31 Ekim 2009 Cumartesi

Esen rüzgâra göre belirlenen dış politika.

Sayın Enis BERBEROĞLU
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 31 Ekim 2009


Sayın BERBEROĞLU;

31 Ekim 2009 tarihli ve “Kürdistan’da ilk Türk Dışişleri Bakanı” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın ERBİL-TEKSAS ÖRNEĞİ” bölümünde;
“Kürtlerin yeni başbakanı Bahram Salih’in ilk yabancı konuğu Davutoğlu oldu. Peki, bir Türk Dışişleri Bakanı’nın Erbil’i ziyareti, diplomatik tanıma anlamına geliyor mu? Sormadan geçmiyoruz. Bakan Davutoğlu, örnek vererek reddediyor:

“Tanıma böyle olmaz. Devletler arasında olur. Biz devlet olarak Irak’ı tanıyoruz. Anayasasında federal yapı var. Tıpkı ABD gibi. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde Teksas’a gidersek, orayı da mı tanımış olacağız?”

Ahmet Davutoğlu, Erbil ziyaretinin gecikmiş olduğunu başka bir örnekle ima ediyor gibi geldi bize:


Batılı 10’u aşkın ülkenin dışişleri bakanı Erbil’e geldi. ABD, Rus, İran, Fransa, Almanya’nın bakanları geldi.” ifadelerini kullanmışsınız.


Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun görüş ve kabullenişi, şaşırtıcı ve beklenmeyen bir durum değildir. Teksas ile Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devletini mukayese ederek, ABD’nin şekillendirdiği oluşumu kabullenmesi, Türk dış politikası açısından büyük bir talihsizliktir. “Tanıma böyle olmaz, devletler arasında olur” ifadesini kullanırken, muhatabımızın, hangi devlet olduğunu da belirtmesi gerekirdi. ABD mi, Irak mı, Kürdistan mı? Ayrıca Irak Anayasası’nı kimin yaptığını da açıklamalıydı.


Bütün cihan bilmektedir ki; sudan bir bahane ile Irak’ı işgal ederek ÜÇ PARÇAYA bölen, Irak Cumburbaşkanlığı makamına CELÂL TALÂBANÎ’yi oturtan, Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu Bölgesel Kürt Yönetimi’nin başına MESUT BARZANÎ’yi getiren GÜÇ, Amerika Birleşik Devletleri’dir.


Bugünkü şartlarda Türkiye, Irak’ın kuzeyinde oluşturulan KÜRT DEVLETİ’ni tanımak zorunda kalacaktır. Zîra; Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşmış ve dış politikasını, MUCİZE kişilerin eline bırakmıştır. 1919 yılından ve 1991 Şubat ayında başlayan Körfez Savaşı’ndan itibaren meydana gelen gelişmeler, Bu görüşümü doğrular niteliktedir. Şöle ki:


1- Bölgemizin büyük oyuncusu ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:


“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”


2- Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazı olduğu gerekçesiyle ABD, LOZAN ANTLAŞMASI’nı onaylamamıştır. Bu hususta, Hasan Pulur’un yazısı örnek gösterilebilir:

Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bir bölümünde şunları yazmıştır:


“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli Büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk.


Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin, Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonraki hazin, elemli hikâyesi var…

Dosyada bir fotoğraf…Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curzon…


Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ün âkibeti, iki ülkenin, Cemiyet-i Akvam gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış.


Yerli halk, Türkiye diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye plebisit, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” diye karşı çıkıyor ve Nasturi İsyanı başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı kısa sürede bastırılıyor….


Yıllarca süren savaştan sonra, yeni Türk Devletini kuranlardan Musul ve Kerkük’ü almak için direnen İngilizler, yeni bir isyan hazırlığına giriyorlar.

Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” Kulübünde iki kişi bezik oynamaktadırlar. Biri, Türkiye’nin Başbakanı Fethi Okyar, diğeri de İngiltere Büyükelçisi Lindsay’dır.
İngiliz büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp, Türkiye Başbakanına hayırlı önerilerde bulunuyor:

“Ekselans; bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini, bakın başınıza ne belâlar geliyor.”


İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:


“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul Petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”


İngiliz Elçisi, baklayı ağzından çıkarır:

“Üstelik; bir daha ülkenizde zinhar bir KÜRT İSYANI çıkmayacağını taahhüt ederiz.”


Fethi Okyar, İngilizin bamteline basar:


“Ama sizin, Irak üzerindeki MANDA SÜRENİZ bitmek üzere…”


Ne gam! Emperyalizmin oyunu biter mi?


“Tasanız o olsun; biz, o süreyi hemen uzatırız.”


Sonra ne mi oldu?


Şeyh Sait İsyanı başlar; genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama, MUSUL ve KERKÜK de gider.


İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.”


3- Güneri Civaoğlu’nun yazısı da, konuya ışık tutan iyi bir örnektir:


Güneri Civaoğlu’nun 2 Şubat 1991 tarihli ve “İKİ YARBAY” başlığını taşıyan yazısından bir bölüm şöyledir:


“Hyati Regeny Otelinin 11. katında bir dairede, ABD Kuvvetleri Ordu Sözcülüğü Merkezinde Amerikalı yarbayın sözleri…


Amerikalı yarbayla duvara asılı dev Ortadoğu haritasının önündeyiz.


Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyeti olan geniş alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri, tane, tane seçerek anlatıyor:


“İşte KÜRT DEVLETİ burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak. Bu yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun bir boşluk doğacak. Kürtler, bir devlet kurarak, buradaki boşluğu dolduracaklar. BELKİ, TÜRKİYE’DEN DE TOPRAK İSTERLER.


Ona, anımsatıyorum:


“Türkiye, bunu kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor.”


Amerikalı Yarbay, “O ZAMAN ÇARPIŞACAKSINIZ!” diyor.


Soruyorum:


“Türkiye’nin düzenli orduları, silâhları, topları, zırhlıları, tankları, uçakları, füzeleri var. Böyle büyük bir güce nasıl karşı koyarlar? Hem gerek Suriye, gerek İran, Irak’ın toprak bütünlüğü için açık tavır koymuş bulunuyorlar. Onların da bölgede bir Kürt devleti oluşmasına göz yumacaklarına, nasıl ihtimal veriyorsunuz?”


Amerikalı Yarbayın verdiği yanıt, düşündürücüdür:


“Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin de yakında, çok silâhları olacaktır. Saddam’ın bıraktığı silâhlar, onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silâhları olacak. Uçakları, tankları, füzeleri, zırhlıları, helikopterleri, havaalanları, vs. gibi”


4- Yeni olduğu için hafızalarımızdadır:


ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton Türkiye'yi ziyaretinde; resmî görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, "Türkiye'nin demokrasisini ve etnik yapısını konuştuk. Şu anda size, Başkan Obama'nın Nisan başında Türkiye'yi ziyaret edeceğinin müjdesini verebilirim. Başkan Obama, Türkiye ile bir likte, Dünyayı yeniden şekillendirecektir." sözlerini söylemiştir.


Sayın BERBEROĞLU;


Yürüttüğümüz dış politikada, kendi irademizin ve etkinliğimizin ölçüsünü ortaya koyabilir misiniz?

Bu sorumun cevabını, herkes verebilmelidir. Zîra; 8 yıldan beri çok değişik ve bir birleriyle çelişkili politikalar izledik ve esen rüzgâra göre bir çizgide yürüdük. Medyatik görüntüleri de öne çıkarmasını çok iyi başardık. Her medyatik gösteriler ardından da, önemli taahhütlerde bulunduk ve imzalar attık. Dış politikamızı ABD’ye, iç politikamızı AB’ye, ekonomimizi de IMF ve Dünya Bankası’na endeksledik. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizi ve altyapı tesislerimizi yabancılara kaptırdık. Perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Hem devlet ve hem de millet, altından kalkılamayacak derecede ağır bir borç yükü altındadır ve millet, fukaralıkla boğuşmaktadır.


Bus durum karşısında gerçekten merak ediyorum: Acaba, geleceğimiz nasıl olacaktır? Beni bilgilendirir ve aydınlatırsanız memnun olur ve minnettar kalırım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

29 Ekim 2009 Perşembe

Millet aptal değildir.

Sayın Mehmet ALTAN
Star Gazetesi Yazarı.
İstanbul 29 Ekim 2009




Sayın ALTAN;


29 Ekim 2009 tarihli ve “Askerî Cumhuriyet’in sonu” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde, ancak size yakışan;


“Bugün Cumhuriyet Bayramı... Cumhuriyetin ilânı ile Osmanlı Hanedanı’nın elinden iktidar alındı…Ama; halka devredilmedi, “saray iktidarı”, “saray bürokrasisinin” eline geçti…Halkın değil; “asker ve sivil bürokrasinin” cumhuriyeti oluştu. Bence; hâlâ da, öyle…Yoksa; Cumhuriyet’in 86. yıldönümünde, askeriyenin “darbe belgesi” gündem oluşturur muydu?” ifadelerini kullanmışsınız.
Herhalde; bizleri, bu ifadeleri inanarak kullandığınızı kabullenecek kadar saf zannetmiyorsunuzdur? Sebebine gelince:
Parlâmento, demokratik rejimin kalbidir; seçimler de, şahdamarı mesabesindedir. Bunun şartları da bellidir ve bilinmektedir:
Seçimler, HÜR bir ortamda, eşit ve ÂDİL bir şekilde yapıldığı takdirde, gerçek demokrasinin şahdamarı işlevini görür. Hile, entrika ve gasp etme arzusuna dayanan ve de OY’u, bir formalite addeden seçimler, hiçbir zaman demokrasinin şahdamarı işlevini görmez ve dolayısıyla tartışılır bir parlâmentonun oluşmasına sebep olur.
Şimdi; son 30 yıl zarfındaki gelişmelere bakarak, bir değerlendirme yapalım:


1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, askerî idarenin, Danışma Meclisi kararı ile kabul ettiği Seçim Kanunu, siyasî partilerin her kademedeki yöneticileriyle, milletvekili adaylarının, partiye kayıtlı üyelerce ve hâkim teminatı altında yapılacak önseçimlerle belirlenmesini ve barajsız bir seçim sistemini öngörüyordu.


1983 seçimleriyle iktidara gelen siyasî irade, zaman içersinde bu seçim kanunu değiştirerek, değil partiye kayıtlı üyelerle, 1980 öncesi uygulanan delegelerle dahî yapılacak önseçimleri ortadan kaldırdı ve siyasî parti liderlerini ilk ve son söz sahibi yaptı. Yani; halkı sistemin dışına iterek, siyasî parti liderlerini, “seçilmiş diktatör” konumuna getirdi. “Temsilde adâlet, yönetimde istikrar” masalıyla da, yüksek oranlı genel ve çevre barajları getirerek, parlâmentonun temsil yapısını bozdu.


Dikkat edilirse; Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra düzgün bir seçim yapamadı ve bu dönemde, baskın seçimler, moda haline getirildi. Bu modelde; vatandaşlara verilen görev, seçim zamanlarında siyasî parti liderlerinin veya genel merkezlerinin hazırladıkları oy pusulalarını sandığa atmak oldu. Yani; bir formalite yerine getirildi. Siyasetçiler ve demokrasi havarisi geçinen allâmeler, bu çarpık modele “Millî İrade” etiketini yapıştırıverdiler. Hiç kimse de; “askerlerin getirdiği Seçim ve Siyasî Partiler Kanunları değiştirilmeseydi; acaba bugün Türkiye ve demokrasimiz ne durumda olurdu?” diye merak edip, bir sorgulama yapmadı ve AZICIK ve GÖSTERMELİK demokrasimizin, gerçek bir demokrasiye dönüşmesi için gayret göstermedi. Bilâkis; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine herkes sessiz kaldı.


Sayın ALTAN;


Profesör olan siz; bu gerçeği bilmeyecek, göremeyecek ve irdeleyemeyecek derecede bilgisiz, muhakemesiz ve basiretsiz olamayacağınıza göre; hangi akıl, mantık ve ilimle, devamlı olarak askerleri hedef göstererek, yanlış istikamette bir kamuoyu oluşturmaya çalışmaktasınız?


Kabullenmediğinizi ve hattâ, ret ettiğinizi gayet iyi bildiğim halde; konu ve yazınızla ilgili olduğu için Cumhuriyetimizin kurucusu, Mustafa Kemâl Atatürk’ün sözünü, dikkatlerinize sunuyorum:


“Milletler, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahî gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü; meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk, bireysel despotluktan daha tehlikelidir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki; bu kararlar, ulusların yaşamına, telâfisi mümkün olmayan zararlar verebilir.”

Ülkemizde meydana gelen kargaşanın ve zorlukların sebeplerini, işinde, gücünde olan ve geçim gailesiyle zamanını harcayan sıradan vatandaşlarımız bilemeyebilirler ve düşünemeyebilirler. Ama; kariyer sahipleri, medya mensupları, aydın geçinenler bilmek ve düşünmek zorundadırlar. Bu hususta, tarih de kendilerine yardımcı olur ve ışık tutar. Yeri geldiği için, Romalı senatör Marcus Tullius Çiçero’dan bir örnek gösterebilirim: İşte, Çiçero’nun, tarihe mâlolmuş ve değerini hiçbir zaman yitirmeyen sözleri:


“Bir ulus, kendi içindeki aptal ve hattâ muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat, içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi imkânsızdır. Sınırı zorlayan düşman, silâh ve alemlerini açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat, bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur; onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, ulusun yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur ve ulusun ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil, daha az korkuludur.”


Bu bakımdan, yazınızın bir bölümünde kullandığınız ; Cumhuriyet’in 86. yıldönümünde “askerî cumhuriyet” in sonuna gelmiş gözükülüyor. Bundan böyle ancak, “demokratik cumhuriyet”e adım atarak, kendimizi İslâm Âlemine model ülke haline getirerek, bir iç sağlığa kavuşabiliriz. Bunu sağlamadan da hiçbir açılım, başarıya ulaşamaz ve kalıcı olamaz.” sözlerinizin, bir önemi ve değeri yoktur. Bu gibi görüşler; bölgemizdeki BÜYÜK OYUNCUNUN dayattığı görüşlerdir. Bizden veya dışımızdan etkilenerek, gerçekten demokrasiye geçmek isteyen bir İslâm ülkesinin en büyük engeli, bölgenin büyük oyuncusu AMERİKA olacaktır. Zîra; Batı emperyalizmi, kendilerinden yana olmayan idarelere pek geçit vermez ve kullanabileceği idareler ister. Bu sebeple size tavsiyem şudur:

Sahte demokrat kisvesi giymekten vazgeçiniz ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden elinizi çekiniz. Zîra; neticede, hüsrana uğrarsınız.


Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Yanlış işler yapılmamalıdır.

Sayın Mehmet Ali BİRAND


Posta Gazetesi Yazarı


İstanbul 29 Ekim 2009


Sayın BİRAND;


29 Ekim 2009 tarihli ve “Org. Başbuğ, bu işi uzatmamalı.” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde;


“Gazeteleri okuduğunuzda, TV’lerde konuşanları dinlediğinizde, ortaya net bir durum çıkıyor. TSK ’yı bugüne kadar sürekli şekilde destekleyenler dâhil olmak üzere, genelde kamuoyu bu defa adeta kararını vermiş gibi görünüyor: Buna göre, AKP ve Gülen Cemaatini bitirme plânı doğrudur ve sorumluları, Genelkurmay Başkanlığında bulunmaktadır. Bu yargı, doğru veya yanlış olabilir; ancak, genel izlenim budur. Bu nedenle de; olayın, fazla uzatılmadan tamamlanması, son derece önemlidir. Kamuoyunda, son derece ilginç bir hava esmeye başladı.” ifadelerini kullanmışsınız.


Sayın BİRAND;


Size tavsiyem şu olacaktır: Evvelâ kendinize geliniz ve kamuoyu ile oynamaktan vaz geçiniz. Zîra; sizin, ne yapmak istediğiniz ve sizin paralelinizde hareket edenlerin, hangi istikamette bir kamuoyu oluşturmak için neler yaptıkları, gayet iyi bilinmektedir. “Buna göre, AKP ve Gülen Cemaatini bitirme plânı doğrudur ve sorumluları, Genelkurmay Başkanlığı’nda bulunmaktadır.” sözleriniz dahî, kamuoyuna kurduğunuz bir tuzaktır. Sebebine gelince:


Resmî adı, “İrtica ile mücadele plânı” olan bu meçhul ve henüz daha kimler tarafından hazırlanıp, basına (Taraf Gazetesi kanalıyla) sızdırıldığı iyi bilinmeyen bu belgeye; “Gülen Cemaati’ni bitirme Plânı” ibaresini, kim veya kimler ve ne maksatla eklemişlerdir?


AKP, devletin kayıtlarında olan ve bugün, iktidarda bulunan bir siyasî partidir. Muhatabı millettir ve gerektiğinde millete hesap verecektir. Hesaplaşmanın yeri de, seçim sandığıdır. Siyasî bir kurum olması sebebiyle eleştirilebilir ve birtakım husumetlere de maruz kalabilir. Eleştirilere ve husumetlere karşı da, savunma hakkının sahibidir.


“Gülen Cemaati” adı verilen ve nasıl yönetildiği kamuoyunca iyi bilinmeyen ve de, devletin kayıtlarında bulunmayan ve faaliyetleri denetlenemeyen bu cemaat, meçhûl bir oluşumdur. Adı üstünde: CEMAATTİR. Cemaat, ismine uygun olarak, toplumdan ayrı ve belirli bir zümreyi kapsayan bir oluşumdur. Yani; belirli bir hedefi güden ve başkalarını dışlayan bir fırkadır. Bu cemaatin tepe yöneticileriyle, mahallî yöneticileri (örnek: ışık evleri), devletçe ve kamuoyunca bilinmemektedir. Malî ve iktisadî faaliyetleri, dış bağlantılarının olup, olmadığı ve malî kaynaklarının nasıl oluştuğu ise, tamamen örtülüdür. Zekât havuzları oluşturduklarını, samimi ve gerçek hedefleri bilmeyen cemaat mensupları söylemektedirler. Şu da kesindir: Bu cemaatin elinde, büyük bir siyasî ve parasal güç vardır. Cemaat, bugün için AKP’yi ve ülkeyi yöneten AKP iktidarını desteklemektedir. Gelecekte ne yapacağı ise, tepe yöneticileri hariç, hiç kimse tarafından bilinmemektedir. Bilinen; sadece, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef aldıklarıdır. Referansları da, dinî söylemleridir. Cemaate ait olduğu ifade edilen yazılı ve görsel medya kuruluşlarının yayınları, bu gerçeği ispatlamaktadır.


Bu gerçeğin tahtında, merak ettiğim için soruyorum:


Siz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gülen Cemaati’ni bahane ederek, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin hedef seçilmesini, nasıl karşılıyorsunuz?

Her ne sebeple olursa olsun; kendisini, toplumdan tecrit eden ve halkı, “bizden olanlar ve bizden olmayanlar” olarak tasnife tabî tutan bu cemaat hakkındaki düşünceleriniz nedir?



Sayın BİRAND;


Yazınızın bir bölümünde;


“Aralarında, Türk Silahlı Kuvvetlerine hayat boyu destek vermiş, İrtica ’ya karşı mücadelenin en önemli unsuru olarak gören önemli yazarlar, makale veya TV’lerdeki açık oturumlardaki konuşmalarını incelediğinizde, ilk defa havanın dönmeye başladığını görüyorsunuz.” ifadelerini kullanmışsınız.


Ben de, hiç aksatmadan televizyonları izliyorum, gazetelerin köşe yazarlarını okuyorum ve açık oturumları izliyorum. Bugüne kadar irticanın ne olduğunu ve hangi hareketlerin irtica ürünü olabileceğini, net bir şekilde ortaya koyabilene ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne destek verenine hiç rastlamadım. Yıllardan beri açık oturumların konuklarının değişmediğini; çoğu gazete yazarı olan bu bilinen kişilerin; halkın eğilimlerini, isteklerini ve beklentilerini dile getirdiklerine hiç şahit olmadım. Bilâkis; sanki bir merkezden emir almışlar gibi halkı yanıltmak ve yanlış istikamette kamuoyu oluşturmak için gayret ettiklerine, her zaman şahit oldum. Örnek: Siz, hiçbir zaman halkı doğru bilgilendirmek ve doğru istikamette bir kamuoyu oluşturmak gayretinde olmadınız. Her meseleyi, işinize geldiği veya istendiği gibi irdelediniz ve yorumladınız. Açık ifadeyle medyamız; gerçek bir demokrasinin kurulması için hiç gayret etmemiştir ve daimâ, siyasî eğilimlerin istikametinde hareket etmiştir.


Öyle zannediyorum ki; sizler, gerçek anlamda LÂKLİĞİN ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Demokrasi anlayışınız da sahtedir. Hedefiniz, sorgulamayan ve “Ne hakkın var?” demesini başaramayan bir toplum yapısı oluşturmaktır. Şayet aksi olsaydı; 29 yıldan beri hüküm süren; halkı dışlayarak ikinci seçmen durumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatörler konumuna getiren; AZICIK ve GÖSTERMELİK demokrasimizi sorgulardınız. Bu, o kadar zor bir iş de değildir. Demokrasimizi tanınmaz hale getiren SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARININ değiştirilmesini ve gerçek bir demokrasinin ruhuna uygun biçimde yeniden düzenlemesini isteyebilirdiniz.


Şayet bunu başarabilseydiniz; bugün Türkiye, bu noktada bulunmayacak ve bu tartışmalara meydan verilmeyecekti. Unutulmamalıdır: DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilirse; dirlik ve düzenlik sağlanmaz ve asla ve hasla huzura kavuşulmaz. Lütfen; Türkiye’nin içinden geçtiği süreci iyi değerlendiriniz.


Cevabınızı bekliyorum.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

28 Ekim 2009 Çarşamba

Sempati-Antipati ölçü olamaz.

Sayın Akif BEKİ


Radikal Gazetesi Yazarı


İstanbul 28 Ekim 2009





Sayın BEKİ;






28 Ekim 2009 tarihli ve “Cunta tamamsa, işbirlikçilere nerede?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.



Henüz daha mahiyeti ve düzenleniş şekli iyi bilinmeyen bir belge olayını bahane ederek, “cunta faaliyetinden “ bahsetmeniz ve bir siyasî parti ile ilişkilendirmeniz; kasıtlı değilse bile, his terazisinde tartıldığı için, bir köşe yazarına yakışmayacak bir davranıştır. Zîra; savcı veya yargıç makamında değilsiniz. Ayrıca olay, yargıya intikal etmiştir ve devlet, üstüne düşeni yapacaktır.



Teknolojinin, akıllara durgunluk verecek derecede gelişmiş olması; yanıltıcı, aldatıcı, yön saptırıcı tertip ve hilelerin sahnelenmesini kolaylaştırmıştır. Özellikle; coğrafî konumunun özelliği ve önemi sebebiyle ülkemizin her tarafında, sanki bir müstemleke ülkesiymişiz gibi gezen, faaliyet gösteren yabancı istihbarat elemanlarının çokluğu; batılı hak, hakkı batıl şeklinde göstermeye yeterlidir. Bu bakımdan;



“Sivil-asker ilişkileri, bir daha eskisi gibi olamaz. Niye mi? Birincisi; dar geçitte yakalandık. Buradan zayiatsız çıkmak mümkün görünmüyor. Ordu içindeki cunta faaliyeti, ilk kez belgelendi. Artık şayia, dedikodu, asılsız rivayet muamelesi yapamayız. Üç maymunu oynamak, kulaklarımızın üstüne yatmak gaflete bile sığmaz. ‘Görmedim, duymadım, bilmiyorum’un sonuna geldik. Dönüp, yüzleşeceğiz. Savcılara ulaşan ihbar mektubu, cuntanın siyasette de işbirlikçileri olduğunu söylüyor. İddia o ki; cuntacılara yardım ve yataklık yapan siyasetçiler varmış. Hayret! Siyasette zelzele olmadı, yer yerinden oynamadı. Bu baptan olmak üzere, CHP yöneticileri işaret ediliyor. Baykal, dünkü grup konuşmasında iddiaları peşinen reddetti. Mustafa Özyürek, Onur Öymen ve Nur Serter, ‘Çirkin bir iftira’ diye tepki verdiler. Konu yargıya intikal ettiğine göre, kategorik inkâr siyaseti, bu saatten sonra kimseyi tatmin etmez. Mesela adı geçen CHP’liler, Albay Dursun Çiçek’i tanıyorlar mı? Cuntacılarla hiç temasları, teşrik-i mesaileri oldu mu? Hükümeti gayri meşru yoldan devirmek için ortak planlar hazırladılar mı? Cuntayı teşvik ve tahrik ettiler mi? Demokrasiyi kundaklamak, millet iradesini arkadan bıçaklamak için yol yordam gösterdiler mi? Kaypak genellemelerle kaçamak cevaplarla geçiştirilemeyecek bir noktadayız. Bu ve benzeri sorulara, tek, tek somut cevap vermeleri gerekecek. CHP’nin ‘darbe zihniyeti’yle hesaplaşması, yargının hakemliğinde olmalı. Ki hak yerini bulduğunda, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmasın.” ifadeleriniz, akla, mantığa ve ilme aykırıdır.



Konu yargıya intikal ettiğine göre;



“Sivil-asker ilişkileri, bir daha eskisi gibi olmaz.” sözünü söylemeye,


Zayiatsız çıkmanın mümkün olmadığını vurgulamaya,


Ordu içindeki cunta faaliyetlerinin olduğunu belirtmeye,


Bir siyasî partinin yöneticilerini işbirlikçi olarak ilân etmeye, ne hakkınız vardır?



Evet; Türkiye, iç ve dış siyasette, ekonomide; iç ve dış husumetler sebebiyle birlik ve beraberliğini muhafaza hususunda sıkıntıda ve zordadır. Bu durum, sıkıntıların ve zorlukların aşılamayacağı anlamına gelmez. Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ, büyük ve güçlü bir devlettir. İyi idare edildiği takdirde; aşılamayacak sıkıntı ve üstesinden gelinemeyecek zorluk düşünülemez. Devleti işletmek, siyasî iktidarların becerisine, dikkatine ve kurallara sadakatine bağlıdır.



Esasen DEVLET, bir kavramdır. İlmî tarifi de, “Bir hükümet idaresindeki siyasî topluluk” şeklindedir. Devletin kurumları, kuruluşları, organları ve kuralları vardır. Devleti, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre İŞLETMEK, hükümetlerin görevidir. Bunu başaran hükümetler tarihe, BAŞARILI; başaramayan hükümetler, BAŞARISIZ olarak geçerler.



Hükümet etmek, kolay bir iş değildir. Muntazam ve başarılı hükümetler; adâleti sağlayan, kutuplaşmalara fırsat vermeyen, iltiması ortadan kaldıran, ehliyet ve liyâkat sahibi kişileri görevlendiren, hırsızlıkları, haksızlıkları, yolsuzlukları önleyen; halkı, “bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde tasnife tabî tutmayan hükümetlerdir.



Bu bakımdan; “asker-sivil” ifadenizle, devletin iki önemli kurumunu zıtlaşmış gibi göstermeniz, kimseye faydası olmayan taraflı bir davranıştır. Hele; “Sivil-asker ilişkileri, bundan böyle iki döneme ayrılıyor; ıslak imzalı cunta belgesinden önce ve sonra diye..” ifadesini kullanmaya hiç hakkınız yoktur.



İktidarın büyük yanlışlarına ve ülkeyi, istenen şekilde idare edememesine rağmen; AKP’ye ve bilhassa Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a beslediğiniz sempatiniz hoş karşılanabilir. Ama; bu sempatiniz, diğer siyasî partilere ve devletin kurumlarına antipati göstermenizin meşru sebebi olamaz. Zîra; ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM aramak; DEVLETE ve REJİME sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımak, herkesin en önemli vatandaşlık görevidir. Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:



“Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.”



Bu gerçeği Hz. Peygamberimiz, şu muhteşem hadis-i şerifleriyle, çok açık bir şekilde belirtmişlerdir:



“Adâlet güzeldir; fakat, emîrlerde (idarecilerde) olursa, daha güzeldir. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorundadır. Zîra; bir millet, küfürle devam edebilir; ama, zulümle asla devam edemez!”



Sayın BEKİ;



Dilinizden düşürmediğiniz ve benim de meftunu olduğum “Millî İrade” kavramını, bu ölçülere göre değerlendirme ihlâs ve sadakatini gösterebilirseniz; yalnız AKP’ye, yalnız Başbakan Erdoğan’a değil, bütün millete iyilik etmiş olursunuz. Zîra; her eleştiri ve arayış, millî iradeyi hiçe saymak veya çiğnemek anlamına gelmez. Ve de, muhalefetsiz demokrasi olmaz!



Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı

27 Ekim 2009 Salı

Adaletsizliğin sebebi nedir?

Sayın Nihat Ergün

Sanayi ve Ticaret Bakanı

Ankara 27 Ekim 2009




Sayın BAKAN;


Türkiye Büyük Millet Meclisi Adâlet Alt Komisyonu’nda görüşülen ÇEK YASASI ile ilgili olarak;

"Eğer adli para cezaları ödenebilir miktarda olursa, o zaman ödeyenler, hapis yatmamış olacak. Bu durum, çeke olan güveni azaltabilir. Adli para cezası ödenmediği için de, hapis cezasına dönüşüyor. Adâlet Bakanlığı’ndan gelen tasarıda ve komisyondaki tasarıda, çekin ödenen miktarı, adlî para cezasından çıkarılıyor ve adlî para cezası, ödenebilir duruma geliyor. Eğer adlî para cezaları ödenebilir miktarda olursa, o zaman bunu ödeyenler, hapis yatmamış olacaklar. Bu da, çeke olan güveni azaltabilir. Hiç adlî para cezası olmasın fikrini öne sürenler de var. Bankalar da, çekin, daha güvenceye tabi tutulması talebini seslendiriyor. Bu da, bankaların çek verme sürecini zorlaştırabilir. Bu konuda; bir takım taleplerle, ekonomik etkiler analiz edilmeden karar verilemez. Gerek Hazine ve gerekse Merkez Bankası, konunun ekonomik boyutlarını ele alan çalışmalar içinde. Ancak, beklentiler çok büyük. Hapis cezası olmasın beklentileri var.” ifadelerini kullandığınızı, gazetelerden okudum.


Sayın BAKAN;


Hükümet olarak size düşen görev; beklentilerden ziyade ADÂLETİ sağlamaktır. Zîra; yürürlükteki ÇEK KANUNU, gayet adâletsiz bir kanundur ve Avrupa hukuk normlarına da uygun değildir. Ülkemizde maalesef, beraberinde adâleti getirmeyen yasalar mevcuttur ve bu yüzden de, Avrupa hukuk normlarına uymayan gariplikler yaşanmaktadır. Avrupa ülkelerinde borcundan dolayı hiç kimse, hapse girmemektedir. Bu bakımdan; yeni düzenlenecek Çek Yasası’nda, adâletin sağlanması hedef alınmalıdır. Şöyle ki:


Piyasada vadeli işlemler için üç ödeme aracı kullanılmaktadır. Bunlar, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENEDİ ve ÇEK şeklindedir.

Açık hesap ve kambiyo senetlerinden oluşan borçlar, ödenmediği takdirde; takibi, İCRA ve İFLÂS Kanunlarına göre yapılır ve TAZMİNAT, ADLÎ PARA CEZASI veya İDARÎ CEZA uygulanmaz.

Ödenmeyen ÇEK BORÇLARINDA ise, ayrıca ÇEK TAZMİNATI vardır ve ADLÎ PARA CEZA uygulanır. Tabiatıyla ödeme güçlüğüne ve acze düşen kişiler, adlî ceza sebebiyle cezaevine girmektedirler.
Bu durum da; çek ve senet borçlarının ödenememesi halinde, FARKLI ve ADÂLETSİZ bir uygulamanın varlığını göstermektedir ve bu adâletsizliğin hikmetini araştıran, sorgulayan çıkmamıştır.

Acaba; bu adâletsizlik, Hükümetler üzerinde lobi oluşturan kesimlerin baskısı ile mi getirilmiştir?


Konuyu, biraz açmak istiyorum:


1-Her ne kadar kanunlarda çek vadesi yoksa da; yıllardan beri vadeli çek kullanımı, piyasada yaygın olduğu için, teâmül haline gelmiştir. Bankalar dahî, vadeli müşteri çekleri karşılığı bazı müşterilerine kredi vermektedirler.


2-Bir türlü engellenemeyen büyük para sahibi TEFECİLER, resmî hüviyet kazanan FAKTÖRİNG şirketleri ve BANKALAR, vadeli çekler karşılığında faizle para satmaktadırlar.


3-Herhangi bir sebeple çeki karşılıksız kalan insanlara karşı TEFECİLER, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİ ve BANKALAR, kanunların da kendilerine tanıdığı imkân ve güce dayanarak, gayet acımasız davranmaktadırlar.

Tefeciler ve Faktöring şirketleri, ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI imkânlarından yararlanarak ve bu imkânları tehdit aracı olarak kullanarak, haklarından fazlasını almaktadırlar ve tahsil imkânı kalmadığı takdirde borçluyu, cezaevine göndermektedirler. Bu durumda, uzlaşma kapıları da kapatılmaktadır.

Bankalar ise; üçüncü şahıslara ait çeklere karşılık kredi verdiği müşterisinin zora düştüğünü sezdikleri anda; teminatta bulundurdukları üçüncü şahsa ait çekleri, vadelerine bakmaksızın tahsile koymaktadırlar. Bu imkândan yararlanarak kendi alacaklarını kurtarırken, bir anda üçüncü şahısları zora sokmaktadırlar ve hattâ, birçok kişinin iflâslarına sebep olmaktadırlar.


Bu durum, ÇEK KANUNU DÜZENLEMESİNDE; TEFECİLERİN, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİNİN VE BANKALARIN, idare üzerindeki BASKILARININ olduğunu göstermektedir. Netekim, yeni Çek Kanunu düzenlemesi için Adâlet Bakanlığı yetkililerinin, finans ve bankacılık kesiminden görüş aldıklarını, gazetelerden okudum. Zaten ödenmeyen veya ödenemeyen senet ve çek borçları arasındaki adâletsiz uygulamanın varlığı, başka bir ihtimâli akla getirmez. Zira; çekler, para sahipleri tarafından acımasız bir silâh olarak kullanılmaktadır. Ticaret hayatıdır: Ticarette, ihtilafların çıkması, acze düşülmesi mukadderdir. Bunların çözüm yeri de, Hukuk Mahkemeleri, İcra ve İflâs Mercileri olmalıdır. Zaten öyledir; ayrıcalık, sâdece çekler içindir.


4-Hükümetlerin uyguladıkları yanlış iktisadî politikalar, meydana gelen ekonomik krizler, vatandaşların ve ticaret erbabının zora düşmesine sebep olmaktadır. Örnek: Hükümetlerin, vatandaşlara olan borçlarını zamanında ödememeleri, yalnız alacaklıyı zora sokmaz; zincirleme bir etkiyle, bütün piyasayı zora sokar. Özellikle Türkiye; 29 yıldan beri uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle daimâ, krizlere maruz kalmış ve reel ekonomide, hiçbir zaman istikrar sağlanamamıştır. Tabir caizse; Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Vatandaşları borç batağına sürükleyen, gelir dağılımındaki adâletsizliği yaygınlaştıran ve milleti fukaralaştıran gerçek, budur.


Sayın BAKAN;


Yargının işi, yürürlükteki kanunları uygulamaktır. Yargı, beraberinde adâleti getirmeyen kanunları, elbette ki, yok farz edemez. Oluşturulan içtihatlar da yine, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde oluşturulur.

Vatandaşların elinde ise hiçbir imkân yoktur. Zira; ADÂLETSİZ KANUNLARIN iptal istemi için ANAYASA MAHKEMESİNE götürülmesi, yine yargının yetkisindedir.
Bu mektubumla maksadımı ifade ettiğimi zannediyorum. Ödeme aracı olan kambiyo senetleriyle, çekler arasındaki Adâletsizliğin giderilmesi hususunda gereken girişimlerde bulunacağınıza ve kanayan yara ve zulüm haline gelen bu konuya, çözüm bulacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.



Ecz. Hüsnü Akıncı

26 Ekim 2009 Pazartesi

Herkes haddini bilmelidir.

Sayın Şamil TAYYAR



Star Gazetesi yazarı


Ankara 26 Ekim 2009




Sayın TAYYAR;



26 Ekim 2009 tarihli ve “Gel, açık açık konuşalım paşam” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde;

“AK Parti ve Gülen cemaatine yönelik eylem planındaki imzanın Genelkurmay karargahında görevli Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddiası, ıslak imzalı orijinal belgenin ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazandı. Tarih yeniden yazılıyor. Yılmaz Özdil, Bekir Coşkun, Oray Eğin, Hikmet Bila, Necati Doğru ve Fatih Altaylı başta olmak üzere “kağıt parçası” lafı üzerinden yalana sarılanlar, mutlaka durum muhakemesi yapacaklardır. Özür dilemek de bir erdemdir. Tıpkı Taraf Gazetesi’nin NTV’ye yaptığı gibi... Turpun büyüğü ise heybede... Sorunu yargıya havale edip gelişmeleri sağduyuyla izlemek yerine kameralar karşısına geçerek sert bir üslup ve ses tonuyla “kağıt parçası” diyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da nefsini teste tabi tutmalıdır. Özellikle “Gereğini yaparız” sözünü hatırlayarak...” ifadelerini kullanmışsınız.

Henüz daha mahiyeti iyi bilinmeyen ve adlî süreç devam ederken Taraf Gazetesi’ne verilen ve Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen tartışmalı bir belge ile ilgili haberi bahane ederek, mal bulmuş mağribi gibi, askerleri hedef alan yazınızı, uygun bulmak ve makûl karşılamak mümkün değildir. Sebebine gelince:

1-İşin başından beri bazı kişi ve gruplar, bazı medya mensubu yazar ve çizerler, ısrarla “AK Parti ve Gülen Cemaati’ne yönelik eylem plânı” ifadesini vurgulamaktadırlar. Acaba, neden?

AK parti, devletin kayıtlarında olan; en uç noktasından en tepe noktasına kadar yönetici kadroları bilinen; faaliyetleri devletçe de, kamuoyunca da bilinen ve icabında denetlenen bir siyasî kuruluştur. Bugün iktidardadır; ama, yarın muhalefete düşebilirler.

Merak edilen ise; “Gülen Cemaati” adı verilen oluşumdur. Kamuoyu ve cemaate mensup büyük kitle, sadece bir sembol haline getiren Fethullah Gülen’i bilmektedir. Bu cemaatin tepedeki ve her kademedeki yöneticileri, kamuoyu ve devletin kurumları tarafından bilinmemektedir. Çünkü; bu cemaatin devlet birimlerinde, kamuya açık kayıtları yoktur. Niyeti, maksadı ve hedefleri bilinmemektedir. Faaliyetleri de, devletin denetimine tabî değildir. Hattâ, genel merkezinin nerede olduğu da belli değildir. Herkesin bildiği; inançları, icabında siyaset malzemesi olarak kullanan ve inanaları dahî, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye tasnife tabî tutabilen bir cemaatin varlığıdır. Gülen Cemaati, bugün açık bir şekilde AKP’yi desteklemektedir. Gelecekte hangi partiyi destekleyeceği de belli değildir. Elinde maddî ve manevî büyük bir güç vardır ve bu gücü, siyasî pazarlıkta, gayet ustaca ve plânlı olarak kullanmaktadır. Şayet dış destekleri varsa; ellerindeki gücü, başkalarının hedefleri istikametinde kullanıp, kullanmayacağının garantisi de yoktur. Bu sebeple; AKP’yi, Gülen Cemaati ile özdeşleştirenlerin, gelecekte AKP’ye ve bilhassa, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a zarar vermeyeceklerini kim ve nasıl garanti edecektir? Merak edilir: AK parti’yi, kim veya kimler ve ne maksatla Gülen Cemaati’nin yanına oturtmuştur?

2-Türk Silâhlı Kuvvetleri, devletin en önemli bir kurumudur. Yalnız Türkiye’de değil, her ülkede ordular, ülkenin karşılaşabilecekleri muhtemel oluşum ve tehlikelere karşı fikir bazında çalışmalar ve plânlar yaparlar. Türkiye, dünya coğrafyasında çok önemli bir konuma sahiptir. Tabir caizse; her biri birer volkan olan Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu olmak üzere, üç önemli arazi parçasının arasındadır. Bu sebeple de Türk Silâhlı Kuvvetleri, her türlü ihtimâle karşı hazırlıklı olmak ve halk arasında “Fikir cimnastiği” olarak ifade edilen çalışmalar yapmak zorundadır. Bu hazırlıkları ve çalışmaları, darbe hazırlığı veya falanı bitirme plânı olarak kabullenmek ve itham etmek, orduyu yıpratmak ve siyasallaştırmak anlamına gelir ki; bunun, her şeyden önce ülkeye ve millete zararı dokunur. Özellikle; yabancı ülkelerin istihbarat ajanlarının cirit attığı ülkemizde, bu tür kabulleniş ve algılamaların, başkalarının işine yarayacağı kesindir.

3-Ergenekon adı verilen Dâvâ hakkındaki görüşleriniz ve ithamlarınız, Hukuk Devleti İlkeleri ile bağdaşmaz. Görülen bu dava hakkında, süreç devam ederken ve sanıklar hakkında, henüz suçlu olduklarına dair kesinleşmiş bir mahkeme kararı yokken, fikir beyan etmeye ve ithamda bulunmaya hakkınız yoktur. Bunu yapmak, ilkesizlik ve taraflılık anlamına gelir. Bu bakımdan, mahkemelerin kesin kararını beklemek zorundasınız.

Sayın TAYYAR;

Sizi, tutarsız yazılarınızdan ve çıktığınız televizyon programlarındaki aklı, mantığı ve ilmi dışlayan tutarsız ve çelişkili sözlerinizden tanıyorum. Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımadığınız, tarih ve coğrafya bilmediğiniz ve dünya siyasi tarihini irdeleyemediğiniz ve de dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayamadığınız, her halinizden bellidir. Bugünkü yazınızda “Turbun büyüğü heybede” derken ve “Gel, açık açık konuşalım paşam” ifadesini kullanırken; bilgisizliğinizi ve hislerinize yenik düştüğünüzü itiraf eder duruma düşmüşsünüz. Size tavsiyem şudur:

Asude kaldığınız zaman, kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığınıza danışarak, kendinizi sorgulayınız ve kime veya kimlere hizmet ettiğiniz araştırınız. Henüz kamuoyunun bilmediği gizli bir bağlantınız veya misyonunuz varsa; onu da, kamuoyuna açıklayınız. Teklifim de şudur:

Davet ettiğiniz Paşanın, sizinle konuşacak bir şeyi yoktur. Şayet konuşma ihtiyacı duyuyorsanız; sizinle konuşmaya, tartışmaya ve münazara etmeye hazırım. İstediğiniz televizyonda ve istediğiniz zaman birlikte ve halkın huzurunda konuşalım ve tartışalım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

25 Ekim 2009 Pazar

Köşelerin bülbülleri.

Sayın Gülây GÖKTÜRK

Bugün Gazetesi Yazarı

İstanbul 25 Ekim 2009


Sayın GÖKTÜRK;


25 Ekim 2009 tarihli ve “Islak imzanın dönüşü” başlığını taşıyan yazınızı okudum.


Taraf Gazetesi’ne sızdırılan ve henüz daha mahiyeti, hedefi bilinmeyen bir belge hakkında;


“Basında yer alan ama henüz yetkililer tarafından doğrulanmayan haberlere göre, Albay Dursun Çiçek'in müellifi olduğu 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın ıslak imzalı kopyası karargâhta çalışan bir subay tarafından son anda imha edilmekten kurtarılmış ve on gün önce beş sayfalık bir ihbar mektubuyla birlikte Ergenekon savcılarına yollanmış. Savcılar belgeyi incelenmek üzere Adli Tıp'a göndermişler. Adli Tıp'tan gelen rapor, belgedeki imzanın Dursun Çiçek'e ait olduğunu doğrulamış.” ifadelerini kullanarak, her zaman yaptığınız gibi Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni ve Devleti hedef almışsınız.


1966-1977 yılarından itibaren Solcu-Devrmci; 1970’ten itibaren Aydınlıkçı Hareket çizgisinde yürüyen ve 1982-1983 yıllarında bu çizgiden ayrılarak Liberal demokratlığı benimseyen sizden; Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne iyi gözle bakacağınızı ummak; vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur. Sebebine gelince:


1967’den itibaren tırmandırılan ve DEVLETİ, SOKAĞA MAĞLÛP ETTİREN sokak hareketlerinde AKTİF ROL üstlenerek, her türlü provokasyonlarda bulundunuz. 12 Mart 1971 Müdahalesi’nden sonra tutuklanarak, hapse mahkûm oldunuz. 1974 affıyla da serbest kaldınız. 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne kadar Aydınlık Hareketi içinde yer alarak, Aydınlık Gazetesi’nde yazılar yazdınız. İdeolojik ve siyasî faaliyetler sebebiyle üniversite tahsilinizi de tamamlayamadınız.


Böyle bir süreci yaşayan kim olursa olsun; maruz kaldığı travmalar sebebiyle, hislerinin esîri olmaktan kurtulamaz. Bu bakımdan sizi yadırgamıyorum ve bir noktada, haklı da buluyorum. Yalnız; Türkiye’de olup, bitenleri, 1957 yılından itibaren iyi izleyen ve meydana gelen bunalımların gerçek odaklarını iyi gören bir kişi olarak, size tavsiyem şudur:


Olayların içyüzlerini ve gerçek hedeflerini anlamaya çalışarak, gerçeklere yönelmelisiniz. Zîra; her hareketin, hedef güdenleri olduğu gibi; o veya bu şekilde piyon olarak kullanılan fanatikleri de vardır. Basit bir örnekle izah edeyim:


Belki bugün hâlâ, 1960’ yılların ikini yarısında tertiplenen ve aktif rol aldığınız 6. Filo’yu tel’in mitinglerinin ve Amerikan denizcilerinin denize dökülmesinin heyecanını duyuyorsunuzdur. Amma; bu hareketlerin, CIA tarafından tertip edilen provokatif hareketler olduğunu, acaba, hiç düşündünüz mü?


Türkiye, 1967 Şubat ayından sonra karıştırılmaya başlandı ve sokak hareketleri yaygınlaştı. Meydana getirilen kargaşa ve kaos, neticede Türkiye’yi 12 Mart 1971 müdahalesine götürdü. Yani DEVLET, sokağa mağlûp ettirildi. Bu hareketlerin gerçek sebebinin, Şubat 1967’de günün Sovyetler Birliği ile yapılan ve 7 büyük projeyi kapsayan “Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması”nın olduğunu, hiç düşündünüz oldu mu?


Şimdi size, o günlerde her türlü provokasyonların içinde bulunan ve aktif rol üstlenen iki yoldaşınıza ait çok çarpıcı bir sunumda bulunacağım. Yoldaşlarınız, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’dır. Lütfen dikatle okuyunuz:


Hasan Cemâl, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleri kullanmıştır:


"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….

Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:


"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!" 

Bir tek amacımız vardı:



ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.

Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"


Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:


"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?

1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."


Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.


Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.

FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"


Sayın GÖKTÜRK;


Kendinize; “Acaba, bugün değişen nedir?” sorusunu sorarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alan ve kışkırtmak isteyen odakların, neyi hedeflediklerini ve nasıl bir misyona hizmet ettiklerini anlamaya çalışsanız ve ona göre doğru bir tavır alsanız; daha iyi bir iş yapmış olmaz mısınız? Tabii ki; sizin de, bizim bilmediğimiz bir misyonunuz yoksa!


Gerçekten arayışınız, demokrasi ise; 29 yıldan beri hüküm süren ve halkı sistemin dışına iterek, ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatörler konumuna getiren AZICIK ve GÖSTERMELİK demokrasimizi eleştirerek, üzerinize düşen görevi yerine getirmelisiniz. Aksi halde; hem kendinize, hem millete ve hem de ülkeye zarar vermiş olursunuz.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Yorumlar, doğru yapılmalıdır.

Sayın Derya Sazak ve Sayın Konuklar;
25 Ekim 2009 (Politik Açılım Programı TRT-1)

Programınızı izliyorum. Bilerek veya bilmeyerek gerçekleri gizliyorsunuz ve halkı yanlış istikamette bilgilendirmeye çalışıyorsunuz.

Olayları, Hükümet endeksli olarak sunmak suretiyle siyasî propaganda yaptığınız da kesindir.

Bölgemizde meydana gelen olaylarda etkin olan dış ülkeleri ve bilhasa ABD'yi hesaba katmadan yaptığınız yorumlar, hem siyasî iktidarı ve hem de halkı aldatır. Zira; asıl komşumuz Irak değil, ABD'dir.

Bu gerçeği bilmemenize imkân ve ihtimâl olmadığına göre; araya sıkıştırdığınız asker karşıtı görüşlerinizle, neyi amaçladığınızı anlamakta güçlük çekiyorum.

12 Eylül çok gerilerde kalmıştır ve 28 Şubat sürecini de kasıtlı olarak yanlış sunduğunuza ve yanlış yorumladığınıza inanmaktayım. Zira; o süreçte iktidar değişikliğine askerler değil, tekrar Başbakanlık koltuğuna oturabilmek için yanıp, tutuşan Tansu Çiller sebep olmuştur. Refah-Yol Hükümeti esasen, Tansu Çiller'i aklama pazarlığı üzerine kurulmuştur. Bu gerçeğigörmezden gelerek veya unutarak Türk Silâhlı Kuvvetleri'ne fatura çıkarmanız akla, mantığa ve ilme aykırıdır. Ayrıca; o dönemdeki gekişmeleri de iyi değerlendirmeniz gerekmektedir. Belki sizlere yardımcı olur diya ekte, Tansu Çiller'e yazdığım mektubumun suretini gönderiyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.


Sayın Tansu ÇİLLER
DYP Genel Başkanı ve Dışişleri Bakanı

Ankara 4 Mart 1997


Sayın BAKAN;


“Lâikliğin teminatı biziz, demokrasinin teminatı Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir.”
Bu sözlerinizle milleti aldatacağınızı zannediyorsanız; büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu söylemeyi, bir vatandaşlık görevi addediyorum.
Neyin teminatı olacaksınız?
Bugüne kadar yaptıklarınızı gördükten sonra; sizi, kim teminat kabul eder?
Meclis çalışmalarında milletvekillerinizi serbest bırakıp; vicdanlarının seslerine göre hareket etmelerine fırsat ve imkân verdiniz de mi, demokrasiden bahsetme hakkınızı kullanıyorsunuz
Kendi meclis grubunuzu “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” diye ikiye bölen ve devletin verdiği imkânları “mavi boncuk” olarak dağıtmak suretiyle; insan karakterinin en süflî yönlerini istismarda inanılmaz başarılar sağlayan siz; millete, güven vereceğinizi mi zannediyorsunuz?
Eşiniz Özer Çiller’in; kendisine muhalefet eden milletvekillerine, “Boşuna, bizimle uğraşmayınız; zîra, bizimle başa çıkamazsınız. Gazetelerin birinci sayfalarını biz finanse ediyoruz.” dediğini, bilmeyen var mı Türkiye’de?
Bu büyük milleti, bu yüce devleti ve devletin organlarını; kendi kişisel çıkar, ihtiras ve rahatınızın teminatı ve bekçisi zannediyorsanız, çok yanılırsınız.
Türk Silâhlı Kuvvetleri, sizin iltifatınıza muhtaç değildir. O yüce kurum, her şeyin teminatıdır.
Türk Silâhlı Kuvvetleri meselelere, hisleriyle bakmamaktadır. Şu son olaylar göstermiştir ki; meselelere yaklaşımları ilim, akıl, mantık çerçevesindedir.
Kendi ifadenizle “Boynumdaki üç düğümden kurtuldum.” diyerek, her şeyi berbat ettikten sonra; Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni onore etmeye çalışmanızın, bir faydası da olmaz!
Her yüce değeri, işinize geldiği gibi istismar ettikten sonra, “Her şeyin teminatı biziz.” demenizin, bir anlamı kalmaz.


Size ait olan şu sözleri, tekrar okuyunca utanıyorum. İsterseniz, birlikte tekrar okuyalım:


“Refah Partisi ile koalisyon yapmayız. DYP, lâikliğin teminatıdır.” (27/12/1995)
“Erbakan ile işbirliği yapıp, Cumhuriyeti yıkmak isteyen kadrolar, bugün Anavatan Partisi’ndedir.” (19/12/1995)
“Bir tarafta GERİCİLİK, TUTUCULUK, yani; Yılmaz ve Erbakan var; diğer tarafta, biz varız.” (16/11/1995)
“Refah Partisi, PKK gibi; ellerinde harita, Türkiye’yi bölmüşler.” (10/08/1995)
“Erbakan’ın adil düzeni, Fidel Kastro düzeni, Mao düzeni, Mercümekçi düzeni. Kadayıfçı Erbakan’a inanmayın.” (12/11/1995)
“Erbakan, demokrasiye ve hür Türkiye’ye karşıdır.” (15/11/1995)
“Refah Partisi’nin iktidara gelmemesi için elimden geleni yaptım. Biz, koltuk sevdasıyla hareket etmedik. Başbakanlık uğruna Refah Partisi’yle koalisyona girmedik. Bu çizgiyi, devam ettireceğim.” (25/2/1996)
“Biz, Refah Partisi ile koalisyona girmeyiz. Bu tip koalisyonların müzakeresine bile oturmayız.” (19/2/1996)
Refah Partisi- Anavatan Partisi koalisyonu ihtimâli üzerine söyledikleriniz de çok dikkat çekicidir. İşte söyledikleriniz:
“Sayın Erbakan, bir takım şeyleri yaparsa ilkesiz olur, partisini gayri meşru ilân eder. Şimdi, ilk muhalefet başkanı olacağım. Kamuoyu görmeli ki; Çiller, koltuğa değil, ilkelere bağlı.” (17/2/1996)
“Refah Partisi iktidarı ülke için çok zararlı; bunun, engellemesi gerekir.” (16/2/1996)
“Mesut Yılmaz, seçimlerden önceki “Refah Partisi ile koalisyon yapmam.” Taahhüdüne bağlı kalmalı.” (11/1/1996)
Bu hususla ilgili olarak diğer söylediklerinizi saymaya lüzum görmüyorum. Zîra; bu kadarı yeter, artar bile…


Sayın ÇİLLER;


Çifte standartlı kişiliğinizi yansıtan ve ispat eden bu davranışlarınız, tarihin derinliklerinde değildir. “Dün” denecek kadar kısa bir süre önce söylemiştiniz.
Bütün bu olup, bitenlerden sonra; “hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür” sözünü ilke kabul ederek; bugün, kendinizi kurtarıcı mı ilân etmeye niyetlisiniz?
Unutmayınız: Bu ülke, kapalı rejimle idare edilmemektedir. Hiçbir şey, gizli kalmaz
Taşıdığınız kişisel korku ve endişeler sebebiyle bu büyük milleti, yanıltacağınızı da zannetmemelisiniz. Çünkü; bu millet, eninde sonunda, size hesap soracaktır.
Evvelâ, gözkamaştırıcı servetinizin hesabını soracaktır.
Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı’na kiraladığınız, MİT’e ait 107 bin metrekare arazinin hesabını soracaktır.
İstanbul Bankası unutulmamıştır. Onun da hesabını soracaktır.
Kısacası; her şeyin hesabını soracaktır ve siz, hesap vermek zorunda kalacaksınız. Millete hesap vermek;
Kitap yazmadan profesör olmak,
İş yapmadan trilyoner olmak kadar kolay değildir
Bu zorluk; siyasetin tabiatında vardır. Olması da gayet normaldir..
Eğer Türkiye, iktidar dönemizin ve öncesinin hesabını düzgün biçimde sormasını başaramazsa; iddiasını kaybeder ve hedeflerini şaşırır. Ayrıca; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşacağı için Türkiye, zarar görecektir. Kimse unutmamalıdır:


İktidar, bazı kişilerin istirahat yeri değil, milletin dayanacağı yerdir.
Zaten; sizin gibi keyfî, ihtiraslı, bencil ve kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan siyaset adamları, medeniyetini taklide çalıştığımız ve sistemine hayran olduğumuz gelişmiş Batı ülkelerinin hiçbirinde barınamaz.
Bu bakımdan, yapacağınız tek bir şey vardır. Ki; bu, bu ülkenin ve bu yüce milletin hayrına olur. O da, şudur:
Derhal siyaseti bırakmanızdır…İnanıyorum ki; siyasetten çekilirseniz, ülke rahatlayacaktır. Zaten bu ülkeye ve bu millete ne verdiniz ki?...
Demokratik haklarımı kullanarak;
REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU gösteren; ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayan şuurlu bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, bir vatandaşlık görevi addettim.
Bu tepkim, şahsınızı hedef alan hissî bir tepki değildir; olması gereken bir tepkidir. “Hakimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir.” ilkesini dile getiren bir tepkidir.


Uymanızda fayda vardır.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Açıklık Şarttır.

Sayın Mehmet Ali BİRAND


Posta Gazetesi Yazarı


İstanbul 24 Ekim 2009


Sayın BİRAND;


24 Ekim 2009 tarihli ve “Açılımı öldürmemek için” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde; herkesi aptal yerine koyan, henüz daha ne olduğu açıklanmayan ve Türkiye’yi nereye götüreceği bilinmeyen AÇILIMI öven şu ifadeleri kullanmışsınız:


“Kaos’un ucuna geliyoruz. Eğer dikkatli adımlar atmaz, bu dönemde de eskisi gibi savurgan davranırsak yazık olur. Türkiye, tarihinin en önemli süreçlerinden birinden geçiyor. Daha doğrusu bir fırsat yakaladı ve bir denemeye girildi. Bari bu fırsata bir şans verelim. Bakın kime ne görev düşüyor. Yıllardan beri yanıp tutuşuyoruz. Kürt sorunu nedeniyle alevlenen PKK teröründen nasıl kurtulabileceğimizi tartışıyor, ancak bir sonuç alamıyorduk. Ya kendi içimizde anlaşamıyor veya dış güçler ve gelişmeler terör örgütünün yaşamını kolaylaştırıyordu.”


Merak edilmez mi:


Hangi KAOSUN ucuna geldik? Hangi adım, DİKKATLİ ADIM olur? Geçmişte, HANGİ SAVURGANLIĞI yaptık? Türkiye’nin, Tarihî bir süreçten geçtiği bilinmektedir. Bu sürecin, nasıl sonlandırılmasını arzu ediyorsunuz? Yakaladığımız fırsat nedir? Ne yapılırsa bu fırsata, bir şans vermiş oluruz? Kime veya kimlere, nasıl bir görev düşüyor? Yıllardan beri yanıp, tutuşanlar kimlerdir? PKK’nın, Kürt sorunu sebebiyle mi alevlendiğini yutturmaya çalışıyorsunuz? Alınamadığını ifade ettiğiniz sonuç nedir? Kendi içimizde anlaşmak için ne yapmalıydık? PKK’yı, bölgemizde hedef kovalayan DIŞ GÜÇLERİN ve DIŞ GELİŞMELERİN yarattığı gerçeğinin üstünü örtme gayretinizin, sebebi nedir?


Siz de çok iyi bilmektesiniz:


Bölgedeki hedefleri sebebiyle sudan bir bahane ile, Irak’ı işgal ederek üç parçaya bölen; sanki Irak halkının isteğiymiş gibi Celâl Talâbanî’yi, Irak Cumhurbaşkanlığı makamına oturtan; bölge ülkelerinin itirazlarına rağmen, Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu ve şimdilik Bölgesel Kürt yönetimi adını verdiği ve resmen ilân edilmemiş Kürt Devleti’nin başına, Mesut Barzanî’yi oturtan ABD, Türkiye’yi, hiçbir zaman RAHAT bırakmamıştır. Bugüne kadar yaşadığımız bütün bunalımlar, kural dışı olaylar ve iktisadî krizler, ABD’nin eseridir. Daimâ kendisinden yana hükümetler arzu eden ABD; isteklerine boyun eğmeyen hükümetleri zora sokmuş, isteklerine boyun eğen hükümetleri, toplum mühendisliği becerisini kullanarak parlatmış ve kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de; kendi ideolojisine hizmet eden, hain ve gafil misyonerleri bulmakta zorlanmamıştır. Zîra; ABD, bu bölgede;


Kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; iç ve dış gailelerden arınmış; dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen; HUZURLU, MUTLU ve REFAH içersinde yüzen GÜÇLÜ bir BÜYÜK TÜRKİYE istemez. ABD, bu bölgede;


Kendi kendine yetersiz ve daimâ başkalarına muhtaç; “OTUR!” denilen yerde oturan, “KALK!” denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan ve gerçek hedeflerinden uzaklaşan; huzursuz, mutsuz ve refahı unutmuş ZAYIF bir TÜRKİYE ister.


Sayın BİRAND;


Bu gerçekleri bildiğiniz halde, nasıl olur da yazınızda;


“Yakın tarihimizde ilk defa her şey istediğimiz gibi oldu.

İlk defa, Çankaya, MİT, Asker, İktidar ve TBMM aynı görüşleri paylaşmasalar bile, bir çözümün kaçınılmazlığını gören ve destek veren kişilerden oluşuyor.

İlk defa dış koşullar Türkiye’den yana gelişiyor.

İlk defa Washington ve AB, teröre karşı ve Türkiye’den yana tutum alıyorlar.

İlk defa Kuzey Irak, Suriye ve İran ile PKK terörüyle mücadelede ortak hareket edilebiliyor.

İşte böyle bir ortamda, ilk defa bir iktidar harekete geçti. Siyasi bir risk aldı ve mekanizma işlemeye başladı. Ancak gelin görün ki, böylesine alışılmamış bir manzara karşısında kafalar karıştı ve adeta kaos’a doğru bir koşma başladı. Herkes başka açıdan bakıyor ve kimi siyasi, kimi başka rant peşinde koşuyor. Eğer kendimize çeki düzen vermezsek, elimize geçen bir fırsatı heba edebileceğiz.” ifadelerini kullanmaktasınız?


ABD’nin, bütün tahrik, tertip ve provokasyonlara rağmen, bugüne kadar başaramadığı bir Türk-Kürt çatışmasını, bu defa toplumu gererek, gerçekleştirmeye çalıştığını anlayamayacak derecede basiretsiz bir kişi olabilir misiniz?


Siz; PKK’nın ikna edilmesi masalını bir tarafa bırakarak, AÇILIMIN ne olduğunu, zamirinizde yaşattığınız barışın, neye karşılık sağlanacağını DÜRÜSTÇE, MERTÇE ve AÇIK BİR ŞEKİLDE, kamuoyuna açıklamak zorundasınız. Abdullah Öcalan’ın ve DTP’nin dayattıkları istekleri, bellidir ve her zeminde ve açık bir şekilde sözcüleri tarafından dile getirilmektedir. Onlar kadar açık sözlü olamaz mısınız? Bakış açınızı, net bir şekilde ortaya koyamaz mısınız?


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

22 Ekim 2009 Perşembe

İşin doğrusu nedir?

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN


Başbakan ve AKP Genel Başkanı


Ankara 22 Ekim 2009


Sayın BAŞBAKAN;


21 Ekim 2009 tarihinde Ağrı ve Erzurum’da katıldığınız çeşitli açılış törenlerinde yaptığınız konuşmaların bir bölümünde;


“Türkiye, çok önemli süreçlerden ve tarihi günlerden geçiyor. İç politika, dış politika ve ekonomi alanlarında ülkenin geleceğini şekillendirecek bir süreç yaşanıyor. Çok daha aydınlık, çok daha mutlu ve müreffeh bir geleceği hep beraber inşa edeceğiz. Bugün, dünyanın birçok bölgesinde Türkiye konuşuluyor. Bunu biz sizinle başardık, sizin desteğinizle başardık, sizin hayır dualarınızla başardık. Allah’ın izniyle çok daha fazlasını başaracağız. Yeter ki bir olalım, yeter ki birlik olalım, yeter ki kardeşliğimizi muhafaza edelim, kardeşliğimizi yüceltelim, pekiştirelim. İnanın, o zaman, aşamayacağımız hiçbir engel yoktur, ulaşamayacağımız hiçbir hedef yoktur. Benim Ahmedim, Mehmedim, Hasanım, Hüseyinim, Ayşem, Fatmam Batı’nın Helgasından, George’undan geri mi? Hiç merak etmeyin. Muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacağız.” ifadelerini kullandığınızı, gazetelerden okudum. Düşünülmesi şarttır:


Türkiye’nin, çok önemli bir süreçten geçtiği kesindir. Amma; bu sürecin, tarihe nasıl yansıyacağı belli değildir.


İç politikada, dış politikada ve ekonomi alanlarında, ülkenin geleceğini şekillendirecek bir sürecin yaşandığı da doğrudur. Zîra; Türkiye, 29 yıldan beri böyle bir süreçten geçmektedir. Merak edilen ise; sürecin tamamlanıp, tamamlanmadığı ve tamamlandıysa, nasıl sonuçlanacağıdır.


Yıllardan beri çok daha aydınlık, çok daha mutlu ve müreffeh bir geleceğin inşa edileceğini umutla bekledik. Amma, bugüne kadar, bunu başaran çıkmadı ve hep, hayal kırıklığına uğradık. Çünkü; yürürlükteki demokratik sistemimiz, halkı dışlamış ve “Tek adam” iradesini üstün kılmıştır ve de baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşmuştur.


Bu millet, Türkiye’yi bölmek isteyenlerin dışında bir olmuştur, birlikte olmuştur ve kardeşliğini muhafaza etmiştir. Buna rağmen ülkeyi idare edenler, muhtaç olduğumuz sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını sağlayamamışlar; orta tabakayı eriterek, milleti perişan etmişlerdir. Öylesine ki; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hattâ perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Dünya üzerinde hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen bir Türkiye olacağına, başkalarına avuç açan ve kaderini sıcak paraya bağlayan bir Türkiye olmuştur. Bu duruma gelişte; Ahmedin, Mehmedin, Hasanın, Hüseyinin, Ayşenin, Fatmanın bir kusuru; Helganın, Georgenin bir açıkgözlüğü ve becerisi yoktur.


Merak ediyorum:


Henüz daha açıklanmayan ve “Millî Birlik Projesi” adı verilen tarihî süreç nedir ve nasıl sonuçlanacaktır?


“Barış süreci” adı verilen bir olay, akıllara durgunluk verecek derecede bir gerginlik yaratıyorsa; Türkiye, bunun altından nasıl kalkacaktır?



Sayın BAŞBAKAN;


Konuşmanızın diğer bir bölümünde;


“Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes, Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşlığı üst kimliği altında birleşsin, kenetlensin dedik. Sen Türksün, sen Kürtsün, Sen Lazsın, sen Çerkezsin, sen Gürcüsün, sen Pomaksın, sen Abhazsın, sen Romansın diye kimse saygısızlık yapmasın dedik. Yunus’un diliyle birbirimize bakalım dedik. Biz insanları ’yaradılanı Yaradan’dan ötürü severiz’ anlayışıyla severiz dedik. Her vatandaşımız, kendi kültürünü, örfünü, dilini, meşrebini özgürce yaşatarak, bu ülkenin kültürel zenginliklerine zenginlik katsın dedik. Sonuna kadar bu hakkını özgürce kullanabilsin dedik.” ifadelerini kullanmışsınız. Ki; bu ifadeler, hemen, hemen her konuşmanızın demirbaşıdır. Anlayamadığımız husus ise, şudur:


Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında birleşmiştir ve kenetlenmiştir. “Sen Türksün, sen Kürtsün, sen Çerkezsin, sen Gürcüsün, sen Pomaksın, sen Ahbazsın, sen Romansın” diye kimse, kimseye saygısızlık yapmamıştır ve kimse, kimsenin hakkını çiğnememiştir. Herkes, vatandaşlık haklarını sonuna kadar özgürce kullanmıştır. Ancak; başkaları tarafından başımıza musallat edilen “Ayrılıkçı Kürt Hareketi”, milletin birlik ve beraberliğini ve de devletin üniter yapısını bozmak için elinden geleni yapmış; Türk, Kürt, genç, yaşlı, kadın, çocuk ayırmaksızın katliamlar yaparak, dehşetli bir terör yaratmıştır. Buna rağmen, başkalarından aldığı talimatlar doğrultusunda bir Türk-Kürt çatışmasını başaramamıştır.


Bu gerçek bilinirken; Barış süreci adı altında, PKK’yı açık bir şekilde desteklediği bilinen DTP’nin yaptığı gösteri, ülke genelinde Türk-Kürt gerginliği veya istenmeyen olaylar meydana getirirse; bunun altından nasıl kalkılacak ve hangi tedbire başvurulacaktır?


Dağdan indiği belirtilen PKK’lılar, pişman olmadıklarını, önderleri Abdullah Öcalan’ın talimatları doğrultusunda hareket ederek, Kürt halkının haklarını savunmak için elçi olarak geldiklerini söylemişler ve bir de isteklerini içeren kabul edilmesi imkânsız bir mektup getirmişlerdir. Yani; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okumuşlardır. Bu davranışları da, durduk yerde büyük bir gerginlik yaratmışlardır. Acaba; bu bunalım, nasıl aşılacaktır?


Meydana gelen bu fiilî durum sebebiyle demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Kimin ne yaptığı bilinmezse, işimiz zordur.

Sayın Fatih ALTAYLI


Habertürk Genel Yayın Yönetmeni


İstanbul 22 Ekim 2009


Sayın ALTAYLI;


Mektubumu okuyup, okumayacağınızı bilmemekle beraber yazmaya karar verdim.

Yazılı ve görsel medya, gerçek bir demokrasinin hem varoluş sebebidir ve hem de teminatıdır.


Bu gerçeğe göre değerlendirme yapılırsa; ülkemizdeki medya, gerçek görevini unutmuştur ve kerametleri kendilerinden menkul kişileri şişirmekle meşguldür. Hattâ, kendi arasında bölünerek, paranın üstündeki yazıdan başka bir hedef ve değer tanımayanlarla, siyasî ihtiraslarını tatmine çalışanların hizmetkârlığını yapmaktadır. Bu sebeple de; YANDAŞ ve MUHALİF medya sınıflandırması, insanların zihinlerini karıştırmış; Türkiye’yi ve Türk milletini, gerçek hedeflerinden uzaklaştırmıştır.


Bugün Türkiye’de, çok önemli ve şaşırtıcı, bir o kadar da üzücü olaylar yaşanmaktadır. Ki; bu olaylar, bir müddet evvel yazdığınız “Burası Kandil değil, Ankara’nın göbeğidir.” başlığını taşıyan yazınızda belirttiğiniz olayı, gölgede bırakmıştır.


Mektubumu yazış sebebim şudur:


Bugün, Deniz Baykal bir basın toplantısı yapmıştır. Başbakan Erdoğan’ın yaptığı her konuşmayı canlı olarak yayınlayan televizyonlar, maalesef, -Başkent Televizyonu hariç- Deniz Baykal’ın bu basın toplantısının tamamını yayınlamamışlardır.


Bu bakımdan; ülke sorunlarını, halkı bilgilendirecek şekilde sunmayan Habertürk’ü kınamayı, bir vatandaşlık görevi addettim. Bu görevimi yerine getirirken de; Türkiye’nin, karşı karşıya kalabileceği tehlikeleri ve zorlukları da hatırlatmak istiyorum. Şöyle ki:


1-ABD Millî Savunma Akademisi Öğretim Üyesi JUDİTH YAPHE 2004 yılında şu açıklamayı yapmıştır:


“Türkiye, tehlike algılaması konusunda artık homojen değil; dahası, sistemin stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Hem Başbakan, hem Dışişleri Bakanı, geleneksel bürokrasi yerine işi, danışmanlarıyla götürmeye çalışıyor. Bence CÜNEYT ZAPSU bugün, KÜRT KONUSUNDA en güçlü kişi. Açıkça Kürt kimliğine ve Kürt milliyetçiliğine SEMPATİSİNİ ortaya koyuyor. Yani; Kürt meselesine bakışta, STRATEJİK BİR BİRLİK, artık yok. Biz; ‘TÜRKİYE’ dediğimizde; ‘bu konuda ne düşünüyor?’ konusuna, açık ve net cevap alamıyoruz. Artık, TEK TÜRKİYE yok.” (Gözcü Gazetesi. 24 Haziran 2004 Mehmet Türker.)


2-Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisinden tek bir madde; okuduğunu anlayabilenlere çok şey ifade eder ve olayları iyi izleyenleri üzer. Şuursuzca AB hayranlığı gösterenlere ise, bir şey anlatmaz. Dikkatlerinize sunuyorum:


Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi' nin “Türkiye” başlıklı bölümünden; “Presidency Conclusions”:

“Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini; müzakereler sırasında Türkiye, birkaç devlete bölünürse veya Güneydoğu Bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın, onlarla da müzakere yapılacağına…” denilmektedir.


3-Dün meclis’te DTP sözcüsü Demirtaş, Ermenistan’la ilgili görüşlerini belirtirken; “Türkler, Anadolu’yu İslâmlaştırmak için Ermenileri, Türkleştirmek için Kürtleri katletmişlerdir.” ifadesini kullanmıştır.


Sayın ALTAYLI;


Yorum, serbesttir ve herkesin yorum hakkı vardır. Ama hiç kimse; Türkiye’nin, hızla mukadder bir bölünmeye doğru götürüldüğü gerçeğini görmezden gelemez. Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:

Gaflet, dalâlet ve Hıyanet; netice itibariyle, birbirlerinden farklı değildir; aynı neticeyi doğurur. Tek farkı şudur:

Hainler, asla ve asla nadim olmazlar ve misyonlarına hizmet ettiklerine inanırlar. Gaflette ve dalâlette olanlar, elîm neticeye ulaşıldığında nadim olurlar. Amma; nedametleri, bir işe yaramaz ve neticeyi değiştirmez. Aynen Harzemşah, Anadolu Şelçuklu ve Osmanlı devletlerinin yıkılışlarında olduğu gibi.

Bu durum karşısında; bilenlerin ve düşünmesini bilenlerin yapacakları bir şey yok mudur?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

19 Ekim 2009 Pazartesi

Olaylar, gölge avına benziyor.

Sayın Âdem Yavuz ARSLAN

Bugün Gazetesi Yazarı

İstanbul 19 Ekim 2009


Sayın ARSLAN;


19 Ekim 2009 tarihli ve “PKK’nın samimiyet testi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Yazınızın son bölümünde;
“Bu arada vurgulamak şart; ne iç politik gelişmeler ne de reel politik gündem PKK'nın artık silahlı mücadeleye devam etmesine imkân tanımıyor. Çünkü tüm dünyada terör örgütleri ya ideolojilerin ya da reel politik gelişmelerin sonucu doğar. PKK'yı besleyen politik konjonktür şu anda yok. Irak'tan, Suriye'den ve ne de İran'dan destek bulamıyor. Aynı şekilde Avrupa ve Amerika desteği de yok. Başbakan'ın Irak seyahatinde şahit olduk ki hem merkezi hükümet hem Kuzey Irak Kürt Yönetimi 'PKK'yı daha fazla taşıyamayacaklarını' beyan ediyor. Bunu henüz kapalı kapılar ardında söylüyorlar. Ama yakın zamanda mikrofonlara söylemeleri de şaşırtıcı olmaz.

PKK'nın ideolojik zeminine gelince. Devletin attığı adımlar bu zemini de dağıtıyor. Kürtler'in hakları için mücadele ettiğini söyleyen PKK'ya "Zaten devlet bu hakları sağlıyor" cevabını veren geniş bir Kürt nüfusu var. Yani PKK'nın yaşamasının ideolojik ve politik gerekçesi ortadan kalkıyor. Bir bakıma uzun süredir uzatmaları oynayan PKK'nın artık fiilen bitmesi mümkün. Tabii şunu da hatırlatmak şart. Tek PKK yok ve her şeye rağmen bir yerlerde silahlı mücadeleyi sürdürmek isteyecek, mücadeleye devam diyecek birileri çıkabilir.” ifadelerini kullanmışsınız.

Evet, belirttiğiniz gibidir:

- Terör örgütleri, ideolojilerin veya reel politik gelişmelerin sonucu doğar.

- Geniş bir Kürt nüfusu, devlete sadıktır ve PKK’ya karşıdır.

- PKK’nın tek olmadığı bellidir ve yari geldikçe, bölgemizde hedef kovalayan devletlerin desteğinde faaliyetlerine devam edecek gruplar çıkacaktır.

Bunlar, herkesin ve bilhassa olayları, dikkatli bir şekilde ve tarihin ışığında takip edenlerin bildiği gerçeklerdir. Bu sebeple; yorumlarınızı, aklın, mantığın, ilmin ve tarihin tahtında yapmak zorundasınız. Bizdeki PKK terörünün ideolojik sebeplerle mi veya reel politik sebeplerle mi meydana geldiğini, geniş bir şekilde analiz etmelisiniz. Üstü kapalı yorumlar veya temenniler, geniş halk kitlelerini yanıltır ve yanlış istikametlere sevk eder.

Konuyu, örneklerle açayım:



1- Bölgemizin büyük oyuncusu ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:


“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”


2- Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazı olduğu gerekçesiyle ABD, LOZAN ANTLAŞMASI’nı onaylamamıştır. Bu hususta, Hasan Pulur’un yazısı örnek gösterilebilir:


Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bir bölümünde şunları yazmıştır:


“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli Büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk.


Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin, Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonraki hazin, elemli hikâyesi var…


Dosyada bir fotoğraf…Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curzon…


Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ün âkibeti, iki ülkenin, Cemiyet-i Akvam gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış.
Yerli halk, Türkiye diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye plebisit, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” diye karşı çıkıyor ve Nasturi İsyanı başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı kısa sürede bastırılıyor….
Yıllarca süren savaştan sonra, yeni Türk Devletini kuranlardan Musul ve Kerkük’ü almak için direnen İngilizler, yeni bir isyan hazırlığına giriyorlar.
Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” Kulübünde iki kişi bezik oynamaktadırlar. Biri, Türkiye’nin Başbakanı Fethi Okyar, diğeri de İngiltere Büyükelçisi Lindsay’dır.
İngiliz büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp, Türkiye Başbakanına hayırlı önerilerde bulunuyor:
“Ekselans; bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini, bakın başınıza ne belâlar geliyor.”
İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:
“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul Petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”
İngiliz Elçisi, baklayı ağzından çıkarır:
“Üstelik; bir daha ülkenizde zinhar bir KÜRT İSYANI çıkmayacağını taahhüt ederiz.”
Fethi Okyar, İngilizin bamteline basar:
“Ama sizin, Irak üzerindeki MANDA SÜRENİZ bitmek üzere…”
Ne gam! Emperyalizmin oyunu biter mi?
“Tasanız o olsun; biz, o süreyi hemen uzatırız.”
Sonra ne mi oldu?
Şeyh Sait İsyanı başlar; genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama, MUSUL ve KERKÜK de gider.
İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.”



3- Güneri Civaoğlu’nun yazısı da, konuya ışık tutan iyi bir örnektir:


Güneri Civaoğlu’nun 2 Şubat 1991 tarihli ve “İKİ YARBAY” başlığını taşıyan yazısından bir bölüm şöyledir:
“Hyati Regeny Otelinin 11. katında bir dairede, ABD Kuvvetleri Ordu Sözcülüğü Merkezinde Amerikalı yarbayın sözleri…
Amerikalı yarbayla duvara asılı dev Ortadoğu haritasının önündeyiz.
Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyeti olan geniş alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri, tane, tane seçerek anlatıyor:
“İşte KÜRT DEVLETİ burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak. Bu yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun bir boşluk doğacak. Kürtler, bir devlet kurarak, buradaki boşluğu dolduracaklar. BELKİ, TÜRKİYE’DEN DE TOPRAK İSTERLER.
Ona, anımsatıyorum:
“Türkiye, bunu kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor.”
Amerikalı Yarbay, “O ZAMAN ÇARPIŞACAKSINIZ!” diyor.
Soruyorum:
“Türkiye’nin düzenli orduları, silâhları, topları, zırhlıları, tankları, uçakları, füzeleri var. Böyle büyük bir güce nasıl karşı koyarlar? Hem gerek Suriye, gerek İran, Irak’ın toprak bütünlüğü için açık tavır koymuş bulunuyorlar. Onların da bölgede bir Kürt devleti oluşmasına göz yumacaklarına, nasıl ihtimal veriyorsunuz?”
Amerikalı Yarbayın verdiği yanıt, düşündürücüdür:
“Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin de yakında, çok silâhları olacaktır. Saddam’ın bıraktığı silâhlar, onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silâhları olacak. Uçakları, tankları, füzeleri, zırhlıları, helikopterleri, havaalanları, vs. gibi”


Ayın ARSLAN;


Bulunduğumuz coğrafya netamelidir ve Türkiye, her zaman için dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır ve bundan sonra da kalacaktır. Yaşanan olayları kişiler bazında ve antipati-sempati ölçüleri içerisinde değerlendirmek, Türkiye’yi gerçek hedeflerinden uzaklaştırır ve başkalarına tâbi hale getirir. Günü kurtarmak kolaydır; amma, geleceği teminat altına almak zordur. Özellikle; iktisadî bağımsızlığını kaybetmiş ve başkalarının yardımları ile ayakta kalmaya çalışan ülkelerin, bağımsız bir dış politika yürütmeleri zordur. Zîra; bir ülkenin dış politikasını, bulunduğu coğrafyası belirler.



Bu sebeple; PKK’nın; ABD, İngiltere ve İsrail tarafından, bölgemizdeki müşterek hedefleri doğrultusunda başımıza belâ edildiği gerçeğini göz önünde bulundurarak, halkı aydınlatmak en önemli görevinizdir. Yaşanan bugünkü olaylar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifade ettiği gibi, buzdağının görünen kısmıdır. Söylenmediği ve açıklanmadığı için, buzdağının altında nelerin olduğunu bilmiyoruz. Belki de, hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Temennimiz, siyasî ihtirasların, geleceğimizi ipotek altına sokmamasıdır.


İnşallah, bu mektubum, sizi rahatsız etmez.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

18 Ekim 2009 Pazar

Ölçü kaçırılmamalıdır.

Sayın Bülent ARINÇ



Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı


Ankara 18 Ekim 2009


Sayın BAKAN;


Manisa’da düzenlenen “Zeytin Festivalinde” söylediğiniz şu sözleriniz, düşündürücü ve çok şaşırtıcıdır:


“Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’a giderken, ona ‘Geri dön, senden önce şu kadar kişi bu surlarda can verdi, şu kadar kişi burayı fethetmek isterken başarısız oldu’ dediler. Ama Fatih onlara, ‘Bizim yapacaklarımızı kimse hayal edemez’ demişti. İşte biz de bu düsturla hareket ediyoruz. Bu yolları da gereken hizmetleri de yapacağız. Canla başla çalışarak gereken her şeyi yapacağız.”


Siyaseti tabiatında övünmek, partililerin his ve heyecanlarını canlı tutmak vardır. Bu, yadırganmaz. Ama; gerçeklerle bağdaşmayan aşırı övünmeler bazen ters teper ve hattâ, gerçekleri bilen vatandaşlarımızı üzer. Bu ölçüye göre sözleriniz, üzücü niteliktedir. Zîra;


Türkiye, 2002 yılında başlamamıştır ve 2002 yılından önce ülkeyi idare eden siyasî iktidarlar, reddedilemeyecek ve küçümsenemeyecek değerde önemli hizmetler yapmışlar ve iktidarınıza, önemli varlıklar devretmişlerdir. Otomobil fabrikaları, otoyollar, barajlar, elektrik santralleri, rafineriler ve petrokimya tesisleri, demir-çelik fabrikaları, köprüler, telekomünikasyon tesisleri, elektrik dağıtım ve iletişim şebekeleri, hava alanları, limanlar, şeker ve çimento fabrikaları, sanayi tesisleri, hastaneler başta olmak üzere sayılamayacak derecede çok olan varlıkları hazır buldunuz. Hattâ, devraldığınız bu varlıkların bazılarını, ağırlıklı olarak babalar gibi yabancılara satarak, 50 milyar dolar tutarında bir gelir de elde ettiniz.


Buna rağmen 7 yıllık iktidarınız döneminde; ranta dönük gökdelenler, küçük esnafı bitiren lüks alışveriş merkezleri ve her fırsatta övündüğünüz duble yolların dışında, önemli bir esere imza atamadınız. İskenderun demir-çelik, Erdemir, Tüpraş gibi bir tesis kuramadınız. Bir Atatürk Barajı inşa edemediniz. Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde kurulan 16 barajın yanına, 17.cisi olan ve temelini 2003 yılında attığınız ILISU BARAJI’nın inşaatına dahî başlayamadınız. Sormak hakkımdır:


Bu durum, “Bizim yapacaklarımızı kimse hayâl edemez.” sözünüzü tekzip etmeye yeterli olmaz mı?


Geçmişi inkâr etmek, geleceği kaybetmek ve halkı gücendirmek anlamına gelmez mi?


Devlette devamlılık esastır. Geçmiş iktidarların hizmetlerini onaylamanın zararı ve aşırı övünmenin faydası nedir?


Sayın BAKAN;


Bu mektubumu eleştirmek maksadıyla yazmadım, siyaset üslûbunuzun sertliğini ve tutarsızlığını belirtmek için yazdım. Türkiye’nin; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına her zamandan çok ihtiyacı olduğu bir dönemde; gönül kırıcı, itici, halkı siyaseten kamplara ayırıcı konuşmalar yapmanızı doğru bulmak ve onaylamak mümkün değildir. “Hakikatin hatırı, dostun hatırından üstündür” gerçeğine istinaden doğru olanları hatırlatmak istedim.


Dindar ve dindarlığınız ile övünen bir kişi olmanız hasebiyle;


- İlkesiz siyasetin,


- Emeksiz zenginliğin,


- Vicdansız hazzın,


- Niteliksiz bilginin,


- Ahlâksız ticaretin


- İnsaniyetsiz bilimin,


- Özverisiz ibadetin,


Ölümcül günahlardan olduğunu, herkesten fazla bilmeniz gerekir. Bu günahlardan herhangi birini işleyenler, milletlerin, ülkelerin dirlik ve düzenliklerini bozar ve tefrikalara sebep olur. Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:


Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.


Bu sebeple; önemli mevkilerde bulunan devlet ve siyaset adamları, gönülleri birleştirici, insanların şevk ve heyecanlarını arttırıcı söz söylemek ve davranışlarda bulunmak zorundadırlar. Zîra; bir ülkenin sağlam temeli;


- Âlimlerin ilmine,


- Büyüklerin adâletine,


- İyilerin ibadetine,


- Kahramanların kahramanlıklarına dayanır.


Bu ölçüler dikkate alınmadığı takdirde; “İyi adamın, kötü adama muhtaç olması” gibi büyük bir felâket, devletin ve milletin içini kurt gibi kemirir.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

17 Ekim 2009 Cumartesi

Gaflet veya kasıt.

Sayın Oral ÇALIŞLAR



Radikal Gazetesi Yazarı


İstanbul 17 Ekim 2009



Sayın ÇALIŞLAR;


17 Ekim 2009 tarihli ve “Filistinliler, Kürtler, İsrail ve Türkiye” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;
“Başta da belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin İsrail’e yönelttiği eleştiriler haklı eleştirilerdir ve Türkiye’ye İslam dünyasının ve tüm dünyanın sempatisini kazandırmaktadırlar. İsrail’in Türkiye’ye Kürt sorunundan yola çıkarak yönelttiği eleştiriler de haklı ve yerindedir.


İsrail, Türkiye’nin Kürt sorunundaki ayıplarını gerekçe göstererek bu haklı eleştirileri ortadan kaldıramaz. Türkiye ise, ‘dünya arenası’nda gerçekleştirdiği vicdani eleştirilerinin ciddiye


alınma oranını yükseltmek istiyorsa, içeride demokrasiye ve insan haklarına daha duyarlı


bir iklim yaratmak zorundadır.


Ama asıl üzerinde durulması gereken konu, yapılan eleştirilerden ve Türk devlet mantığıyla İsrail devlet mantığı arasındaki ortaklıklardan ziyade, Filistinliler ve Kürtlerin içinde bulunduğu somut durumdur. Bu halkların dertlerine olabildiğince hızlı şekilde çözüm üretilmesi gerekiyor.


Her iki ülkenin de acilen yapması gereken budur.” ifadelerini kullanmışsınız.
Merak ediyorum:
Profesör unvanlı siz; Türkiye’yi, İsrail’e benzetirken ve kurulduğu günden itibaren İsral’in zulmüne maruz kalan Filistinlilerle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içinde her türlü vatandaşlık haklarına, hür bir şekilde sahip olan Kürt kökenli vatandaşlarımızı aynı kefeye koyarken, hiç hicap duymadınız ve vicdanınız sızlamadı mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mantığı ile İsrail devletinin mantığı arasında nasıl bir ortaklık vardır?


Filistinlilerin hiçbir hakları yoktur ve zulüm altında inlemektedirler. Kürtler ise, tam aksine HÜR ve SERBESTTİRLER ve her türlü hakka sahiptirler. Bu durum karşısında; nasıl oluyor da, “Filistinliler ve Kürtlerin içinde bulunduğu somut durumdur.” ifadesini kullanabiliyorsunuz?


“Bu halkların dertlerine olabildiğince hızlı bir şekilde çözüm üretilmesi gerekiyor.” ifadesini kullanırken, kastınız nedir? Filistinlilerin halleri bilinmektedir. Kürtler için çözüm önerileriniz nedir ve ne yapılmalıdır? Bir türlü açıklamadığınız hedef ve niyetiniz nedir? Ayrı bir devlet mi, federasyon mu, özerklik mi?
Doğrudur:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu andan itibaren, bölgemizde hedefleri, projeleri ve çıkarları olan Amerika, İngiltere ve kurulduktan sonra İsrail’in, müştereken yarattıkları, kaşıdıkları ve destekledikleri “Yapay bir Kürt sorunu” mevcuttur. Ve bu sorunu, değişik şekillerle önümüze koymuşlardır. Bazı aşiret reislerini kullanarak ve destekleyerek üzücü olayların meydana gelmesini de sağlamışlardır ve bundan sonra da tahrik, destek ve teşviklerine devam edeceklerdir. Bunun böyle olduğu ve olacağı, işin başından beri bilinmektedir. İşte ispatı:
ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:

“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himâye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”
Dikkat ediniz:

Amerika bu hedefini, Atatürk’ün, Samsun’a çıkışından üç ay sonra resmen açıklamıştır. İstiklâl Savaşı henüz başlamamıştır. Bugüne kadar Amerika, bu hedefini gerçekleştirememiştir. Zîra; Amerika, bugüne kadar bu hedefini gerçekleştirmek için KENDİNDEN YANA BİR HÜKÜMET bulamamıştır. İşin en ince noktası da; Kürt kökenli vatandaşlarımızın, Amerika’nın bu hedefine âlet olmamalarıdır. Bugün de öyledir: Kürt kökenli vatandaşlarımızın yüzde 90’nı, bütün tahrik, tertip ve teşviklere rağmen Türkiye’nin bölünmesini, üniter yapısının bozulmasını ve iç çatışmaların meydana gelmesini istememektedirler. Zaten; ABD, İngiltere, İsrail ve Avrupa ülkelerini çılgına çeviren gerçek de, budur. PKK’yı yaratan, donatan, teşvik eden ve destekleyen Amerika, bütün gayretine rağmen bir Türk-Kürt çatışmasını sağlayamamıştır. Bundan sonra da sağlayamayacaktır.
Şimdi; bu gerçekler tahtında oturup, bir düşününüz ve kendi kendinizi sorgulayınız ve kimlere veya hangi ideolojiye âlet olduğunuzu araştırınız. Devlet eski Bakanı ve Kürt kökenli Kâmran İnan’ın, hemen, hemen her konuşmasında söylediği “Kahramanları bol olduğu kadar, hainleri de bol bir ülkeyiz.” sözü, size ışık tutmalı ve gerçekleri görmenize yardımcı olmalıdır. Aksi halde;

 
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımayan; tarih ve coğrafya bilmeyen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramayan; dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayamayan CAHİL veya GAFİL bir kişi durumuna düşersiniz.
Şayet arayışınız DEMOKRASİ ise; bunun yolu, başkaları hesabına Kürt meselesine sarılmak olmamalıdır. Asıl arayış; halkı, sistemin dışına iterek ikinci seçmen durumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini seçilmiş DİKTATÖRLER konumuna getiren, çarpık siyasî yapımızı sorgulamak istikametinde olmalıdır. Bilmem ki; bunu, yapabilir misiniz?
Halk kitlelerine hitap eden profesör etiketli bir köşe yazarı olduğunuz için, yazınızı eleştirdim.Zîra; kimin arabasına bindiğinizi, öğrenmek istiyorum. Buna, hakım da vardır. Lütfen, cevap veriniz.

Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı