Sayın Mehmet ALTAN
Star Gazetesi Yazarı.
İstanbul 29 Ekim 2009
Sayın ALTAN;
29 Ekim 2009 tarihli ve “Askerî Cumhuriyet’in sonu” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde, ancak size yakışan;
“Bugün Cumhuriyet Bayramı... Cumhuriyetin ilânı ile Osmanlı Hanedanı’nın elinden iktidar alındı…Ama; halka devredilmedi, “saray iktidarı”, “saray bürokrasisinin” eline geçti…Halkın değil; “asker ve sivil bürokrasinin” cumhuriyeti oluştu. Bence; hâlâ da, öyle…Yoksa; Cumhuriyet’in 86. yıldönümünde, askeriyenin “darbe belgesi” gündem oluşturur muydu?” ifadelerini kullanmışsınız.
Herhalde; bizleri, bu ifadeleri inanarak kullandığınızı kabullenecek kadar saf zannetmiyorsunuzdur? Sebebine gelince:
Parlâmento, demokratik rejimin kalbidir; seçimler de, şahdamarı mesabesindedir. Bunun şartları da bellidir ve bilinmektedir:
Seçimler, HÜR bir ortamda, eşit ve ÂDİL bir şekilde yapıldığı takdirde, gerçek demokrasinin şahdamarı işlevini görür. Hile, entrika ve gasp etme arzusuna dayanan ve de OY’u, bir formalite addeden seçimler, hiçbir zaman demokrasinin şahdamarı işlevini görmez ve dolayısıyla tartışılır bir parlâmentonun oluşmasına sebep olur.
Şimdi; son 30 yıl zarfındaki gelişmelere bakarak, bir değerlendirme yapalım:
1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, askerî idarenin, Danışma Meclisi kararı ile kabul ettiği Seçim Kanunu, siyasî partilerin her kademedeki yöneticileriyle, milletvekili adaylarının, partiye kayıtlı üyelerce ve hâkim teminatı altında yapılacak önseçimlerle belirlenmesini ve barajsız bir seçim sistemini öngörüyordu.
1983 seçimleriyle iktidara gelen siyasî irade, zaman içersinde bu seçim kanunu değiştirerek, değil partiye kayıtlı üyelerle, 1980 öncesi uygulanan delegelerle dahî yapılacak önseçimleri ortadan kaldırdı ve siyasî parti liderlerini ilk ve son söz sahibi yaptı. Yani; halkı sistemin dışına iterek, siyasî parti liderlerini, “seçilmiş diktatör” konumuna getirdi. “Temsilde adâlet, yönetimde istikrar” masalıyla da, yüksek oranlı genel ve çevre barajları getirerek, parlâmentonun temsil yapısını bozdu.
Dikkat edilirse; Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra düzgün bir seçim yapamadı ve bu dönemde, baskın seçimler, moda haline getirildi. Bu modelde; vatandaşlara verilen görev, seçim zamanlarında siyasî parti liderlerinin veya genel merkezlerinin hazırladıkları oy pusulalarını sandığa atmak oldu. Yani; bir formalite yerine getirildi. Siyasetçiler ve demokrasi havarisi geçinen allâmeler, bu çarpık modele “Millî İrade” etiketini yapıştırıverdiler. Hiç kimse de; “askerlerin getirdiği Seçim ve Siyasî Partiler Kanunları değiştirilmeseydi; acaba bugün Türkiye ve demokrasimiz ne durumda olurdu?” diye merak edip, bir sorgulama yapmadı ve AZICIK ve GÖSTERMELİK demokrasimizin, gerçek bir demokrasiye dönüşmesi için gayret göstermedi. Bilâkis; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine herkes sessiz kaldı.
Sayın ALTAN;
Profesör olan siz; bu gerçeği bilmeyecek, göremeyecek ve irdeleyemeyecek derecede bilgisiz, muhakemesiz ve basiretsiz olamayacağınıza göre; hangi akıl, mantık ve ilimle, devamlı olarak askerleri hedef göstererek, yanlış istikamette bir kamuoyu oluşturmaya çalışmaktasınız?
Kabullenmediğinizi ve hattâ, ret ettiğinizi gayet iyi bildiğim halde; konu ve yazınızla ilgili olduğu için Cumhuriyetimizin kurucusu, Mustafa Kemâl Atatürk’ün sözünü, dikkatlerinize sunuyorum:
“Milletler, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahî gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü; meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk, bireysel despotluktan daha tehlikelidir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki; bu kararlar, ulusların yaşamına, telâfisi mümkün olmayan zararlar verebilir.”
Ülkemizde meydana gelen kargaşanın ve zorlukların sebeplerini, işinde, gücünde olan ve geçim gailesiyle zamanını harcayan sıradan vatandaşlarımız bilemeyebilirler ve düşünemeyebilirler. Ama; kariyer sahipleri, medya mensupları, aydın geçinenler bilmek ve düşünmek zorundadırlar. Bu hususta, tarih de kendilerine yardımcı olur ve ışık tutar. Yeri geldiği için, Romalı senatör Marcus Tullius Çiçero’dan bir örnek gösterebilirim: İşte, Çiçero’nun, tarihe mâlolmuş ve değerini hiçbir zaman yitirmeyen sözleri:
“Bir ulus, kendi içindeki aptal ve hattâ muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat, içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi imkânsızdır. Sınırı zorlayan düşman, silâh ve alemlerini açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat, bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur; onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, ulusun yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur ve ulusun ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil, daha az korkuludur.”
Bu bakımdan, yazınızın bir bölümünde kullandığınız ; Cumhuriyet’in 86. yıldönümünde “askerî cumhuriyet” in sonuna gelmiş gözükülüyor. Bundan böyle ancak, “demokratik cumhuriyet”e adım atarak, kendimizi İslâm Âlemine model ülke haline getirerek, bir iç sağlığa kavuşabiliriz. Bunu sağlamadan da hiçbir açılım, başarıya ulaşamaz ve kalıcı olamaz.” sözlerinizin, bir önemi ve değeri yoktur. Bu gibi görüşler; bölgemizdeki BÜYÜK OYUNCUNUN dayattığı görüşlerdir. Bizden veya dışımızdan etkilenerek, gerçekten demokrasiye geçmek isteyen bir İslâm ülkesinin en büyük engeli, bölgenin büyük oyuncusu AMERİKA olacaktır. Zîra; Batı emperyalizmi, kendilerinden yana olmayan idarelere pek geçit vermez ve kullanabileceği idareler ister. Bu sebeple size tavsiyem şudur:
Sahte demokrat kisvesi giymekten vazgeçiniz ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden elinizi çekiniz. Zîra; neticede, hüsrana uğrarsınız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
29 Ekim 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder