Sayın Şamil TAYYAR
Star Gazetesi Yazarı
Ankara 26 Nisan 2010
Sayın TAYYAR;
26 Nisan 2010 tarihli ve “Kaos Plânı” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bir gazeteciden ziyade; parti mensubiyetinizi ve iktidar yandaşlığınızı önplâna alan bu yazınız, demokratlığınızı da tartışılır hale getirir. Zîra; ne olduğunu açıklamadığınız MÜESSES NİZAM, DEVLET, ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ ve DEMOKRATİK AÇILIM konularında alabildiğine kavram kargaşası yaratarak, kendi aklınızca kamuoyu oluşturmaya çalışmışsınız. Şöyle ki:
1- Çok sık kullandığınız MÜESSES NİZAM ifadesi, kimler tarafından ve ne maksatla ortaya atıldığı iyi bilinmeyen aldatıcı bir kavramdır ve de, bazı kişilerce maksatlı olarak kullanılmaktadır. Bu ifade, daima devletin DİRLİK ve DÜZENLİĞİNİ bozmak için kullanılmıştır. Bunu yapanlar da, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef almışlardır.
2- DEVLET, bizatihi vücudu olmayan bir kavramdır. Zaten devletin ilmî tarifi, “Bir hükümet idaresindeki siyasî topluluktur” şeklindedir. Devletin kurumları, kuruluşları ve organları vardır. Devleti ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletme görevi, hükümetlere aittir. Şayet devlet, kurallarına göre işletilmezse ve keyfî yönetim hâkim kılınırsa; kurum, kuruluş, kural ve kavram kargaşası kaçınılmazdır ve sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını ortadan kaldırır. Devletle Hükümet kavramını iyi anlamayanlar, Hükümetleri devlet zannederler ve devletin, bir parti devleti haline getirilmesine sessiz kalırlar. Siz de, siyasî iktidarla devlet kavramını, bir birine karıştırarak, siyasî iktidar yandaşlığı sergilemişsiniz.
3- DEMOKRATİK AÇILIM konusu, açıklığa kavuşturulmamış ve bu açılımın neyi hedeflediği halka iyi anlatılmamıştır. Siyasî iktidar, önceleri “KÜRT AÇILIMI”, sonraları “DEMOKRATİK AÇILIM” ve şimdi de “BARIŞ ve KARDEŞLİK PROJESİ” olarak sunduğu bu açılımlarla ne yapacağını belirtmemiştir . Ne olduğu ve neyi hedeflediği bilinmeyen demokratik açılım konusunda, gölge avına çıkmış bir görüntü vererek yazılar yazmanız, mantık dışı bir davranıştır.
4- Gündemdeki ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, Türkiye’nin önceliği değildir ve bu değişiklik, bir YARGI REFORMUNU da hedeflememiştir. Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştirmek, bir reform olarak değerlendirilemez. “Antidemokratik 1982 Anayasası’nı değiştiriyoruz.” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Zîra; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanlığı Müsteşarı, konumlarını muhafaza etmektedirler ve bu durum, YARGI BAĞIMSIZLIĞINI getirmemektedir.
Sayın TAYYAR;
Sözle demokratikleşme olmaz. Türkiye bu hakkını, 1983 seçimlerinden sonra iktidara gelen siyasî iktidar yüzünden kaybetmiştir. Kusur, 1982 Anayasası’nın ve askerlerin değildir. Kusur, siyasî iktidarların keyfî yönetimleri ile devleti, bir parti devleti haline getirme hevesleridir. İzah edeyim:
Herkes, şu gerçeği irdelemelidir:
1982 Anayasası’nın kabulünden sonra İhtilâl Hükümeti’nin düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI hiç değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılsaydı; acaba bugün, Türkiye, ne durumda olurdu? Zira; o kanunlar, halkı sistemin içine dâhil ediyordu ve siyasî parti liderlerinin mutlak egemenliklerini ortadan kaldırıyordu. Önseçimlerin, partiye kayıtlı bütün üyelerce ve hâkim teminatında yapılmasını öngörüyordu. Seçim barajı da getirilmemişti.
Ama; 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümetleri, zaman içersinde Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarında, gerçek bir demokrasinin ruhuna ters ve asla bağdaşmayacak değişiklikler yaparak demokrasimizi, tanınmaz hale getirmiş ve dâimâ bunalım doğuran bir şekle sokmuştur.
Her nedense; bugüne kadar bu konu tartışılmamış ve çarpıklığın düzeltilmesi hususunda gereken düzenlemeler yapılmamıştır.
Görüş ve iddiam da şudur:
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, gerçek demokrasinin ruhuna uygun biçimde düzeltilmediği ve Yüce Meclisin görevlerini, gerçek anlamda HÜR İRADESİYLE yapmasına imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, bunalımdan çıkamayacak ve hiçbir şey düzelmeyecektir. Halk da, dâimâ sistemin dışında kalacaktır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem, halkı ezecek ve çaresiz bırakacaktır. Yüce makamların, kişilerin İSTİRAHAT yeri olmadığı, milletin DAYANAĞI olduğu gerçeği unutulacaktır. Ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşarak, ÇAĞA damgasını vuramayacaktır. Zaten, vuramamıştır. Gerçek de, bilinmektedir:
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüş ve borç içersinde yüzmektedir. Halk çaresiz ve borç içinde kıvranmaktadır.
Türkiye’nin gerçek sorunları ortadayken ve bilinirken; aklı, mantığı, ilmi dışlayarak ve hislerinize yenik düşerek; varsayımlara, ithamlara, dedikodulara ve birtakım isnatlara dayalı olarak yazılar yazmanızın ve kmuoyunu yanıltmanızın tutarlı bir tarafı olabilir mi?
Siz; her şeyden once, kendinizi sorgulamalısınız ve halkı, doğrular istikametinde bilgilendirmelisiniz. Aksi halde; okurlarınız, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığınızı kabullenmek zorunda kalırlar.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
26 Nisan 2010 Pazartesi
24 Nisan 2010 Cumartesi
Kendi ordusunu kötüleyenler.
Sayın İhsan DAĞI
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Nisan 2010
Sayın DAĞI;
23 Nisan 2010 tarihli ve “Rezaletin son perdesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Hedefi, niyeti, misyonu ve dış bağlantıları kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve Türk basın hayatına tepeden inen TARAF GAZETESİ’NİN; iftira, itham, dedikodu ve tutarsız isnatlarına dayalı haber ve iddialarını doğru kabul ederek, devamlı surette Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne ve Yüksek Yargı’ya, akıl almaz bir şekilde saldırmanıza anlam vermek, gerçekten güçtür. Bugünkü yazınızda da haddinizi ve terbiye sınırlarını aşarak;
“Bu askerlerin kırdığı ceviz, kırkı aştı. Şimdi de okulları ve öğrencileri fişledikleri ortaya çıktı. Fişlemeyi yapanlar da, Millî Güvenlik dersine giren asker öğretmenler. Halkın askeri mi bunlar, Truva atı mı okullarımıza sızan? Öğrencileri hakkında bilgi toplayan, onların nasıl giyindiğini, ne olduğunu, neye inandığını başkalarına ispiyonlayan bir öğretmen düşünemiyorum. Bu işi yapanlar, açıkça öğretmenlik mesleğini kirletmişlerdir. Sorunun temelinde, yine, TSK’nın üzerine vazife olmayan işleri yapma merakı var. İşini, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yapmak olarak tanımlayacağına, hep kendi halkına karşı hazırlıklar peşinde koşan bir ordu var karşımızda!” ifadeleriyle kendi aklınızca, emredilen bir görevi yerine getirmeye çalışmışsınız ve farkında olmadan PKK’nın paralelinde hareket etmişsiniz.
Merak ediyorum:
Siz kimsiniz ve ne iş yaparsınız? Ülkenin çözüm bekleyen onlarca sorunu varken, suç unsuru taşıyan ifadelerle Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne cephe almanızın ve orduyu yıpratıcı hareketlerde bulunmanızın, bizlerce bilinmeyen veya bilinmesini istemediğiniz bir sebebi mi vardır? Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığı kesin olan bu hareketlerinizle, geniş halk kitleleri arasında gerginlik yarattığınızı ve fitnelere sebep olabileceğini düşünemeyecek derecede tarih, coğrafya bilgisinden yoksun ve dünya siyasetinden habersiz misiniz? Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında sigara kâğıdı inceliğinde bir farkın olduğunu anlayamayacak kadar basiretsiz misiniz? Aydın geçinen ve kitlelere fikir aşılama imkânlarına sahip olan bir kişi, kendi ordusuna bu denli düşmanlık yapabilir mi?
Asker; milletin kalesi, memleketin şerefi ve asayişin vasıtasıdır. Millet, ancak askerler sayesinde ayakta durabilir. Bu gerçek bilinirken; birkaç yıldan beri ve aidiyetleri iyi bilinen medya mensuplarıyla kol kola girerek, bir yerden emir almışçasına, orduyu ve askerleri hedef seçmenizin, bizlerce bilinmeyen bir hedefi olması muhakkaktır. Bu hedefi, mertçe açıklasanız, daha dürüst davranmış olmaz mısınız? Bu hususta; TBMM kürsüsünde, ordu karşıtlığını açık bir şekilde ifade eden BDP’nin sözcüleri kadar cesur olamıyor musunuz?
Sayın DAĞI;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Bu sebeple;
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayanlar; TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ küçük düşürücü, yıpratıcı ve tahrik edici hareketlerin mihraklarını da gayet iyi görürüler. Zîra; bugüne kadar ülkemizde meydana gelen kural dışı olaylar, terör ve anarşi hareketleri, daima dış kaynaklı olarak sahnelenmiştir. Bugün oynanmak istenen oyun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail’in, Türkiye’yi rahat bırakacaklarını görmemek veya görememek, en azından büyük bir gaflettir. Başkalarının hedeflerini, projelerini ve çıkarlarını etkisiz hale getirmek, ancak ve ancak birlik ve beraberliğimizi korumakla; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını sağlamakla mümkün olur. Aksi halde; fitne, fesat, düşmanlık, gaflet ve ihanet, ülkemizin de, milletimizin de ufkunu karartır ve dirlik ve düzenliğimizi bozar. Tarih, bu duruma düşmüş veya düşürülmüş milletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur.
Dünya coğrafyasında stratejik önemi ve konumu olan her ülke, iç ve dış tehditlerin baskısı altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bir ülkenin hem iç ve hem de dış düşmanlarının olması, tarihin bir gerçeğidir. Şayet öyle olmasaydı; meşhur Romalı Senatör Marcus Tullius Çiçero’nun şu ibret verici sözleri, tarihin sayfalarında yer almazdı. İşte; Çiçero’nun muhteşem sözleri:
“Bir millet, kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat; içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi, imkânsızdır. Sınırları zorlayan düşman, silâh ve alemlerini (bayrakları) açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, milletin yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur; milletin ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, milletin hayat gücünü elinden alır. Bir katil, daha az zararlı, tehlikeli ve korkuludur.”
Bu sebeple; yazarken, yapacağınız ve yaptığınız işin sonunu düşünmek zorundasınız. Yanlış istikamette bilgilendireceğiniz insanların ve yanlış istikamete sevk ettiğiniz kamuoyunun vebalini taşırsınız ve Allah’ın indinde bunun hesabını vermek zorunda kalırsınız. Batılı, HAK şeklinde göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zîra; tefrikaya sebep olabilecek beyan, fikir ve görüşler, bütün milletlerin hayat damarlarını kurutmuştur. Allah, Kur’an’ı Kerim’de Enfal suresinin 46. ayetinde bu gerçeği, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. İşte meali:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan; fertleri, birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bugün Türkiye’nin ve Türk milletinin zorda olduğu, bunaldığı, çaresizleştiği kesindir. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Yani; Türkiye, önemli ölçüde iktisadî bağımsızlığını kaybetmiştir; hem devletimiz ve hem de insanlarımız ağır bir borç batağına saplanmıştır ve Türkiye, kendini besleyemez duruma düşmüştür. Bu gerçekler ortadayken; bu hususlara değinmeyerek, devamlı surette askerleri konu etmenizin tutarlı tarafı yoktur ve bunun kimseye faydası da olmaz. Unutmayınız:
Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mes’uliyetine ortak sayılır. Gerçek bir yazar, siyasî amaçlı yazılar yazarak halkı aldatamaz. Siyasî mensubiyetine binaen halkı aldatanlar, kendilerine ihanet etmiş olurlar.
Yazınız okudum ve cevap yazdım. Şimdi sıra sizdedir. Vereceğiniz cevabı merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Nisan 2010
Sayın DAĞI;
23 Nisan 2010 tarihli ve “Rezaletin son perdesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Hedefi, niyeti, misyonu ve dış bağlantıları kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve Türk basın hayatına tepeden inen TARAF GAZETESİ’NİN; iftira, itham, dedikodu ve tutarsız isnatlarına dayalı haber ve iddialarını doğru kabul ederek, devamlı surette Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne ve Yüksek Yargı’ya, akıl almaz bir şekilde saldırmanıza anlam vermek, gerçekten güçtür. Bugünkü yazınızda da haddinizi ve terbiye sınırlarını aşarak;
“Bu askerlerin kırdığı ceviz, kırkı aştı. Şimdi de okulları ve öğrencileri fişledikleri ortaya çıktı. Fişlemeyi yapanlar da, Millî Güvenlik dersine giren asker öğretmenler. Halkın askeri mi bunlar, Truva atı mı okullarımıza sızan? Öğrencileri hakkında bilgi toplayan, onların nasıl giyindiğini, ne olduğunu, neye inandığını başkalarına ispiyonlayan bir öğretmen düşünemiyorum. Bu işi yapanlar, açıkça öğretmenlik mesleğini kirletmişlerdir. Sorunun temelinde, yine, TSK’nın üzerine vazife olmayan işleri yapma merakı var. İşini, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yapmak olarak tanımlayacağına, hep kendi halkına karşı hazırlıklar peşinde koşan bir ordu var karşımızda!” ifadeleriyle kendi aklınızca, emredilen bir görevi yerine getirmeye çalışmışsınız ve farkında olmadan PKK’nın paralelinde hareket etmişsiniz.
Merak ediyorum:
Siz kimsiniz ve ne iş yaparsınız? Ülkenin çözüm bekleyen onlarca sorunu varken, suç unsuru taşıyan ifadelerle Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne cephe almanızın ve orduyu yıpratıcı hareketlerde bulunmanızın, bizlerce bilinmeyen veya bilinmesini istemediğiniz bir sebebi mi vardır? Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığı kesin olan bu hareketlerinizle, geniş halk kitleleri arasında gerginlik yarattığınızı ve fitnelere sebep olabileceğini düşünemeyecek derecede tarih, coğrafya bilgisinden yoksun ve dünya siyasetinden habersiz misiniz? Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında sigara kâğıdı inceliğinde bir farkın olduğunu anlayamayacak kadar basiretsiz misiniz? Aydın geçinen ve kitlelere fikir aşılama imkânlarına sahip olan bir kişi, kendi ordusuna bu denli düşmanlık yapabilir mi?
Asker; milletin kalesi, memleketin şerefi ve asayişin vasıtasıdır. Millet, ancak askerler sayesinde ayakta durabilir. Bu gerçek bilinirken; birkaç yıldan beri ve aidiyetleri iyi bilinen medya mensuplarıyla kol kola girerek, bir yerden emir almışçasına, orduyu ve askerleri hedef seçmenizin, bizlerce bilinmeyen bir hedefi olması muhakkaktır. Bu hedefi, mertçe açıklasanız, daha dürüst davranmış olmaz mısınız? Bu hususta; TBMM kürsüsünde, ordu karşıtlığını açık bir şekilde ifade eden BDP’nin sözcüleri kadar cesur olamıyor musunuz?
Sayın DAĞI;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Bu sebeple;
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayanlar; TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ küçük düşürücü, yıpratıcı ve tahrik edici hareketlerin mihraklarını da gayet iyi görürüler. Zîra; bugüne kadar ülkemizde meydana gelen kural dışı olaylar, terör ve anarşi hareketleri, daima dış kaynaklı olarak sahnelenmiştir. Bugün oynanmak istenen oyun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail’in, Türkiye’yi rahat bırakacaklarını görmemek veya görememek, en azından büyük bir gaflettir. Başkalarının hedeflerini, projelerini ve çıkarlarını etkisiz hale getirmek, ancak ve ancak birlik ve beraberliğimizi korumakla; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını sağlamakla mümkün olur. Aksi halde; fitne, fesat, düşmanlık, gaflet ve ihanet, ülkemizin de, milletimizin de ufkunu karartır ve dirlik ve düzenliğimizi bozar. Tarih, bu duruma düşmüş veya düşürülmüş milletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur.
Dünya coğrafyasında stratejik önemi ve konumu olan her ülke, iç ve dış tehditlerin baskısı altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bir ülkenin hem iç ve hem de dış düşmanlarının olması, tarihin bir gerçeğidir. Şayet öyle olmasaydı; meşhur Romalı Senatör Marcus Tullius Çiçero’nun şu ibret verici sözleri, tarihin sayfalarında yer almazdı. İşte; Çiçero’nun muhteşem sözleri:
“Bir millet, kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat; içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi, imkânsızdır. Sınırları zorlayan düşman, silâh ve alemlerini (bayrakları) açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, milletin yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur; milletin ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, milletin hayat gücünü elinden alır. Bir katil, daha az zararlı, tehlikeli ve korkuludur.”
Bu sebeple; yazarken, yapacağınız ve yaptığınız işin sonunu düşünmek zorundasınız. Yanlış istikamette bilgilendireceğiniz insanların ve yanlış istikamete sevk ettiğiniz kamuoyunun vebalini taşırsınız ve Allah’ın indinde bunun hesabını vermek zorunda kalırsınız. Batılı, HAK şeklinde göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zîra; tefrikaya sebep olabilecek beyan, fikir ve görüşler, bütün milletlerin hayat damarlarını kurutmuştur. Allah, Kur’an’ı Kerim’de Enfal suresinin 46. ayetinde bu gerçeği, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. İşte meali:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan; fertleri, birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bugün Türkiye’nin ve Türk milletinin zorda olduğu, bunaldığı, çaresizleştiği kesindir. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Yani; Türkiye, önemli ölçüde iktisadî bağımsızlığını kaybetmiştir; hem devletimiz ve hem de insanlarımız ağır bir borç batağına saplanmıştır ve Türkiye, kendini besleyemez duruma düşmüştür. Bu gerçekler ortadayken; bu hususlara değinmeyerek, devamlı surette askerleri konu etmenizin tutarlı tarafı yoktur ve bunun kimseye faydası da olmaz. Unutmayınız:
Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mes’uliyetine ortak sayılır. Gerçek bir yazar, siyasî amaçlı yazılar yazarak halkı aldatamaz. Siyasî mensubiyetine binaen halkı aldatanlar, kendilerine ihanet etmiş olurlar.
Yazınız okudum ve cevap yazdım. Şimdi sıra sizdedir. Vereceğiniz cevabı merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
22 Nisan 2010 Perşembe
Haangi demokrasi ve kimin için demokrasi!
Sayın Cemil ÇİÇEK
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 22 Nisan 2010
Sayın BAKAN;
21 Nisan 2010 gecesi TBMM’nde Anayasa değişikliği müzakerelerinde, 8.ci madde görüşülürken Hükümet adına yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde;
“Ülkemizde, demokrasi kurumlaşmamıştır.” ifadesini kullanınca, gerçekten çok şaşırdım. Zîra; demokrasimizin kurumlaşmamış olmasında, önce VATANDAŞ, sonra Yozgat Milletvekili, daha sonra da Bakan ve Başbakan Yardımcısı olan Cemil Çiçek’in de büyük rolü olduğunu düşündüm.
Herkes düşünmelidir ve olup bitenleri aklın, mantığın, ilmin, vicdanın ve ahlâkın tahtında irdelemelidir:
1- Antidemokratik olduğu iddia edilen 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, Meclis’in HÜR İRDADESİNİ tecellî ettirecek bir İÇTÜZÜK düzenlemesinin yapılmadığı görülmektedir.
2- Meclis müzakereleri, iktidar partisinin dayatmalarına göre yürütülerek şekillendirilmektedir.
3- Muhalefet partilerinin teklif ve önerileri dikkate alınmadığı için, muhalefet partilerinin verdiği önergeler, “Kabul edenler, kabul etmeyenler” şeklindeki mutat oylamalarla daima reddedilmektedir.
4- En önemli ve hayatî konularda dahî, Parti grupları adına kürsüye çıkan milletvekillerine 20 veya 10 dakika; kişisel görüşlerini belirtmek isteyen sınırlı sayıdaki milletvekillerine 10 dakika zaman ayrılmaktadır.
5- Bilhassa tek başına iktidara gelen partiler, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNE sadık kalmayarak, TBMM’ni tam anlamıyla baskı altında tutmaktadırlar. Bu durumda Başbakanlar, temsili demokrasiyi unutarak, tam anlamıyla Anayasamızda yazılı olmayan BAŞKANLIK otoritesini kullanmaktadırlar.
6- Anayasamızda yazılı olan “Millî İrade” kavramı, Meclis’te sayı üstünlüğü olan iktidar partisinin istek, dayatma ve baskısına tabî bir kavram haline dönüştürülmektedir.
7- 1982 Anayasası’yla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARI, milleti sistemin dışına iterek ikinci seçmen konumuna düşürmüş ve siyasî parti liderlerini, Millî İrade hususunda ilk ve son söz sahibi yapmıştır.
Bu durum karşısında; ülkemizdeki demokrasinin kurumlaşması mümkün olur muydu veya mümkün olabilir mi? Basit bir örnek:
Referandum süresini kısaltan kanun maddesi ile ilgili olarak 8 Ocak 2010 tarihinde Radikal Gazetesi yazarı Murat Yetkin’e verdiğiniz demeçte, şu sözleri söylemiştiniz:
“Hak ve özgürlükler konusunda REFERANDUM olmaz. Bu konularda zaten referandum düşünmeyiz. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ konusu, şu an gündemimizde yoktur. Anayasa değişikliğini ÇOK ARZU ETMEMİZE rağmen, REEL POLİTİKA ve MECLİS ARİTMETİĞİ, buna izin vermiyor. Halen, 336 milletvekilimiz var. CHP, şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP’de,” CHP’yi ikna edin, öyle gelin” diyor. 330-367 arası oy, REFERANDUMU gerektiriyor. Anayasa değişikliği, SAYISAL DEĞİL, GENİŞ UZLAŞMA İŞİDİR. Biz bunu, Meclis’te yapacağız, GENİŞ MUTABAKATLA yapacağız. Şu an itibariyle, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken; arkasından da, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GETİRELİM” diye, KENDİ ARAMIZDA BİR KONUŞMA YAPMIŞ DEĞİLİZ. İstemediğimizden değil, KOŞULLAR uygun olmadığından.”
Şimdi; merak edilir:
Ne değişti de, bu demeci verdikten 2 ay sonra ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, birden bire Türkiye’nin GÜNDEMİNE geliverdi?
Yoksa siz; Yozgat Milletvekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, yapılan çalışmalardan haberdar değil miydiniz?
Kamuoyuna sunulan Anayasa değişikliği taslağı, iki ay gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanamayacağına göre; bu taslak, bilginiz tahtında hazırlanmışsa, Murat Yetkin’e o demeci niçin verdiniz?
Bu soruların düzgün bir cevabını veremezseniz, kamuoyu üzülür ve günün birinde zorda kalırsınız.
Sayın BAKAN;
8 yıllık iktidarınız döneminde “Seçilmiş ve atanmışlar” ifadesini o kadar çok kullandınız ki; devletin işletiliş biçiminde vatandaşlarımız, parti aidiyetlerine göre bölündüler ve birbirleriyle zıtlaştılar. Devletin kurumları, organları ve kuruluşları dahî ahengini kaybetti ve devletin çarkı, siyasî iradenin istek, çıkar ve baskılarına göre işletilir hale geldi.
Ne yazık ki; yürürlükteki demokrasi modelinde SEÇİLMİŞLERİ de, liderler atadı. Liderlere teslimiyet, milletin iradesi olarak benimsendi. “Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür/ Büyüklerimiz, her şeyi bizden daha iyi düşünür.” anlayış ve kabullenişi, Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırdı.
İşte; Türkiye’nin gerçek derdi, sıkıntısı ve açmazı, bu gerçekte gizlidir. Bu çarpıklık düzeltilmediği ve halk sisteme dâhil edilmediği sürece Türkiye’nin de, Türk milletinin de yüzü gülmeyecektir. Kusuru, 1982 Anayasası’nda aramak nafile bir gayrettir ve beyhude bir zaman kaybıdır.
Bu görüşlerime bir itirazınız olacaksa; kendinize, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan beni aday göstermeseydi; acaba bugün, Meclis’te bulunabilir miydim ve bakan olabilir miydim?” sorusunu sorup, düzgün bir cevabını verebilmelisiniz.
Bugün Türkiye, hem siyaseten ve hem de iktisaden gayet zordadır ve millet, dertlerine çare aramaktadır. Herkes, taşıdığı İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARINI milletin, devletin ve ülkenin DİRLİK VE DÜZENLİĞİ için kullanmak zorundadır. Zîra; makamlar, mevkiler, rütbeler, kişilerin İSTİRAHAT yeri değil, milletin DAYANAĞIDIR.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 22 Nisan 2010
Sayın BAKAN;
21 Nisan 2010 gecesi TBMM’nde Anayasa değişikliği müzakerelerinde, 8.ci madde görüşülürken Hükümet adına yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde;
“Ülkemizde, demokrasi kurumlaşmamıştır.” ifadesini kullanınca, gerçekten çok şaşırdım. Zîra; demokrasimizin kurumlaşmamış olmasında, önce VATANDAŞ, sonra Yozgat Milletvekili, daha sonra da Bakan ve Başbakan Yardımcısı olan Cemil Çiçek’in de büyük rolü olduğunu düşündüm.
Herkes düşünmelidir ve olup bitenleri aklın, mantığın, ilmin, vicdanın ve ahlâkın tahtında irdelemelidir:
1- Antidemokratik olduğu iddia edilen 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, Meclis’in HÜR İRDADESİNİ tecellî ettirecek bir İÇTÜZÜK düzenlemesinin yapılmadığı görülmektedir.
2- Meclis müzakereleri, iktidar partisinin dayatmalarına göre yürütülerek şekillendirilmektedir.
3- Muhalefet partilerinin teklif ve önerileri dikkate alınmadığı için, muhalefet partilerinin verdiği önergeler, “Kabul edenler, kabul etmeyenler” şeklindeki mutat oylamalarla daima reddedilmektedir.
4- En önemli ve hayatî konularda dahî, Parti grupları adına kürsüye çıkan milletvekillerine 20 veya 10 dakika; kişisel görüşlerini belirtmek isteyen sınırlı sayıdaki milletvekillerine 10 dakika zaman ayrılmaktadır.
5- Bilhassa tek başına iktidara gelen partiler, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNE sadık kalmayarak, TBMM’ni tam anlamıyla baskı altında tutmaktadırlar. Bu durumda Başbakanlar, temsili demokrasiyi unutarak, tam anlamıyla Anayasamızda yazılı olmayan BAŞKANLIK otoritesini kullanmaktadırlar.
6- Anayasamızda yazılı olan “Millî İrade” kavramı, Meclis’te sayı üstünlüğü olan iktidar partisinin istek, dayatma ve baskısına tabî bir kavram haline dönüştürülmektedir.
7- 1982 Anayasası’yla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARI, milleti sistemin dışına iterek ikinci seçmen konumuna düşürmüş ve siyasî parti liderlerini, Millî İrade hususunda ilk ve son söz sahibi yapmıştır.
Bu durum karşısında; ülkemizdeki demokrasinin kurumlaşması mümkün olur muydu veya mümkün olabilir mi? Basit bir örnek:
Referandum süresini kısaltan kanun maddesi ile ilgili olarak 8 Ocak 2010 tarihinde Radikal Gazetesi yazarı Murat Yetkin’e verdiğiniz demeçte, şu sözleri söylemiştiniz:
“Hak ve özgürlükler konusunda REFERANDUM olmaz. Bu konularda zaten referandum düşünmeyiz. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ konusu, şu an gündemimizde yoktur. Anayasa değişikliğini ÇOK ARZU ETMEMİZE rağmen, REEL POLİTİKA ve MECLİS ARİTMETİĞİ, buna izin vermiyor. Halen, 336 milletvekilimiz var. CHP, şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP’de,” CHP’yi ikna edin, öyle gelin” diyor. 330-367 arası oy, REFERANDUMU gerektiriyor. Anayasa değişikliği, SAYISAL DEĞİL, GENİŞ UZLAŞMA İŞİDİR. Biz bunu, Meclis’te yapacağız, GENİŞ MUTABAKATLA yapacağız. Şu an itibariyle, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken; arkasından da, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GETİRELİM” diye, KENDİ ARAMIZDA BİR KONUŞMA YAPMIŞ DEĞİLİZ. İstemediğimizden değil, KOŞULLAR uygun olmadığından.”
Şimdi; merak edilir:
Ne değişti de, bu demeci verdikten 2 ay sonra ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, birden bire Türkiye’nin GÜNDEMİNE geliverdi?
Yoksa siz; Yozgat Milletvekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, yapılan çalışmalardan haberdar değil miydiniz?
Kamuoyuna sunulan Anayasa değişikliği taslağı, iki ay gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanamayacağına göre; bu taslak, bilginiz tahtında hazırlanmışsa, Murat Yetkin’e o demeci niçin verdiniz?
Bu soruların düzgün bir cevabını veremezseniz, kamuoyu üzülür ve günün birinde zorda kalırsınız.
Sayın BAKAN;
8 yıllık iktidarınız döneminde “Seçilmiş ve atanmışlar” ifadesini o kadar çok kullandınız ki; devletin işletiliş biçiminde vatandaşlarımız, parti aidiyetlerine göre bölündüler ve birbirleriyle zıtlaştılar. Devletin kurumları, organları ve kuruluşları dahî ahengini kaybetti ve devletin çarkı, siyasî iradenin istek, çıkar ve baskılarına göre işletilir hale geldi.
Ne yazık ki; yürürlükteki demokrasi modelinde SEÇİLMİŞLERİ de, liderler atadı. Liderlere teslimiyet, milletin iradesi olarak benimsendi. “Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür/ Büyüklerimiz, her şeyi bizden daha iyi düşünür.” anlayış ve kabullenişi, Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırdı.
İşte; Türkiye’nin gerçek derdi, sıkıntısı ve açmazı, bu gerçekte gizlidir. Bu çarpıklık düzeltilmediği ve halk sisteme dâhil edilmediği sürece Türkiye’nin de, Türk milletinin de yüzü gülmeyecektir. Kusuru, 1982 Anayasası’nda aramak nafile bir gayrettir ve beyhude bir zaman kaybıdır.
Bu görüşlerime bir itirazınız olacaksa; kendinize, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan beni aday göstermeseydi; acaba bugün, Meclis’te bulunabilir miydim ve bakan olabilir miydim?” sorusunu sorup, düzgün bir cevabını verebilmelisiniz.
Bugün Türkiye, hem siyaseten ve hem de iktisaden gayet zordadır ve millet, dertlerine çare aramaktadır. Herkes, taşıdığı İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARINI milletin, devletin ve ülkenin DİRLİK VE DÜZENLİĞİ için kullanmak zorundadır. Zîra; makamlar, mevkiler, rütbeler, kişilerin İSTİRAHAT yeri değil, milletin DAYANAĞIDIR.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
18 Nisan 2010 Pazar
Keyfe göre demokrasi olmaz!
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
18 Nisan 2010 tarihinde, Atv Televizyonu’nda gazetecilerle yaptığınız söyleşinizi dikkatle izledim.
Türkiye’nin çözüm bekleyen sayısız sorunları, zorlukları ve açmazları varken; hiç gereği yokken, ne getireceği ve ne götüreceği kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve doğru bir şekilde anlatılmadığı takdirde hiçbir zaman öğrenilemeyecek Anayasa değişikliğini Türkiye’nin gündemine taşıyarak, yeni bir tartışma zemininin yaratılmasına sebebiyet vermenizi anlamış değilim. Zîra;
Anayasa, kanunlar, adâlet, parlâmenter sistemde parti iradesi, MİLLÎ İRADE anlamına gelmez ki! Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nde yapılacak yeniden şekillendirme ile Türkiye, demokratikleşecek de değildir. Siyasî partilerden, sivil toplum örgütlerinden alınacak görüşlere itibar edilmezse; bundan, bir uzlaşma da doğmaz. Hele; “Meclis’in gündemine getirilen teklif ve öneriler, önümüze bir bariyer olarak konmaktadır.” ifadesini kullandığınıza göre; getireceğiniz Anayasa değişikliği, halka ne verecektir?
Seçilmiş ve atanmış ayırımı yaptığınıza göre; parlâmenter demokrasilerin vaz geçilmez şartı olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ nasıl işletilecektir? Adâlet, ehliyet, liyâkat ve ahlâk esas alınmadıkça; siyasî irade, ne derece etkili olacaktır ve halk; nasıl sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşacaktır?
Evet; Türkiye’nin, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline gelmesi şarttır ve bunun özlemini, herkes çekmektedir. Zîra; 30 yıldan beri Türkiye, halkı dışlayarak ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini veya parti genel merkezlerini, ilk ve son söz sahibi yapan azıcık ve göstermelik bir demokrasiyle idare edilmektedir. Bunun zeminini de; antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları hazırlamıştır. Bu çarpık sistemde; parti içi demokrasi yoktur ve halka, yani millî iradeye verilen görev; belirli zamanlarda yapılan seçimlerde, siyasî parti liderlerinin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır. Ki; bu sistemde; Yürütme Organı, Yasama Organı’na egemendir. Ayrıca; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ve Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın etkin biçimde bulunmaları sebebiyle, yargı bağımsızlığı da tam değildir.
Açık ve samimi olarak belirtiyorum:
AKP’yi kurduğunuz zaman bu çarpıklıkların düzeltileceğine, parti içi demokrasinin işletileceğine ve halkın, sistemin içine çekileceğine inanmıştım. Maalesef, bu önemli ve şart olan beklentilerim gerçekleşmedi.
Sayın BAŞBAKAN;
7,5 yıldan beri ülkeyi idare etmektesiniz ve siyasî, iktisadî ve adlî herhangi bir engelle karşılaşmadınız; devlet kadrolarının oluşturulmasında her istediğinizi rahat bir şekilde gerçekleştirdiniz. Hiçbir iktidara nasip olmayan bir medya desteğini de yanınızda buldunuz. Tabir caizse, “Devlet, bir parti devleti haline getirildi” dedirtecek derecede yetkilerinizi, istediğiniz gibi kullandınız. Buna rağmen, ülkeyi iyi idare edemediniz ve yaptığınız konuşmalarınızla daima, halkı zıtlaştırıcı bir tutum sergilediniz. Övünürken ve başkalarını yererken aklı, mantığı ve ilmi dışladınız. 7,5 yıllık iktidarda kalmak az bir zaman dilimi değildir. Böyle bir zaman diliminde; çok şeyler yapılabilirdi ve bugünkü şikâyetler ortadan kaldırılabilirdi veya en azından asgarî ölçülere indirilebilirdi. Maalesef bunlar yapılamadı ve şikâyetler, had safhaya ulaştı. Bunun ölçüsü de bellidir ve bilinmektedir:
- İşsizlik had safhaya ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
- Gelir dağılım fevkalâde kötüleşmiştir; elinde bir işi olanlar, emekli, dul ve yetimleri, aldıkları ücretlerle geçinemez durumdadırlar.
- Küçük esnaf ve sanatkârlar, küçük tacirler zordadırlar ve orta tabaka, gelecekten ümitlerini kesmiş durumdadır.
- Tarım ve hayvancılık çökmüştür. Türkiye, ihtiyacı olan eti, sütü, deriyi, şekeri, bakliyatı, buğdayı, mısırı, hububatı, yağı üretemez duruma düşmüştür. Yani; gıda maddelerinde dahî dışa bağımlı hale gelmiştir.
- Başta bankacılık ve finas kesimi olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Yabancıların yaptıkları kâr transferleri, gelecek nesillerimizi çok daha zora sokacaktır.
- Türkiye, siyaseten de çok gerilmiştir. Artık, Kürt milliyetçiliğine dayalı ayrılıkçı hareket, açık bir şekilde Hükümete, Devlete ve millete meydan okumaktadır. Bugüne kadar birbirleriyle sorunları olmayan insanlarımız, birbirlerine karşı husûmet besler hale gelmişlerdir.
- İç ve dış borçlarımız, geleceğimizi ipotek altına sokacak derecede artmıştır.
- İthalâta dayalı olarak büyüyen ihracatımız, carî açığımızı büyüterek dışa borçlanmamıza sebep olmuştur.
- Bütçe açıkları önlenemediği için iç borçlarımız büyümüştür.
- Faiz ödemeleri, Türkiye'yi yatırımsız bırakmıştır.
