olduğum için bu soruyu, özellikle sordum. Bizatihi, herkesi kontrol etme imkânınız olmadığına göre, televizyondaki davetinizi yapmasaydınız; acaba, daha isabetli olmaz mıydı?
Bu mektubum, eleştiri değildir. Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 6 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin 6 Ocak 2009 tarihli grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Ülke meselelerinden ziyade, siyasi propaganda amaçlı kabul ettiğim konuşmanızın bir bölümünde; bu ülkeyi, 6 sene evvel çok kötü vaziyette devraldığınızı ifade ettiniz.
Ülke meselelerini yakından ve çok dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak, bu ifadenize itirazım vardır. Zirâ; 6 sene evvel bu ülkenin durumu, bugüne göre çok daha iyiydi. Gerçek anlamda mukayese yapabilenler, bu geçeği, çok net olarak görürler.
İç ve dış borçlardaki artış, işsizliğin ve fukaralığın yaygınlaşması, ürkütücü dış ticaret açığı, ülkeyi risk altına sokan carî açık, vatandaşlarımızın borç batağına saplanması, tarım ve hayvancılığın perişanlığı, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizin yabancıların eline geçmesi, sıcak para rantının büyüklüğü, kötü durumu tescil eden en önemli göstergelerdir.
Evet; alışveriş merkezleri, gökdelenler, şehircilikteki bazı düzenlemeler, parlak görüntüler verse de; bu, gerçekleri değiştirmeye ve halkı mutlu etmeye yetmez. Eninde sonunda gerçekler ortaya çıkacak ve iktidarınızı zora sokacaktır. Zira; iktidarınız, iç ve dış husumet odakları tarafından FİNANS SEKTÖRÜNDE bilinçli ve bir hedefe yönelik olarak yaratılan 2001 KRİZİNİ, iyi analiz edememiş ve gerçek anlamda ÜRETKEN BİR EKONOMİ modeli kuramamıştır.
Bulunduğumuz coğrafyada Türkiye’nin konumu çok önemlidir. Bu sebeple de Türkiye, siyasî, askerî ve iktisadî açıdan dâimâ iç ve dış husûmetlere maruz kalmıştır. Siyasî ve iktisadî bütün krizlerin ve istikrarsızlıkların sebebi de budur. Bu sebeple de; istikrarsızlıkları ve krizlerin ardındaki gerçekleri göremeyenler ve analiz edemeyenler, dâimâ yanılmışlardır. Maalesef, iktidarınız da bu hususta yanılmış ve geçmişi kötüleme yolunu seçmiştir.
Evet; hangi sebebe bağlanırsa bağlansın, seçimlerde aldığınız netice, iktidarınızı güçlü kılmıştır. Ama; unutulmamalıdır ki; güç, yozlaştırır. Mutlak güç ise, mutlaka yozlaştırır. Bu ifademle, zatınızı kast etmiyorum; sizin dirayet ve gücünüzden yararlanmak isteyen kişileri kast ediyorum. Ki; bu kişilerin, nerede ve neler yaptıklarını bilmenize imkân yoktur. Haber verilirse bilebilirsiniz. Tarihen de sabittir: Her Başbakan için HASSÂ takımı kadar belâlı bir şey yoktur. Onlar, servet edinmenin yolunu gayet kolay bulurlar. Servet edinmenin iki yolu vardır; biri üretim, öteki soygunculuktur. Bir örnek arz edeyim:
TOKİ, hemen, hemen her vilâyette konut üretmektedir. Adapazarı’nda da konut inşa etmiştir. Dikkatimi çekti:
TOKİ, Kat Mülkiyeti Kanunu gereği geçici bir site yönetimi oluşturmuştur. Bu yıl için bütçe tasarlamış ve her daireden 285 lira avans, ve her ay için 58 lira aidât talep etmektedir. Bir de İlân asılmıştır. Bu ilânda, “SİTEMİZİN YÖNETİMİ, BOĞAZİÇİ A.Ş. tarafından yürütülmektedir.” Merak edilir:
BOĞAZİÇİ A.Ş. nasıl bir şirkettir ve merkezi neresidir?
Bu şirketin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile bir ilgisi var mıdır?
Bu oluşumdan RANT sağlayanlar olabilir mi?
Kat Mülkiyeti Kanununa göre yönetim oluşturmak zorunludur. Bu iş, kat maliklerine niçin bırakılmamıştır.?
En önemlisi: böyle bir faaliyet, Türkiye geneli için de geçerli midir?
Kişisel merakım da şudur:
Başbakan olarak, BOĞAZİÇİ A:Ş:’den haberiniz var mıdır?
Sayın Başbakan;
Bugünkü konuşmanızın bir bölümünde; herkesin vicdanını sızlatan Filistin’deki faciâ sebebiyle, önümüzdeki CUMA günü camilerde yardım kampanyası açılacağını ilân ettiniz ve vatandaşları yardıma davet ettiniz.
Camilerdeki yardımlar, makbuzsuz toplanmaktadır. Bu insanî davetinizden rant sağlamak isteyenler çıkarsa; bunu önleyecek tedbiriniz nedir? Adapazarı depreminde toplanan yardımların, yağmalandığına şahit olduğum için bu soruyu, özellikle sordum. Bizatihi, herkesi kontrol etme imkânınız olmadığına göre, televizyondaki davetinizi yapmasaydınız; acaba, daha isabetli olmaz mıydı?
Bu mektubum, eleştiri değildir. Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
2 Ocak 2009 Cuma
Kaldırım ve Bordür Taşları.
Sayın Uğur DÜNDAR
Arena Programı 1 Ocak 2009
Sayın DÜNDAR;
Siyasetten rant sağlayanlar bir kenara itilebilse ve ülkenin ve milletin çıkarları için siyaset yapanlar ortaya çıkarılıp desteklense; herhalde, dünya coğrafyası üzerinde çok önemli konumu olan Türkiye, ekonomik yönden Avrupa’nın en güçlü ülkesi olur.
Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da bazı belediye başkanı adaylarını takdim ederken yaptığı konuşmasının bir bölümünde; “AKP’li belediyeler, şehirciliği biliyorlar. Şehirleri pırıl, pırıl yaptılar. Dönemimizde şu kadar kaldırım ve bordür taşı döşedik. Bunun için de Ankara Belediyesi iki büyük kaldırım ve bordür taşı fabrikası kurdu” ifadesini kullanmıştır.
Basın arşivlerinde mevcuttur.
Tayyip Bey Başbakan olduğu zaman belediyelere, “Kaldırımlara asfalt dökmeyin, taş döşeyin. Bu sayede isdihdam yaratmış olursunuz” talimatını vermişti.
Bunun üzerine belediyeler taş döşeme yarışına girdiler. Hattâ, Çin’den ithal edilen ve çok kısa zaman zarfında kırılan granite benzer taşlar kaldırımlarımızı süslemeye başlamıştı. Sürekli yayınlar sebebiyle İstiklâl Caddesi’ne döşenen bu taşlar sökülmüştü. Yine herkesin dikkatini çekmiştir:
Kaldırımlar iki senede bir yenilenmektedir. Üstelik;bütün şehirlerimizdeki kaldırım ve bordür taşları aynı modeldir.
Bu model birliğinin nasıl sağlandığını hep merak ederdim. Bu merakımı da bugün, Başbakan Erdoğan giderdi ve Ankara Belediyesi’nin kaldırım ve bordür taşı fabrikalarından bahsetti.
Bunları düşünürken birden bire, Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok’un 2 Aralık 2008 tarihinde Flash Tv.’de konuk olduğu Yılmaz Tunca’nın programında söylediği sözleri aklıma geldi. Altınok, büyükşehir belediyeleri ile bunlara ait Belediye Şirketlerinin (BİT) denetlenmesi gerektiğini söyleyerek, bu sayede belediye kaynaklarının gerçek yatırımlara dönüşeceğini ve yolsuzlukların önleneceğini, net bir şekilde ifade etti. Hattâ kendi belediyesinden örnekler vererek, büyük hizmetler verdiğini ve buna karşılık belediyenin hiç borcu olmadığını belirtti.
Bu gelişmeler, gerçekten düşündürücüdür. Şöyle ki:
Taşları Ankara belediyesi üretiyor. Acaba bu fabrikalar kum, çimento, çakıl gibi girdileri nereden ve nasıl alıyor?
Bu taşları, ilgili belediyelere kim naklediyor? Bu büyük iş için nasıl bir organizasyon yapılmıştır?
Bu işlerin asıl yüklenicileri kimlerdir? Taşeronlar kullanılmakta mıdır? İşin herhangi bir safhasında ihale yapılmakta mıdır? Bildiğim kadarı ile belediye şirketleri, ihaleye tabi değildir. Bu sayede, yandaş yeni zenginler türetilmiş midir? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; simitçi tezgâhı olayı, seyyar simitçilerin dahî, gizli patronlarının olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Aynen, kestane tezgâhlarında olduğu gibi.
Kestane tezgâhları sözüm kimseyi şaşırtmamalıdır. Konuyu biraz açayım:
Marmara Depremi’nden sonra Adapazarı’ndan İstanbul’a gelince, kestane tezgâhları dikkatimi çekti. Zira; İstanbul’un hangi semtinde olursa olsun, tam bir fiyat standardizasyonunun sağlanmış olduğunu gördüm. Araştırdım, soruşturdum; Kestane tezgâhlarının da kartel oluşturan patronları olduğunu, satıcıların günlük ücretle çalıştıklarını öğrendim. Fiyat tekliğini sağlamak için öylesine katı kurallar konmuştur ki; sabahları zimmetle teslim edilen kestaneler, akşamları yine zimmetle iade ediliyormuş. Eksik çıkması halinde bedeli, çalışanlardan alınıyormuş.
Şimdi, sorulması gereken soruya geliyorum:
Basit işlerde (seyyar satıcı, simitçi, kestaneci, pazarcı, tuvaletler, v.s. gibi) rant organizasyonları gerçekleştirenler, acaba, büyük işlerde neler yapmazlar? Bordür ve kaldırım taşları, kömür ve dağıtım ve nakliye işleri, erzak mubayaası ve nakliyeleri, un alımları ve ekmek dağıtımları, Beltur’a ait işletmelerin mubayaa ve nakliyeleri, v.s gibi saymakla bitiremeyeceğimiz işler hakkında, niçin rant kapıları yaratılmasın!
Maksadımı anlattığımı zannediyorum.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Arena Programı 1 Ocak 2009
Sayın DÜNDAR;
Siyasetten rant sağlayanlar bir kenara itilebilse ve ülkenin ve milletin çıkarları için siyaset yapanlar ortaya çıkarılıp desteklense; herhalde, dünya coğrafyası üzerinde çok önemli konumu olan Türkiye, ekonomik yönden Avrupa’nın en güçlü ülkesi olur.
Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da bazı belediye başkanı adaylarını takdim ederken yaptığı konuşmasının bir bölümünde; “AKP’li belediyeler, şehirciliği biliyorlar. Şehirleri pırıl, pırıl yaptılar. Dönemimizde şu kadar kaldırım ve bordür taşı döşedik. Bunun için de Ankara Belediyesi iki büyük kaldırım ve bordür taşı fabrikası kurdu” ifadesini kullanmıştır.
Basın arşivlerinde mevcuttur.
Tayyip Bey Başbakan olduğu zaman belediyelere, “Kaldırımlara asfalt dökmeyin, taş döşeyin. Bu sayede isdihdam yaratmış olursunuz” talimatını vermişti.
Bunun üzerine belediyeler taş döşeme yarışına girdiler. Hattâ, Çin’den ithal edilen ve çok kısa zaman zarfında kırılan granite benzer taşlar kaldırımlarımızı süslemeye başlamıştı. Sürekli yayınlar sebebiyle İstiklâl Caddesi’ne döşenen bu taşlar sökülmüştü. Yine herkesin dikkatini çekmiştir:
Kaldırımlar iki senede bir yenilenmektedir. Üstelik;bütün şehirlerimizdeki kaldırım ve bordür taşları aynı modeldir.
Bu model birliğinin nasıl sağlandığını hep merak ederdim. Bu merakımı da bugün, Başbakan Erdoğan giderdi ve Ankara Belediyesi’nin kaldırım ve bordür taşı fabrikalarından bahsetti.
Bunları düşünürken birden bire, Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok’un 2 Aralık 2008 tarihinde Flash Tv.’de konuk olduğu Yılmaz Tunca’nın programında söylediği sözleri aklıma geldi. Altınok, büyükşehir belediyeleri ile bunlara ait Belediye Şirketlerinin (BİT) denetlenmesi gerektiğini söyleyerek, bu sayede belediye kaynaklarının gerçek yatırımlara dönüşeceğini ve yolsuzlukların önleneceğini, net bir şekilde ifade etti. Hattâ kendi belediyesinden örnekler vererek, büyük hizmetler verdiğini ve buna karşılık belediyenin hiç borcu olmadığını belirtti.
Bu gelişmeler, gerçekten düşündürücüdür. Şöyle ki:
Taşları Ankara belediyesi üretiyor. Acaba bu fabrikalar kum, çimento, çakıl gibi girdileri nereden ve nasıl alıyor?
Bu taşları, ilgili belediyelere kim naklediyor? Bu büyük iş için nasıl bir organizasyon yapılmıştır?
Bu işlerin asıl yüklenicileri kimlerdir? Taşeronlar kullanılmakta mıdır? İşin herhangi bir safhasında ihale yapılmakta mıdır? Bildiğim kadarı ile belediye şirketleri, ihaleye tabi değildir. Bu sayede, yandaş yeni zenginler türetilmiş midir? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; simitçi tezgâhı olayı, seyyar simitçilerin dahî, gizli patronlarının olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Aynen, kestane tezgâhlarında olduğu gibi.
Kestane tezgâhları sözüm kimseyi şaşırtmamalıdır. Konuyu biraz açayım:
Marmara Depremi’nden sonra Adapazarı’ndan İstanbul’a gelince, kestane tezgâhları dikkatimi çekti. Zira; İstanbul’un hangi semtinde olursa olsun, tam bir fiyat standardizasyonunun sağlanmış olduğunu gördüm. Araştırdım, soruşturdum; Kestane tezgâhlarının da kartel oluşturan patronları olduğunu, satıcıların günlük ücretle çalıştıklarını öğrendim. Fiyat tekliğini sağlamak için öylesine katı kurallar konmuştur ki; sabahları zimmetle teslim edilen kestaneler, akşamları yine zimmetle iade ediliyormuş. Eksik çıkması halinde bedeli, çalışanlardan alınıyormuş.
Şimdi, sorulması gereken soruya geliyorum:
Basit işlerde (seyyar satıcı, simitçi, kestaneci, pazarcı, tuvaletler, v.s. gibi) rant organizasyonları gerçekleştirenler, acaba, büyük işlerde neler yapmazlar? Bordür ve kaldırım taşları, kömür ve dağıtım ve nakliye işleri, erzak mubayaası ve nakliyeleri, un alımları ve ekmek dağıtımları, Beltur’a ait işletmelerin mubayaa ve nakliyeleri, v.s gibi saymakla bitiremeyeceğimiz işler hakkında, niçin rant kapıları yaratılmasın!
Maksadımı anlattığımı zannediyorum.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)