Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 30 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Kızılcahamam ‘da tertiplediği toplantıda yaptığınız ve bazı televizyon kanalları tarafından naklen yayınlanan iki saat süren konuşmanızı dikkatle ve ilgiyle izledim. Her ne kadar bilinenleri tekrar eden bir konuşma olmasına rağmen; hitâbet gücünüze ve kabiliyetinize hayran olduğum için konuşmanızı, sonuna kadar izledim.
Bilinen bir gerçektir:
Tarih, hiç kimseye hesap sormaz. Tarih, herkesi şaşmaz hassas terazisinde tartarak ve yerli yerine oturtarak, gelecek nesillere bir belge olarak sunar.
Bu gerçeğe istinaden de; ülkesinin ve milletinin geleceği ile ilgilenen; olayları dikkatle izleyip bilgi ve fikir sahibi olan; vatanına ve milletine hizmeti gaye edinen; vatandaşlık hak ve görevlerinin bilincinde olan her vatandaşın, fikir beyan etme ve uyarıda bulunma hakkı vardır. Bu hakkımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ediyorum:
Gerçeklerin ifadesinde sakınca görmüyorum:
İktidarda bulunmanız hasebiyle elbette ki, bir dizi icraatınız olacaktır. Bu; devlette devamlılığın tabiatında vardır ve yükselme ve ilerlemenin şartıdır. Yüce milletimiz, kadirşinastır ve hizmet edenlerin haklarını teslim eder. Ama; iktidar sahiplerinin geçmişi reddetme ve kötüleme hakları yoktur. Bu sebeple; Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi göstermenizin bir faydası olmaz ve hâttâ, gönüllerde burukluk yaratır.
Bugünkü konuşmanızda, icraatlarınızı sıraladınız. Bilhassa; sosyal alanlarda (Kömür, erzak, kitap, para dağıtımı ile Köydes projesi) yaptığınız yardımlarla övündünüz. Bu faaliyetler için de, Doğu ve Güneydoğu’daki TOKİ yatırımları dahil, 12-13 milyar YTL. harcadığınızı belirttiniz. Bununla övünürken; geçmiş iktidarlar tarafından size devredilen önemli iktisadî değerlerin özelleştirilmesinden 50 milyar dolar (75 milyar YTL.) gelir elde ettiğinizi belirtmediniz.
6 yıllık iktidarınız zamanında Erdemir ve İskenderun Demir-çelik büyüklüğünde bir demir-çelik tesisi, Keban, Karakaya veya Atatürk Barajı gibi bir baraj, Tüpraş gibi bir rafineri, Pektim gibi bir Petro-kimya tesisi, bir şeker fabrikası, v.s. kurmadınız. Dicle ve Fırat üzerinde projelendirilen 16 adet baraj ve hidro-elektrik santrallerini, 2002 yılında işler vaziyette hazır buldunuz. Geriye kalan Ilısu Barajı’nın inşasına, 6 yıl zarfında başlayamadınız.
Bu gerçekler karşısında geçmişi inkâr etmenizin kime ve ne faydası olur?
Sizden evvelki iktidarlar, ülkenin varlığına varlık katarak yatırım yaptılar. Sosyal alandaki hizmetlerini de, ülkenin önemli iktisadî değerlerini satarak değil, kazanarak yaptılar.
2002 yılında 87 adet Üniversiteyi hazır buldunuz. 1965’te 6 üniversitemiz, 1991 sonunda 26 üniversitemiz vardır. Karar vediğiniz ve henüz daha kuruluş aşamasında olan 54 üniversite, geçmişi inkâr etmenizin sebebi olabilir mi?
Sayın BAŞBAKAN;
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama, bu mektubuma sığmaz. Devletin envanteri, her şeyin doğrusunu gösterir. Nisyan ile malûl hafızalar unutsalar da, Devletin kayıtları ve bilgileri mahfuzdur. Asıl belirtmek istediğim husus da şudur:
Hemen hemen her konuşmanızda, mâneviyâttan bahsederk, gönüllere hitap etmektesiniz Geçmişte bu ülkeye büyük hizmetlerde bulunan siyaset ve devlet adamlarından herhangi biri, meselâ Süleyman Demirel, konuşmalarınızı dinleyince;
“KOPUNCA BİR TELİ, BAĞLANSA DA DÜĞÜMLÜ KALIR.
DOKUNMA GÖNLÜME, ŞART-I MUHABBET ÖYLE DEĞİLDİR”.dizelerini gönlünden geçirse; acaba, yorumunuz ne olur?
Veya; ülkesindeki olayları çok dikkatli biçimde takip eden garip bir vatandaş;
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan.
Uyan, uykusu çok gözlerim uyan.
Azrail’in kastı, canadır inan.
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan” şeklindeki NAKŞİBENDİ İLÂHİSİNİ terennüm etse; acaba, o garibin gönlünü kim ve nasıl ferahlatacaktır? (IV.cü Murat’a aittir.)
Her şey bir tarafa; bugün, ülkenin durumu gerçekten zordur. 10 aylık dış ticaret açığı, 63 milyar dolardır ve yıl sonunda 75 milyar dolara ulaşacağı, yetkililer tarafından ifade edilmektedir.
Buna bağlı olarak, carî işlemler açığının 50 milyar dolara ulaşacağı kesindir.
Türkiye, bu zor dönemi nasıl aşacaktır?
Artan işsizliğe ve fukaralığa, nasıl çare bulunacaktır?
Mahallî seçimlere odaklanarak, parlak sözlerle his ve heyecanı canlı tutmak, ülkenin içinde bulunduğu zorluğu aşmak, mümkün olacak mıdır?
Siyasetçi değilim. Maksadım; tarihe, hoş olmayan ifadelerle geçmemeniz içindir. Alkışlayanlarınızın, huzurunuzda “Evet efendim” diyerek eğilip, bükülenlerinizin çok olduğu bu zamanda, doğruları söyleme cesaretinde bulunan insanların varlığını belirtmek için bu mektubumu yazdım.
Takdir veya tekdir, size aittir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
29 Kasım 2008 Cumartesi
25 Kasım 2008 Salı
Kriz ve yanlış model
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 25 Kasım 2008
Sayın Başbakan;
Partinizin bugünkü grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Meclis televizyonundan naklen verilen konuşmalarınız hakkında yorum yapmak, elbette ki; biz vatandaşların en tabii hakkıdır. Bu hakkımı kullanarak görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Gerçek olan şudur ki; hangi sebebe dayandırılırsa dayandırılsın, ülkemiz sıkıntıda ve krizdedir. Bu krizi aşmak ve geçerli çözümler bulmak, uygulanan bu modelde zordur Zirâ; yaşanan krizin kaynağı ne ABD’dir ve ne de Avrupa’dır.
Geçmişte yaşanan, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşayacağımız krizlerin asıl kaynağı; Türkiye’nin, 28 yıldan .beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır.
Aslında; reel sektör ve halk için dâimâ kriz vardı. Yaratılan krizler, orta tabakayı eritmiştir. Bu gerçeği gören de çıkmamıştır. Bulduğu ile yetinen veya verilenle yetinmek zorunda kalan geniş halk kitleleri de, seslerini duyuramamıştır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi haline gelen kriz; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde üretmeden, çalışmadan, yorulmadan, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan; yatarken, dinlenirken, uyurken, eğlenirken, tatil yaparken, kazanan ve keyif süren paralı kesimin, “Acaba, kaybımız olur mu?” telâşıdır. Neticede de, alınacak her tedbir ve uygulanacak her model, yine, paralı kesim için olacaktır.
Türkiye’nin gerçeği bellidir:
28 yıldan beri Türkiye, halkın tamamını kucaklayan ve topyekûn kalkınmaya götüren gerçek bir ekonomik modeli unutmuştur. Esasen kıt olan kaynaklarını, her dediğini yaptıran ve idareleri baskı altında tutabilen belirli bir zümrenin istifadesine sunmuştur. Ki; bu kesim, genel nüfus içinde yüzde 10’luk bir kitledir.
Bankalardaki mevduatların yapısı, menkul değerlerin dağılımı, bu tespit ve görüşümü doğrulamaktadır. Bunun anlamı da açıktır: Nüfusumuzun yüzde 90’ı, yüzde 10’luk bir kesime çalışmaktadır. Buna, çalışma da denemez; halk, paralı kesime esir edilmiştir. Halkın durumu bellidir:
Borç içersindedir.
Adâletsiz ve dolaylı vergiler altında ezilmektedir.
Üretimden uzaklaştırılmıştır.
Alın teri ve el emeği sömürülmüştür.
İnsan unsuru ve değeri unutulduğu için, geleceğimizin teminatı olan gençlerimiz, sokakları dolduracak tarzda işsiz ve ümitsizdir.
Bu görüşlerime ve tespitlerime itiraz edilebilir. Ama; işçilerin, memurların, emeklilerin, dul ve yetimlerin, köylü ve çiftçilerin perişan halleri ortadadır. Küçük esnaf ve sanatkârların, ticaret erbabının halleri de bilinmektedir.
Kısacası; yürürlükteki RANT EKONOMİSİ sebebiyle geniş halk kitleleri üretimden uzaklaştırılarak, atıl bir kapasite yaratılmıştır. Bu sebeple; kömür ve erzak dağıtarak, belirli miktarda ve belirli bir kesime faizsiz kredi tahsis ederek, yaratılan bu atıl kapasiteyi harekete geçirmek mümkün değildir.
Sayın Başbakan;
2002 yılında iktidara geldiğiniz zaman, Rant ekonomisini üretken bir ekonomiye dönüştüreceğinizi ummuştum. Ne yazık ki; 6 yıl zarfında bunu, başaramadınız ve Kemâl Derviş’in, başkalarının istekleri doğrultusunda kurduğu ekonomi modelini benimsediniz ve uyguladınız. Üstelik; döneminizde, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti. Yani; sizin iktidarınız da, RANTİYE SINIFINI kolladı. İktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR”
Ve alınacak bütün tedbirlere rağmen, finans kesiminde başlayan kriz önlenemeyecektir. Bu hususta da iktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif yüksek oranlı faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 25 Kasım 2008
Sayın Başbakan;
Partinizin bugünkü grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Meclis televizyonundan naklen verilen konuşmalarınız hakkında yorum yapmak, elbette ki; biz vatandaşların en tabii hakkıdır. Bu hakkımı kullanarak görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Gerçek olan şudur ki; hangi sebebe dayandırılırsa dayandırılsın, ülkemiz sıkıntıda ve krizdedir. Bu krizi aşmak ve geçerli çözümler bulmak, uygulanan bu modelde zordur Zirâ; yaşanan krizin kaynağı ne ABD’dir ve ne de Avrupa’dır.
Geçmişte yaşanan, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşayacağımız krizlerin asıl kaynağı; Türkiye’nin, 28 yıldan .beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır.
Aslında; reel sektör ve halk için dâimâ kriz vardı. Yaratılan krizler, orta tabakayı eritmiştir. Bu gerçeği gören de çıkmamıştır. Bulduğu ile yetinen veya verilenle yetinmek zorunda kalan geniş halk kitleleri de, seslerini duyuramamıştır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi haline gelen kriz; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde üretmeden, çalışmadan, yorulmadan, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan; yatarken, dinlenirken, uyurken, eğlenirken, tatil yaparken, kazanan ve keyif süren paralı kesimin, “Acaba, kaybımız olur mu?” telâşıdır. Neticede de, alınacak her tedbir ve uygulanacak her model, yine, paralı kesim için olacaktır.
Türkiye’nin gerçeği bellidir:
28 yıldan beri Türkiye, halkın tamamını kucaklayan ve topyekûn kalkınmaya götüren gerçek bir ekonomik modeli unutmuştur. Esasen kıt olan kaynaklarını, her dediğini yaptıran ve idareleri baskı altında tutabilen belirli bir zümrenin istifadesine sunmuştur. Ki; bu kesim, genel nüfus içinde yüzde 10’luk bir kitledir.
Bankalardaki mevduatların yapısı, menkul değerlerin dağılımı, bu tespit ve görüşümü doğrulamaktadır. Bunun anlamı da açıktır: Nüfusumuzun yüzde 90’ı, yüzde 10’luk bir kesime çalışmaktadır. Buna, çalışma da denemez; halk, paralı kesime esir edilmiştir. Halkın durumu bellidir:
Borç içersindedir.
Adâletsiz ve dolaylı vergiler altında ezilmektedir.
Üretimden uzaklaştırılmıştır.
Alın teri ve el emeği sömürülmüştür.
İnsan unsuru ve değeri unutulduğu için, geleceğimizin teminatı olan gençlerimiz, sokakları dolduracak tarzda işsiz ve ümitsizdir.
Bu görüşlerime ve tespitlerime itiraz edilebilir. Ama; işçilerin, memurların, emeklilerin, dul ve yetimlerin, köylü ve çiftçilerin perişan halleri ortadadır. Küçük esnaf ve sanatkârların, ticaret erbabının halleri de bilinmektedir.
Kısacası; yürürlükteki RANT EKONOMİSİ sebebiyle geniş halk kitleleri üretimden uzaklaştırılarak, atıl bir kapasite yaratılmıştır. Bu sebeple; kömür ve erzak dağıtarak, belirli miktarda ve belirli bir kesime faizsiz kredi tahsis ederek, yaratılan bu atıl kapasiteyi harekete geçirmek mümkün değildir.
Sayın Başbakan;
2002 yılında iktidara geldiğiniz zaman, Rant ekonomisini üretken bir ekonomiye dönüştüreceğinizi ummuştum. Ne yazık ki; 6 yıl zarfında bunu, başaramadınız ve Kemâl Derviş’in, başkalarının istekleri doğrultusunda kurduğu ekonomi modelini benimsediniz ve uyguladınız. Üstelik; döneminizde, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti. Yani; sizin iktidarınız da, RANTİYE SINIFINI kolladı. İktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR”
Ve alınacak bütün tedbirlere rağmen, finans kesiminde başlayan kriz önlenemeyecektir. Bu hususta da iktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif yüksek oranlı faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
24 Kasım 2008 Pazartesi
Değişen ne?
13 Ağustos 1999 Yalçın BAYER
Yalçın Bayer: DYP'nin Parsadan'ı
Adapazarı'ndan eczacı Hüsnü Akıncı, ''Dünkü 'Bu adayın dolarlarını kim götürdü' başlıklı yazınızla çok önemli bir konuyu gündeme getirmişsiniz'' diyerek şöyle konuşuyor:
''Hiç şüpheniz olmasın; bu ülkenin DYP'ye ihtiyacı vardır. Ama, bu DYP, Tansu ve Özer Çiller tarafından bir aile şirketi haline getirilen DYP değildir. Aranan DYP; memleketçi, hürriyetçi, adaletçi ve topyekûn kalkınmayı hedef alan ve de AP'nin gerçek misyonuna sahip bir DYP'dir.
Memleketin çimentosu konumunda olan bu partiye sahip çıkmak, aslında ülke sorunlarını ve hedeflerini kabullenmek demektir.
Ülke sorunlarına eğilmenin tek şartı şudur:
Ana kaidelere ve ana belgelere göre işleyen bir devlet ve işleyen bir rejim aramak; rejime ve devlete sahiplik bilgi ve şuuru taşımak.
Bu çerçevenin dışına çıkıldığında hiçbir zaman millet, söz sahibi olamaz.''
Aynı zamanda ''Hüsnü Akıncı'dan Çiller'e Mektuplar'' başlıklı kitabın yazarı olan Akıncı, ''Bu kitabımı her hafta okuyorum. Geçmişteki tespitlerim her zaman beni doğruluyor'' diyor.
Dünkü yazımız üzerine arayan bazı kişilerle konuştuk; 2.5 milyon dolar karşılığında aday gösterilen ilin Adana olduğu biliniyor. Olay, Ankara'da kulislerde ve parti çevrelerinde açık biçimde konuşulurken, Akıncı'ya kazanamayan bu adayı Özer Çiller'e kimin getirdiğini soruyoruz:
- Adanalı olduğuna göre Ömer Bilgin olamaz mı? diyor.
ANAYASA MAHKEMESİ İNCELEMELİ
Akıncı,
konu üzerine duyumlarını anlatıyor:
''(...) adlı kişi aldığı paranın yarısını Özer Çiller'e vermiş ve yarısını da 'Aileyi savunduğum için başım derde girdi, hakkımda sayısız tazminat davaları açıldı. Muhtemelen aleyhime neticelenecek tazminatlar için bu parayı, tazminat olarak zimmetimde tutuyorum' diyerek kendisi almış. Bu olay bu kişiyle, ailenin arasını açmış.''
Evet, bu kişi kimdir diye düşünürken, Çillerler'in yanından uzaklaşanların kim olduğunu da anımsayınız.
DYP'de geçen seçimlerde aday belirleme sırasında ne tür skandalların yaşandığını, listelere alınmayanların ne tür suçlamalarda bulunduğu unutulmamalıdır.
Asıl görev, cumhuriyet savcılarına ve partileri denetleyen Anayasa Mahkemesi'ne düşüyor.
Meclis'te ve DYP çevrelerinde bu olay dillerden düşmediğine göre, ihbara hiç gerek yok. Bu tür olayların aydınlatılması bize düşmez. Partinin para hareketi ile hesapları araştırılsın, Genel Merkez Muhasibi İsmail Karakuyu'ya sorulsun, yeter.
Çünkü DYP'de bu para için çok kavga oldu.
Parsadan
olayı unutulmasın.
22 Kasım 2008 Cumartesi
İsmet Solak ve yorumu
İsmet Solak:
Yurttaş Akıncı... İsmet SOLAK
Geçen hafta, ehl-i dil dostum Mehmet Dülger'le ziyaretime geldiler. Yurttaş Hüsnü Akıncı ile yüz yüze tanıştık.
Adını çok duymuştum. Mektuplarından biliyordum. Adapazarı'nda eczacı.
Yurttaşlık bilinci dorukta. Bu bilinci biraz yayabilsek, ne yolsuzluk kalırdı, ne soysuzluk! Hemen her ülke sorununa karşı müthiş duyarlı.
Sarılıyor kaleme káğıda, döşeniyor mektupları. Başbakan, bakan, Merkez Bankası başkanı, müsteşar, sendika başkanı ya da gazeteci... Fark etmiyor.
Düşüncelerini da araştırmalara dayanarak, belge gösterip rakam vererek, üstelik kaynak göstererek sıralıyor:
''Yurttaş, Hüsnü Akıncı!''
* * *
1997 yılında, bunları bir kitapta toplamıştı:
''Tansu Çiller'e mektuplar...''
İki baskı yapmıştı. Bıkmadan usanmadan yazıyor:
''Sayın Gazi Erçel, Merkez Bankası / Ankara
Dikkatlerinize arz ediyorum;
1- Merkez Bankası'nın 19 Şubat 1999 tarihli verilerine göre, toplam mevduat
(döviz tevdiat hesapları dahil) 16 katrilyon 872 trilyon 300 milyar TL'dir. (Toplam mevduat içinde vadesiz mevduatın yüzde 5.3'ü kadar.) Şimdi soruyorum; bu denli büyük oranda kaydi para yaratan bankacılık sistemi ile Türkiye, nereye gider ve ekonomisini nasıl düzeltir?''
Örnekleri sıralıyor. Tarih: 09.01.1999. Erçel'in yanıtı da dosyasında.
* * *
Bir başka mektup, Japonya Büyükelçiliği'ne:
''Sayın Büyükelçi,
Bugün insanlık álemi, dünya gelirinin adaletsiz dağılımı sebebiyle sıkıntılıdır. ABD ile ABD'nin Avrupa'daki ayağı ve temsilcisi durumundaki İngiltere'nin müştereken enerji kaynakları dahil, dünya zenginliklerini, kendi çıkar ve stratejileri istikametinde ellerinde bulundurmak istek ve baskıları dünyanın huzurunu bozmuştur.
(...)
Gönlüm arzu etmektedir ki, teknolojik üstünlüğü tartışılmaz Japonya'nın Türkiye'nin gerçekleştirmeye mecbur olduğu tüp geçit, demiryolu ve raylı sistem projeleriyle, enerji yatırımlarına büyük ilgi göstersin.''
İmza, Hüsnü Akıncı. Tarih: 31. 05. 1998.
* * *
TRT'de, Ertürk Yöndem'in hazırlayıp sunduğu Perde Arkası programında, kömür konusu işleniyor. Hüsnü Akıncı, daktilosunun başına oturuyor:
''İşlediğiniz kömür konusu, her alana örnek teşkil edecek niteliktedir. Kömür ihtiyacımız 10 milyon ton. Üretim 2 milyon ve 8 milyon ton kömür de ithalat yoluyla karşılanıyor.
Bu, Türkiye'ye bilerek veya bilmeyerek yapılan en büyük kötülüktür.''
Tarih: 28.01.2000. İmza: Hüsnü Akıncı. Bir Akıncı, milyon yurttaş...
10 olsa, 20 olsa... Ya 1000 artarsa? Mehmet Dülger gülümsüyor:
- Aman üstadım, fincancı katırlarını korkutmayın!
Yurttaş Akıncı... İsmet SOLAK
Geçen hafta, ehl-i dil dostum Mehmet Dülger'le ziyaretime geldiler. Yurttaş Hüsnü Akıncı ile yüz yüze tanıştık.
Adını çok duymuştum. Mektuplarından biliyordum. Adapazarı'nda eczacı.
Yurttaşlık bilinci dorukta. Bu bilinci biraz yayabilsek, ne yolsuzluk kalırdı, ne soysuzluk! Hemen her ülke sorununa karşı müthiş duyarlı.
Sarılıyor kaleme káğıda, döşeniyor mektupları. Başbakan, bakan, Merkez Bankası başkanı, müsteşar, sendika başkanı ya da gazeteci... Fark etmiyor.
Düşüncelerini da araştırmalara dayanarak, belge gösterip rakam vererek, üstelik kaynak göstererek sıralıyor:
''Yurttaş, Hüsnü Akıncı!''
* * *
1997 yılında, bunları bir kitapta toplamıştı:
''Tansu Çiller'e mektuplar...''
İki baskı yapmıştı. Bıkmadan usanmadan yazıyor:
''Sayın Gazi Erçel, Merkez Bankası / Ankara
Dikkatlerinize arz ediyorum;
1- Merkez Bankası'nın 19 Şubat 1999 tarihli verilerine göre, toplam mevduat
(döviz tevdiat hesapları dahil) 16 katrilyon 872 trilyon 300 milyar TL'dir. (Toplam mevduat içinde vadesiz mevduatın yüzde 5.3'ü kadar.) Şimdi soruyorum; bu denli büyük oranda kaydi para yaratan bankacılık sistemi ile Türkiye, nereye gider ve ekonomisini nasıl düzeltir?''
Örnekleri sıralıyor. Tarih: 09.01.1999. Erçel'in yanıtı da dosyasında.
* * *
Bir başka mektup, Japonya Büyükelçiliği'ne:
''Sayın Büyükelçi,
Bugün insanlık álemi, dünya gelirinin adaletsiz dağılımı sebebiyle sıkıntılıdır. ABD ile ABD'nin Avrupa'daki ayağı ve temsilcisi durumundaki İngiltere'nin müştereken enerji kaynakları dahil, dünya zenginliklerini, kendi çıkar ve stratejileri istikametinde ellerinde bulundurmak istek ve baskıları dünyanın huzurunu bozmuştur.
(...)
Gönlüm arzu etmektedir ki, teknolojik üstünlüğü tartışılmaz Japonya'nın Türkiye'nin gerçekleştirmeye mecbur olduğu tüp geçit, demiryolu ve raylı sistem projeleriyle, enerji yatırımlarına büyük ilgi göstersin.''
İmza, Hüsnü Akıncı. Tarih: 31. 05. 1998.
* * *
TRT'de, Ertürk Yöndem'in hazırlayıp sunduğu Perde Arkası programında, kömür konusu işleniyor. Hüsnü Akıncı, daktilosunun başına oturuyor:
''İşlediğiniz kömür konusu, her alana örnek teşkil edecek niteliktedir. Kömür ihtiyacımız 10 milyon ton. Üretim 2 milyon ve 8 milyon ton kömür de ithalat yoluyla karşılanıyor.
Bu, Türkiye'ye bilerek veya bilmeyerek yapılan en büyük kötülüktür.''
Tarih: 28.01.2000. İmza: Hüsnü Akıncı. Bir Akıncı, milyon yurttaş...
10 olsa, 20 olsa... Ya 1000 artarsa? Mehmet Dülger gülümsüyor:
- Aman üstadım, fincancı katırlarını korkutmayın!
Parti Devleti ve demokrasi
Sayın Hayati YAZICI
Devlet Bakanı
Ankara 22 Kasım 2008
Sayın BAKAN;
Kömür dağıtımının siyasî amaç taşımadığını ifade ettiğiniz için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Daha doğrusu; kendimi, buna mecbur hissettim. Zira; iktidarınız, KURUL, KURAL, KAVRAM tanımamaktadır. Bu sebeple de DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemektedir.
KONUYU, BİRAZ AÇAYIM:
DEVLET, bir kavramdır. İlmî olarak da, “BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULUK OLARAK” tarif edilir. Önemli olan; Devletin kurumları, organları ve kuruluşlarıdır.
Hükümetlerin görevi de; DEVLETİ, bir AHENK içersinde İŞLETMEKTİR. Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı demokrasileri, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine asla ve asla izin vermezler. Dikkat edilirse; gelişmiş Batı ülkelerinde kurul, kural ve kavram kargaşası yaşanmaz.
DEVLETİ, bir parti devleti haline getirme hedef ve gayretiniz, iktidarınızın en büyük yanlışı ve hatasıdır.
Kömür konusunu örnek vererek, görüşümü açıklamak istiyorum:
Sosyal Dayanışma ve YardımlaşmaVakfı, devletin bir kurumudur. Bu Vakfın, amaçları, işletilmesi ve kaynakları, kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Vakfın faaliyet ve denetimi, illerde valilere, ilçelerde kaymakamlara aittir. Bu kurumlar, siyasî iktidarların değil, devletin kurumlarıdır.
İktidarınız, Devletin bir kurumunu devre dışı bırakarak, dağıtım işine ağırlıklı olarak AKP’li belediyeleri karıştırmıştır. Yani; “Siyasî amaç” güderek, haksız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Kaldı ki; her kademedeki partili yöneticiler, yetkili imiş gibi addedilerek dağıtımda görev almaktadırlar.
Dikkatli bir vatandaş olarak sormak zorundayım:
SOSYAL DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA VAKFI, niçin kurulmuştur? Belediyeler ve Partili yöneticiler, bu vakfın faaliyetlerine, niçin ortak edilmiştir? Ve bu faaliyetler, kimler tarafından ve nasıl denetlenmektedir veya denetlenecektir?
Bir önemli örnek daha:
Ülkemizde yine, DEVLETE ait bir KREDİ VE YURTLAR KURUMU mevcuttur. Bu KURUM, öğrencilerin yurt, burs ve kredi ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuştur. Ama; bu kurum dururken, AKP’li belediyeler de bu faaliyetlere ortak edilmiştir. Bu kurum, yetersiz miydi ki; belediyeler ve parti teşkilâtları, kurumun faaliyetlerine ortak edilmiştir? Bu kurum, yetersiz addediliyorsa; kurumu düzeltmek ve yeterli hâle getirmek, düzgün işlemesini sağlamak, hükümetlerin görevi değil midir? Belediyelerin burs dağıtmasının SİYASÎ AMAÇ taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Çarpıklığın en önemli örneği, meydana gelen yeni bir durumdur. Şöyle ki:
Anayasa Mahkemesi, belediyelerin burs dağıtma faaliyetlerini iptâl etmiştir. Bu durum üzerine Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik; “Anayasa Mahkemesi’nin öğrencileri mağdur edeceğini düşünemiyorum. Bundan sonra belediyeler, burs paralarını bize gönderecekler. Tahsisleri ve dağıtımları Bakanlık olarak biz yapacağız.” Diye bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklama dahî, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun devre dışı bırakıldığının kanıtıdır. Hükümetler, herkesin hükümetleridir. Eğer Millî Eğitim Bakanlığı, bu kurumun görevini üstleniyorsa; bunun, siyasî amaç taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Sayın Bakan;
Sis, yelpaze ile dağıtılamaz. Hak, yenir; ama, hazmedilemez. Bir yalan, ne kadar hızlı olursa olsun; hakikat yetişip, onu geçer. Bu gerçekler, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir.
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; “İdare edenlerin ihtiras ve adâletsizlikleriyle, zenginlerinin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” Bu söz, bana ait değildir. Bu söz; Hz. Peygamberimizin, KIYAMETE kadar değerini ve hükmünü yitirmeyecek muhteşem bir sözüdür. İman iddiasında bulunanlar, bu sözün hakkını, yerine getirmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden; rejime devlete sahiplilik bilgi ve şuuru taşıyan; vatandaşlık hak ve görevlerini, eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve de, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Devlet Bakanı
Ankara 22 Kasım 2008
Sayın BAKAN;
Kömür dağıtımının siyasî amaç taşımadığını ifade ettiğiniz için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Daha doğrusu; kendimi, buna mecbur hissettim. Zira; iktidarınız, KURUL, KURAL, KAVRAM tanımamaktadır. Bu sebeple de DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemektedir.
KONUYU, BİRAZ AÇAYIM:
DEVLET, bir kavramdır. İlmî olarak da, “BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULUK OLARAK” tarif edilir. Önemli olan; Devletin kurumları, organları ve kuruluşlarıdır.
Hükümetlerin görevi de; DEVLETİ, bir AHENK içersinde İŞLETMEKTİR. Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı demokrasileri, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine asla ve asla izin vermezler. Dikkat edilirse; gelişmiş Batı ülkelerinde kurul, kural ve kavram kargaşası yaşanmaz.
DEVLETİ, bir parti devleti haline getirme hedef ve gayretiniz, iktidarınızın en büyük yanlışı ve hatasıdır.
Kömür konusunu örnek vererek, görüşümü açıklamak istiyorum:
Sosyal Dayanışma ve YardımlaşmaVakfı, devletin bir kurumudur. Bu Vakfın, amaçları, işletilmesi ve kaynakları, kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Vakfın faaliyet ve denetimi, illerde valilere, ilçelerde kaymakamlara aittir. Bu kurumlar, siyasî iktidarların değil, devletin kurumlarıdır.
İktidarınız, Devletin bir kurumunu devre dışı bırakarak, dağıtım işine ağırlıklı olarak AKP’li belediyeleri karıştırmıştır. Yani; “Siyasî amaç” güderek, haksız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Kaldı ki; her kademedeki partili yöneticiler, yetkili imiş gibi addedilerek dağıtımda görev almaktadırlar.
Dikkatli bir vatandaş olarak sormak zorundayım:
SOSYAL DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA VAKFI, niçin kurulmuştur? Belediyeler ve Partili yöneticiler, bu vakfın faaliyetlerine, niçin ortak edilmiştir? Ve bu faaliyetler, kimler tarafından ve nasıl denetlenmektedir veya denetlenecektir?
Bir önemli örnek daha:
Ülkemizde yine, DEVLETE ait bir KREDİ VE YURTLAR KURUMU mevcuttur. Bu KURUM, öğrencilerin yurt, burs ve kredi ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuştur. Ama; bu kurum dururken, AKP’li belediyeler de bu faaliyetlere ortak edilmiştir. Bu kurum, yetersiz miydi ki; belediyeler ve parti teşkilâtları, kurumun faaliyetlerine ortak edilmiştir? Bu kurum, yetersiz addediliyorsa; kurumu düzeltmek ve yeterli hâle getirmek, düzgün işlemesini sağlamak, hükümetlerin görevi değil midir? Belediyelerin burs dağıtmasının SİYASÎ AMAÇ taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Çarpıklığın en önemli örneği, meydana gelen yeni bir durumdur. Şöyle ki:
Anayasa Mahkemesi, belediyelerin burs dağıtma faaliyetlerini iptâl etmiştir. Bu durum üzerine Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik; “Anayasa Mahkemesi’nin öğrencileri mağdur edeceğini düşünemiyorum. Bundan sonra belediyeler, burs paralarını bize gönderecekler. Tahsisleri ve dağıtımları Bakanlık olarak biz yapacağız.” Diye bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklama dahî, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun devre dışı bırakıldığının kanıtıdır. Hükümetler, herkesin hükümetleridir. Eğer Millî Eğitim Bakanlığı, bu kurumun görevini üstleniyorsa; bunun, siyasî amaç taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Sayın Bakan;
Sis, yelpaze ile dağıtılamaz. Hak, yenir; ama, hazmedilemez. Bir yalan, ne kadar hızlı olursa olsun; hakikat yetişip, onu geçer. Bu gerçekler, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir.
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; “İdare edenlerin ihtiras ve adâletsizlikleriyle, zenginlerinin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” Bu söz, bana ait değildir. Bu söz; Hz. Peygamberimizin, KIYAMETE kadar değerini ve hükmünü yitirmeyecek muhteşem bir sözüdür. İman iddiasında bulunanlar, bu sözün hakkını, yerine getirmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden; rejime devlete sahiplilik bilgi ve şuuru taşıyan; vatandaşlık hak ve görevlerini, eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve de, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
21 Kasım 2008 Cuma
Lâik Şeyhülislâmlar.
Sayın Ahmet Taşgetiren
Bugün Gazetesi Yazarı
Sayın Taşgetiren; 3 Şubat 2008
2 Şubat 2008 tarihli ve "Lâik Şeyhülislâmlar" başlığını taşıyanyazınızı okudum. Türkiye'nin gündemine bir numaralı sorun olarak gelen Türban,- İnanç konusu yapılarak; mantık oyunları ve münazara üslubu içersinde çözülemez ve herkesimin mutabakatını sağlayacak tarzda neticelendirilemez. Zira; nekadar masumâne görüşler ortaya atılsa da; siyasî iktidarla, dindar kesimi temsil ettiklerini söyleyen dernek, vakıf, cemaat ve tarikat liderlerinin, inkârı mümkün olmayacak bir şekilde halkın din duygularını istismar ettikleri kesindir. O kadar çok örnekleri vardır ki; bunları bilmemenize imkân yoktur. En basit örnek:
Dindar kesimi temsil ettiklerini iddia eden liderler; seçim zamanlarında, kendilerine tabi olan insanları, bir siyasî partiye topyekün yönlendirmektedirler. Bu müdahale ve yönlendirme, İslâm Dini’nin neresinde ve hangi emrinde vardır? Allah insanlara, hiçbir mahlûkuna vermediği İRADE veHÜRRİYET sıfatlarını, sadece ve sadece, insan sınıfına bahşetmiştir.
Kur'an-ı Kerimde, Ayetlerle sabittir: "Dinde cebir yoktur" "Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize". Bu durum, gerçek anlamdaki lâikliğin ifadesi değil midir? Lâikliği, dinsizlik olarak algılayanlarla, lâikliği din dışılık olarak algılayanlar, Kura'an'ın emirleri dışına çıkmış olmuyorlar mı? Kur'an'ın bu emirleri, dinin devlete, devletin dine tarafsızlığının ifadesi değil midir? Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da, "Lâik bir düzende yolların, din ile kesişmesi kaçınılmaz!" diyebiliyorsunuz? Bu çerçevede düşünecek olursak, Deniz Baykal'ın "Türkiye'de yükselen İslâmiyet değildir. Bunun gelişiyle Türkiye'de yaygınlaşan İslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı, kuralları değildir. Kur'an'ınİslâmiyet’i değildir. Gelen başka bir şeydir. Din için gelmiyor."şeklindeki sözleri doğrudur ve asıl tartışma, bu doğrultuda yapılmalıdır. Sebebine gelince:
Hiç kimse inkâr edemez: 2-3 asırdan beri ülkemizde, adet halinde, dededen, babadan görüldüğü şeklinde bir müslümanlık hakimdir. Tabir caizse; koca bir camiâ, şekilciliğe, sadece taât ve ibadete ve de 5-6asırlık eskimiş ve günün ilmî terakkileriyle bağdaşmayan içtihatlara yönlendirilmiştir. Yani; İslâm’ın gerçek yüzü örtülmüş ve birtakım Bid'atlar, hurafeler, din diye yutturulmuştur. Bu durum toplumu bölmüş, tarikat ve cemaatlar türemiş; insanlar arasında olması gereken ahenk ve muhabbet kaybolmuştur. Din ulemasıyız diye geçinen bir takım kişiler, İslâmiyet’in kesin olarak yasakladığı RUHBAN kisvesine bürünerek, halkı aldatmışlar ve kitleleri, Kur'an'daki İslâm’dan uzaklaştırmışlardır. Kısacası; İslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı,kuralları; sorgulayan ve hesap soran bir toplum yapısının oluşmasını engellemek için örtülmüştür.
Bu gerçekler tahtında bakacak olursak; Deniz Baykal'ın, "Sizin bu uygulamalarınızın ne İslâmiyet’te ve ne Hıristiyanlıkta yeri var. Sizin sadece Batı'da değil, Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok." sözleri, haklılık kazanır. Neden mi? İşte, sebebi:
Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının birbölümünde şu önemli sözleri söylemiştir:
"Ey Milletim! Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece benim peşimden geliniz! Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman benim peşimden gelmeye devam ederseniz; Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz!" Hz.Ömer'in bu sözü üzerine bir kişi, hemen kılıcını çekerek, şu sözlerisöylemiştir:
"Ömer! sözlerine dikkat et! bu millete hakaret hakkını sana kim verdi? Hak ve Hakikatten ayrıldığın zaman senin peşinden gelecek insan tasavvur etmen, bu millete yapılan en büyük hakarettir. Haktan ayrılırsan, bu kılıç, sana haddini bildirir." Bunun üzerine Hz. Ömer,teşekkür ederek şu sözleri söylemiştir:
"Beni, böyle bir milletin başına devlet başkanı tayin ettiği için Allah'a şükürler olsun! Ve biliniz ki; Bir millet icabında idarecilerini acı acı tenkit etmezse; O idareciler de, kendilerine yöneltilen bu acı tenkitlere lazım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!" Hz. Ömer bu sözleri, kendi meziyeti ve kendi fazileti sebebiyle misöylemiştir? Hayır! Niçin söylemiştir? İşte sebebi:
Allah, Kur'an-ı Mübin'de, "Allah'dan başka herkes yaptıklarından sorumludur ve herkes, hesap verecektir" diye emretmiştir. Bir kimse Allah indinde en yüksek rütbeye mâlik olabilir. Birçok özel meziyetlere sahip olabilir. Bu meziyet ve özellikler onların yaptıklarını sorgulamamaya ve herhengi bir hakikati feda etmeye, İslâm Dini izin vermez! Bütün müslümanlar, hak ve vazife hususunda geniş bir eşitliğe sahiptirler. Kur'an-ı Kerim; "Adaletin herkes hakkında müsavi bir şekilde cereyan edeceğini" beyân etmiştir. Evet, İslâm'ın gerek hukuk hususunda ve gerek vazifeler hususunda ayrıca imtiyazlı bir sınıfı yoktur. İşte bu sıfat, İslâm'ın en belirgin ve seçkin özelliğidir. Yani; İslâm'ın özü, gerçek bir demokrasidir. Fakat; ne acı bir hakikattir ki; İslâm'ın özünü terk edip, metnindede anlamadan yürüyen ve tarihî hikmetlere vakıf olmayan, ulemalık süsüyle yaşayan; dışı hoş, içi boş kimseler, demokrasiyi, din dışı bir sistem olarak kötülemişlerdir. Hattâ birçok yerde "Bizde imamet sistemi vardır; büyüklerimize, kayıtsız şartsız teslim oluruz"diyerek, halkın sorgulamasını önlemişlerdir. Soruyorum:
Deniz Baykal, "Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok!"derken, yanlış bir şey mi söylemiştir? Hattâ bu gerçeği, meşhur Haccâc-ı Zalim annesine, "Ömer'in kavmini getir, Ömer olayım"sözleriyle belirtmiştir., Denemesi bedava; Başbakanı, Cumhurbaşkanını veya herhangi bir bakanı sorgulayan yazı yazınız! Bakalım; gazetede tutunabilecek misiniz? Zaten, "Kur'an'ın İslamiyet’ini kim yorumlayacaktır?" derken, davayı kaybetmiş durumdasınız. Siz ne güne duruyorsunuz? Açınız kur'an'ı ve okuyunuz; öğrenmek istediğinizi, oradan öğrenirsiniz! "Muhkem" olaraktarif edilen ayetlerde gerçekler, herkesin anlayacağı şekilde anlatılmıştır. "Müteşâbih" olarak tarif edilen ayetlerin mânâsını anlamak için de ilim ve irfan gerekir. Yani; öğrenmek şarttır. Bundan da, öğrenilemeyecek kadar zor mânâsı çıkmaz.
Kalbi olanlar,düşünmesini bilenler, tefekkür edenler ve aklını işletmesini başaranlar, bu hususta da zorlanmazlar!
Sayın Taşgetiren;
Hiç kimse gerçekleri gizlemesin; İktidar dahil birçok kimse, dinî inançları, siyasî amaçla sömürmektedir. Bugün gündemimizi oluşturan türban konusu, siyasî rant maksadıyla kullanıldığı için, korkarım ki, büyük fitnelere sebep olacaktır. Siz; türban tartışmasına dâhil olacağınıza; "bu tartışmalar niçin ve ne maksatla yapılmaktadır? Bu tartışmalarda, Türkiye üzerinde emelleri ve hedefleri olanların rolü nedir?" diyerek, gerçeklere yöneliniz.
Saygılarımla. 3 Şubat 2008
Hüsnü Akıncı
Not: Siz Bugün, "Şeriatla idare ediliyoruz." diyen müslüman ülkelerin, Kur'an ahkâmına veya İslam Dininin esaslarına göre mi idare edildiklerini zannediyorsunuz? O ülkelerin, İslâm’la uzaktan yakından ilgisi olmayan zalim hükümdarlar tarafından idare edildikleri gerçeğini göremiyor musunuz? Zaman zaman, "İslamiyet’in en iyi yaşandığı ülke, Türkiye'dir" denir. Bu doğrudur. Batı'nın esas korkusuda budur. "Bölgedeki ülkeler, göstermelik de olsa, Türkiye gibi demokrasiye geçerlerse, işlerimiz zorlaşır" diye düşünmektedirler. Hedefleri de; Türkiye'yi, o ülkelere benzetmektir.
Bugün Gazetesi Yazarı
Sayın Taşgetiren; 3 Şubat 2008
2 Şubat 2008 tarihli ve "Lâik Şeyhülislâmlar" başlığını taşıyanyazınızı okudum. Türkiye'nin gündemine bir numaralı sorun olarak gelen Türban,- İnanç konusu yapılarak; mantık oyunları ve münazara üslubu içersinde çözülemez ve herkesimin mutabakatını sağlayacak tarzda neticelendirilemez. Zira; nekadar masumâne görüşler ortaya atılsa da; siyasî iktidarla, dindar kesimi temsil ettiklerini söyleyen dernek, vakıf, cemaat ve tarikat liderlerinin, inkârı mümkün olmayacak bir şekilde halkın din duygularını istismar ettikleri kesindir. O kadar çok örnekleri vardır ki; bunları bilmemenize imkân yoktur. En basit örnek:
Dindar kesimi temsil ettiklerini iddia eden liderler; seçim zamanlarında, kendilerine tabi olan insanları, bir siyasî partiye topyekün yönlendirmektedirler. Bu müdahale ve yönlendirme, İslâm Dini’nin neresinde ve hangi emrinde vardır? Allah insanlara, hiçbir mahlûkuna vermediği İRADE veHÜRRİYET sıfatlarını, sadece ve sadece, insan sınıfına bahşetmiştir.
Kur'an-ı Kerimde, Ayetlerle sabittir: "Dinde cebir yoktur" "Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize". Bu durum, gerçek anlamdaki lâikliğin ifadesi değil midir? Lâikliği, dinsizlik olarak algılayanlarla, lâikliği din dışılık olarak algılayanlar, Kura'an'ın emirleri dışına çıkmış olmuyorlar mı? Kur'an'ın bu emirleri, dinin devlete, devletin dine tarafsızlığının ifadesi değil midir? Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da, "Lâik bir düzende yolların, din ile kesişmesi kaçınılmaz!" diyebiliyorsunuz? Bu çerçevede düşünecek olursak, Deniz Baykal'ın "Türkiye'de yükselen İslâmiyet değildir. Bunun gelişiyle Türkiye'de yaygınlaşan İslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı, kuralları değildir. Kur'an'ınİslâmiyet’i değildir. Gelen başka bir şeydir. Din için gelmiyor."şeklindeki sözleri doğrudur ve asıl tartışma, bu doğrultuda yapılmalıdır. Sebebine gelince:
Hiç kimse inkâr edemez: 2-3 asırdan beri ülkemizde, adet halinde, dededen, babadan görüldüğü şeklinde bir müslümanlık hakimdir. Tabir caizse; koca bir camiâ, şekilciliğe, sadece taât ve ibadete ve de 5-6asırlık eskimiş ve günün ilmî terakkileriyle bağdaşmayan içtihatlara yönlendirilmiştir. Yani; İslâm’ın gerçek yüzü örtülmüş ve birtakım Bid'atlar, hurafeler, din diye yutturulmuştur. Bu durum toplumu bölmüş, tarikat ve cemaatlar türemiş; insanlar arasında olması gereken ahenk ve muhabbet kaybolmuştur. Din ulemasıyız diye geçinen bir takım kişiler, İslâmiyet’in kesin olarak yasakladığı RUHBAN kisvesine bürünerek, halkı aldatmışlar ve kitleleri, Kur'an'daki İslâm’dan uzaklaştırmışlardır. Kısacası; İslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı,kuralları; sorgulayan ve hesap soran bir toplum yapısının oluşmasını engellemek için örtülmüştür.
Bu gerçekler tahtında bakacak olursak; Deniz Baykal'ın, "Sizin bu uygulamalarınızın ne İslâmiyet’te ve ne Hıristiyanlıkta yeri var. Sizin sadece Batı'da değil, Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok." sözleri, haklılık kazanır. Neden mi? İşte, sebebi:
Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının birbölümünde şu önemli sözleri söylemiştir:
"Ey Milletim! Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece benim peşimden geliniz! Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman benim peşimden gelmeye devam ederseniz; Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz!" Hz.Ömer'in bu sözü üzerine bir kişi, hemen kılıcını çekerek, şu sözlerisöylemiştir:
"Ömer! sözlerine dikkat et! bu millete hakaret hakkını sana kim verdi? Hak ve Hakikatten ayrıldığın zaman senin peşinden gelecek insan tasavvur etmen, bu millete yapılan en büyük hakarettir. Haktan ayrılırsan, bu kılıç, sana haddini bildirir." Bunun üzerine Hz. Ömer,teşekkür ederek şu sözleri söylemiştir:
"Beni, böyle bir milletin başına devlet başkanı tayin ettiği için Allah'a şükürler olsun! Ve biliniz ki; Bir millet icabında idarecilerini acı acı tenkit etmezse; O idareciler de, kendilerine yöneltilen bu acı tenkitlere lazım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!" Hz. Ömer bu sözleri, kendi meziyeti ve kendi fazileti sebebiyle misöylemiştir? Hayır! Niçin söylemiştir? İşte sebebi:
Allah, Kur'an-ı Mübin'de, "Allah'dan başka herkes yaptıklarından sorumludur ve herkes, hesap verecektir" diye emretmiştir. Bir kimse Allah indinde en yüksek rütbeye mâlik olabilir. Birçok özel meziyetlere sahip olabilir. Bu meziyet ve özellikler onların yaptıklarını sorgulamamaya ve herhengi bir hakikati feda etmeye, İslâm Dini izin vermez! Bütün müslümanlar, hak ve vazife hususunda geniş bir eşitliğe sahiptirler. Kur'an-ı Kerim; "Adaletin herkes hakkında müsavi bir şekilde cereyan edeceğini" beyân etmiştir. Evet, İslâm'ın gerek hukuk hususunda ve gerek vazifeler hususunda ayrıca imtiyazlı bir sınıfı yoktur. İşte bu sıfat, İslâm'ın en belirgin ve seçkin özelliğidir. Yani; İslâm'ın özü, gerçek bir demokrasidir. Fakat; ne acı bir hakikattir ki; İslâm'ın özünü terk edip, metnindede anlamadan yürüyen ve tarihî hikmetlere vakıf olmayan, ulemalık süsüyle yaşayan; dışı hoş, içi boş kimseler, demokrasiyi, din dışı bir sistem olarak kötülemişlerdir. Hattâ birçok yerde "Bizde imamet sistemi vardır; büyüklerimize, kayıtsız şartsız teslim oluruz"diyerek, halkın sorgulamasını önlemişlerdir. Soruyorum:
Deniz Baykal, "Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok!"derken, yanlış bir şey mi söylemiştir? Hattâ bu gerçeği, meşhur Haccâc-ı Zalim annesine, "Ömer'in kavmini getir, Ömer olayım"sözleriyle belirtmiştir., Denemesi bedava; Başbakanı, Cumhurbaşkanını veya herhangi bir bakanı sorgulayan yazı yazınız! Bakalım; gazetede tutunabilecek misiniz? Zaten, "Kur'an'ın İslamiyet’ini kim yorumlayacaktır?" derken, davayı kaybetmiş durumdasınız. Siz ne güne duruyorsunuz? Açınız kur'an'ı ve okuyunuz; öğrenmek istediğinizi, oradan öğrenirsiniz! "Muhkem" olaraktarif edilen ayetlerde gerçekler, herkesin anlayacağı şekilde anlatılmıştır. "Müteşâbih" olarak tarif edilen ayetlerin mânâsını anlamak için de ilim ve irfan gerekir. Yani; öğrenmek şarttır. Bundan da, öğrenilemeyecek kadar zor mânâsı çıkmaz.
Kalbi olanlar,düşünmesini bilenler, tefekkür edenler ve aklını işletmesini başaranlar, bu hususta da zorlanmazlar!
Sayın Taşgetiren;
Hiç kimse gerçekleri gizlemesin; İktidar dahil birçok kimse, dinî inançları, siyasî amaçla sömürmektedir. Bugün gündemimizi oluşturan türban konusu, siyasî rant maksadıyla kullanıldığı için, korkarım ki, büyük fitnelere sebep olacaktır. Siz; türban tartışmasına dâhil olacağınıza; "bu tartışmalar niçin ve ne maksatla yapılmaktadır? Bu tartışmalarda, Türkiye üzerinde emelleri ve hedefleri olanların rolü nedir?" diyerek, gerçeklere yöneliniz.
Saygılarımla. 3 Şubat 2008
Hüsnü Akıncı
Not: Siz Bugün, "Şeriatla idare ediliyoruz." diyen müslüman ülkelerin, Kur'an ahkâmına veya İslam Dininin esaslarına göre mi idare edildiklerini zannediyorsunuz? O ülkelerin, İslâm’la uzaktan yakından ilgisi olmayan zalim hükümdarlar tarafından idare edildikleri gerçeğini göremiyor musunuz? Zaman zaman, "İslamiyet’in en iyi yaşandığı ülke, Türkiye'dir" denir. Bu doğrudur. Batı'nın esas korkusuda budur. "Bölgedeki ülkeler, göstermelik de olsa, Türkiye gibi demokrasiye geçerlerse, işlerimiz zorlaşır" diye düşünmektedirler. Hedefleri de; Türkiye'yi, o ülkelere benzetmektir.
Lâik Şeyhülislâmlar!
Sayın Ahmet Taşgetiren Bugün Gazetesi Yazarı 3 Şubat 2008 Sayın Ahmet Taşgetiren; 2 Şubat 2008 tarihli ve "Laik Şeyhülislâmlar" başlığını taşıyanyazınızı okudum. Türkiye'nin gündemine bir numaralı sorun olarak gelen Türban,- İnançkonusu yapılarak; mantık oyunları ve münazara üslubu içersinde çözülemez ve herkesimin mutabakatını sağlayacak tarzda neticelendirilemez. Zira; nekadar masumâne görüşler ortaya atılsa da; siyasî iktidarla, dindarkesimi temsil ettiklerini söyleyen dernek, vakıf, cemaat ve tarikatliderleri, inkârı mümkün olmayacak bir şekilde halkın din duygularınıistismar ettikleri kesindir. O kadar çok örnekleri vardır ki; bunlarıbilmemenize imkân yoktur. En basit örnek: dindar kesimi temsilettiklerini iddia eden liderler; seçim zamanlarında, kendilerine tabiolan insanları, bir siyasî partiye topyekün yönlendirmektedirler. Bu müdahale ve yönlendirme, İslâm Dini’nin neresinde ve hangiemrinde vardır? Allah insanlara, hiçbir mahlûkuna vermediği İRADE veHÜRRİYET sıfatlarını, sadece ve sadece, insan sınıfına bahşetmiştir.Kur'an-ı Kerimde, Ayetlerle sabittir: "Dinde cebir yoktur" "Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize" Bu durum, gerçek anlamdaki lâikliğin ifadesi değil midir? Lâikliği, dinsizlik olarak algılayanlarla, lâikliği din dışılıkolarak algılayanlar, Kura'an'ın emirleri dışına çıkmış olmuyorlar mı? Kur'an'ın bu emirleri, dinin devlete, devletin dine tarafsızlığınınifadesi değil midir? Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da, "Lâik bir düzendeyolların, din ile kesişmesi kaçınılmaz!" diyebiliyorsunuz? Bu çerçevede düşünecek olursak, Deniz Baykal'ın "Türkiye'deyükselen İslâmiyet değildir. Bunun gelişiyle Türkiye'de yaygınlaşanİslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı, kuralları değildir. Kur'an'ınİslâmiyet’i değildir. Gelen başka bir şeydir. Din için gelmiyor."şeklindeki sözleri doğrudur ve asıl tartışma, bu doğrultudayapılmalıdır. Sebebine gelince: Hiç kimse inkâr edemez: 2-3 asırdan beri ülkemizde, adet halinde,dededen, babadan görüldüğü şeklinde bir müslümanlık hakimdir. Tabircaizse; koca bir camiâ, şekilciliğe, sadece taât ve ibadete ve de 5-6asırlık eskimiş ve günün ilmî terakkileriyle bağdaşmayan içtihatlarayönlendirilmiştir. Yani; İslâm’ın gerçek yüzü örtülmüş ve birtakımBid'atlar, hurafeler, din diye yutturulmuştur. Bu durum toplumubölmüş, tarikat ve cemaatlar türemiş; insanlar arasında olması gerekenahenk ve muhabbet kaybolmuştur. Din ulemasıyız diye geçinen bir takımkişiler, İslâmiyet’in kesin olarak yasakladığı RUHBAN kisvesinebürünerek, halkı aldatmışlar ve kitleleri, Kur'an'daki İslâm’danuzaklaştırmışlardır. Kısacası; İslâmiyet’in özü, değerleri, ahlâkı,kuralları; sorgulayan ve hesap soran bir toplum yapısının oluşmasınıengellemek için örtülmüştür. Bu gerçekler tahtında bakacak olursak; Deniz Baykal'ın, "Sizin buuygulamalarınızın ne İslâmiyet’te ve ne Hıristiyanlıkta yeri var. Sizinsadece Batı'da değil, Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok." sözleri,haklılık kazanır. Neden mi? İşte, sebebi: Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının birbölümünde şu önemli sözleri söylemiştir: "Ey Milletim! Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece benimpeşimden geliniz! Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman benim peşimdengelmeye devam ederseniz; Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz!" Hz.Ömer'in bu sözü üzerine bir kişi, hemen kılıcını çekerek, şu sözlerisöylemiştir: "Ömer! sözlerine dikkat et! bu millete hakaret hakkını sana kimverdi? Hak ve Hakikatten ayrıldığın zaman senin peşinden gelecek insantasavvur etmen, bu millete yapılan en büyük hakarettir. Haktanayrılırsan, bu kılıç, sana haddini bildirir." Bunun üzerine Hz. Ömer,teşekkür ederek şu sözleri söylemiştir: "Beni, böyle bir milletin başına devlet başkanı tayin ettiği içinAllah'a şükürler olsun! Ve biliniz ki; Bir millet icabındaidarecilerini acı acı tenkit etmezse; O idareciler de, kendilerineyöneltilen bu acı tenkitlere lazım gelen alâkayı göstermezlerse; ne omilletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!" Hz. Ömer bu sözleri, kendi meziyeti ve kendi fazileti sebebiyle misöylemiştir? Hayır! Niçin söylemiştir? İşte sebebi: Allah, Kur'an-ı Mübin'de, "Allah'dan başka herkes yaptıklarındansorumludur ve herkes, hesap verecektir" diye emretmiştir. Bir kimse Allah indinde en yüksek rütbeye mâlik olabilir. Birçoközel meziyetlere sahip olabilir. Bu meziyet ve özellikler onlarınyaptıklarını sorgulamamaya ve herhengi bir hakikati feda etmeye, İslâmDini izin vermez! Bütün müslümanlar, hak ve vazife hususunda geniş bireşitliğe sahiptirler. Kur'an-ı Kerim; "Adaletin herkes hakkında müsavibir şekilde cereyan edeceğini" beyân etmiştir. Evet, İslâm'ın gerek hukuk hususunda ve gerek vazifeler hususundaayrıca imtiyazlı bir sınıfı yoktur. İşte bu sıfat, İslâm'ın en belirginve seçkin özelliğidir. Yani; İslâm'ın özü, gerçek bir demokrasidir. Fakat; ne acı bir hakikattir ki; İslâm'ın özünü terk edip, metnindede anlamadan yürüyen ve tarihî hikmetlere vakıf olmayan, ulemalıksüsüyle yaşayan; dışı hoş, içi boş kimseler, demokrasiyi, din dışı birsistem olarak kötülemişlerdir. Hattâ birçok yerde "Bizde imametsistemi vardır; büyüklerimize, kayıtsız şartsız teslim oluruz"diyerek, halkın sorgulamasını önlemişlerdir. Soruyorum: Deniz Baykal, "Hz. Ömer'in nezdinde de yeriniz yok!"derken, yanlış bir şey mi söylemiştir? Hattâ bu gerçeği, meşhurHaccâc-ı Zalim annesine, "Ömer'in kavmini getir, Ömer olayım"sözleriyle belirtmiştir., Denemesi bedava; Başbakanı, Cumhurbaşkanını veya herhangi birbakanı sorgulayan yazı yazınız! Bakalım; gazetede tutunabilecekmisiniz? Zaten, "Kur'an'ın İslamiyet’ini kim yorumlayacaktır?" derken, davayıkaybetmiş durumdasınız. Siz ne güne duruyorsunuz? Açınız kur'an'ı veokuyunuz; öğrenmek istediğinizi, oradan öğrenirsiniz! "Muhkem" olaraktarif edilen ayetlerde gerçekler, herkesin anlayacağı şekildeanlatılmıştır. "Müteşâbih" olarak tarif edilen ayetlerin mânâsınıanlamak için de ilim ve irfan gerekir. Yani; öğrenmek şarttır. Bundanda, öğrenilemeyecek kadar zor mânâsı çıkmaz. Kalbi olanlar,düşünmesini bilenler, tefekkür edenler ve aklını işletmesinibaşaranlar, bu hususta da zorlanmazlar! Sayın Taşgetiren; Hiç kimse gerçekleri gizlemesin; İktidar dahil birçok kimse, dinîinançları, siyasî amaçla sömürmektedir. Bugün gündemimizi oluşturantürban konusu, siyasî rant maksadıyla kullanıldığı için, korkarım ki,büyük fitnelere sebep olacaktır. Siz; türban tartışmasına dâhil olacağınıza; "bu tartışmalar niçinve ne maksatla yapılmaktadır? Bu tartışmalarda, Türkiye üzerindeemelleri ve hedefleri olanların rolü nedir?" diyerek, gerçeklereyöneliniz. Saygılarımla. 3 Şubat 2008 Hüsnü Akıncı Not: Siz Bugün "Şeriatla idare ediliyoruz." diyen müslümanülkelerin, Kur'an ahkâmına veya İslam Dininin esaslarına göre mi idareedildiklerini zannediyorsunuz? O ülkelerin, İslâm’la uzaktan yakındanilgisi olmayan zalim hükümdarlar tarafından idare edildiklerigerçeğini göremiyor musunuz? Zaman zaman, "İslamiyet’in en iyiyaşandığı ülke, Türkiye'dir" denir. Bu doğrudur. Batı'nın esas korkusuda budur. "Bölgedeki ülkeler, göstermelik de olsa, Türkiye gibidemokrasiye geçerlerse, işlerimiz zorlaşır" diye düşünmektedirler.Hedefleri de; Türkiye'yi, o ülkelere benzetmektir.
20 Kasım 2008 Perşembe
Dindarlık ve dinsizlik
Sayın Gürbüz EVREN
Kanal-B Televizyonu 20 asım 2008
İslâm Dini'nde RUHBAN sınıfı yoktur.
Bu husus, Kur'an'da "Hiç kimsenin ayrıcalığı yoktur. Herkes yaptıklarının hesabını verecektir." diye, gayet açık olarak beyan edilmiştir.
Bir defa şu gerçeği, herkes kabul etmelidir:
2-3 asırdan beri müslümanlar, dinin özünden uzaklaşarak, Kur'an'ın sâdece metnini okuyarak mânâsını anlamadan yaşamaktadırlar. Yani; âdet halinde dededen, babadan, nineden gördükleri şekildeki bir müslümanlığı benimsemişlerdir. Hafızın sesini dinlerler ve hayran olurlar; ama, Kur'an'ın ne dediğini anlamazlar.
Taat ve ibadetler de şekilciliğe dönüştürülmüştür. 5 vakit namaz kılan bir kimseye, namazda okuduğu surelerin mânâsını sorsanız, bilmez. Sâdece Mâun Suresi'nin mânâsı bilinseydi; bugün, din konusu tartışılmazdı; haksızlıklar, zulümler, kamu ve yetim hakkına tecavüzler önlenirdi. İşte, Mâun Suresi'nin mânâsı:
"Resulüm! Dini yalanlayanı gördün mü? Yetimi itip-kakan işte odur. Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen de odur. Vay, o namaz kılanların haline!"
Açık ifadeyle; yetimi itip- kakanlar, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyenler, namaz kılsalar da, dini tekzip etmiş olurlar. Yani; dindar gözükseler de gerçekte, dinsiz sayılırlar.
Vel'asr suresi ise, herkesi düşündürür ve din hususunda doğruları bulmasına yardımcı olur. İşte, Vel'asr Suresi'nin mânâsı:
"Asra yemin olsun ki; bütün insanlar hüsrandadır. Ancak; iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”. Açık ifadeyle; iman edip iyi işler yapmayanlar, hak ve adâleti gözetmeyenler, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyenler, Allah indinde hüsrana uğrayacaklardır. "İnandım" deyip te bu hale düşenleri, ne şeyh ve ne de derviş kurtarır. Peygamberimizin emri de gayet açıktır:
"Taat ve ibadetlerin kabulü, helâl kazanma ile mümkündür." Peygamberimizin gayet açık bir emri de şöyledir:
"Yalanı olanın, dini olmaz!"
Bu açıklamalardan sonra Atatürk'ün din hakkındaki sözlerine bakalım:
"Din, lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.
Yalnız, şurası var ki; din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din istismarcılığına müsaade edilmemelidir.
Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz; bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bugibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum insanlarımızı aldatmışlardır.
Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz, bu kimselerdir."
Şimdi, 14 asır evveline gidelim. Hz. Ali, Mısır Valisi Mâlik İbn-i Eşteri'ye gönderdiği emirnâmesinin bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
"Ey Mâlik! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zira; bu din, fena adamların elinde esîr oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla dünya nimetleri elde edilmeye uğraşılıyor."
Hz. Ali'nin bu âlice sözleri, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir. Tarihi tetkik edecek olursak; din perdesine bürünerek, din nâmına yapılan fenalıkların ibret levhalarını görürüz.
Her konuda olduğu gibi Din konusu da aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdelenmelidir. Zira; her hangi bir meselede hisler galip gelirse; muhakkak surette akıl, mantık ve ilim yenik düşer.
Ayrıca; "Kişi, cahili olduğu şeyin kuvvetli düşmanıdır" şeklindeki değişmez kurala göre insanlar, yanılırlar, yanıltılırlar, yanıltırlar ve gerçeklerden uzaklaşarak fitne ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine sebep olurlar.
Bu sebepten dolayı, “Dindarım” diyenlerle, dini reddedenler, cahilliklerini ve husumetlerini terk ederek; insanlık âleminin bütün ihtiyacına cevap veren ve karanlıktan aydınlığa çıkaran yüce ve evrensel olan İslâm Dini’ni, aklın, mantığın ve ilmin tahtında incelemelidirler. Dindarların sorumluluğu, dini reddedenlerin sorumluluğundan daha fazladır. Zira; dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ekseriyetin mezhebi olmamıştır. Ama; ruhsuz, hakikatten uzak ve kaba bir dindarlık, hiç kimseye hak ve hakikatin kapılarını açmaz.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
Kanal-B Televizyonu 20 asım 2008
İslâm Dini'nde RUHBAN sınıfı yoktur.
Bu husus, Kur'an'da "Hiç kimsenin ayrıcalığı yoktur. Herkes yaptıklarının hesabını verecektir." diye, gayet açık olarak beyan edilmiştir.
Bir defa şu gerçeği, herkes kabul etmelidir:
2-3 asırdan beri müslümanlar, dinin özünden uzaklaşarak, Kur'an'ın sâdece metnini okuyarak mânâsını anlamadan yaşamaktadırlar. Yani; âdet halinde dededen, babadan, nineden gördükleri şekildeki bir müslümanlığı benimsemişlerdir. Hafızın sesini dinlerler ve hayran olurlar; ama, Kur'an'ın ne dediğini anlamazlar.
Taat ve ibadetler de şekilciliğe dönüştürülmüştür. 5 vakit namaz kılan bir kimseye, namazda okuduğu surelerin mânâsını sorsanız, bilmez. Sâdece Mâun Suresi'nin mânâsı bilinseydi; bugün, din konusu tartışılmazdı; haksızlıklar, zulümler, kamu ve yetim hakkına tecavüzler önlenirdi. İşte, Mâun Suresi'nin mânâsı:
"Resulüm! Dini yalanlayanı gördün mü? Yetimi itip-kakan işte odur. Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen de odur. Vay, o namaz kılanların haline!"
Açık ifadeyle; yetimi itip- kakanlar, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyenler, namaz kılsalar da, dini tekzip etmiş olurlar. Yani; dindar gözükseler de gerçekte, dinsiz sayılırlar.
Vel'asr suresi ise, herkesi düşündürür ve din hususunda doğruları bulmasına yardımcı olur. İşte, Vel'asr Suresi'nin mânâsı:
"Asra yemin olsun ki; bütün insanlar hüsrandadır. Ancak; iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”. Açık ifadeyle; iman edip iyi işler yapmayanlar, hak ve adâleti gözetmeyenler, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyenler, Allah indinde hüsrana uğrayacaklardır. "İnandım" deyip te bu hale düşenleri, ne şeyh ve ne de derviş kurtarır. Peygamberimizin emri de gayet açıktır:
"Taat ve ibadetlerin kabulü, helâl kazanma ile mümkündür." Peygamberimizin gayet açık bir emri de şöyledir:
"Yalanı olanın, dini olmaz!"
Bu açıklamalardan sonra Atatürk'ün din hakkındaki sözlerine bakalım:
"Din, lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.
Yalnız, şurası var ki; din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din istismarcılığına müsaade edilmemelidir.
Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz; bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bugibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum insanlarımızı aldatmışlardır.
Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz, bu kimselerdir."
Şimdi, 14 asır evveline gidelim. Hz. Ali, Mısır Valisi Mâlik İbn-i Eşteri'ye gönderdiği emirnâmesinin bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
"Ey Mâlik! Şu hususa çok dikkat et ve olanca kuvvetinle çalış! Zira; bu din, fena adamların elinde esîr oldu. Din perdesi altında, o nâma, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla dünya nimetleri elde edilmeye uğraşılıyor."
Hz. Ali'nin bu âlice sözleri, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir. Tarihi tetkik edecek olursak; din perdesine bürünerek, din nâmına yapılan fenalıkların ibret levhalarını görürüz.
Her konuda olduğu gibi Din konusu da aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdelenmelidir. Zira; her hangi bir meselede hisler galip gelirse; muhakkak surette akıl, mantık ve ilim yenik düşer.
Ayrıca; "Kişi, cahili olduğu şeyin kuvvetli düşmanıdır" şeklindeki değişmez kurala göre insanlar, yanılırlar, yanıltılırlar, yanıltırlar ve gerçeklerden uzaklaşarak fitne ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine sebep olurlar.
Bu sebepten dolayı, “Dindarım” diyenlerle, dini reddedenler, cahilliklerini ve husumetlerini terk ederek; insanlık âleminin bütün ihtiyacına cevap veren ve karanlıktan aydınlığa çıkaran yüce ve evrensel olan İslâm Dini’ni, aklın, mantığın ve ilmin tahtında incelemelidirler. Dindarların sorumluluğu, dini reddedenlerin sorumluluğundan daha fazladır. Zira; dinsizlik, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ekseriyetin mezhebi olmamıştır. Ama; ruhsuz, hakikatten uzak ve kaba bir dindarlık, hiç kimseye hak ve hakikatin kapılarını açmaz.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
Yabancılaşan ilâç ve sağlık
TÜRKİYE’DE SAĞLIK VE İLÂÇ SEKTÖRÜNÜN
SORUNLARI
20 Kasım 2008
Bilineni ilân etmeye lüzum yoktur. Türkiye’de sağlık hizmetleri çökmüştür. İlâç sektörümüz de yabancılaşmıştır Bunun, inkâr edilemez en önemli göstergesi de, bütçeden sağlık hizmetleri için ayrılan paydır. Bütçeden ayırabildiğimiz pay, yüzde 5.3’tür. (12 Milyar ytl.) Dikkatlerinize arz ediyorum:
Sağlık hizmetleri için bütçesinden ancak yüzde 5.3 pay ayırabilen Türkiye, faiz ödemeleri için yüzde 25.2 oranında pay ayırmaktadır (56 milyar YTL.) .(2008 Bütçesi)
1980’de başlayan ve 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasından sonra bütün dünyada yaygınlaşan “Serbest Piyasa Ekonomisi” modasından Türkiye de etkilenmiş ve “Sosyal Devlet İlkesi” terk edilmiştir.
1980’den itibaren de Devlet, sağlık alanındaki yatırımları durdurmuş veya en alt düzeye indirmiştir. Artan nüfusa göre sağlık altyapı yatırımları yapılmamıştır. Başta üniversite hastanelerimiz olmak üzere yeni hastaneler kurulmamış, mevcut hastanelerin dahi, teknoloji donanımları ihmâl edilmiştir. Personel ve doktor ihtiyâçları temin edilememiştir.
Bugün dünyada petrol ve silâhtan sonra en fazla kâr sağlayan sektör tedavi ve ilâç sektörleri olmuştur. Bu sebepten dolayı büyük sermaye, bu sektörleri de eline geçirmiştir. Bu akım, ülkemizde de yaygınlaşmış ve büyük sermaye, yabancı ortaklıklarla tedavi alanına girmiş ve devlet hastaneleriyle küçük çaptaki özel tedavi kurumları tasfiyeye tâbi tutulacaktır. Kişisel muayenehaneler ve küçük çaptaki tanı merkezleri, klinikler ortadan kaldırılacaktır. Yeni yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Kanunu’na göre yapılan düzenlemeler, iştirak paylarının yüksekliği sebebiyle, Sosyal Güvenlik kapsamındaki vatandaşlarımız için çare olamayacaktır. Yani; “Paran yoksa öl!” anlayışı, vatandaşlarımızı bir hayli üzecektir.
28 yıldan beri ülkeyi yönetenler, DEVLETİ, bir ticarethane olarak işletmeyi tercih etmişler ve Devletin, bir sosyal kurum olduğunu akıllarına dahî getirmemişlerdir. “Geçerli ticarî kuralları uyguluyoruz.”diye, vatandaşlarımızı zora sokmuşlardır.
Bu çarpıklıklara ait verilecek örnekler çoktur. Zaman darlığı sebebiyle örneklere giremiyorum. Bu hususta hangi noktada olduğumuzu belirtmek için Bazı ülkelerin sosyal güvenlik harcamalarına millî gelirlerinden ayırdıkları payları belirtmekle yetineceğim:
İsveç Yüzde 38,
Danimarka Yüzde 29.5
Almanya Yüzde 24.7
Avusturya Yüzde 24.5
Kanada Yüzde 21.7
Bulgaristan Yüzde 19.8
Uruguay Yüzde 14.8
ABD Yüzde 10.5
TÜRKİYE Yüzde 4.9
Tunus Yüzde 4.1 (Dünya Bankası Raporundan)
Ne acıdır ki; faiz ödemelerini görmezden gelen iktidarlar, sosyal Güvenlik harcamalarımızı, ekonomimizi batıran “KARADELİK” olarak ilân etmişlerdir. Herkesi düşündürmelidir: 1988’den bugüne kadar geçen 20 yıllık süre zarfında Devlet, 500 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödemiştir.
İlâç konusu ise, düşündürücüdür. Bu hususta da Türkiye, gereken atılımı yapamamıştır veya kasten yaptırılmamıştır. Bu sebepten dolayı yerli ilâç sanayimiz gelişmemiş ve Türkiye, 70 milyonu aşan nüfusu ile, yabancıların pazarı haline gelmiştir.
İlâç konusunda millî bir hedef ve politika belirlenmemiştir. Sağlık Bakanlığı, ilâç konusuna yeteri kadar önem vermemiştir ve sâdece fiyat politikalarıyla ilgilenmiştir. Bu ilgisizlik ve politikasızlık sebebiyle yerli ilâç sanayimiz gelişememiş ve dışa bağımlılık azalacağına giderek artmıştır.
İlâç İşverenleri Sendikası verilerine göre:
1988’de ilâç ihracatının ithalâtı karşılama oranı yüzde 22 iken, bu oran 2000 yılında, yüzde 9’a gerilemiştir.
Mamûl ilâç ithalâtı 1988 yılında 45 milyon dolarken, 2000 yılında 685 milyon dolara yükselmiştir.
Toplam olarak; 1988 yılında 293 milyon tutarında olan hammadde ve mamûl ilâç ithalâtı, 2000 yılında, 1 milyar 510 milyon dolara yükselmiştir.
İlâç hammaddesi üretimimiz 1995 yılında 12 bin 600 ton iken, 2000 yılında 4 bin 980 tona düşmüştür.
Bugünkü rakamları bilemiyorum. Ama; çok daha vahim ve üzücü olduğunu zannediyorum. Zira; 2005 yılında patent düzenlemesi yürürlüğe girmiştir. Bu düzenlemeyle, Türk ilâç sanayii, daha da zora düşecek ve belki de tamamen yabancıların eline geçecektir. Büyük ilâç firmalarımız, giderek yabancı tekellerin pazarlama şubesi gibi çalışmaya mahkûm olacaklardır.
Küresel kıskaç, Türkiye’yi, ilâç tekellerinin en önemli pazarlarından biri haline getirirken; millî ilâç sanayimiz, giderek yok olmaktadır.
Sağlık Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Bakanlığı, soruna, köklü çözüm arayacaklarına; eczane kâr hadleri ve iskontolarıyla oynayarak çözüm üretmeye çalışmaktadır. İlâç fiyatları gerçekçi maliyet ve kâr hesaplarına göre düzenlenmediği için, devletin ödediği fatura yükselmektedir. SSK’nın ilâç üretiminden çekilmesinin ve SSK eczanelerinin kapatılmasının dahî bir hesaba dayandığını düşünmekteyim.
Herkesin bildiği gerçektir:
SSK eczaneleri kapatılmazdan evvel SSK, ihtiyacı olan ilâçları ihale ile alıyordu. Bu alımlar, yüzde 80’lere varan iskontolarla yapılıyordu. Yeni uygulama yürürlüğe girdikten sonra devletin alımları, yüzde 10 iskontolarla yapılmaktadır. Hem de, bu iskontonun yükü, eczanelerin sırtına yüklenmiştir. Aslında ülkemizde kişi başına düşen ilâç tüketimi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre çok azdır. OECD ülkelerinde kişi başı ilâç tüketimi 287.7 dolardır. Ülkemizde ise, 40 dolardır.
Eczanelerin durumu ise içler acısıdır. Kâr hadleri düşüktür. Pahalı ilâçlarda kâr hadleri iyice düşürülmüştür. Âdetâ, eczanelerin tasfiyeleri düşünülmektedir. Büyük sermaye, eczanelerin kârına da göz dikmiştir. Hedef, bellidir: İlâç üreticileriyle, ilâç dağıtımında kartel oluşturan depoların; makro zincir eczaneler kurdurtup, eczanelerin yüzde 80’ini tasfiye etmek ve kâr paylarını büyütmektir. Bu uygulama Almanya’da başlamıştır. Kimse “Olmaz” demesin ve olduktan sonra da şaşırmasın!
Bilinenleri konuşmak, çözüm için çare değildir. Çare; niçin bu hale düştüğümüzü sorgulamaktadır ve genel durumumuzla ilgilidir. Genel durumumuz da bellidir:
Her alanda olduğu gibi; tedavi ve ilâçta da, ilimlere mevzu, sanatlara model veren bir atılım gerçekleştiremedik. Bunun sebebini de, eğitimde ve AR-GE çalışmalarında aramak lâzımdır. Vereceğim örnek, maksadımı anlatmaya yeterli olacaktır.
Bütçeden eğitime ayırabildiğim pay, yüzde 12.9’dur.(28,7 milyar YTL.). (2008 Bütçesi). Millî gelirden ayrılan pay yüzde 3 oranındadır.
20 milyon öğrencisi olan Türkiye, eğitim hizmetleri için 28,7 milyar YTL ayırabilirken; 2,5 milyon öğrencisi olan Hollanda, eğitim hizmetleri için 53 milyar YTL. ayırmaktadır.
Atina’da sınıflar 22 kişiliktir ve tam gün eğitim verilmektedir. İstanbul’da sınıflar ortalama 49 kişiliktir ve ikili öğretim verilmektedir.
AR-GE çalışmaları için bazı ülkelerin kişi başına düşen harcamalarına bakacak olursak durum daha iyi anlaşılır:
İsviçre 1.143
İsveç 992
Japonya 970
ABD 843
Finlandiya 715
Almanya 607
İrlanda 248
Kore 174
Çek Cumhuriyetleri 69
Portekiz 66
Yunanistan 42
TÜRKİYE 13.dolar harcama yapmaktadır. (Dünya Bankası Raporundan)
Tabii ki; bu harcamaların tamamını devletler yapmıyor. Bu araştırmalar, Üniversite- sanayi işbirliği ile yapılmaktadır. Maalesef bizim sanayicilerimiz bilimsel araştırmalara yönelmemişler ve üniversitelerimizle işbirliğine girmemişlerdir. Öyle zannediyorum ki; bugün yabancıların eline geçen veya geçme noktasına gelen ilâç fabrikalarımızın bilimsel araştırma için yaptıkları harcamaları, tanıtım ve promosyon faaliyetlerine harcadıkları paralardan çok çok azdır. Merak edenlere bir sorum vardır:
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş spor kulüpleri, ülkemizin büyük kulüpleridir ve bütçeleri de bilinmektedir:
Acaba, ülkemizdeki hangi üniversitelerimizin bütçeleri, bu kulüplerimizin bütçelerinden büyüktür? Araştırmaya değer bir konudur. Akademisyenlerimizin yapacağı bir çalışma, niçin bu halde olduğumuzu açığa çıkaracaktır. Çin atasözü bilinmektedir:
Bir yıllık yatırım düşünüyorsan, pirinç ek. On yıllık yatırım düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıllık yatırım düşünüyorsan, insana yatırım yap.”
Büyük Atatürk, boşuna söylememiştir:
“Üretmeden, çalışmadan, yorulmadan ve öğrenmeden kolay yaşamayı itiyat (alışkanlık) haline getiren milletler; evvelâ haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklâllerini kaybetmeye mahkûm olurlar!”
İlâç ve sağlık konularına da emsal teşkil edeceği için önemli bir hususu belirtmek istiyorum;
Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip Türkiye’nin, kendi kendindi besleyememesi, gıda maddeleri ithal etmesi ve Yunanistan’dan pamuk satın alması, düşünmesini bilen herkesin dikkatini çekmelidir.
Bir millet, bir ülke her alanda, ya topyekün yükselir veya topyekün çöker.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
SORUNLARI
20 Kasım 2008
Bilineni ilân etmeye lüzum yoktur. Türkiye’de sağlık hizmetleri çökmüştür. İlâç sektörümüz de yabancılaşmıştır Bunun, inkâr edilemez en önemli göstergesi de, bütçeden sağlık hizmetleri için ayrılan paydır. Bütçeden ayırabildiğimiz pay, yüzde 5.3’tür. (12 Milyar ytl.) Dikkatlerinize arz ediyorum:
Sağlık hizmetleri için bütçesinden ancak yüzde 5.3 pay ayırabilen Türkiye, faiz ödemeleri için yüzde 25.2 oranında pay ayırmaktadır (56 milyar YTL.) .(2008 Bütçesi)
1980’de başlayan ve 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasından sonra bütün dünyada yaygınlaşan “Serbest Piyasa Ekonomisi” modasından Türkiye de etkilenmiş ve “Sosyal Devlet İlkesi” terk edilmiştir.
1980’den itibaren de Devlet, sağlık alanındaki yatırımları durdurmuş veya en alt düzeye indirmiştir. Artan nüfusa göre sağlık altyapı yatırımları yapılmamıştır. Başta üniversite hastanelerimiz olmak üzere yeni hastaneler kurulmamış, mevcut hastanelerin dahi, teknoloji donanımları ihmâl edilmiştir. Personel ve doktor ihtiyâçları temin edilememiştir.
Bugün dünyada petrol ve silâhtan sonra en fazla kâr sağlayan sektör tedavi ve ilâç sektörleri olmuştur. Bu sebepten dolayı büyük sermaye, bu sektörleri de eline geçirmiştir. Bu akım, ülkemizde de yaygınlaşmış ve büyük sermaye, yabancı ortaklıklarla tedavi alanına girmiş ve devlet hastaneleriyle küçük çaptaki özel tedavi kurumları tasfiyeye tâbi tutulacaktır. Kişisel muayenehaneler ve küçük çaptaki tanı merkezleri, klinikler ortadan kaldırılacaktır. Yeni yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Kanunu’na göre yapılan düzenlemeler, iştirak paylarının yüksekliği sebebiyle, Sosyal Güvenlik kapsamındaki vatandaşlarımız için çare olamayacaktır. Yani; “Paran yoksa öl!” anlayışı, vatandaşlarımızı bir hayli üzecektir.
28 yıldan beri ülkeyi yönetenler, DEVLETİ, bir ticarethane olarak işletmeyi tercih etmişler ve Devletin, bir sosyal kurum olduğunu akıllarına dahî getirmemişlerdir. “Geçerli ticarî kuralları uyguluyoruz.”diye, vatandaşlarımızı zora sokmuşlardır.
Bu çarpıklıklara ait verilecek örnekler çoktur. Zaman darlığı sebebiyle örneklere giremiyorum. Bu hususta hangi noktada olduğumuzu belirtmek için Bazı ülkelerin sosyal güvenlik harcamalarına millî gelirlerinden ayırdıkları payları belirtmekle yetineceğim:
İsveç Yüzde 38,
Danimarka Yüzde 29.5
Almanya Yüzde 24.7
Avusturya Yüzde 24.5
Kanada Yüzde 21.7
Bulgaristan Yüzde 19.8
Uruguay Yüzde 14.8
ABD Yüzde 10.5
TÜRKİYE Yüzde 4.9
Tunus Yüzde 4.1 (Dünya Bankası Raporundan)
Ne acıdır ki; faiz ödemelerini görmezden gelen iktidarlar, sosyal Güvenlik harcamalarımızı, ekonomimizi batıran “KARADELİK” olarak ilân etmişlerdir. Herkesi düşündürmelidir: 1988’den bugüne kadar geçen 20 yıllık süre zarfında Devlet, 500 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödemiştir.
İlâç konusu ise, düşündürücüdür. Bu hususta da Türkiye, gereken atılımı yapamamıştır veya kasten yaptırılmamıştır. Bu sebepten dolayı yerli ilâç sanayimiz gelişmemiş ve Türkiye, 70 milyonu aşan nüfusu ile, yabancıların pazarı haline gelmiştir.
İlâç konusunda millî bir hedef ve politika belirlenmemiştir. Sağlık Bakanlığı, ilâç konusuna yeteri kadar önem vermemiştir ve sâdece fiyat politikalarıyla ilgilenmiştir. Bu ilgisizlik ve politikasızlık sebebiyle yerli ilâç sanayimiz gelişememiş ve dışa bağımlılık azalacağına giderek artmıştır.
İlâç İşverenleri Sendikası verilerine göre:
1988’de ilâç ihracatının ithalâtı karşılama oranı yüzde 22 iken, bu oran 2000 yılında, yüzde 9’a gerilemiştir.
Mamûl ilâç ithalâtı 1988 yılında 45 milyon dolarken, 2000 yılında 685 milyon dolara yükselmiştir.
Toplam olarak; 1988 yılında 293 milyon tutarında olan hammadde ve mamûl ilâç ithalâtı, 2000 yılında, 1 milyar 510 milyon dolara yükselmiştir.
İlâç hammaddesi üretimimiz 1995 yılında 12 bin 600 ton iken, 2000 yılında 4 bin 980 tona düşmüştür.
Bugünkü rakamları bilemiyorum. Ama; çok daha vahim ve üzücü olduğunu zannediyorum. Zira; 2005 yılında patent düzenlemesi yürürlüğe girmiştir. Bu düzenlemeyle, Türk ilâç sanayii, daha da zora düşecek ve belki de tamamen yabancıların eline geçecektir. Büyük ilâç firmalarımız, giderek yabancı tekellerin pazarlama şubesi gibi çalışmaya mahkûm olacaklardır.
Küresel kıskaç, Türkiye’yi, ilâç tekellerinin en önemli pazarlarından biri haline getirirken; millî ilâç sanayimiz, giderek yok olmaktadır.
Sağlık Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Bakanlığı, soruna, köklü çözüm arayacaklarına; eczane kâr hadleri ve iskontolarıyla oynayarak çözüm üretmeye çalışmaktadır. İlâç fiyatları gerçekçi maliyet ve kâr hesaplarına göre düzenlenmediği için, devletin ödediği fatura yükselmektedir. SSK’nın ilâç üretiminden çekilmesinin ve SSK eczanelerinin kapatılmasının dahî bir hesaba dayandığını düşünmekteyim.
Herkesin bildiği gerçektir:
SSK eczaneleri kapatılmazdan evvel SSK, ihtiyacı olan ilâçları ihale ile alıyordu. Bu alımlar, yüzde 80’lere varan iskontolarla yapılıyordu. Yeni uygulama yürürlüğe girdikten sonra devletin alımları, yüzde 10 iskontolarla yapılmaktadır. Hem de, bu iskontonun yükü, eczanelerin sırtına yüklenmiştir. Aslında ülkemizde kişi başına düşen ilâç tüketimi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre çok azdır. OECD ülkelerinde kişi başı ilâç tüketimi 287.7 dolardır. Ülkemizde ise, 40 dolardır.
Eczanelerin durumu ise içler acısıdır. Kâr hadleri düşüktür. Pahalı ilâçlarda kâr hadleri iyice düşürülmüştür. Âdetâ, eczanelerin tasfiyeleri düşünülmektedir. Büyük sermaye, eczanelerin kârına da göz dikmiştir. Hedef, bellidir: İlâç üreticileriyle, ilâç dağıtımında kartel oluşturan depoların; makro zincir eczaneler kurdurtup, eczanelerin yüzde 80’ini tasfiye etmek ve kâr paylarını büyütmektir. Bu uygulama Almanya’da başlamıştır. Kimse “Olmaz” demesin ve olduktan sonra da şaşırmasın!
Bilinenleri konuşmak, çözüm için çare değildir. Çare; niçin bu hale düştüğümüzü sorgulamaktadır ve genel durumumuzla ilgilidir. Genel durumumuz da bellidir:
Her alanda olduğu gibi; tedavi ve ilâçta da, ilimlere mevzu, sanatlara model veren bir atılım gerçekleştiremedik. Bunun sebebini de, eğitimde ve AR-GE çalışmalarında aramak lâzımdır. Vereceğim örnek, maksadımı anlatmaya yeterli olacaktır.
Bütçeden eğitime ayırabildiğim pay, yüzde 12.9’dur.(28,7 milyar YTL.). (2008 Bütçesi). Millî gelirden ayrılan pay yüzde 3 oranındadır.
20 milyon öğrencisi olan Türkiye, eğitim hizmetleri için 28,7 milyar YTL ayırabilirken; 2,5 milyon öğrencisi olan Hollanda, eğitim hizmetleri için 53 milyar YTL. ayırmaktadır.
Atina’da sınıflar 22 kişiliktir ve tam gün eğitim verilmektedir. İstanbul’da sınıflar ortalama 49 kişiliktir ve ikili öğretim verilmektedir.
AR-GE çalışmaları için bazı ülkelerin kişi başına düşen harcamalarına bakacak olursak durum daha iyi anlaşılır:
İsviçre 1.143
İsveç 992
Japonya 970
ABD 843
Finlandiya 715
Almanya 607
İrlanda 248
Kore 174
Çek Cumhuriyetleri 69
Portekiz 66
Yunanistan 42
TÜRKİYE 13.dolar harcama yapmaktadır. (Dünya Bankası Raporundan)
Tabii ki; bu harcamaların tamamını devletler yapmıyor. Bu araştırmalar, Üniversite- sanayi işbirliği ile yapılmaktadır. Maalesef bizim sanayicilerimiz bilimsel araştırmalara yönelmemişler ve üniversitelerimizle işbirliğine girmemişlerdir. Öyle zannediyorum ki; bugün yabancıların eline geçen veya geçme noktasına gelen ilâç fabrikalarımızın bilimsel araştırma için yaptıkları harcamaları, tanıtım ve promosyon faaliyetlerine harcadıkları paralardan çok çok azdır. Merak edenlere bir sorum vardır:
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş spor kulüpleri, ülkemizin büyük kulüpleridir ve bütçeleri de bilinmektedir:
Acaba, ülkemizdeki hangi üniversitelerimizin bütçeleri, bu kulüplerimizin bütçelerinden büyüktür? Araştırmaya değer bir konudur. Akademisyenlerimizin yapacağı bir çalışma, niçin bu halde olduğumuzu açığa çıkaracaktır. Çin atasözü bilinmektedir:
Bir yıllık yatırım düşünüyorsan, pirinç ek. On yıllık yatırım düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıllık yatırım düşünüyorsan, insana yatırım yap.”
Büyük Atatürk, boşuna söylememiştir:
“Üretmeden, çalışmadan, yorulmadan ve öğrenmeden kolay yaşamayı itiyat (alışkanlık) haline getiren milletler; evvelâ haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklâllerini kaybetmeye mahkûm olurlar!”
İlâç ve sağlık konularına da emsal teşkil edeceği için önemli bir hususu belirtmek istiyorum;
Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip Türkiye’nin, kendi kendindi besleyememesi, gıda maddeleri ithal etmesi ve Yunanistan’dan pamuk satın alması, düşünmesini bilen herkesin dikkatini çekmelidir.
Bir millet, bir ülke her alanda, ya topyekün yükselir veya topyekün çöker.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
12 Kasım 2008 Çarşamba
AKP ve Türkiye'nin yok farzedilen geçmişi
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 11 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Meclis Grup toplantısında bugün yaptığınız konuşmanızı, dikkatle ve üzülerek izledim. Üzüntümün sebebi şudur:
Hemen, hemen her konuşmanızda, Türkiye’yi 2002 yılında başlatmaktasınız. Sanki, sizden evvel ülkeyi yöneten iktidarlar, hiçbir şey yapmamış gibi bir hava estirmektesiniz.
Evet; bugün iktidar ve devletin gücü, elinizdedir. Ama; “ her şeyi gören, her şeyi bilen ve her şeyi doğru yapan benim” diyerek geçmişi yok farz etmenizin; ne size, ne ülkemize ve ne de milletimize bir faydası olmaz. Aksine; gönüllerde burukluk, insanlar arasında zıtlaşma meydana getirir.
2002 seçimlerinden sonra iktidara geldiğiniz zaman; barajları, termik ve hidrolik santralleri, enterkonnekte şebekeyi, telekominikasyon ve online alt yapılarını, Türksat uydularını, fiberoptik ağı, mavi akım adı verilen doğalgaz ve Yumurtalık- Kerkük petrol boru hatlarını, Rafineri ve Petro-kimya tesislerini, demir-çelik işletmelerini, Boğaz köprülerini ve oto yollarını ve saymakla bitiremeyeceğim iktisadî değer ve alt yapılarını , 87 üniversitemizi hazır buldunuz. Bu gerçekler karşısında; DEVLETİ, bir âhenk içersinde çalıştırmak zorunda olmanız hasebiyle;
“Bizden önce mezralara, köylere uzanan bir iktidar oldu mu? Kısmen rahmetli Özal eğilmişti. On yılların, yüzyılların biriktirdiği sorunların çözümünü, 6 yıla sığdırmak, elbette ki, mümkün değildir.” sözlerini söylemeye hakkınız olur mu?
Özal ve sizden başka bu ülkeye hizmet eden kişiler veya iktidarlar olmadı mı? Bu ülkeye, en büyük ve kalıcı hizmetleri kazandıran Süleyman Demirel’i, sizin hatırınız için yok mu farz edeceğiz?
1965 yılında Türkiye’nin elektirk üretimi 4,5 milyar kilovat/saat idi. 12 Eylül 1980’de, yani 15 yıl zarfında 45 milyar kilovat/saate ulaşmıştır.
1965 yılında 1 milyon ton olan rafineri kapasitesi, 1980’de 32 milyon tona ulaşmıştır.
1965’de hiç olmayan Petro-kimya ve alüminyum tesisleri, bu 15 yıllık zaman diliminde kazandırılmıştır.
1965’te 4 milyon ton olan çimento üretimi, 22 milyon tona çıkartılmıştır.
Örnekler o kadar çoktur ki; ne hepsini sayabilirim ve ne de bu satırlara sığar. Üstelik; bu hizmetler yapılırken Türkiye, borç batağına da saplanmamıştır. 12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin toplam dış borcu, 12 milyar dolardı ve hepsi de yatırımlar ve reel ekonomi için kullanılmıştır. İç borçlar ise, yok denecek kadar azdı. Sâdece, şunu söyleyebilirim:
1965-1980 arası ülkeyi idare eden iktidarların gösterdiği performansı, 12 Eylül 1980’den bugüne kadar geçen 28 yıllık süre zarfında ülkeyi idare eden iktidarlar, gösterememiştir. Bırakınız performansı; oluşturdukları bir rant ekonomisi modeli yüzünden, Türkiye’yi, iç ve dış borç batağına sürükledikleri gibi; miras olarak devraldıkları iktisadî varlıklarımızı, yabancılara satmışlardır. Bu süre zarfında da Devlet, 500 milyar dolar faiz ödemiştir. Tarım ve hayvancılık çökmüş; Türkiye, gıda maddeleri ithâl eden bir ülke haline gelmiştir.
Sayın Başbakan;
Gökdelenler, alışveriş merkezleri kurarak, gayrımenkûl RANTI yaratmak, büyük hizmet sayılmaz ve Türkiye’nin önceliği değildir. Türkiye’nin öncelikleri altyapı, enerji ve kendine ait sanayidir. Plân hedeflerine göre 2010 yılı için öngörülen elektrik enerjisi üretimi, 400 milyar kilovat/saat idi. 1980 sonrası ülkeyi idare eden iktidarlar, bu hedefi gerçekleştirememişlerdir. Yanlış ekonomi ve para politikaları seçtikleri için gerçekleştirememişlerdir. Seçtikleri MODEL; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan RANT EKONOMİSİ modelidir. İktisadın kuralı bellidir ve bilinmektedir:
RANTLAR YÜKSELİRSE; REFAH, ORTADAN KALKAR!
Nitekim, öyle de, olmuştur. Orta tabaka erimiş ve toplumun satın alma gücü zayıflamıştır. Bu zaaf, siyaseten, geçici bir süre işinize yarasa da; kömür, erzak, para, alış-veriş çekleri dağıtmakla giderilemez. Ekonomimiz üretken olmadığı için, en nihayet bu kaynaklar da tükenecektir. Muhtemel bir devalüasyon, her şeyi yerlebir edecektir. Ki; parasal kriz çıkarmak, bizim elimizde değil, yabancıların elindedir. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin nasıl, niçin ve hangi hedefe yönelik olarak çıkartıldığını araştırabilseydiniz; gerçeği görür ve bana hak verirdiniz.
Maksadım eleştirmek değildir. Zaman, zaman herkesin Başbakanı olduğunuzu beyan ettiğiniz için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmek istedim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 11 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Meclis Grup toplantısında bugün yaptığınız konuşmanızı, dikkatle ve üzülerek izledim. Üzüntümün sebebi şudur:
Hemen, hemen her konuşmanızda, Türkiye’yi 2002 yılında başlatmaktasınız. Sanki, sizden evvel ülkeyi yöneten iktidarlar, hiçbir şey yapmamış gibi bir hava estirmektesiniz.
Evet; bugün iktidar ve devletin gücü, elinizdedir. Ama; “ her şeyi gören, her şeyi bilen ve her şeyi doğru yapan benim” diyerek geçmişi yok farz etmenizin; ne size, ne ülkemize ve ne de milletimize bir faydası olmaz. Aksine; gönüllerde burukluk, insanlar arasında zıtlaşma meydana getirir.
2002 seçimlerinden sonra iktidara geldiğiniz zaman; barajları, termik ve hidrolik santralleri, enterkonnekte şebekeyi, telekominikasyon ve online alt yapılarını, Türksat uydularını, fiberoptik ağı, mavi akım adı verilen doğalgaz ve Yumurtalık- Kerkük petrol boru hatlarını, Rafineri ve Petro-kimya tesislerini, demir-çelik işletmelerini, Boğaz köprülerini ve oto yollarını ve saymakla bitiremeyeceğim iktisadî değer ve alt yapılarını , 87 üniversitemizi hazır buldunuz. Bu gerçekler karşısında; DEVLETİ, bir âhenk içersinde çalıştırmak zorunda olmanız hasebiyle;
“Bizden önce mezralara, köylere uzanan bir iktidar oldu mu? Kısmen rahmetli Özal eğilmişti. On yılların, yüzyılların biriktirdiği sorunların çözümünü, 6 yıla sığdırmak, elbette ki, mümkün değildir.” sözlerini söylemeye hakkınız olur mu?
Özal ve sizden başka bu ülkeye hizmet eden kişiler veya iktidarlar olmadı mı? Bu ülkeye, en büyük ve kalıcı hizmetleri kazandıran Süleyman Demirel’i, sizin hatırınız için yok mu farz edeceğiz?
1965 yılında Türkiye’nin elektirk üretimi 4,5 milyar kilovat/saat idi. 12 Eylül 1980’de, yani 15 yıl zarfında 45 milyar kilovat/saate ulaşmıştır.
1965 yılında 1 milyon ton olan rafineri kapasitesi, 1980’de 32 milyon tona ulaşmıştır.
1965’de hiç olmayan Petro-kimya ve alüminyum tesisleri, bu 15 yıllık zaman diliminde kazandırılmıştır.
1965’te 4 milyon ton olan çimento üretimi, 22 milyon tona çıkartılmıştır.
Örnekler o kadar çoktur ki; ne hepsini sayabilirim ve ne de bu satırlara sığar. Üstelik; bu hizmetler yapılırken Türkiye, borç batağına da saplanmamıştır. 12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin toplam dış borcu, 12 milyar dolardı ve hepsi de yatırımlar ve reel ekonomi için kullanılmıştır. İç borçlar ise, yok denecek kadar azdı. Sâdece, şunu söyleyebilirim:
1965-1980 arası ülkeyi idare eden iktidarların gösterdiği performansı, 12 Eylül 1980’den bugüne kadar geçen 28 yıllık süre zarfında ülkeyi idare eden iktidarlar, gösterememiştir. Bırakınız performansı; oluşturdukları bir rant ekonomisi modeli yüzünden, Türkiye’yi, iç ve dış borç batağına sürükledikleri gibi; miras olarak devraldıkları iktisadî varlıklarımızı, yabancılara satmışlardır. Bu süre zarfında da Devlet, 500 milyar dolar faiz ödemiştir. Tarım ve hayvancılık çökmüş; Türkiye, gıda maddeleri ithâl eden bir ülke haline gelmiştir.
Sayın Başbakan;
Gökdelenler, alışveriş merkezleri kurarak, gayrımenkûl RANTI yaratmak, büyük hizmet sayılmaz ve Türkiye’nin önceliği değildir. Türkiye’nin öncelikleri altyapı, enerji ve kendine ait sanayidir. Plân hedeflerine göre 2010 yılı için öngörülen elektrik enerjisi üretimi, 400 milyar kilovat/saat idi. 1980 sonrası ülkeyi idare eden iktidarlar, bu hedefi gerçekleştirememişlerdir. Yanlış ekonomi ve para politikaları seçtikleri için gerçekleştirememişlerdir. Seçtikleri MODEL; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan RANT EKONOMİSİ modelidir. İktisadın kuralı bellidir ve bilinmektedir:
RANTLAR YÜKSELİRSE; REFAH, ORTADAN KALKAR!
Nitekim, öyle de, olmuştur. Orta tabaka erimiş ve toplumun satın alma gücü zayıflamıştır. Bu zaaf, siyaseten, geçici bir süre işinize yarasa da; kömür, erzak, para, alış-veriş çekleri dağıtmakla giderilemez. Ekonomimiz üretken olmadığı için, en nihayet bu kaynaklar da tükenecektir. Muhtemel bir devalüasyon, her şeyi yerlebir edecektir. Ki; parasal kriz çıkarmak, bizim elimizde değil, yabancıların elindedir. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin nasıl, niçin ve hangi hedefe yönelik olarak çıkartıldığını araştırabilseydiniz; gerçeği görür ve bana hak verirdiniz.
Maksadım eleştirmek değildir. Zaman, zaman herkesin Başbakanı olduğunuzu beyan ettiğiniz için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmek istedim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
11 Kasım 2008 Salı
DP ve Geçmişi
Sayın Diker;
Sayın Süleyman Demirel'den sonra DP, seçmen kitlesine kapanmış ve bütün faaliyetler, Genel Merkez'de tasarlanıp, gerçek kitlelere dayatılmıştır. Bu durum; "Bizden olanlar" ve "Bizden olmayanlar" ayırımını getirmiş ve gerçek misyonu yok etmiştir. Yani; zıt mizaçları bir mefkûre etrafında toplamasını başaran "KİTLE PARTİSİ" anlayışı terk edilmiştir.
Bu durum iyi analiz edilmediği ve tekrar gerçek misyona dönülmediği sürece bu, hep böyle olacaktır. Bıkmış, küstürülmüş, şevkini kaybetmiş geniş halk kitleleri de, çaresiz kaldığı için, medyanın ve varlıklı kesimin göklere çıkardığı ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERİN peşinden gitmek zorunda kalacaktır.
Dikkat ediyorum:
Başbakan Erdoğan, her grup toplantısında ve her ilçe kongresinde yaptığı konuşmalarında, Türkiye'yi, 2002 yılında başlatmaktadır. Bugünkü Grup toplantısında da, "Bizden evvel mezralara, köylere uzanan bir iktidar oldu mu? Kısmen Rahmetli Özal eğilmişti...Elbette daha yapacak çok işimiz var...On yılların, yüzyılların biriktirdiği sorunların çözümünü 6 yıla sığdırmak, elbette ki mümkün değildir. Ama; sıra ile hepsini çözeceğiz. Durmak yok, yola devam." sözlerini söylemiştir.
Buna rağmen bugüne kadar DP'den bir ses çıkmamıştır. Erdoğan'ın defterinde Adalet Partisi ve Doğru Yol Paartisi yoktur. Türkiye'ye en büyük kalıcı hizmetleri yapan Süleyman Demirel ise, hiç yoktur.
Geçmişi savunacak ve yapılan hizmetleri hatırlatacak bir basın bildirisi dahi yayınlamamıştır.
Geçmişini inkâr eden veya geçmişine sahip çıkmayan bir partinin, tabanda istenen ölçüde büyümesi mümkün müdür? Demokrat Parti'den gelen ve Adalet Partisi ile zirveye ulaşan Büyük Misyonu, Tansu Çiller bitirmiştir. Hem de, bilerek bitirmiştir ve karşılığını da almıştır.
Bu gerçekler ortaya dökülmeden, gönülleri ve gayretleri birleştirmeden; geçmişte ikbale erişmiş ve ne yapacağını bilmeyen kerametleri kendilerinden menkûl kişilerle yol almak ve istenen hedefe ulaşmak mümkün olabilir mi? Zamanında büyük davasını anlatmak için dağdaki çobana dahî uzanmasını başarmış o fedakâr insanlar unutulursa, bu vefasızlıktan büyüklük doğar mı?
Saygılarımla. 11 Kasım 2008
Hüsnü Akıncı
Sayın Süleyman Demirel'den sonra DP, seçmen kitlesine kapanmış ve bütün faaliyetler, Genel Merkez'de tasarlanıp, gerçek kitlelere dayatılmıştır. Bu durum; "Bizden olanlar" ve "Bizden olmayanlar" ayırımını getirmiş ve gerçek misyonu yok etmiştir. Yani; zıt mizaçları bir mefkûre etrafında toplamasını başaran "KİTLE PARTİSİ" anlayışı terk edilmiştir.
Bu durum iyi analiz edilmediği ve tekrar gerçek misyona dönülmediği sürece bu, hep böyle olacaktır. Bıkmış, küstürülmüş, şevkini kaybetmiş geniş halk kitleleri de, çaresiz kaldığı için, medyanın ve varlıklı kesimin göklere çıkardığı ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERİN peşinden gitmek zorunda kalacaktır.
Dikkat ediyorum:
Başbakan Erdoğan, her grup toplantısında ve her ilçe kongresinde yaptığı konuşmalarında, Türkiye'yi, 2002 yılında başlatmaktadır. Bugünkü Grup toplantısında da, "Bizden evvel mezralara, köylere uzanan bir iktidar oldu mu? Kısmen Rahmetli Özal eğilmişti...Elbette daha yapacak çok işimiz var...On yılların, yüzyılların biriktirdiği sorunların çözümünü 6 yıla sığdırmak, elbette ki mümkün değildir. Ama; sıra ile hepsini çözeceğiz. Durmak yok, yola devam." sözlerini söylemiştir.
Buna rağmen bugüne kadar DP'den bir ses çıkmamıştır. Erdoğan'ın defterinde Adalet Partisi ve Doğru Yol Paartisi yoktur. Türkiye'ye en büyük kalıcı hizmetleri yapan Süleyman Demirel ise, hiç yoktur.
Geçmişi savunacak ve yapılan hizmetleri hatırlatacak bir basın bildirisi dahi yayınlamamıştır.
Geçmişini inkâr eden veya geçmişine sahip çıkmayan bir partinin, tabanda istenen ölçüde büyümesi mümkün müdür? Demokrat Parti'den gelen ve Adalet Partisi ile zirveye ulaşan Büyük Misyonu, Tansu Çiller bitirmiştir. Hem de, bilerek bitirmiştir ve karşılığını da almıştır.
Bu gerçekler ortaya dökülmeden, gönülleri ve gayretleri birleştirmeden; geçmişte ikbale erişmiş ve ne yapacağını bilmeyen kerametleri kendilerinden menkûl kişilerle yol almak ve istenen hedefe ulaşmak mümkün olabilir mi? Zamanında büyük davasını anlatmak için dağdaki çobana dahî uzanmasını başarmış o fedakâr insanlar unutulursa, bu vefasızlıktan büyüklük doğar mı?
Saygılarımla. 11 Kasım 2008
Hüsnü Akıncı
Merkez Bankası ve para politikaları
Sayın Can ATAKLI
Vatan Gazetesi Yazarı 11 Kasım 2008
Sayın Ataklı;
11 Kasım 2008 tarihli ve “Biraz para basılsa, Türkiye batmaz.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Benim de dostum olan Memduh Bayraktaroğlu önemli bir konuya temas etmiş ve doğru söylemektedir.
“Para arzını artırmak” ifadesini biraz açmak istiyorum. Şöyle ki:
Para arzı (M-1 ve M-2) tedavüldeki banknotlarla, banka mevduatlarının toplamını kapsamaktadır. Bu sebeple; para arzı içindeki “Emisyon hacmini artırmak” ifadesini kullanmak, daha doğru olur. Zira; 1987’den itibaren Türkiye’nin en büyük çıkmazı, Piyasaya, ekonominin ihtiyacı kadar Türk lirası verilmemiş olmasındandır. Bana göre bu, kasıtlı yapılmıştır. Bu sayede, Kur-Faiz makasında düzenlenen RANT ekonomisinin temelleri atılmıştır. Konuyu, biraz açayım:
Bir devletin kendi parasını basması, en önemli hükümranlık hakkıdır. Bu hakkı kullanmayan devletler, muhakkak surette çökmeye mahkûm olurlar. Türkiye, 1987 yılına kadar bu hakkını iyi kullanmıştır. İş; 1987’den itibaren ve bilhassa, Ağustos 1989 tarihinde yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra iyice bozulmuştur.
Akla; “Bir devletin tedavülde, ne kadar parası olmalıdır?” sorusu gelir. Yaptığım araştırmalara göre gelişmiş ülkelerde, tedavülde, milli gelirin en az yüzde 10’u, Bütçenin de yüzde 30’u oranında banknot vardır.
Bizde de 1987 yılına kadar bu oran korunmuştur. Örnek:
Yıl, 1981
Millî gelir 45 milyar dolar
Tedavüldeki banknot miktarı 4 milyar dolar karşılığı kadar TL.
Yıl, 2001
Millî gelir 210 milyar dolar.
Tedavüldeki banknot miktarı 3 milyar dolar karşılığı kadar TL.
10 Kasım 2001 tarihi itibariyle:
Millî gelir 600 milyar dolar.
Tedavüldeki banknot miktarı 21.3 milyar dolar karşılığı kadar YTL.(Bunun karşılığı, 32 milyar YTL’dir.)
İşte, bütün dert buradadır. 2001 yılında tedavüldeki banknot miktarı, 21 milyar dolar olmalıydı. Bugün, 60 milyar dolar karşılığı kadar olmalıydı. Yani; bugün tedavülde 90 milyar YTL olmalıydı. Bunun, para basma ve basmama ile ilgisi yoktur. Bu uygulama, Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamıştır.
Peki; 1987’den itibaren olması gereken Türk parasının yerini ne almıştır?
29 Aralık 1983’te yürürlüğe konan Türk Parasının Kıymetinin Koruması Hakkındaki Kanunda yapılan değişiklik sayesinde, Yabancı paralar, tedavüle girmiştir.
Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra da, yabancı paralar, gayet serbest olarak tedavüle sokulmuştur.
Bu durum, dolar ticaretini doğurmuş ve dolar ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Üretmeden, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan, paradan para kazanma dönemi açılmıştır. Bu durum ekonomimizi üretkenlikten uzaklaştırmış ve ŞÂHANE BİR RANT SİSTEMİ KURULMUŞTUR. Bir el, nasıl başarmışsa başarmış; 20 yıl zarfında tedavüldeki Türk parasını, belirlenen bir oranda sabit tutmuştur!...
Dikkatlerinize sunuyorum:
12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin 12,5 milyar dolar dış borcu vardı ve iç borcu da, yok denecek kadar az ve yıllık kupon ödemeli uzun vadeliydi. İhtilâl Hükümeti, gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet Hükümetlerine, “Bu borcu niçin yaptınız ve bu paraları nerede kullandınız?” diye sorsaydı; bu borcun karşılığında 100 milyar doları aşan bir varlığın olduğunu görecekti. Yalnız Tüpraş, Petkim ve Erdemir’in değerleri, bu borçtan fazladır. Enerjiden altyapıya; sanayiden tarıma yapılanları sayacak olursak; yeterli miktarda para basmadığımız için neler kaybettiğimizi, çok daha iyi anlamış oluruz.
Kısacası Türkiye; 12 Eylül 1980’den sonra yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiştir. Bu müddet zarfında, devletin ödediği iç ve dış borç faizleri 500 milyar doları aşmış ve iç ve dış borçlarımızın toplamı 500 milyar dolar olmuştur.(Ödenen faizin 240 milyar doları, son 6 yıla aittir.). Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli ekonomik değerlerimiz yabancıların eline geçmiştir. Tabir caizse; Türkiye, bir MÜSTEMLEKE ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmiştir. Beklenmedik bir devalüasyon, Türkiye’yi, iyice yere serecektir.
Üzüldüğüm husus da şudur:
Bu önemli konuları konuşan yoktur. Bu konuları konuşmak, benim gibi bir eczacıya kalmışsa; bu ülkeye ve bu millete acımak lâzımdır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not: Merkez Bankası’nın görevi:
“T.C.Merkez Bankası, 1970 tarih ve 1211 sayılı yasaya göre EMİSYON ve KREDİ HACMİNİ, ekonomik ihtiyaca uygun biçimde düzenlemekle görevlidir. Merkez Bankası’nın çıkardığı kâğıt para miktarı, ekonominin ihtiyacı kadar kalmalı; fazla ya da eksik olmamalıdır.” Acaba, Merkez Bankası bu görevini yerine getirmiş midir?
Vatan Gazetesi Yazarı 11 Kasım 2008
Sayın Ataklı;
11 Kasım 2008 tarihli ve “Biraz para basılsa, Türkiye batmaz.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Benim de dostum olan Memduh Bayraktaroğlu önemli bir konuya temas etmiş ve doğru söylemektedir.
“Para arzını artırmak” ifadesini biraz açmak istiyorum. Şöyle ki:
Para arzı (M-1 ve M-2) tedavüldeki banknotlarla, banka mevduatlarının toplamını kapsamaktadır. Bu sebeple; para arzı içindeki “Emisyon hacmini artırmak” ifadesini kullanmak, daha doğru olur. Zira; 1987’den itibaren Türkiye’nin en büyük çıkmazı, Piyasaya, ekonominin ihtiyacı kadar Türk lirası verilmemiş olmasındandır. Bana göre bu, kasıtlı yapılmıştır. Bu sayede, Kur-Faiz makasında düzenlenen RANT ekonomisinin temelleri atılmıştır. Konuyu, biraz açayım:
Bir devletin kendi parasını basması, en önemli hükümranlık hakkıdır. Bu hakkı kullanmayan devletler, muhakkak surette çökmeye mahkûm olurlar. Türkiye, 1987 yılına kadar bu hakkını iyi kullanmıştır. İş; 1987’den itibaren ve bilhassa, Ağustos 1989 tarihinde yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra iyice bozulmuştur.
Akla; “Bir devletin tedavülde, ne kadar parası olmalıdır?” sorusu gelir. Yaptığım araştırmalara göre gelişmiş ülkelerde, tedavülde, milli gelirin en az yüzde 10’u, Bütçenin de yüzde 30’u oranında banknot vardır.
Bizde de 1987 yılına kadar bu oran korunmuştur. Örnek:
Yıl, 1981
Millî gelir 45 milyar dolar
Tedavüldeki banknot miktarı 4 milyar dolar karşılığı kadar TL.
Yıl, 2001
Millî gelir 210 milyar dolar.
Tedavüldeki banknot miktarı 3 milyar dolar karşılığı kadar TL.
10 Kasım 2001 tarihi itibariyle:
Millî gelir 600 milyar dolar.
Tedavüldeki banknot miktarı 21.3 milyar dolar karşılığı kadar YTL.(Bunun karşılığı, 32 milyar YTL’dir.)
İşte, bütün dert buradadır. 2001 yılında tedavüldeki banknot miktarı, 21 milyar dolar olmalıydı. Bugün, 60 milyar dolar karşılığı kadar olmalıydı. Yani; bugün tedavülde 90 milyar YTL olmalıydı. Bunun, para basma ve basmama ile ilgisi yoktur. Bu uygulama, Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamıştır.
Peki; 1987’den itibaren olması gereken Türk parasının yerini ne almıştır?
29 Aralık 1983’te yürürlüğe konan Türk Parasının Kıymetinin Koruması Hakkındaki Kanunda yapılan değişiklik sayesinde, Yabancı paralar, tedavüle girmiştir.
Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra da, yabancı paralar, gayet serbest olarak tedavüle sokulmuştur.
Bu durum, dolar ticaretini doğurmuş ve dolar ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Üretmeden, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan, paradan para kazanma dönemi açılmıştır. Bu durum ekonomimizi üretkenlikten uzaklaştırmış ve ŞÂHANE BİR RANT SİSTEMİ KURULMUŞTUR. Bir el, nasıl başarmışsa başarmış; 20 yıl zarfında tedavüldeki Türk parasını, belirlenen bir oranda sabit tutmuştur!...
Dikkatlerinize sunuyorum:
12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin 12,5 milyar dolar dış borcu vardı ve iç borcu da, yok denecek kadar az ve yıllık kupon ödemeli uzun vadeliydi. İhtilâl Hükümeti, gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet Hükümetlerine, “Bu borcu niçin yaptınız ve bu paraları nerede kullandınız?” diye sorsaydı; bu borcun karşılığında 100 milyar doları aşan bir varlığın olduğunu görecekti. Yalnız Tüpraş, Petkim ve Erdemir’in değerleri, bu borçtan fazladır. Enerjiden altyapıya; sanayiden tarıma yapılanları sayacak olursak; yeterli miktarda para basmadığımız için neler kaybettiğimizi, çok daha iyi anlamış oluruz.
Kısacası Türkiye; 12 Eylül 1980’den sonra yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiştir. Bu müddet zarfında, devletin ödediği iç ve dış borç faizleri 500 milyar doları aşmış ve iç ve dış borçlarımızın toplamı 500 milyar dolar olmuştur.(Ödenen faizin 240 milyar doları, son 6 yıla aittir.). Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli ekonomik değerlerimiz yabancıların eline geçmiştir. Tabir caizse; Türkiye, bir MÜSTEMLEKE ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmiştir. Beklenmedik bir devalüasyon, Türkiye’yi, iyice yere serecektir.
Üzüldüğüm husus da şudur:
Bu önemli konuları konuşan yoktur. Bu konuları konuşmak, benim gibi bir eczacıya kalmışsa; bu ülkeye ve bu millete acımak lâzımdır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not: Merkez Bankası’nın görevi:
“T.C.Merkez Bankası, 1970 tarih ve 1211 sayılı yasaya göre EMİSYON ve KREDİ HACMİNİ, ekonomik ihtiyaca uygun biçimde düzenlemekle görevlidir. Merkez Bankası’nın çıkardığı kâğıt para miktarı, ekonominin ihtiyacı kadar kalmalı; fazla ya da eksik olmamalıdır.” Acaba, Merkez Bankası bu görevini yerine getirmiş midir?
9 Kasım 2008 Pazar
Şeref ve Tevazu
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 9 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN
İstanbul Bağcılar ve Erzurum merkez ilçe kongrelerinde yaptığınız konuşmalarınızın televizyonlardan yayınlanan bölümlerini dinledim
Bağcılar’da söylediğiniz “İnsan yaratılmışların en şerflisidir. Onun için yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü.” Sözlerinizle; Erzurum’da söylediğiniz “Bize, tevazu yakışır.” Sözlerinizden çok etkilendim.
Evet; insan, yaratılmışların en şereflisidir. Zira; Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece ve sâdece insan sınıfına bahşetmiştir. Bu hususun iyi anlatılması ve insanların aydınlatılması şarttır. Sebebine gelince:
İnsan vardır ki; ilmiyle, ahlâkıyla, faziletiyle, adâletiyle, irfanıyla ve gayretiyle, bütün insanlık âlemini kendisine hayran bırakır.
Yine insan vardır ki; cehâletiyle, faziletsizliğiyle, ahlâksızlığıyla, irfansızlığıyle ve canavarları utandıracak derecedeki zulmüyle, bütün insanlık âleminin nefretini kazanır.
Merak edilir:
Bu durumda; her iki sınıf mensupları da, ŞEREFLİ kabul edilebilir mi? Daha açık ifadeyle;
Yalancılar, ahlâksızlar, hırsızlar, başkalarının zararına kasalarını dolduranlar, kamu malına tecavüz edenler, insanları birbirlerine düşüren münafıklar, yetim hakkı yiyenler, kişisel ihtirasları uğruna milletlerin kaderleriyle oynayan zalimler, insanları ezen merhametsizler, hasisler, Allah’ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmayanlar, vatana ve millete hizmet etmeyi aptallık olarak kabul edenler, adâletle hükmetmeyen idareciler; YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ ünvânını alabilirler mi?
Dindar olmanız hasebiyle muhakkak surette biliyorsunuzdur. Büyük Kitap KUR’an’da, “Ey İnsan!” ve “Ey Nas!” hitapları vardır. İşin yüzeyinde kalanlar, her iki hitaptan da, İNSAN mânâsını çıkarırlar. Ama; gerçek öyle değildir. İşin inceliği vardır ve o da şudur:
İNSAN kelimesinin kökü, ÜNS’ten gelir. Mânâsı, yakınlıktır. Bu hitap KUR’AN’da , ALLAH’a yakın ve HAK VE HAKİKATİ gözeten insanlar için kullanılmıştır.
NAS Kelimesini kökü, NİSYAN’dan gelir. Mânâsı, unutmaktır. Bu hitap KUR’AN’da, ALLAH’ı unutarak, HAK VE HAKİKATTEN uzaklaşanlar için kullanılmıştır.
Eğer bu farklar, meydanlarda iyi anlatılmazsa; iyi insanlar üzülür ve kötü insanların cesaretleri artar. Zira; paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayanların çoğunlukta olduğu günümüzde; HAK ve HAKİKAT ölçüleri içinde yetişmiş ve hayatlarını bu ölçülere göre düzenlemiş GERÇEK İNSANLAR, muhatap bulamazlar ve kenara itilirler. MEYDAN, maddenin kesafetinde boğulmuş çıkarcı ve alkışı bol kişilere kalır.
Erzurum’da söylediğiniz “Bize, tevazu yakışır” sözünüze gelince;
Tevazu, alçakgönüllülük değil, kişisel ihtiraslardan soyunmak demektir. Ki; gerçek tevazu, ADÂLETİN KAPISIDIR. Adâletten ayrılanların TEVAZU GÖSTERİSİ, insanları aldatan bir tuzaktan ibaret kalır. Zirâ; ADÂLET, her şeyde HAKKI GÖRMEK ve AŞK DERECESİNDE tapmakla sağlanır. Hz. Peygamberimiz bu gerçeği, “HAK VE HAKİKATTEN UZAK OLANLAR, BEDENEN DİRİ GÖRÜNSELER DE, MÂNEN ÖLÜDÜRLER” Hadis-i Şerifleriyle beyan etmişlerdir.
Bu sebeplerden dolayı MEYDANLARDA, mâneviyatla ilgili söylemlerde bulunurken, bu incelikleri de geniş biçimde anlatmazsanız, meydanları dolduran ve tele vizyonlardan izleyen insanları, İRŞAT edip, DOĞRU YOLA yönlendiremezsiniz. Hattâ, toplumun kötüleri, kendilerine pâye vermiş olurlar.
Konuşmalarınızdan etkilenerek duygulandım ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi, yüksek takdirlerinize arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 9 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN
İstanbul Bağcılar ve Erzurum merkez ilçe kongrelerinde yaptığınız konuşmalarınızın televizyonlardan yayınlanan bölümlerini dinledim
Bağcılar’da söylediğiniz “İnsan yaratılmışların en şerflisidir. Onun için yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü.” Sözlerinizle; Erzurum’da söylediğiniz “Bize, tevazu yakışır.” Sözlerinizden çok etkilendim.
Evet; insan, yaratılmışların en şereflisidir. Zira; Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece ve sâdece insan sınıfına bahşetmiştir. Bu hususun iyi anlatılması ve insanların aydınlatılması şarttır. Sebebine gelince:
İnsan vardır ki; ilmiyle, ahlâkıyla, faziletiyle, adâletiyle, irfanıyla ve gayretiyle, bütün insanlık âlemini kendisine hayran bırakır.
Yine insan vardır ki; cehâletiyle, faziletsizliğiyle, ahlâksızlığıyla, irfansızlığıyle ve canavarları utandıracak derecedeki zulmüyle, bütün insanlık âleminin nefretini kazanır.
Merak edilir:
Bu durumda; her iki sınıf mensupları da, ŞEREFLİ kabul edilebilir mi? Daha açık ifadeyle;
Yalancılar, ahlâksızlar, hırsızlar, başkalarının zararına kasalarını dolduranlar, kamu malına tecavüz edenler, insanları birbirlerine düşüren münafıklar, yetim hakkı yiyenler, kişisel ihtirasları uğruna milletlerin kaderleriyle oynayan zalimler, insanları ezen merhametsizler, hasisler, Allah’ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmayanlar, vatana ve millete hizmet etmeyi aptallık olarak kabul edenler, adâletle hükmetmeyen idareciler; YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ ünvânını alabilirler mi?
Dindar olmanız hasebiyle muhakkak surette biliyorsunuzdur. Büyük Kitap KUR’an’da, “Ey İnsan!” ve “Ey Nas!” hitapları vardır. İşin yüzeyinde kalanlar, her iki hitaptan da, İNSAN mânâsını çıkarırlar. Ama; gerçek öyle değildir. İşin inceliği vardır ve o da şudur:
İNSAN kelimesinin kökü, ÜNS’ten gelir. Mânâsı, yakınlıktır. Bu hitap KUR’AN’da , ALLAH’a yakın ve HAK VE HAKİKATİ gözeten insanlar için kullanılmıştır.
NAS Kelimesini kökü, NİSYAN’dan gelir. Mânâsı, unutmaktır. Bu hitap KUR’AN’da, ALLAH’ı unutarak, HAK VE HAKİKATTEN uzaklaşanlar için kullanılmıştır.
Eğer bu farklar, meydanlarda iyi anlatılmazsa; iyi insanlar üzülür ve kötü insanların cesaretleri artar. Zira; paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayanların çoğunlukta olduğu günümüzde; HAK ve HAKİKAT ölçüleri içinde yetişmiş ve hayatlarını bu ölçülere göre düzenlemiş GERÇEK İNSANLAR, muhatap bulamazlar ve kenara itilirler. MEYDAN, maddenin kesafetinde boğulmuş çıkarcı ve alkışı bol kişilere kalır.
Erzurum’da söylediğiniz “Bize, tevazu yakışır” sözünüze gelince;
Tevazu, alçakgönüllülük değil, kişisel ihtiraslardan soyunmak demektir. Ki; gerçek tevazu, ADÂLETİN KAPISIDIR. Adâletten ayrılanların TEVAZU GÖSTERİSİ, insanları aldatan bir tuzaktan ibaret kalır. Zirâ; ADÂLET, her şeyde HAKKI GÖRMEK ve AŞK DERECESİNDE tapmakla sağlanır. Hz. Peygamberimiz bu gerçeği, “HAK VE HAKİKATTEN UZAK OLANLAR, BEDENEN DİRİ GÖRÜNSELER DE, MÂNEN ÖLÜDÜRLER” Hadis-i Şerifleriyle beyan etmişlerdir.
Bu sebeplerden dolayı MEYDANLARDA, mâneviyatla ilgili söylemlerde bulunurken, bu incelikleri de geniş biçimde anlatmazsanız, meydanları dolduran ve tele vizyonlardan izleyen insanları, İRŞAT edip, DOĞRU YOLA yönlendiremezsiniz. Hattâ, toplumun kötüleri, kendilerine pâye vermiş olurlar.
Konuşmalarınızdan etkilenerek duygulandım ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi, yüksek takdirlerinize arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Obama ve Türkiye
Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı 9 Kasım 2008
Sayın BİRAND;
7 Kasım 2008 tarihli ve “Obama ile, Ermeni şokuna hazır olun” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Üzülerek ifade edeyim ki; yine, başkaları hesabına kamuoyu oluşturma gayretine girmişsiniz. Ve:
“Obama’nın Başkan seçilmesi, Türkiye’ye genelde, olumlu yansıyacak. Bunun tek istisnası, Ermeni sorunu olacaktır. Bu konuda hazırlıklı olmakta ve şoku yumuşatacak adımlara şimdiden hazırlanmakta çok yarar var” ifadesini kullanmışsınız. Merak ediyorum:
Başkalarının dayattığı ve sizin de MİSYON olarak benimsediği Ermeni SORUNU nedir ve nasıl çözülecektir?
Ermenistan’ın, başkalarının kışkırtmaları ve destekleriyle talep ettikleri bellidir: “Türkiye, gerçekte olmayan soy kırımını tanısın ve Ermenistan’a toprak versin!” Gayet net soruyorum:
Siz; böylesine bir zillete razı olur musunuz ve Amerika ile iyi geçineceğiz diye Ermenistan’ın isteklerini yerine getirir misiniz? Bir hususu daha merak ediyorum:
Amerika’nın BOP Projesi kapsamında dayattığı konuların kabul edilir olmadığını, Osmanlı Devleti’nin soy kırım yapmadığını söylerseniz ve kamuoyunu, bu istikamette yönlendirmek isterseniz; acaba, durumunuz ne olur? Televizyon ekranlarında ve Gazete köşelerinde yer bulabilir misiniz?
İkinci önemli husus şudur:
“Amerika, müthiş bir demokrasi testinden geçecek.” ifadesini, inanarak mı kullanıyorsunuz? Amerika’nın Hükümetlerini, HÜR mü zannediyor sunuz? Her dediğini yaptıran ASKERÎ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKSİN varlığını, yok mu farz ediyor sunuz?
Önemli ve düşündürücü bir husus daha:
“Eğer Washington ile ilişkilerimizi her yıl böylesine koparma noktasına gelmesini istemiyorsak veya tasarı geçtiği takdirde, İncirliği kapatma noktasına kadar gidebilecek bir kriz sürecine girmek istemiyorsak, şimdiden hazırlıklarımızı yapmalıyız.” İfadesini kullanırken, yüzünüz kızarmadı ve vicdanınız sızlamadı mı? Yoksa siz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, bir KABİLE DEVLETİ mi zannediyorsunuz?
Sayın Birand;
Yazınızın bir bölümündeki şu ifadeleriniz de, Türk milleti için büyük bir talihsizliktir:
“Tayyip Erdoğan, bu toplumun önemli bir kesimi tarafından, Türkiye’nin Obama’sı olarak görülüyordu. Tabuları yıkan, alışılmış uygulamaları değiştiren, resmi ideolojinin dışına çıkan bir liderdi. Cesur adımlar attı. Özellikle de, hem Kürt kökenli vatandaşlar, hem de yıllar boyunca kendilerini ezilmiş, itilmiş-kakılmış gören dindar kesimlerle devleti barıştırmak için kolları sıvamıştı. Ancak; bu durum, uzun sürmedi. Bir bölümü kendi siyasî hataları, diğer bir bölümü de, kemikleşmiş kesimlerin büyük direnişi nedeniyle, hava değişti.”
Merak ediyor ve soruyorum:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kökenine ve inançlarına göre ne zaman ayırımcılık yapmıştır?
Dindar kesimler ne zaman itilip-kakılmıştır?
Eğer maksadınız; Bir Kürt Devletinin kurulması ve dinin siyasallaştırılması ise; buna, vatanını ve milletini seven hiç kimse razı olmaz!
Devletin, bir din devleti ve parti devleti haline getirilmesine, hiç kimse izin vermez! (SOROS BESLEMESİ MİSYONERLER HARİÇ)
Eğer bunları, TABU VE RESMİ İDEOLOJİ olarak algılıyor ve kabul ediyorsanız; evet, bunlar, TABU VE RESMÎ İDEOLOJİDİR.
Şu hususları da hatırlatmak ve sizi uyarmak istiyorum:
1-Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenmiş ve kendilerini, başkalarının ideoloji ve hedeflerine hizmet etmek için adamış MİSYONERLER dışında, Türk-Kürt vatandaşlarımız ,birbirleriyle barışıktırlar.
2-Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kıbrıs konusunda gerçekçidir ve kararlıdır.Gerçekçi olmayanlar, esen havaya göre taviz verenlerdir. Şu gerçek, sizi ve sizin gibi düşünenleri uyandırmalıdır: Yunanistan, 1947’den beri bir hedef belirlemiştir ve bu hedefinden taviz vermemektedir. ENOSİS, yani İLHAK hedefinden vaz geçmemektedir. Eğer gerçekçilikten maksadınız KIBRIS’ı Yunanistan’a vermek ise; bunu da, açık ifade ediniz.
3- İstek ve iddialarından vaz geçmediği sürece Ermenistan’la iletişim kurulamaz.
4- Vatandaşlar arasında dindar kesim, lâik kesim diye bir ayırım yoktur ve ortak değerlere sahiptirler. Ayırım varmış gibi gösterenler, dini siyasete âlet eden dinci siyasetçileri görmezden gelenlerdir.
5- Türk toplumunu bölmek ve üniter yapımızı bozmak isteyenler, başkalarının talimatlarıyla sorun yaratmaktadırlar. Bunlar da, ya SOROS beslemeleri veya Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenen MİSYONER aydınlarımızdır.
Bu gerçekleri bildiğinizden adım gibi eminim. Sâdece, niçin, yanlış bir yolda olduğunuzu merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Posta Gazetesi Yazarı 9 Kasım 2008
Sayın BİRAND;
7 Kasım 2008 tarihli ve “Obama ile, Ermeni şokuna hazır olun” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Üzülerek ifade edeyim ki; yine, başkaları hesabına kamuoyu oluşturma gayretine girmişsiniz. Ve:
“Obama’nın Başkan seçilmesi, Türkiye’ye genelde, olumlu yansıyacak. Bunun tek istisnası, Ermeni sorunu olacaktır. Bu konuda hazırlıklı olmakta ve şoku yumuşatacak adımlara şimdiden hazırlanmakta çok yarar var” ifadesini kullanmışsınız. Merak ediyorum:
Başkalarının dayattığı ve sizin de MİSYON olarak benimsediği Ermeni SORUNU nedir ve nasıl çözülecektir?
Ermenistan’ın, başkalarının kışkırtmaları ve destekleriyle talep ettikleri bellidir: “Türkiye, gerçekte olmayan soy kırımını tanısın ve Ermenistan’a toprak versin!” Gayet net soruyorum:
Siz; böylesine bir zillete razı olur musunuz ve Amerika ile iyi geçineceğiz diye Ermenistan’ın isteklerini yerine getirir misiniz? Bir hususu daha merak ediyorum:
Amerika’nın BOP Projesi kapsamında dayattığı konuların kabul edilir olmadığını, Osmanlı Devleti’nin soy kırım yapmadığını söylerseniz ve kamuoyunu, bu istikamette yönlendirmek isterseniz; acaba, durumunuz ne olur? Televizyon ekranlarında ve Gazete köşelerinde yer bulabilir misiniz?
İkinci önemli husus şudur:
“Amerika, müthiş bir demokrasi testinden geçecek.” ifadesini, inanarak mı kullanıyorsunuz? Amerika’nın Hükümetlerini, HÜR mü zannediyor sunuz? Her dediğini yaptıran ASKERÎ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKSİN varlığını, yok mu farz ediyor sunuz?
Önemli ve düşündürücü bir husus daha:
“Eğer Washington ile ilişkilerimizi her yıl böylesine koparma noktasına gelmesini istemiyorsak veya tasarı geçtiği takdirde, İncirliği kapatma noktasına kadar gidebilecek bir kriz sürecine girmek istemiyorsak, şimdiden hazırlıklarımızı yapmalıyız.” İfadesini kullanırken, yüzünüz kızarmadı ve vicdanınız sızlamadı mı? Yoksa siz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, bir KABİLE DEVLETİ mi zannediyorsunuz?
Sayın Birand;
Yazınızın bir bölümündeki şu ifadeleriniz de, Türk milleti için büyük bir talihsizliktir:
“Tayyip Erdoğan, bu toplumun önemli bir kesimi tarafından, Türkiye’nin Obama’sı olarak görülüyordu. Tabuları yıkan, alışılmış uygulamaları değiştiren, resmi ideolojinin dışına çıkan bir liderdi. Cesur adımlar attı. Özellikle de, hem Kürt kökenli vatandaşlar, hem de yıllar boyunca kendilerini ezilmiş, itilmiş-kakılmış gören dindar kesimlerle devleti barıştırmak için kolları sıvamıştı. Ancak; bu durum, uzun sürmedi. Bir bölümü kendi siyasî hataları, diğer bir bölümü de, kemikleşmiş kesimlerin büyük direnişi nedeniyle, hava değişti.”
Merak ediyor ve soruyorum:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kökenine ve inançlarına göre ne zaman ayırımcılık yapmıştır?
Dindar kesimler ne zaman itilip-kakılmıştır?
Eğer maksadınız; Bir Kürt Devletinin kurulması ve dinin siyasallaştırılması ise; buna, vatanını ve milletini seven hiç kimse razı olmaz!
Devletin, bir din devleti ve parti devleti haline getirilmesine, hiç kimse izin vermez! (SOROS BESLEMESİ MİSYONERLER HARİÇ)
Eğer bunları, TABU VE RESMİ İDEOLOJİ olarak algılıyor ve kabul ediyorsanız; evet, bunlar, TABU VE RESMÎ İDEOLOJİDİR.
Şu hususları da hatırlatmak ve sizi uyarmak istiyorum:
1-Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenmiş ve kendilerini, başkalarının ideoloji ve hedeflerine hizmet etmek için adamış MİSYONERLER dışında, Türk-Kürt vatandaşlarımız ,birbirleriyle barışıktırlar.
2-Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kıbrıs konusunda gerçekçidir ve kararlıdır.Gerçekçi olmayanlar, esen havaya göre taviz verenlerdir. Şu gerçek, sizi ve sizin gibi düşünenleri uyandırmalıdır: Yunanistan, 1947’den beri bir hedef belirlemiştir ve bu hedefinden taviz vermemektedir. ENOSİS, yani İLHAK hedefinden vaz geçmemektedir. Eğer gerçekçilikten maksadınız KIBRIS’ı Yunanistan’a vermek ise; bunu da, açık ifade ediniz.
3- İstek ve iddialarından vaz geçmediği sürece Ermenistan’la iletişim kurulamaz.
4- Vatandaşlar arasında dindar kesim, lâik kesim diye bir ayırım yoktur ve ortak değerlere sahiptirler. Ayırım varmış gibi gösterenler, dini siyasete âlet eden dinci siyasetçileri görmezden gelenlerdir.
5- Türk toplumunu bölmek ve üniter yapımızı bozmak isteyenler, başkalarının talimatlarıyla sorun yaratmaktadırlar. Bunlar da, ya SOROS beslemeleri veya Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenen MİSYONER aydınlarımızdır.
Bu gerçekleri bildiğinizden adım gibi eminim. Sâdece, niçin, yanlış bir yolda olduğunuzu merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Obama ve Türkiye
Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı 9 Kasım 2008
Sayın BİRAND;
7 Kasım 2008 tarihli ve “Obama ile, Ermeni şokuna hazır olun” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Üzülerek ifade edeyim ki; yine, başkaları hesabına kamuoyu oluşturma gayretine girmişsiniz. Ve:
“Obama’nın Başkan seçilmesi, Türkiye’ye genelde, olumlu yansıyacak. Bunun tek istisnası, Ermeni sorunu olacaktır. Bu konuda hazırlıklı olmakta ve şoku yumuşatacak adımlara şimdiden hazırlanmakta çok yarar var” ifadesini kullanmışsınız. Merak ediyorum:
Başkalarının dayattığı ve sizin de MİSYON olarak benimsediği Ermeni SORUNU nedir ve nasıl çözülecektir?
Ermenistan’ın, başkalarının kışkırtmaları ve destekleriyle talep ettikleri bellidir: “Türkiye, gerçekte olmayan soy kırımını tanısın ve Ermenistan’a toprak versin!” Gayet net soruyorum:
Siz; böylesine bir zillete razı olur musunuz ve Amerika ile iyi geçineceğiz diye Ermenistan’ın isteklerini yerine getirir misiniz? Bir hususu daha merak ediyorum:
Amerika’nın BOP Projesi kapsamında dayattığı konuların kabul edilir olmadığını, Osmanlı Devleti’nin soy kırım yapmadığını söylerseniz ve kamuoyunu, bu istikamette yönlendirmek isterseniz; acaba, durumunuz ne olur? Televizyon ekranlarında ve Gazete köşelerinde yer bulabilir misiniz?
İkinci önemli husus şudur:
“Amerika, müthiş bir demokrasi testinden geçecek.” ifadesini, inanarak mı kullanıyorsunuz? Amerika’nın Hükümetlerini, HÜR mü zannediyor sunuz? Her dediğini yaptıran ASKERÎ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKSİN varlığını, yok mu farz ediyor sunuz?
Önemli ve düşündürücü bir husus daha:
“Eğer Washington ile ilişkilerimizi her yıl böylesine koparma noktasına gelmesini istemiyorsak veya tasarı geçtiği takdirde, İncirliği kapatma noktasına kadar gidebilecek bir kriz sürecine girmek istemiyorsak, şimdiden hazırlıklarımızı yapmalıyız.” İfadesini kullanırken, yüzünüz kızarmadı ve vicdanınız sızlamadı mı? Yoksa siz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, bir KABİLE DEVLETİ mi zannediyorsunuz?
Sayın Birand;
Yazınızın bir bölümündeki şu ifadeleriniz de, Türk milleti için büyük bir talihsizliktir:
“Tayyip Erdoğan, bu toplumun önemli bir kesimi tarafından, Türkiye’nin Obama’sı olarak görülüyordu. Tabuları yıkan, alışılmış uygulamaları değiştiren, resmi ideolojinin dışına çıkan bir liderdi. Cesur adımlar attı. Özellikle de, hem Kürt kökenli vatandaşlar, hem de yıllar boyunca kendilerini ezilmiş, itilmiş-kakılmış gören dindar kesimlerle devleti barıştırmak için kolları sıvamıştı. Ancak; bu durum, uzun sürmedi. Bir bölümü kendi siyasî hataları, diğer bir bölümü de, kemikleşmiş kesimlerin büyük direnişi nedeniyle, hava değişti.”
Merak ediyor ve soruyorum:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kökenine ve inançlarına göre ne zaman ayırımcılık yapmıştır?
Dindar kesimler ne zaman itilip-kakılmıştır?
Eğer maksadınız; Bir Kürt Devletinin kurulması ve dinin siyasallaştırılması ise; buna, vatanını ve milletini seven hiç kimse razı olmaz!
Devletin, bir din devleti ve parti devleti haline getirilmesine, hiç kimse izin vermez! (SOROS BESLEMESİ MİSYONERLER HARİÇ)
Eğer bunları, TABU VE RESMİ İDEOLOJİ olarak algılıyor ve kabul ediyorsanız; evet, bunlar, TABU VE RESMÎ İDEOLOJİDİR.
Şu hususları da hatırlatmak ve sizi uyarmak istiyorum:
1-Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenmiş ve kendilerini, başkalarının ideoloji ve hedeflerine hizmet etmek için adamış MİSYONERLER dışında, Türk-Kürt vatandaşlarımız ,birbirleriyle barışıktırlar.
2-Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kıbrıs konusunda gerçekçidir ve kararlıdır.Gerçekçi olmayanlar, esen havaya göre taviz verenlerdir. Şu gerçek, sizi ve sizin gibi düşünenleri uyandırmalıdır: Yunanistan, 1947’den beri bir hedef belirlemiştir ve bu hedefinden taviz vermemektedir. ENOSİS, yani İLHAK hedefinden vaz geçmemektedir. Eğer gerçekçilikten maksadınız KIBRIS’ı Yunanistan’a vermek ise; bunu da, açık ifade ediniz.
3- İstek ve iddialarından vaz geçmediği sürece Ermenistan’la iletişim kurulamaz.
4- Vatandaşlar arasında dindar kesim, lâik kesim diye bir ayırım yoktur ve ortak değerlere sahiptirler. Ayırım varmış gibi gösterenler, dini siyasete âlet eden dinci siyasetçileri görmezden gelenlerdir.
5- Türk toplumunu bölmek ve üniter yapımızı bozmak isteyenler, başkalarının talimatlarıyla sorun yaratmaktadırlar. Bunlar da, ya SOROS beslemeleri veya Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenen MİSYONER aydınlarımızdır.
Bu gerçekleri bildiğinizden adım gibi eminim. Sâdece, niçin, yanlış bir yolda olduğunuzu merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Posta Gazetesi Yazarı 9 Kasım 2008
Sayın BİRAND;
7 Kasım 2008 tarihli ve “Obama ile, Ermeni şokuna hazır olun” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Üzülerek ifade edeyim ki; yine, başkaları hesabına kamuoyu oluşturma gayretine girmişsiniz. Ve:
“Obama’nın Başkan seçilmesi, Türkiye’ye genelde, olumlu yansıyacak. Bunun tek istisnası, Ermeni sorunu olacaktır. Bu konuda hazırlıklı olmakta ve şoku yumuşatacak adımlara şimdiden hazırlanmakta çok yarar var” ifadesini kullanmışsınız. Merak ediyorum:
Başkalarının dayattığı ve sizin de MİSYON olarak benimsediği Ermeni SORUNU nedir ve nasıl çözülecektir?
Ermenistan’ın, başkalarının kışkırtmaları ve destekleriyle talep ettikleri bellidir: “Türkiye, gerçekte olmayan soy kırımını tanısın ve Ermenistan’a toprak versin!” Gayet net soruyorum:
Siz; böylesine bir zillete razı olur musunuz ve Amerika ile iyi geçineceğiz diye Ermenistan’ın isteklerini yerine getirir misiniz? Bir hususu daha merak ediyorum:
Amerika’nın BOP Projesi kapsamında dayattığı konuların kabul edilir olmadığını, Osmanlı Devleti’nin soy kırım yapmadığını söylerseniz ve kamuoyunu, bu istikamette yönlendirmek isterseniz; acaba, durumunuz ne olur? Televizyon ekranlarında ve Gazete köşelerinde yer bulabilir misiniz?
İkinci önemli husus şudur:
“Amerika, müthiş bir demokrasi testinden geçecek.” ifadesini, inanarak mı kullanıyorsunuz? Amerika’nın Hükümetlerini, HÜR mü zannediyor sunuz? Her dediğini yaptıran ASKERÎ-ENDÜSTRİYEL KOMPLEKSİN varlığını, yok mu farz ediyor sunuz?
Önemli ve düşündürücü bir husus daha:
“Eğer Washington ile ilişkilerimizi her yıl böylesine koparma noktasına gelmesini istemiyorsak veya tasarı geçtiği takdirde, İncirliği kapatma noktasına kadar gidebilecek bir kriz sürecine girmek istemiyorsak, şimdiden hazırlıklarımızı yapmalıyız.” İfadesini kullanırken, yüzünüz kızarmadı ve vicdanınız sızlamadı mı? Yoksa siz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, bir KABİLE DEVLETİ mi zannediyorsunuz?
Sayın Birand;
Yazınızın bir bölümündeki şu ifadeleriniz de, Türk milleti için büyük bir talihsizliktir:
“Tayyip Erdoğan, bu toplumun önemli bir kesimi tarafından, Türkiye’nin Obama’sı olarak görülüyordu. Tabuları yıkan, alışılmış uygulamaları değiştiren, resmi ideolojinin dışına çıkan bir liderdi. Cesur adımlar attı. Özellikle de, hem Kürt kökenli vatandaşlar, hem de yıllar boyunca kendilerini ezilmiş, itilmiş-kakılmış gören dindar kesimlerle devleti barıştırmak için kolları sıvamıştı. Ancak; bu durum, uzun sürmedi. Bir bölümü kendi siyasî hataları, diğer bir bölümü de, kemikleşmiş kesimlerin büyük direnişi nedeniyle, hava değişti.”
Merak ediyor ve soruyorum:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kökenine ve inançlarına göre ne zaman ayırımcılık yapmıştır?
Dindar kesimler ne zaman itilip-kakılmıştır?
Eğer maksadınız; Bir Kürt Devletinin kurulması ve dinin siyasallaştırılması ise; buna, vatanını ve milletini seven hiç kimse razı olmaz!
Devletin, bir din devleti ve parti devleti haline getirilmesine, hiç kimse izin vermez! (SOROS BESLEMESİ MİSYONERLER HARİÇ)
Eğer bunları, TABU VE RESMİ İDEOLOJİ olarak algılıyor ve kabul ediyorsanız; evet, bunlar, TABU VE RESMÎ İDEOLOJİDİR.
Şu hususları da hatırlatmak ve sizi uyarmak istiyorum:
1-Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenmiş ve kendilerini, başkalarının ideoloji ve hedeflerine hizmet etmek için adamış MİSYONERLER dışında, Türk-Kürt vatandaşlarımız ,birbirleriyle barışıktırlar.
2-Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kıbrıs konusunda gerçekçidir ve kararlıdır.Gerçekçi olmayanlar, esen havaya göre taviz verenlerdir. Şu gerçek, sizi ve sizin gibi düşünenleri uyandırmalıdır: Yunanistan, 1947’den beri bir hedef belirlemiştir ve bu hedefinden taviz vermemektedir. ENOSİS, yani İLHAK hedefinden vaz geçmemektedir. Eğer gerçekçilikten maksadınız KIBRIS’ı Yunanistan’a vermek ise; bunu da, açık ifade ediniz.
3- İstek ve iddialarından vaz geçmediği sürece Ermenistan’la iletişim kurulamaz.
4- Vatandaşlar arasında dindar kesim, lâik kesim diye bir ayırım yoktur ve ortak değerlere sahiptirler. Ayırım varmış gibi gösterenler, dini siyasete âlet eden dinci siyasetçileri görmezden gelenlerdir.
5- Türk toplumunu bölmek ve üniter yapımızı bozmak isteyenler, başkalarının talimatlarıyla sorun yaratmaktadırlar. Bunlar da, ya SOROS beslemeleri veya Batı’nın mânevî ajanlığını kabullenen MİSYONER aydınlarımızdır.
Bu gerçekleri bildiğinizden adım gibi eminim. Sâdece, niçin, yanlış bir yolda olduğunuzu merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
8 Kasım 2008 Cumartesi
Zalim ve Mazlum
Sayın Fehmi KORU
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 8 Kasım 2008
Sayın Koru;
Bu mektubumu yüksek ilminizden ve uzağı gören ferasetinizden faydalanmak için yazdım. Daha doğrusu; aklımı karıştıran ve zihnimi yoran bir konu hakkında dalâlete düşmemek için size müracaat etmeyi uygun buldum. KONU, ŞUDUR:
Yakın zamana kadar, inançlarımın ve aldığım terbiyenin gereği olarak FİRAVUN’A çok kızıyordum. Şimdi ise, FİRAVUN’A kızmaz oldum ve hattâ, hak vermeye başladım. SEBEBİNE GELİNCE:
- Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
- Göz kamaştırıcı bir SERVET,
- Emrindeki kuvvetli bir ORDU,
- Etrafında “SEN, BİZİM RABBİMİZSİN!” diye tapan ve eğilip - bükülen bir sürü
DALKAVUK İNSAN,
FİRAVUN’u, FİRAVUN yapmıştır.
Ve kendi kendime sormaya başladım:
Bu imkânlar bende de olsaydı, acaba, ben de FİRAVUNLAŞIR MIYDIM?
Bu hususta bana yardımcı olursanız, gerçekten sevinirim. Zira; tarihen sabittir ki; her zalimi, mazlum yetiştirmiştir. Üstelik; her zalim de zulmünü, UŞAKLARI vasıtasıyla yapmıştır. Nasıl ki; esen mânevî bir rüzgârla, en kuvvetli ŞAKİ, bir anda SAİD olabiliyorsa; bunun, tersi de varittir; nefsine yenik düşen SAİD de, bir anda ŞAKİ olabilir. Bu gerçeğe istinaden de;
“Hak ve hakikatten uzak kalanlar, bedenen DİRİ görünseler de, mânen ÖLÜDÜRLER” denmiştir.
Maksadımı anlatabildiğimi zannediyorum. Beni aydınlatır ve bana yol gösterirseniz, memnun olurum ve size, minnettar kalırım. Malûm ya; dünya hayatı dar ve sıkıntılıdır ve de kısadır. Allah’ın huzuruna bipâre, biçâre ve eli - yüzü kâre gitmek istemiyorum. Sizler gibi nefislerinin hayırlarını ayaklar altına almış, fazileti, menfaate tercih etmiş; yalandan, dolandan, sahtekârlıktan arınmış; doğruya doğru, eğriye eğri demeyi görev edinmiş; yalancılara, hırsızlara, ahlâksızlara direnmeyi vazife addetmiş; EDEPLİ, FAZİLETLİ VE DİNİ BÜTÜN insanların YÜKSEK HİMMETLERİNE ve İRŞÂTLARINA, ihtiyaç duymaktayım.
Yardımcı olacağınızı ummaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not: Cumhuriyet Tarihi’nin, Osmanlı Tarihi’nde dahî eşi ve benzeri bulunmayan EN KUDRETLİ, EN YETENEKLİ VE ENBÜYÜK LİDERİ OLAN BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN için, “OBAMA gibi geldi BUSH’A benzedi” sözünü söylememeliydiniz. Bu; büyük bir hatâdır ve belki de, CEHENNEME gitmenize sebep olabilir.
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 8 Kasım 2008
Sayın Koru;
Bu mektubumu yüksek ilminizden ve uzağı gören ferasetinizden faydalanmak için yazdım. Daha doğrusu; aklımı karıştıran ve zihnimi yoran bir konu hakkında dalâlete düşmemek için size müracaat etmeyi uygun buldum. KONU, ŞUDUR:
Yakın zamana kadar, inançlarımın ve aldığım terbiyenin gereği olarak FİRAVUN’A çok kızıyordum. Şimdi ise, FİRAVUN’A kızmaz oldum ve hattâ, hak vermeye başladım. SEBEBİNE GELİNCE:
- Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
- Göz kamaştırıcı bir SERVET,
- Emrindeki kuvvetli bir ORDU,
- Etrafında “SEN, BİZİM RABBİMİZSİN!” diye tapan ve eğilip - bükülen bir sürü
DALKAVUK İNSAN,
FİRAVUN’u, FİRAVUN yapmıştır.
Ve kendi kendime sormaya başladım:
Bu imkânlar bende de olsaydı, acaba, ben de FİRAVUNLAŞIR MIYDIM?
Bu hususta bana yardımcı olursanız, gerçekten sevinirim. Zira; tarihen sabittir ki; her zalimi, mazlum yetiştirmiştir. Üstelik; her zalim de zulmünü, UŞAKLARI vasıtasıyla yapmıştır. Nasıl ki; esen mânevî bir rüzgârla, en kuvvetli ŞAKİ, bir anda SAİD olabiliyorsa; bunun, tersi de varittir; nefsine yenik düşen SAİD de, bir anda ŞAKİ olabilir. Bu gerçeğe istinaden de;
“Hak ve hakikatten uzak kalanlar, bedenen DİRİ görünseler de, mânen ÖLÜDÜRLER” denmiştir.
Maksadımı anlatabildiğimi zannediyorum. Beni aydınlatır ve bana yol gösterirseniz, memnun olurum ve size, minnettar kalırım. Malûm ya; dünya hayatı dar ve sıkıntılıdır ve de kısadır. Allah’ın huzuruna bipâre, biçâre ve eli - yüzü kâre gitmek istemiyorum. Sizler gibi nefislerinin hayırlarını ayaklar altına almış, fazileti, menfaate tercih etmiş; yalandan, dolandan, sahtekârlıktan arınmış; doğruya doğru, eğriye eğri demeyi görev edinmiş; yalancılara, hırsızlara, ahlâksızlara direnmeyi vazife addetmiş; EDEPLİ, FAZİLETLİ VE DİNİ BÜTÜN insanların YÜKSEK HİMMETLERİNE ve İRŞÂTLARINA, ihtiyaç duymaktayım.
Yardımcı olacağınızı ummaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not: Cumhuriyet Tarihi’nin, Osmanlı Tarihi’nde dahî eşi ve benzeri bulunmayan EN KUDRETLİ, EN YETENEKLİ VE ENBÜYÜK LİDERİ OLAN BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN için, “OBAMA gibi geldi BUSH’A benzedi” sözünü söylememeliydiniz. Bu; büyük bir hatâdır ve belki de, CEHENNEME gitmenize sebep olabilir.
6 Kasım 2008 Perşembe
Lider ve vizyon
Sayın Fatih Altaylı; 5 Kasım 2008
Türkiye, 12 Eylülden sonra dâimâ yeni bir heyecen aramış ve bazı odaklarca şişirilen VİZYON sahibi liderler yaratmıştır.
Turgut Özal'ın, Mesut Yımaz'ın, Tansu Çiller'in ve son Olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın gelişlerini hatırlayınız! Bu kişiler, yenilikçi ve vizyon sahibi liderler olarak takdim edilip desteklenmedi mi?
Netice ne oldu?
Batı'nın, bilhassa ABD'nin, âdetâ mânevî ajanlığını kabullenen şişirilmiş vizyon sahibi bu kişiler, Türkiye'yi bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti'ni de bir müstemleke halkı haline getirdiler. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti, Perakende ticaretimize dahî yabancılar hâkim oldu. Üstelik; aradan geçen 28 yıl zarfında Türkiye, ödediği 500 milyar dolar faize rağmen iç ve dış borç batağına saplandı.(Borç stoku, 500 milyar dolara yaklaştı).
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
Not: Hani imkân olsa da bir televizyon programına
çıkabilsem, söyleyeceklerim, herkesi şaşırtacaktır.-- Hüsnü Akıncı 0 532 457 6956 http://akincidan.blogspot.com/
Türkiye, 12 Eylülden sonra dâimâ yeni bir heyecen aramış ve bazı odaklarca şişirilen VİZYON sahibi liderler yaratmıştır.
Turgut Özal'ın, Mesut Yımaz'ın, Tansu Çiller'in ve son Olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın gelişlerini hatırlayınız! Bu kişiler, yenilikçi ve vizyon sahibi liderler olarak takdim edilip desteklenmedi mi?
Netice ne oldu?
Batı'nın, bilhassa ABD'nin, âdetâ mânevî ajanlığını kabullenen şişirilmiş vizyon sahibi bu kişiler, Türkiye'yi bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti'ni de bir müstemleke halkı haline getirdiler. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti, Perakende ticaretimize dahî yabancılar hâkim oldu. Üstelik; aradan geçen 28 yıl zarfında Türkiye, ödediği 500 milyar dolar faize rağmen iç ve dış borç batağına saplandı.(Borç stoku, 500 milyar dolara yaklaştı).
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
Not: Hani imkân olsa da bir televizyon programına
çıkabilsem, söyleyeceklerim, herkesi şaşırtacaktır.-- Hüsnü Akıncı 0 532 457 6956 http://akincidan.blogspot.com/
4 Kasım 2008 Salı
Yolsuzluklar ve Devlet
Sayın Deniz BAYKAL
CHP Genel Başkanı
Ankara. 4 Kasım 2008
Sayın Genel Başkan;
Patinizin Meslis Grup Toplantısında yaptığınız konuşmanızı, dikkatle dinledim.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KADAR HIRSIZLARIN; YALANCILARIN VE AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER. AHLÂK VE FAZİLET YERE DÜŞTÜĞÜ İÇİN DE MİLLETLERİN KADERLERİNE; HIRSIZLAR, YALANCILAR VE AHLÂKSIZLAR, HÜKMEDER HÂLE GELİR.
Bu da; HALKIN DEVLETSİZ, DEVLETİN DE SAHİPSİZ KALDIĞI anlamına gelir ve aynı zamanda BÜYÜK BİR ÇÖKÜŞÜN habercisidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı. -- Hüsnü Akıncı 0 532 457 6956 http://akincidan.blogspot.com/
CHP Genel Başkanı
Ankara. 4 Kasım 2008
Sayın Genel Başkan;
Patinizin Meslis Grup Toplantısında yaptığınız konuşmanızı, dikkatle dinledim.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KADAR HIRSIZLARIN; YALANCILARIN VE AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER. AHLÂK VE FAZİLET YERE DÜŞTÜĞÜ İÇİN DE MİLLETLERİN KADERLERİNE; HIRSIZLAR, YALANCILAR VE AHLÂKSIZLAR, HÜKMEDER HÂLE GELİR.
Bu da; HALKIN DEVLETSİZ, DEVLETİN DE SAHİPSİZ KALDIĞI anlamına gelir ve aynı zamanda BÜYÜK BİR ÇÖKÜŞÜN habercisidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı. -- Hüsnü Akıncı 0 532 457 6956 http://akincidan.blogspot.com/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)