Bu şartlarda merak ediyorum:
Türkiye’yi gerecek ve insanlarımızı zıtlaştıracak ve de daima tartışılacak Anayasa değişikliği, Türkiye’nin ve milletin hangi derdine çare olacaktır? Adâlet reformu ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu Anayasa değişikliğini, Türkiye’nin gündemine niçin getirdiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
18 Nisan 2010 tarihinde, Atv Televizyonu’nda gazetecilerle yaptığınız söyleşinizi dikkatle izledim.
Türkiye’nin çözüm bekleyen sayısız sorunları, zorlukları ve açmazları varken; hiç gereği yokken, ne getireceği ve ne götüreceği kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve doğru bir şekilde anlatılmadığı takdirde hiçbir zaman öğrenilemeyecek Anayasa değişikliğini Türkiye’nin gündemine taşıyarak, yeni bir tartışma zemininin yaratılmasına sebebiyet vermenizi anlamış değilim. Zîra;
Anayasa, kanunlar, adâlet, parlâmenter sistemde parti iradesi, MİLLÎ İRADE anlamına gelmez ki! Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nde yapılacak yeniden şekillendirme ile Türkiye, demokratikleşecek de değildir. Siyasî partilerden, sivil toplum örgütlerinden alınacak görüşlere itibar edilmezse; bundan, bir uzlaşma da doğmaz. Hele; “Meclis’in gündemine getirilen teklif ve öneriler, önümüze bir bariyer olarak konmaktadır.” ifadesini kullandığınıza göre; getireceğiniz Anayasa değişikliği, halka ne verecektir?
Seçilmiş ve atanmış ayırımı yaptığınıza göre; parlâmenter demokrasilerin vaz geçilmez şartı olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ nasıl işletilecektir? Adâlet, ehliyet, liyâkat ve ahlâk esas alınmadıkça; siyasî irade, ne derece etkili olacaktır ve halk; nasıl sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşacaktır?
Evet; Türkiye’nin, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline gelmesi şarttır ve bunun özlemini, herkes çekmektedir. Zîra; 30 yıldan beri Türkiye, halkı dışlayarak ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini veya parti genel merkezlerini, ilk ve son söz sahibi yapan azıcık ve göstermelik bir demokrasiyle idare edilmektedir. Bunun zeminini de; antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları hazırlamıştır. Bu çarpık sistemde; parti içi demokrasi yoktur ve halka, yani millî iradeye verilen görev; belirli zamanlarda yapılan seçimlerde, siyasî parti liderlerinin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır. Ki; bu sistemde; Yürütme Organı, Yasama Organı’na egemendir. Ayrıca; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ve Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın etkin biçimde bulunmaları sebebiyle, yargı bağımsızlığı da tam değildir.
Açık ve samimi olarak belirtiyorum:
AKP’yi kurduğunuz zaman bu çarpıklıkların düzeltileceğine, parti içi demokrasinin işletileceğine ve halkın, sistemin içine çekileceğine inanmıştım. Maalesef, bu önemli ve şart olan beklentilerim gerçekleşmedi.
Sayın BAŞBAKAN;
7,5 yıldan beri ülkeyi idare etmektesiniz ve siyasî, iktisadî ve adlî herhangi bir engelle karşılaşmadınız; devlet kadrolarının oluşturulmasında her istediğinizi rahat bir şekilde gerçekleştirdiniz. Hiçbir iktidara nasip olmayan bir medya desteğini de yanınızda buldunuz. Tabir caizse, “Devlet, bir parti devleti haline getirildi” dedirtecek derecede yetkilerinizi, istediğiniz gibi kullandınız. Buna rağmen, ülkeyi iyi idare edemediniz ve yaptığınız konuşmalarınızla daima, halkı zıtlaştırıcı bir tutum sergilediniz. Övünürken ve başkalarını yererken aklı, mantığı ve ilmi dışladınız. 7,5 yıllık iktidarda kalmak az bir zaman dilimi değildir. Böyle bir zaman diliminde; çok şeyler yapılabilirdi ve bugünkü şikâyetler ortadan kaldırılabilirdi veya en azından asgarî ölçülere indirilebilirdi. Maalesef bunlar yapılamadı ve şikâyetler, had safhaya ulaştı. Bunun ölçüsü de bellidir ve bilinmektedir:
- İşsizlik had safhaya ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
- Gelir dağılım fevkalâde kötüleşmiştir; elinde bir işi olanlar, emekli, dul ve yetimleri, aldıkları ücretlerle geçinemez durumdadırlar.
- Küçük esnaf ve sanatkârlar, küçük tacirler zordadırlar ve orta tabaka, gelecekten ümitlerini kesmiş durumdadır.
- Tarım ve hayvancılık çökmüştür. Türkiye, ihtiyacı olan eti, sütü, deriyi, şekeri, bakliyatı, buğdayı, mısırı, hububatı, yağı üretemez duruma düşmüştür. Yani; gıda maddelerinde dahî dışa bağımlı hale gelmiştir.
- Başta bankacılık ve finas kesimi olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Yabancıların yaptıkları kâr transferleri, gelecek nesillerimizi çok daha zora sokacaktır.
- Türkiye, siyaseten de çok gerilmiştir. Artık, Kürt milliyetçiliğine dayalı ayrılıkçı hareket, açık bir şekilde Hükümete, Devlete ve millete meydan okumaktadır. Bugüne kadar birbirleriyle sorunları olmayan insanlarımız, birbirlerine karşı husûmet besler hale gelmişlerdir.
- İç ve dış borçlarımız, geleceğimizi ipotek altına sokacak derecede artmıştır.
- İthalâta dayalı olarak büyüyen ihracatımız, carî açığımızı büyüterek dışa borçlanmamıza sebep olmuştur.
- Bütçe açıkları önlenemediği için iç borçlarımız büyümüştür.
- Faiz ödemeleri, Türkiye'yi yatırımsız bırakmıştır.
Bu şartlarda merak ediyorum:
Türkiye’yi gerecek ve insanlarımızı zıtlaştıracak ve de daima tartışılacak Anayasa değişikliği, Türkiye’nin ve milletin hangi derdine çare olacaktır? Adâlet reformu ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu Anayasa değişikliğini, Türkiye’nin gündemine niçin getirdiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
14 Nisan 2010 Çarşamba
Teslimiyet mi, parti disiplini mi?
Sayın Fehmi KORU
Yenişafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 14 Nisan 2010
Sayın KORU;
14 Nisan 2010 tarihli ve “İlkeli siyaset, istifayı mı gerektirir?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’den istifa eden Milletvekili Zekâi Özcan’ı konu ettiğiniz yazınızın bir bölümünde;
“İlk bakışta ‘ilkeli’ gelen bir duruş bu; muhtemelen istifasıyla sonuçlanan bu süreçte, milletvekilinin zihnini en fazla o sözcük işgâl etmiştir: ‘İlkelilik…’
Siyaset, genel kabullerin aksine, her öznesine ‘ilkeli olma’ hakkı tanımaz. Sonuçta; siyaset, toplu halde yapılan bir uğraştır ve Meclis’e giden yol, halktan yüklüce oy almayı gerektiren bir partiye mensubiyetten geçer. Parlâmenter demokrasilerde; ister sevelim, ister yerelim, ‘parti disiplini’ diye bir uygulama vardır; milletvekillerinin temel konularda, parti çizgisine uyması beklenir.” ifadelerini kullanmışsınız.
İşte; bu görüşünüze itirazım vardır ve sağlıklı akıl sahibi her kişi de, bu görüşlere itiraz eder. Sebebine gelince:
- Milletvekilliği, kişilerin istek, arzu ve ihtiraslarının tatmin edildiği bir makam değil, milletin dayanağı olan kutsal bir görev makamıdır.
- ‘İlkeli’ davranışın karşıtı, kayıtsız ve şartsız ‘kölelik’ tir.
- Parti disiplini adı altında milletvekillerine uygulanan baskı, ‘diktatörlük” tür.
- Kim tarafından yapılırsa yapılsın; Meclis’in HÜR ve SERBEST iradesine uygulanan her türlü baskı; REJİMİ, demokratik olmaktan çıkarır ve tanınmaz hale getirir.
- Azıcık, çarpık ve liderlerin iradesini hâkim kılan ve halkı sistemin dışına iten göstermelik bir demokrasi, yüce milletimizin karakterine uygun değildir.
- Demokrasi, bir Ahlâk ve fazilet ve de sorgulama sistemidir; keyfîliklere, dayatmalara ve baskılara karşı “Ne hakkın var?” demek, milletvekillerinin vaz geçilmez görevidir.
Bu sebeple; parti disiplininin ne olduğunu, hatır için değil; hak ve hakikate dayanarak açıklamak, anlatmak ve doğru olanı söylemek zorundasınız. Zîra; haksızlığa karşı sesini çıkarmayanlar, haksızlığın güçlenmesine sebep olurlar. Şu gerçeği de, her zaman için hatırlamak zorundasınız: Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Sayın KORU;
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sadece insan sınıfına vermiştir ve bu sebeple; insanları, mükellef (vazifeli) ve sorumlu kılmıştır. İnsanlar, Allah’ın bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. İrade ve hürriyet sıfatlarını, başkalarına ipotek eden veya terk eden insanlar, köleliği kabullenmiş ve yaradılış gayelerine aykırı davranmış olurlar. Dikkat ederseniz Allah, imanı dahi, kişinin iradesine bırakmıştır; cebirle iman, Allah’ın kabul ettiği bir husus değildir.
İşte; bu gerçeği iyi gören, gönülden kabullenen ve icabına uyan Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Bir millet, icabında emîrini (idarecisini) acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de kendisine yönelen acı tenkitlere gereken alâkayı göstermezse; o milletten ve o emîrden hayır gelmez!” sözlerini söyleyerek, aslında bütün insanlık âlemini uyarmıştır. Bu gerçeğe uyulmadığı takdirde; adâletsizlikler yaygınlaşır ve her türlü kanunsuzluklar, meşru nizam haline getirilir. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz;
“Adâlet güzeldir; fakat emîrlerde (idare edenlerde) olursa daha güzel olur. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorundadır. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten hayırlıdır.” diye buyurmuşlardır.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Bir millet ve bir ülke için en büyük tehlike, idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” diye buyurmuşlardır.
Şimdi merek ediyorum:
Bu gerçekler karşısında, PARTİ DİSİPLİNİ adını verdiğiniz teslimiyeti, nereye oturtacaksınız?
Arif bir zât, ne güzel söylemiş:
“Ey Gönül! Sana sen gelmek için az mı dolaştın.
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta (puthanede) hesabet!”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Yenişafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 14 Nisan 2010
Sayın KORU;
14 Nisan 2010 tarihli ve “İlkeli siyaset, istifayı mı gerektirir?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’den istifa eden Milletvekili Zekâi Özcan’ı konu ettiğiniz yazınızın bir bölümünde;
“İlk bakışta ‘ilkeli’ gelen bir duruş bu; muhtemelen istifasıyla sonuçlanan bu süreçte, milletvekilinin zihnini en fazla o sözcük işgâl etmiştir: ‘İlkelilik…’
Siyaset, genel kabullerin aksine, her öznesine ‘ilkeli olma’ hakkı tanımaz. Sonuçta; siyaset, toplu halde yapılan bir uğraştır ve Meclis’e giden yol, halktan yüklüce oy almayı gerektiren bir partiye mensubiyetten geçer. Parlâmenter demokrasilerde; ister sevelim, ister yerelim, ‘parti disiplini’ diye bir uygulama vardır; milletvekillerinin temel konularda, parti çizgisine uyması beklenir.” ifadelerini kullanmışsınız.
İşte; bu görüşünüze itirazım vardır ve sağlıklı akıl sahibi her kişi de, bu görüşlere itiraz eder. Sebebine gelince:
- Milletvekilliği, kişilerin istek, arzu ve ihtiraslarının tatmin edildiği bir makam değil, milletin dayanağı olan kutsal bir görev makamıdır.
- ‘İlkeli’ davranışın karşıtı, kayıtsız ve şartsız ‘kölelik’ tir.
- Parti disiplini adı altında milletvekillerine uygulanan baskı, ‘diktatörlük” tür.
- Kim tarafından yapılırsa yapılsın; Meclis’in HÜR ve SERBEST iradesine uygulanan her türlü baskı; REJİMİ, demokratik olmaktan çıkarır ve tanınmaz hale getirir.
- Azıcık, çarpık ve liderlerin iradesini hâkim kılan ve halkı sistemin dışına iten göstermelik bir demokrasi, yüce milletimizin karakterine uygun değildir.
- Demokrasi, bir Ahlâk ve fazilet ve de sorgulama sistemidir; keyfîliklere, dayatmalara ve baskılara karşı “Ne hakkın var?” demek, milletvekillerinin vaz geçilmez görevidir.
Bu sebeple; parti disiplininin ne olduğunu, hatır için değil; hak ve hakikate dayanarak açıklamak, anlatmak ve doğru olanı söylemek zorundasınız. Zîra; haksızlığa karşı sesini çıkarmayanlar, haksızlığın güçlenmesine sebep olurlar. Şu gerçeği de, her zaman için hatırlamak zorundasınız: Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Sayın KORU;
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sadece insan sınıfına vermiştir ve bu sebeple; insanları, mükellef (vazifeli) ve sorumlu kılmıştır. İnsanlar, Allah’ın bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. İrade ve hürriyet sıfatlarını, başkalarına ipotek eden veya terk eden insanlar, köleliği kabullenmiş ve yaradılış gayelerine aykırı davranmış olurlar. Dikkat ederseniz Allah, imanı dahi, kişinin iradesine bırakmıştır; cebirle iman, Allah’ın kabul ettiği bir husus değildir.
İşte; bu gerçeği iyi gören, gönülden kabullenen ve icabına uyan Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Bir millet, icabında emîrini (idarecisini) acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de kendisine yönelen acı tenkitlere gereken alâkayı göstermezse; o milletten ve o emîrden hayır gelmez!” sözlerini söyleyerek, aslında bütün insanlık âlemini uyarmıştır. Bu gerçeğe uyulmadığı takdirde; adâletsizlikler yaygınlaşır ve her türlü kanunsuzluklar, meşru nizam haline getirilir. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz;
“Adâlet güzeldir; fakat emîrlerde (idare edenlerde) olursa daha güzel olur. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorundadır. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten hayırlıdır.” diye buyurmuşlardır.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Bir millet ve bir ülke için en büyük tehlike, idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” diye buyurmuşlardır.
Şimdi merek ediyorum:
Bu gerçekler karşısında, PARTİ DİSİPLİNİ adını verdiğiniz teslimiyeti, nereye oturtacaksınız?
Arif bir zât, ne güzel söylemiş:
“Ey Gönül! Sana sen gelmek için az mı dolaştın.
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta (puthanede) hesabet!”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
13 Nisan 2010 Salı
Rantlar yükselirse, Refah ortadan kalkar.
Sayın Tevfik BİLGİN
BDDK Başkanı
Ankara 13 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nın, kredi kartı borçlarındaki hızlı artışı ve milyonlarca kredi kartı müşterisinin takipte olması üzerine harekete geçtiğini; ödeme güçlüğü çeken kart müşterilerine yeni limit açılmasını ve nakit çekimini yasaklamayı öngören yeni bir düzenleme hazırlığı yaptığını; bunun için bir yönetmelik hazırladığını ve görüş almak için hazırlanan taslağı, Bankalar Birliği’ne gönderdiğini, gazetelerden okudum.
“Yığınakta yapılan hata, harbin sonuna kadar devam eder” gerçeğine istinaden alınması düşünülen tedbirlerin ve yeni düzenlemelerin, kredi kartı faciasına bir çözüm getirmeyeceğini, getiremeyeceğini belirtmekte bir sakınca görmediğim için bu mektubumu yazdım. Zîra;
Yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden, son 30 yıl zarfında finans ve bankacılık kesimi, reel ekonomiyi dışlayan ve gerçek anlamda bir sermaye piyasasının oluşmasına imkân tanımayan bir politika izlemiştir. Kur-Faiz makasında düzenlenen bu yapı; hem Türkiye’yi ve hem de, milleti zora sokmuştur. Bu modeli ayakta tutanlar, ne yazık ki;
İktisat ilminin temel kuralı olan “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; yüksek oranlı pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki kuralını görmezden gelmişlerdir.
Kredi kartları, bu gerçek tahtında irdelenmediği ve gerekenler yapılmadığı takdirde; bu facia, giderek artacak; hem kart kullananları ve hem de bankaları zora sokacaktır. Zîra; bankalar, bugüne kadar uyguladıkları çok yüksek oranlı pozitif reel faizler sebebiyle, büyük kârlar sağlamışlar ve rantın devam edeceğini zannetmişlerdir. Şöyle ki;
1- Şu anda kredi kartı faizleri, yüzde 2.91’dir. Gecikme faizi, yüzde 3.66’dır. Nakit çekimlerdeki nakit avans ücreti, yüzde 3+2 TL. dir.
Bu durumda; yalnız asgarî ödeme yapabilen kart borçlusu, yıllık yüzde 35-40 oranında faiz ödemektedir.
Nakit çekme durumunda kalan bir kart borçlusu, aylık yüzde 2.91+3= 5.91 ve yıllık, yüzde 75 oranında faiz ödemektedir. Bankaların diğer avantajları da şöyledir:
Kartla satış yapan işletmelerin büyük bir çoğunluğu, tahsilâtlarını hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bu tahsilât için yüzde 3 oranında faiz ödemektedirler. Bu durumda;
Temerrüde düşmemiş ve muntazaman asgarî ödemesini yapan kart sahibinden bankalar, aylık yüzde 2.91+3= 5.91, yıllık yüzde 75 oranında faiz geliri elde etmektedirler.
2-Araştırmayı geriye doğru genişletecek olursak, kart faciasının gerçek boyutu, daha iyi anlaşılır. Şöyle ki:
Bugün döviz kuru, 2001 Eylül ayındaki kura eşittir. Aradaki iniş ve çıkışlar önemsizdir.
2001 yılı enflâsyonu, yüzde 34 oranındadır. Şubat 2001 krizinden itibaren bugüne kadar geçen süre içersinde kredi kartlarına uygulanan faizler, aylık ve yıllık olarak incelenirse; 2007 yılı sonuna kadar kart faizlerinin yüzde yüzleri aştığı tespit edilir.
İşte; ölçüsüz ve keyfî olarak uygulanan bu çok yüksek oranlı reel faizler sebebiyle bankalar, sağlam bir yapıya kavuşmuş bir görüntü vermişlerdir. Elde ettikleri rantın yükü de, geniş halk kitlelerinin sırtına vurulmuştur. Düşük kur, yüksek faiz uygulaması; sıcak paranın Türkiye’yi ve Türk milletini soymasının, ezmesinin ve borca batırmasının kapılarını, ardına kadar açmıştır. Bu uygulama, bankaların elinde çok büyük miktarda kaydî paranın oluşmasına sebep olmuştur. Likit fazlası gibi görünen bu para, kaydî paradır ve bu para, eninde sonunda hem bankaları ve hem de Türkiye’yi zora sokacaktır. İddiam da şudur:
Kredi kartlarına, ticarî kredilere ve kredili mevduat hesaplarına uygulanan çok yüksek oranlı reel faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa; hiç şüphesiz, bankaların blânçoları zarar yazardı. Dikkatli bir inceleme yapılırsa; makul ölçüde hesaplanan faizlere göre, bugün takibe düşmüş 2,5 milyon kart sahibinin, bankalardan alacaklı oldukları gerçeği ortaya çıkar.
Bu sebeple; getirilmesi düşünülen hiçbir tedbir, batık krediler faciasını önleyemeyecektir. Alınacak en tutarlı tedbir, reel ekonominin hizmetine girmiş bir bankacılık sisteminin kurulmasıdır. Ki; bugünkü şartlarda ve yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarıyla bu, imkânsızdır. 1980 öncesi bankacılık sistemimiz, reel ekonominin hizmetindeydi ve gerçek anlamda sermaye piyasasının oluşmasına yardımcı olmuştu. 1980 öncesi gecelik faizler, kısa süreli vadeli mevduat hesapları yoktu. En düşük vade, 3 aylıktı. O dönemde, ipotek karşılığı kredi verilmiyordu. Banka kredileri tüketim amaçlı kullandırılmıyordu ve sanayici, tüccar, esnaf ve sanatkâr, tarım ve hayvancılık, belirlenen kurallar çerçevesinde destekleniyordu. Yani; banka kredileri, RANTA dönük değildi; hem banka yöneticileri ve hem de ülkeyi idare edenler, “RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR:” gerçeğini biliyorlardı ve bunun icabına uyuyorlardı.
Sözlerimi, gerçek ve ünlü bir iktisatçı olan Joan Robinson’un, şu ünlü sözüyle tamamlamak istiyorum:
“İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
BDDK Başkanı
Ankara 13 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nın, kredi kartı borçlarındaki hızlı artışı ve milyonlarca kredi kartı müşterisinin takipte olması üzerine harekete geçtiğini; ödeme güçlüğü çeken kart müşterilerine yeni limit açılmasını ve nakit çekimini yasaklamayı öngören yeni bir düzenleme hazırlığı yaptığını; bunun için bir yönetmelik hazırladığını ve görüş almak için hazırlanan taslağı, Bankalar Birliği’ne gönderdiğini, gazetelerden okudum.
“Yığınakta yapılan hata, harbin sonuna kadar devam eder” gerçeğine istinaden alınması düşünülen tedbirlerin ve yeni düzenlemelerin, kredi kartı faciasına bir çözüm getirmeyeceğini, getiremeyeceğini belirtmekte bir sakınca görmediğim için bu mektubumu yazdım. Zîra;
Yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden, son 30 yıl zarfında finans ve bankacılık kesimi, reel ekonomiyi dışlayan ve gerçek anlamda bir sermaye piyasasının oluşmasına imkân tanımayan bir politika izlemiştir. Kur-Faiz makasında düzenlenen bu yapı; hem Türkiye’yi ve hem de, milleti zora sokmuştur. Bu modeli ayakta tutanlar, ne yazık ki;
İktisat ilminin temel kuralı olan “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; yüksek oranlı pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki kuralını görmezden gelmişlerdir.
Kredi kartları, bu gerçek tahtında irdelenmediği ve gerekenler yapılmadığı takdirde; bu facia, giderek artacak; hem kart kullananları ve hem de bankaları zora sokacaktır. Zîra; bankalar, bugüne kadar uyguladıkları çok yüksek oranlı pozitif reel faizler sebebiyle, büyük kârlar sağlamışlar ve rantın devam edeceğini zannetmişlerdir. Şöyle ki;
1- Şu anda kredi kartı faizleri, yüzde 2.91’dir. Gecikme faizi, yüzde 3.66’dır. Nakit çekimlerdeki nakit avans ücreti, yüzde 3+2 TL. dir.
Bu durumda; yalnız asgarî ödeme yapabilen kart borçlusu, yıllık yüzde 35-40 oranında faiz ödemektedir.
Nakit çekme durumunda kalan bir kart borçlusu, aylık yüzde 2.91+3= 5.91 ve yıllık, yüzde 75 oranında faiz ödemektedir. Bankaların diğer avantajları da şöyledir:
Kartla satış yapan işletmelerin büyük bir çoğunluğu, tahsilâtlarını hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bu tahsilât için yüzde 3 oranında faiz ödemektedirler. Bu durumda;
Temerrüde düşmemiş ve muntazaman asgarî ödemesini yapan kart sahibinden bankalar, aylık yüzde 2.91+3= 5.91, yıllık yüzde 75 oranında faiz geliri elde etmektedirler.
2-Araştırmayı geriye doğru genişletecek olursak, kart faciasının gerçek boyutu, daha iyi anlaşılır. Şöyle ki:
Bugün döviz kuru, 2001 Eylül ayındaki kura eşittir. Aradaki iniş ve çıkışlar önemsizdir.
2001 yılı enflâsyonu, yüzde 34 oranındadır. Şubat 2001 krizinden itibaren bugüne kadar geçen süre içersinde kredi kartlarına uygulanan faizler, aylık ve yıllık olarak incelenirse; 2007 yılı sonuna kadar kart faizlerinin yüzde yüzleri aştığı tespit edilir.
İşte; ölçüsüz ve keyfî olarak uygulanan bu çok yüksek oranlı reel faizler sebebiyle bankalar, sağlam bir yapıya kavuşmuş bir görüntü vermişlerdir. Elde ettikleri rantın yükü de, geniş halk kitlelerinin sırtına vurulmuştur. Düşük kur, yüksek faiz uygulaması; sıcak paranın Türkiye’yi ve Türk milletini soymasının, ezmesinin ve borca batırmasının kapılarını, ardına kadar açmıştır. Bu uygulama, bankaların elinde çok büyük miktarda kaydî paranın oluşmasına sebep olmuştur. Likit fazlası gibi görünen bu para, kaydî paradır ve bu para, eninde sonunda hem bankaları ve hem de Türkiye’yi zora sokacaktır. İddiam da şudur:
Kredi kartlarına, ticarî kredilere ve kredili mevduat hesaplarına uygulanan çok yüksek oranlı reel faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa; hiç şüphesiz, bankaların blânçoları zarar yazardı. Dikkatli bir inceleme yapılırsa; makul ölçüde hesaplanan faizlere göre, bugün takibe düşmüş 2,5 milyon kart sahibinin, bankalardan alacaklı oldukları gerçeği ortaya çıkar.
Bu sebeple; getirilmesi düşünülen hiçbir tedbir, batık krediler faciasını önleyemeyecektir. Alınacak en tutarlı tedbir, reel ekonominin hizmetine girmiş bir bankacılık sisteminin kurulmasıdır. Ki; bugünkü şartlarda ve yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarıyla bu, imkânsızdır. 1980 öncesi bankacılık sistemimiz, reel ekonominin hizmetindeydi ve gerçek anlamda sermaye piyasasının oluşmasına yardımcı olmuştu. 1980 öncesi gecelik faizler, kısa süreli vadeli mevduat hesapları yoktu. En düşük vade, 3 aylıktı. O dönemde, ipotek karşılığı kredi verilmiyordu. Banka kredileri tüketim amaçlı kullandırılmıyordu ve sanayici, tüccar, esnaf ve sanatkâr, tarım ve hayvancılık, belirlenen kurallar çerçevesinde destekleniyordu. Yani; banka kredileri, RANTA dönük değildi; hem banka yöneticileri ve hem de ülkeyi idare edenler, “RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR:” gerçeğini biliyorlardı ve bunun icabına uyuyorlardı.
Sözlerimi, gerçek ve ünlü bir iktisatçı olan Joan Robinson’un, şu ünlü sözüyle tamamlamak istiyorum:
“İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
12 Nisan 2010 Pazartesi
Aldanmak ve aldatmak gaflettir.
Sayın Âdem Yavuz ARSLAN
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 12 Nisan 2010
Sayın ARSLAN;
12 Nisan 2010 tarihli ve “EMASYA gerçekten kalktı mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Aylardır Taraf’ın gündeme getirdiği BALYOZ DARBE PLÂNI’NI konuşuyoruz. İddialar, yenir, yutulur cinsten olmadığı için de, tartışılması bir bakıma normal.” demeniz, hiç de şaşırtıcı değildir. Zîra; ülkenin gerçek meseleleriyle ilgilenmeyi unutup, iktidara destek vermek için yanıp, tutuşanların; siyasî amaçları doğrultusunda hareket ederek itham, isnat, dedikodu, iftira ve varsayımların dışında hareket etmeleri mümkün değildir.
Sizin için önemli olan; EMASYA PROTOKOLÜ, ORDU ve YARGI ile uğraşmak ve halkı, benimsediğiniz, hizmete hazır olduğunuz aidiyetinize göre yanlış bilgilendirmek, yanlış istikamete yönlendirmek ve şartlandırmaktır. Ülkenin yanlış, kötü ve kayfî idaresi, ilgi alanınızda değildir.
İşsizliğin yaygınlaşması, ülkenin ve milletin borç batağına saplanmış olması, özelleştirme adı altında Türkiye’nin önemli iktisadî varlıklarının yabancılara ikram edilmesi, tarım ve hayvancılığın çökmesi, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistemin oluşması, sizi hiç ilgilendirmediği için; halkı oyalayacak ve gerçeklerin üstünü örtecek konuları bulmak zorundasınız. Aslında; konu bulmanız için zorlanmanıza da gerek yoktur. Zîra; Taraf Gazetesi, ilgi duyacağınız konuları, hazır bir şekilde önünüze koymaktadır.
Bu sözlerime alınmamalısınız. Zîra; yazdığınız köşe, aslında sizin değil, okuyucularınızın köşesidir. Siz yazdıkça da, bazı okuyucularınızın tepkisi, eleştirisi ve ikazı olması, gayet normaldir ve de şarttır. Çünkü; Âdem Yavuz Arslan olarak, 72 milyonluk kitle içinde tek bir kişisiniz; fikirlerinizi, görüşlerinizi herkesin doğru kabul edip, benimseyeceğini düşünemezsiniz.
Bir anlamda kamu göreviyle mükellef olduğunuza göre, bazı hususları hatırlatmak zorundayım:
1- Gerçek demokrasi, bir AHLÂK ve FAZİLET sistemidir ve bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzıdır. Demokrasilerde halkın, hem söz ve hem de denetleme hakkı vardır. Ülkeyi idare edenlere icabında, “Ne hakkın var?” demesini başaramayan ve idare edenleri denetleyemeyen kişiler, demokrasiye ihanet etmiş olurlar. Zaten yüce ve evrensel İslâm Dini’nin emri de budur. Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Adâlet ve zulüm meselelerinde hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbîdir. Fertleri âdil olan milletlerin hükümetleri âdil, fertleri zalim olan milletlerin hükümetleri zalim olur.” diye buyurmuşlardır. Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün, yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece, benim peşimden geliniz. Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman, benim peşimden gelirseniz, Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz. Ve şu hususa çok dikkat ediniz:
Bir millet, icabında idarecilerini acı, acı tenkit edip, hesap sormazsa ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.” sözlerini söylemiştir.
2- Yine Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Bir işte liyâkatı olmadığı halde iltimasla bir işe tayin edilen adama, lânet olsun.” diye buyurmuşlardır ve sözlerini; “Bir millet, icabında küfürle devam edebilir. Ama, zulümle asla devam edemez. Âdil olan kâfirler, zalim olan mü’minlerden hayırlıdır.” sözleriyle tamamlamışlardır. Bu gerçeğe göre hareket eden Hz. Ebu Bekir, valilere ve kumandanlara;
“Sizin namınıza en kuvvetli endişeye düştüğüm şey; akrabalarınızı, başkalarına tercih ederek onlara iş vermenizdir.” derdi.
3- Enfal Suresi’nin 46.cı âyetinin meali şöyledir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
4- GANDİ, ilkesiz siyaseti, emeksiz zenginliği, vicdansız hazzı, niteliksiz bilgiyi, ahlâksız ticareti, insaniyetsiz bilimi, özverisiz ibadeti, ÖLÜMCÜL 7 SOSYAL BÜYÜK GÜNAH olarak saymıştır.
Sayın ARSLAN;
Belki, bu mektubumu niçin yazdığımı merak edersiniz diye, bir açıklamada bulunmak istiyorum:
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmeyen ve ÖZEL YETKİLİ SAVCILARLA ve ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERCE yürütülen davaları dayanarak, devamlı surette kişi ve kurumları itham edici yazılar yamaktasınız. Henüz daha mahkemelerce kesin hüküm kurulmamışken; itham, isnat, tertip ve dedikodulara dayalı iddiaları, kesinleşmiş kararmış gibi sunarak yayın yapmak, hem evrensel hukuka ve hem de İlâhî hukuka aykırıdır. Bu bakımdan; bugünkü yazılarınız dâhil, geçmiş bütün yazılarınızı gözden geçirip, mektubumda bahsettiğim gerçeklere uyup, uymadıklarını kontrol edersiniz diye bu mektubumu yazdım. Zîra; siyasî taraflı yazılarınızı okumaktan, bana gına geldi. “Gına geldiyse, okumayınız!” diyebilirsiniz. Bu tavsiye, benim için bir kıymet ifade etmez; kimin neyi, nasıl ve niçin yaptığını anlamak ve bilmek ve de günlüğüme not ederek gelecek nesillere aktarmak, önde gelen hakkımdır ve birinci derecede vatandaşlık vazifemdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 12 Nisan 2010
Sayın ARSLAN;
12 Nisan 2010 tarihli ve “EMASYA gerçekten kalktı mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Aylardır Taraf’ın gündeme getirdiği BALYOZ DARBE PLÂNI’NI konuşuyoruz. İddialar, yenir, yutulur cinsten olmadığı için de, tartışılması bir bakıma normal.” demeniz, hiç de şaşırtıcı değildir. Zîra; ülkenin gerçek meseleleriyle ilgilenmeyi unutup, iktidara destek vermek için yanıp, tutuşanların; siyasî amaçları doğrultusunda hareket ederek itham, isnat, dedikodu, iftira ve varsayımların dışında hareket etmeleri mümkün değildir.
Sizin için önemli olan; EMASYA PROTOKOLÜ, ORDU ve YARGI ile uğraşmak ve halkı, benimsediğiniz, hizmete hazır olduğunuz aidiyetinize göre yanlış bilgilendirmek, yanlış istikamete yönlendirmek ve şartlandırmaktır. Ülkenin yanlış, kötü ve kayfî idaresi, ilgi alanınızda değildir.
İşsizliğin yaygınlaşması, ülkenin ve milletin borç batağına saplanmış olması, özelleştirme adı altında Türkiye’nin önemli iktisadî varlıklarının yabancılara ikram edilmesi, tarım ve hayvancılığın çökmesi, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistemin oluşması, sizi hiç ilgilendirmediği için; halkı oyalayacak ve gerçeklerin üstünü örtecek konuları bulmak zorundasınız. Aslında; konu bulmanız için zorlanmanıza da gerek yoktur. Zîra; Taraf Gazetesi, ilgi duyacağınız konuları, hazır bir şekilde önünüze koymaktadır.
Bu sözlerime alınmamalısınız. Zîra; yazdığınız köşe, aslında sizin değil, okuyucularınızın köşesidir. Siz yazdıkça da, bazı okuyucularınızın tepkisi, eleştirisi ve ikazı olması, gayet normaldir ve de şarttır. Çünkü; Âdem Yavuz Arslan olarak, 72 milyonluk kitle içinde tek bir kişisiniz; fikirlerinizi, görüşlerinizi herkesin doğru kabul edip, benimseyeceğini düşünemezsiniz.
Bir anlamda kamu göreviyle mükellef olduğunuza göre, bazı hususları hatırlatmak zorundayım:
1- Gerçek demokrasi, bir AHLÂK ve FAZİLET sistemidir ve bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzıdır. Demokrasilerde halkın, hem söz ve hem de denetleme hakkı vardır. Ülkeyi idare edenlere icabında, “Ne hakkın var?” demesini başaramayan ve idare edenleri denetleyemeyen kişiler, demokrasiye ihanet etmiş olurlar. Zaten yüce ve evrensel İslâm Dini’nin emri de budur. Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Adâlet ve zulüm meselelerinde hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbîdir. Fertleri âdil olan milletlerin hükümetleri âdil, fertleri zalim olan milletlerin hükümetleri zalim olur.” diye buyurmuşlardır. Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün, yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece, benim peşimden geliniz. Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman, benim peşimden gelirseniz, Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz. Ve şu hususa çok dikkat ediniz:
Bir millet, icabında idarecilerini acı, acı tenkit edip, hesap sormazsa ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.” sözlerini söylemiştir.
2- Yine Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Bir işte liyâkatı olmadığı halde iltimasla bir işe tayin edilen adama, lânet olsun.” diye buyurmuşlardır ve sözlerini; “Bir millet, icabında küfürle devam edebilir. Ama, zulümle asla devam edemez. Âdil olan kâfirler, zalim olan mü’minlerden hayırlıdır.” sözleriyle tamamlamışlardır. Bu gerçeğe göre hareket eden Hz. Ebu Bekir, valilere ve kumandanlara;
“Sizin namınıza en kuvvetli endişeye düştüğüm şey; akrabalarınızı, başkalarına tercih ederek onlara iş vermenizdir.” derdi.
3- Enfal Suresi’nin 46.cı âyetinin meali şöyledir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
4- GANDİ, ilkesiz siyaseti, emeksiz zenginliği, vicdansız hazzı, niteliksiz bilgiyi, ahlâksız ticareti, insaniyetsiz bilimi, özverisiz ibadeti, ÖLÜMCÜL 7 SOSYAL BÜYÜK GÜNAH olarak saymıştır.
Sayın ARSLAN;
Belki, bu mektubumu niçin yazdığımı merak edersiniz diye, bir açıklamada bulunmak istiyorum:
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmeyen ve ÖZEL YETKİLİ SAVCILARLA ve ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERCE yürütülen davaları dayanarak, devamlı surette kişi ve kurumları itham edici yazılar yamaktasınız. Henüz daha mahkemelerce kesin hüküm kurulmamışken; itham, isnat, tertip ve dedikodulara dayalı iddiaları, kesinleşmiş kararmış gibi sunarak yayın yapmak, hem evrensel hukuka ve hem de İlâhî hukuka aykırıdır. Bu bakımdan; bugünkü yazılarınız dâhil, geçmiş bütün yazılarınızı gözden geçirip, mektubumda bahsettiğim gerçeklere uyup, uymadıklarını kontrol edersiniz diye bu mektubumu yazdım. Zîra; siyasî taraflı yazılarınızı okumaktan, bana gına geldi. “Gına geldiyse, okumayınız!” diyebilirsiniz. Bu tavsiye, benim için bir kıymet ifade etmez; kimin neyi, nasıl ve niçin yaptığını anlamak ve bilmek ve de günlüğüme not ederek gelecek nesillere aktarmak, önde gelen hakkımdır ve birinci derecede vatandaşlık vazifemdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)