3 Nisan 2010 Cumartesi

DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ değildir.

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 2 Nisan 2010



Sayın CUMHURBAŞKANI;


Alpaslan Altan’ın Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atanmasıyla ilgili olarak söylediğiniz, “Anayasa Mahkemesi’nde 9 sene tecrübesi olmuş, hukuk doktorası yapmış, Türkiye’nin her tarafında savcılık yapmış; doğrusu, kim ne derse desin; ben, doğru bir atama yaptığım kanaatindeyim” şeklindeki sözleriniz, savunma amaçlı olarak doğru olabilir. Ama bu; kamuoyunun vicdanını tatmin etmeye yeterli olmaz. Zîra; Alpaslan Altan’ın, Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atamanızdan önceki kısa süreli terfi işlemleri, düşünmesini bilenleri şaşırtıcı niteliktedir.


Bu mektubumu eleştiri maksadıyla yazmadım. Halk arasındaki gerginlikleri, zıtlaşmaları ve huzursuzlukları belirtmek için yazdım. Zîra; halkın büyük bir kesimi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmek istendiğine inanmaktadır. Bunun izlerini, her alanda görmektedir. Belediyelerdeki, belediye şirketlerindeki ve devletteki kadrolaşmalarda, partili- karşı partili; yani, bizden olanlar ve bizden olmayanlar anlayışıyla hareket edildiğini bilmektedir.


“Millî İrade” kavramından çıkarılan mânâ, “İktidar Partisi her istediğini yapabilir” şeklindeki bir anlayışla sınırlandırılırsa; o zaman, Seçim Kanunu’nudaki yüzde 10’luk seçim barajını getiren maddeye, “Seçimlerden sonra Meclis’te tek başına hükümet kuracak sayısı bulunan partinin dışındaki partiler, seçilmemiş sayılırlar” şeklinde bir şıkkın eklenmesi gerekmektedir. Zaten, bugün Parlâmento’da yaşanan fiilî durum, teklif ettiğim öneriye uygundur. Zîra; Bugün Meclis’te İktidar, muhalefeti YOK FARZEDEN bir anlayışı hâkim kılmıştır. TRT-3’ten canlı olarak yayınlanan Meclis Müzakerelerini izleyen her vatandaş, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görebilir.


Sayın CUMHURBAŞKANI;


Cumhurbaşkanlığı makamı, devletin en yüce makamıdır. Bu makamda bulunan Cumhurbaşkanlarının tarafsız olmaları, devletin kurum, kuruluş ve organlarının bir ahenk içinde çalışmalarını sağlamaları, sâdece bir gelenek değil, aynı zamanda kanunî bir mecburiyettir. Zaten; “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa, partisiyle ilişkisi kesilir” hükmü, bir Anayasa emridir. Ayrıca; halkın isteği, beklentisi ve özlemi de budur. Üç örnekle maksadımı daha iyi anlatmak istiyorum:


1- Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, her yerde ve her zaman, Demokrat Parti rumuzlu bastonu taşıyordu. Çıktığı yurtiçi ziyaretlerde yaptığı meydan konuşmalarında, gayet açık bir şekilde İktidar Partisini savunuyor ve muhalefete çatıyordu..


2-Cumhurbaşkanı Turgut Özal, partisiyle ilişkisini kesmediği gibi; Anavatan Partisi’nin tek başına iktidar olduğu dönemde, Hükümeti bizzat kendisi oluşturuyordu ve hattâ, boş kâğıda atılan imzalarla kararnameler hazırlayarak, ülkeyi fiilen idare ediyordu. Bunun doğru olup olmadığını soran Ertuğrul Özkök’e verdiği, “Bugüne kadar ülkeyi nasıl idare ettiğimiz zannediyordun” cevabı ile de, bu gerçeği doğrulamıştı.


3-Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı seçildiği gün, “Şu andan itibaren siyasî kimliğimi çıkardım ve partimle ilgili bağlarımı kopardım. Geriye bakmayacağım ve bu yüce makamın hakkını vereceğim.” sözlerini söylemiştir ve bu taahhüdüne de, görevi sona erinceye kadar sadık kalmıştır. Bu sebeple de yakın arkadaşları, “Cumhurbaşkanı seçilince parti ile ilgisini kesti ve bizleri ortada bıraktı” diyerek, kendisine gücenmişlerdi.


Bugün ülkemizde gerçekten büyük bir gerilim vardır. Kurumlar arasında yaratılan gerginlikler, halkı da kutuplaştırmıştır. Türkiye’nin gündemini, lüzumsuz tartışmalar oluşturmaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her yerde, her zeminde ve katıldığı her toplantıda, siyasî amaç taşıyan konuşmalarıyla devletin kurumlarını ve muhalefet partilerini hedef almaktadır. Tabiatıyla herkes, siyasî mensubiyetine göre zıtlaşmakta ve kutuplara ayrılmaktadır. Meclis’teki sayısal üstünlüğü de, kendisine güç vermektedir. Yani; iktidar gücünü yanlış kullanarak, durduk yerde sebepsiz, gereksiz ve kimseye faydası olmayan gerginlikler yaratmaktadır.


Bugün ülkenin bir numaralı gündemi, Anayasa’da yapılacak değişikliklerdir. Yaratılan bu gündemin en önemli maddesi, Yüksek Yargıda yapılması düşünülen yeniden yapılanmadır. Daha şimdiden sert tartışmalar başlatılmıştır. Bu sert tartışmalar yapılırken hiç kimse, “Yüksek Mahkemeler olmazsa; siyaseti, hukuk sınırlarına kim veya hangi kurum çekecektir? Veya beraberinde adâleti getirmeyen kanunları kim veya hangi kurum önleyecektir?” sorusun sormamaktadır. Yine hiç kimse, “Hukuk alanında reformlar gerçekleştirilmeden “Yargı Reformu” adı altında sunulan Anayasa değişikliğinin HUKUK REFORMU ile ne alâkası vardır?” sorusunu sormamakta ve cevabını aramamaktadır.


Sayın CUMHURBAŞKANI;


Muhakkak surette hatırlarsınız. Refah Partisi Kayseri Milletvekiliyken, 8 Kasım 1993 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Bütçe Plân Komisyonu’nda, Adâlet Bakanlığı Bütçesi görüşülürken şu ifadeleri kullanmıştınız:


“Sayın Başkan, Sayın Bakan, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay ve Danıştay’ın değerli temsilcileri; bugün, dört önemli kuruluşun bütçesini görüşüyoruz. Bunlar hukukla, adâletle ilgili… Türkiye’de gerçekten bir adâlet reformuna, hukuk reformuna ihtiyaç vardır.


Çok önemli meselelerden biri, yargının bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı ne demektir? Mahkemelerin dolaylı veya direkt, hiçbir tesir altında kalmadan, vicdanlarının sesini dinleyerek karara varmalarıdır. Türkiye’de yargı bağımsızlığı zaman, zaman zedeleniyor. İster istemez bu, söz konusudur.


Bunun da en önemli sebebini Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında görmekteyiz. Bildiğiniz gibi HSYK’da Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki üye bulunmaktadır. Sayın Bakan’la Müsteşar, burada üyedirler.


Dolayısıyla siyasîdirler. Bunu, sâdece sizin iktidarınız için söylemiyorum; yarın iktidara biz geliriz, başkası gelir. HSYK’yı etkileme imkânı söz konusudur böyle bir yapılanmada. Bunun için siyasî iktidarın direkt temsilcilerinin, yani Adâlet Bakanı ile Müsteşarı’nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan çıkarılmasının gerektiği görüşündeyim.”


Zorda olan ülkenin, gelişmelerden karamsarlığa kapılan bir vatandaşı olarak, geçmişle geleceğin bağını iyi kurabileceğinize inanarak, bu hatırlatmayı yaptım. Gerçek olan şudur ki; Yapılması düşünülen Anayasa değişikliği, Türkiye’yi daha fazla özgürleştirmeyecektir. Bilâkis daha da zora sokacaktır. Türkiye’yi tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke yapmanın anahtarı, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’dır. Türkiye, 30 yıldan beri bunun sancısını çekmektedir. “Benim yargım, senin yargın” tartışmaları, adâletsizlikleri yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zîra; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:


“Hürriyetlerin adâletle sınırlandırılmadığı sahalarda, DEMOKRASİ adı altında ACI ESARETLER kurulur!”


Bu ülkenin hür bir vatandaşı olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: