Sayın Şamil TAYYAR
Star Gazetesi Yazarı
Ankara 26 Nisan 2010
Sayın TAYYAR;
26 Nisan 2010 tarihli ve “Kaos Plânı” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bir gazeteciden ziyade; parti mensubiyetinizi ve iktidar yandaşlığınızı önplâna alan bu yazınız, demokratlığınızı da tartışılır hale getirir. Zîra; ne olduğunu açıklamadığınız MÜESSES NİZAM, DEVLET, ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ ve DEMOKRATİK AÇILIM konularında alabildiğine kavram kargaşası yaratarak, kendi aklınızca kamuoyu oluşturmaya çalışmışsınız. Şöyle ki:
1- Çok sık kullandığınız MÜESSES NİZAM ifadesi, kimler tarafından ve ne maksatla ortaya atıldığı iyi bilinmeyen aldatıcı bir kavramdır ve de, bazı kişilerce maksatlı olarak kullanılmaktadır. Bu ifade, daima devletin DİRLİK ve DÜZENLİĞİNİ bozmak için kullanılmıştır. Bunu yapanlar da, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef almışlardır.
2- DEVLET, bizatihi vücudu olmayan bir kavramdır. Zaten devletin ilmî tarifi, “Bir hükümet idaresindeki siyasî topluluktur” şeklindedir. Devletin kurumları, kuruluşları ve organları vardır. Devleti ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletme görevi, hükümetlere aittir. Şayet devlet, kurallarına göre işletilmezse ve keyfî yönetim hâkim kılınırsa; kurum, kuruluş, kural ve kavram kargaşası kaçınılmazdır ve sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını ortadan kaldırır. Devletle Hükümet kavramını iyi anlamayanlar, Hükümetleri devlet zannederler ve devletin, bir parti devleti haline getirilmesine sessiz kalırlar. Siz de, siyasî iktidarla devlet kavramını, bir birine karıştırarak, siyasî iktidar yandaşlığı sergilemişsiniz.
3- DEMOKRATİK AÇILIM konusu, açıklığa kavuşturulmamış ve bu açılımın neyi hedeflediği halka iyi anlatılmamıştır. Siyasî iktidar, önceleri “KÜRT AÇILIMI”, sonraları “DEMOKRATİK AÇILIM” ve şimdi de “BARIŞ ve KARDEŞLİK PROJESİ” olarak sunduğu bu açılımlarla ne yapacağını belirtmemiştir . Ne olduğu ve neyi hedeflediği bilinmeyen demokratik açılım konusunda, gölge avına çıkmış bir görüntü vererek yazılar yazmanız, mantık dışı bir davranıştır.
4- Gündemdeki ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, Türkiye’nin önceliği değildir ve bu değişiklik, bir YARGI REFORMUNU da hedeflememiştir. Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısını değiştirmek, bir reform olarak değerlendirilemez. “Antidemokratik 1982 Anayasası’nı değiştiriyoruz.” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Zîra; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanlığı Müsteşarı, konumlarını muhafaza etmektedirler ve bu durum, YARGI BAĞIMSIZLIĞINI getirmemektedir.
Sayın TAYYAR;
Sözle demokratikleşme olmaz. Türkiye bu hakkını, 1983 seçimlerinden sonra iktidara gelen siyasî iktidar yüzünden kaybetmiştir. Kusur, 1982 Anayasası’nın ve askerlerin değildir. Kusur, siyasî iktidarların keyfî yönetimleri ile devleti, bir parti devleti haline getirme hevesleridir. İzah edeyim:
Herkes, şu gerçeği irdelemelidir:
1982 Anayasası’nın kabulünden sonra İhtilâl Hükümeti’nin düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI hiç değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılsaydı; acaba bugün, Türkiye, ne durumda olurdu? Zira; o kanunlar, halkı sistemin içine dâhil ediyordu ve siyasî parti liderlerinin mutlak egemenliklerini ortadan kaldırıyordu. Önseçimlerin, partiye kayıtlı bütün üyelerce ve hâkim teminatında yapılmasını öngörüyordu. Seçim barajı da getirilmemişti.
Ama; 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümetleri, zaman içersinde Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarında, gerçek bir demokrasinin ruhuna ters ve asla bağdaşmayacak değişiklikler yaparak demokrasimizi, tanınmaz hale getirmiş ve dâimâ bunalım doğuran bir şekle sokmuştur.
Her nedense; bugüne kadar bu konu tartışılmamış ve çarpıklığın düzeltilmesi hususunda gereken düzenlemeler yapılmamıştır.
Görüş ve iddiam da şudur:
Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, gerçek demokrasinin ruhuna uygun biçimde düzeltilmediği ve Yüce Meclisin görevlerini, gerçek anlamda HÜR İRADESİYLE yapmasına imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, bunalımdan çıkamayacak ve hiçbir şey düzelmeyecektir. Halk da, dâimâ sistemin dışında kalacaktır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem, halkı ezecek ve çaresiz bırakacaktır. Yüce makamların, kişilerin İSTİRAHAT yeri olmadığı, milletin DAYANAĞI olduğu gerçeği unutulacaktır. Ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşarak, ÇAĞA damgasını vuramayacaktır. Zaten, vuramamıştır. Gerçek de, bilinmektedir:
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüş ve borç içersinde yüzmektedir. Halk çaresiz ve borç içinde kıvranmaktadır.
Türkiye’nin gerçek sorunları ortadayken ve bilinirken; aklı, mantığı, ilmi dışlayarak ve hislerinize yenik düşerek; varsayımlara, ithamlara, dedikodulara ve birtakım isnatlara dayalı olarak yazılar yazmanızın ve kmuoyunu yanıltmanızın tutarlı bir tarafı olabilir mi?
Siz; her şeyden once, kendinizi sorgulamalısınız ve halkı, doğrular istikametinde bilgilendirmelisiniz. Aksi halde; okurlarınız, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığınızı kabullenmek zorunda kalırlar.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
26 Nisan 2010 Pazartesi
24 Nisan 2010 Cumartesi
Kendi ordusunu kötüleyenler.
Sayın İhsan DAĞI
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Nisan 2010
Sayın DAĞI;
23 Nisan 2010 tarihli ve “Rezaletin son perdesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Hedefi, niyeti, misyonu ve dış bağlantıları kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve Türk basın hayatına tepeden inen TARAF GAZETESİ’NİN; iftira, itham, dedikodu ve tutarsız isnatlarına dayalı haber ve iddialarını doğru kabul ederek, devamlı surette Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne ve Yüksek Yargı’ya, akıl almaz bir şekilde saldırmanıza anlam vermek, gerçekten güçtür. Bugünkü yazınızda da haddinizi ve terbiye sınırlarını aşarak;
“Bu askerlerin kırdığı ceviz, kırkı aştı. Şimdi de okulları ve öğrencileri fişledikleri ortaya çıktı. Fişlemeyi yapanlar da, Millî Güvenlik dersine giren asker öğretmenler. Halkın askeri mi bunlar, Truva atı mı okullarımıza sızan? Öğrencileri hakkında bilgi toplayan, onların nasıl giyindiğini, ne olduğunu, neye inandığını başkalarına ispiyonlayan bir öğretmen düşünemiyorum. Bu işi yapanlar, açıkça öğretmenlik mesleğini kirletmişlerdir. Sorunun temelinde, yine, TSK’nın üzerine vazife olmayan işleri yapma merakı var. İşini, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yapmak olarak tanımlayacağına, hep kendi halkına karşı hazırlıklar peşinde koşan bir ordu var karşımızda!” ifadeleriyle kendi aklınızca, emredilen bir görevi yerine getirmeye çalışmışsınız ve farkında olmadan PKK’nın paralelinde hareket etmişsiniz.
Merak ediyorum:
Siz kimsiniz ve ne iş yaparsınız? Ülkenin çözüm bekleyen onlarca sorunu varken, suç unsuru taşıyan ifadelerle Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne cephe almanızın ve orduyu yıpratıcı hareketlerde bulunmanızın, bizlerce bilinmeyen veya bilinmesini istemediğiniz bir sebebi mi vardır? Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığı kesin olan bu hareketlerinizle, geniş halk kitleleri arasında gerginlik yarattığınızı ve fitnelere sebep olabileceğini düşünemeyecek derecede tarih, coğrafya bilgisinden yoksun ve dünya siyasetinden habersiz misiniz? Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında sigara kâğıdı inceliğinde bir farkın olduğunu anlayamayacak kadar basiretsiz misiniz? Aydın geçinen ve kitlelere fikir aşılama imkânlarına sahip olan bir kişi, kendi ordusuna bu denli düşmanlık yapabilir mi?
Asker; milletin kalesi, memleketin şerefi ve asayişin vasıtasıdır. Millet, ancak askerler sayesinde ayakta durabilir. Bu gerçek bilinirken; birkaç yıldan beri ve aidiyetleri iyi bilinen medya mensuplarıyla kol kola girerek, bir yerden emir almışçasına, orduyu ve askerleri hedef seçmenizin, bizlerce bilinmeyen bir hedefi olması muhakkaktır. Bu hedefi, mertçe açıklasanız, daha dürüst davranmış olmaz mısınız? Bu hususta; TBMM kürsüsünde, ordu karşıtlığını açık bir şekilde ifade eden BDP’nin sözcüleri kadar cesur olamıyor musunuz?
Sayın DAĞI;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Bu sebeple;
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayanlar; TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ küçük düşürücü, yıpratıcı ve tahrik edici hareketlerin mihraklarını da gayet iyi görürüler. Zîra; bugüne kadar ülkemizde meydana gelen kural dışı olaylar, terör ve anarşi hareketleri, daima dış kaynaklı olarak sahnelenmiştir. Bugün oynanmak istenen oyun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail’in, Türkiye’yi rahat bırakacaklarını görmemek veya görememek, en azından büyük bir gaflettir. Başkalarının hedeflerini, projelerini ve çıkarlarını etkisiz hale getirmek, ancak ve ancak birlik ve beraberliğimizi korumakla; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını sağlamakla mümkün olur. Aksi halde; fitne, fesat, düşmanlık, gaflet ve ihanet, ülkemizin de, milletimizin de ufkunu karartır ve dirlik ve düzenliğimizi bozar. Tarih, bu duruma düşmüş veya düşürülmüş milletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur.
Dünya coğrafyasında stratejik önemi ve konumu olan her ülke, iç ve dış tehditlerin baskısı altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bir ülkenin hem iç ve hem de dış düşmanlarının olması, tarihin bir gerçeğidir. Şayet öyle olmasaydı; meşhur Romalı Senatör Marcus Tullius Çiçero’nun şu ibret verici sözleri, tarihin sayfalarında yer almazdı. İşte; Çiçero’nun muhteşem sözleri:
“Bir millet, kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat; içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi, imkânsızdır. Sınırları zorlayan düşman, silâh ve alemlerini (bayrakları) açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, milletin yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur; milletin ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, milletin hayat gücünü elinden alır. Bir katil, daha az zararlı, tehlikeli ve korkuludur.”
Bu sebeple; yazarken, yapacağınız ve yaptığınız işin sonunu düşünmek zorundasınız. Yanlış istikamette bilgilendireceğiniz insanların ve yanlış istikamete sevk ettiğiniz kamuoyunun vebalini taşırsınız ve Allah’ın indinde bunun hesabını vermek zorunda kalırsınız. Batılı, HAK şeklinde göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zîra; tefrikaya sebep olabilecek beyan, fikir ve görüşler, bütün milletlerin hayat damarlarını kurutmuştur. Allah, Kur’an’ı Kerim’de Enfal suresinin 46. ayetinde bu gerçeği, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. İşte meali:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan; fertleri, birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bugün Türkiye’nin ve Türk milletinin zorda olduğu, bunaldığı, çaresizleştiği kesindir. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Yani; Türkiye, önemli ölçüde iktisadî bağımsızlığını kaybetmiştir; hem devletimiz ve hem de insanlarımız ağır bir borç batağına saplanmıştır ve Türkiye, kendini besleyemez duruma düşmüştür. Bu gerçekler ortadayken; bu hususlara değinmeyerek, devamlı surette askerleri konu etmenizin tutarlı tarafı yoktur ve bunun kimseye faydası da olmaz. Unutmayınız:
Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mes’uliyetine ortak sayılır. Gerçek bir yazar, siyasî amaçlı yazılar yazarak halkı aldatamaz. Siyasî mensubiyetine binaen halkı aldatanlar, kendilerine ihanet etmiş olurlar.
Yazınız okudum ve cevap yazdım. Şimdi sıra sizdedir. Vereceğiniz cevabı merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Nisan 2010
Sayın DAĞI;
23 Nisan 2010 tarihli ve “Rezaletin son perdesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Hedefi, niyeti, misyonu ve dış bağlantıları kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve Türk basın hayatına tepeden inen TARAF GAZETESİ’NİN; iftira, itham, dedikodu ve tutarsız isnatlarına dayalı haber ve iddialarını doğru kabul ederek, devamlı surette Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne ve Yüksek Yargı’ya, akıl almaz bir şekilde saldırmanıza anlam vermek, gerçekten güçtür. Bugünkü yazınızda da haddinizi ve terbiye sınırlarını aşarak;
“Bu askerlerin kırdığı ceviz, kırkı aştı. Şimdi de okulları ve öğrencileri fişledikleri ortaya çıktı. Fişlemeyi yapanlar da, Millî Güvenlik dersine giren asker öğretmenler. Halkın askeri mi bunlar, Truva atı mı okullarımıza sızan? Öğrencileri hakkında bilgi toplayan, onların nasıl giyindiğini, ne olduğunu, neye inandığını başkalarına ispiyonlayan bir öğretmen düşünemiyorum. Bu işi yapanlar, açıkça öğretmenlik mesleğini kirletmişlerdir. Sorunun temelinde, yine, TSK’nın üzerine vazife olmayan işleri yapma merakı var. İşini, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yapmak olarak tanımlayacağına, hep kendi halkına karşı hazırlıklar peşinde koşan bir ordu var karşımızda!” ifadeleriyle kendi aklınızca, emredilen bir görevi yerine getirmeye çalışmışsınız ve farkında olmadan PKK’nın paralelinde hareket etmişsiniz.
Merak ediyorum:
Siz kimsiniz ve ne iş yaparsınız? Ülkenin çözüm bekleyen onlarca sorunu varken, suç unsuru taşıyan ifadelerle Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne cephe almanızın ve orduyu yıpratıcı hareketlerde bulunmanızın, bizlerce bilinmeyen veya bilinmesini istemediğiniz bir sebebi mi vardır? Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmadığı kesin olan bu hareketlerinizle, geniş halk kitleleri arasında gerginlik yarattığınızı ve fitnelere sebep olabileceğini düşünemeyecek derecede tarih, coğrafya bilgisinden yoksun ve dünya siyasetinden habersiz misiniz? Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında sigara kâğıdı inceliğinde bir farkın olduğunu anlayamayacak kadar basiretsiz misiniz? Aydın geçinen ve kitlelere fikir aşılama imkânlarına sahip olan bir kişi, kendi ordusuna bu denli düşmanlık yapabilir mi?
Asker; milletin kalesi, memleketin şerefi ve asayişin vasıtasıdır. Millet, ancak askerler sayesinde ayakta durabilir. Bu gerçek bilinirken; birkaç yıldan beri ve aidiyetleri iyi bilinen medya mensuplarıyla kol kola girerek, bir yerden emir almışçasına, orduyu ve askerleri hedef seçmenizin, bizlerce bilinmeyen bir hedefi olması muhakkaktır. Bu hedefi, mertçe açıklasanız, daha dürüst davranmış olmaz mısınız? Bu hususta; TBMM kürsüsünde, ordu karşıtlığını açık bir şekilde ifade eden BDP’nin sözcüleri kadar cesur olamıyor musunuz?
Sayın DAĞI;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Bu sebeple;
Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayanlar; TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ küçük düşürücü, yıpratıcı ve tahrik edici hareketlerin mihraklarını da gayet iyi görürüler. Zîra; bugüne kadar ülkemizde meydana gelen kural dışı olaylar, terör ve anarşi hareketleri, daima dış kaynaklı olarak sahnelenmiştir. Bugün oynanmak istenen oyun da dış kaynaklıdır. ABD, İngiltere ve İsrail’in, Türkiye’yi rahat bırakacaklarını görmemek veya görememek, en azından büyük bir gaflettir. Başkalarının hedeflerini, projelerini ve çıkarlarını etkisiz hale getirmek, ancak ve ancak birlik ve beraberliğimizi korumakla; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamını sağlamakla mümkün olur. Aksi halde; fitne, fesat, düşmanlık, gaflet ve ihanet, ülkemizin de, milletimizin de ufkunu karartır ve dirlik ve düzenliğimizi bozar. Tarih, bu duruma düşmüş veya düşürülmüş milletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur.
Dünya coğrafyasında stratejik önemi ve konumu olan her ülke, iç ve dış tehditlerin baskısı altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bir ülkenin hem iç ve hem de dış düşmanlarının olması, tarihin bir gerçeğidir. Şayet öyle olmasaydı; meşhur Romalı Senatör Marcus Tullius Çiçero’nun şu ibret verici sözleri, tarihin sayfalarında yer almazdı. İşte; Çiçero’nun muhteşem sözleri:
“Bir millet, kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat; içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi, imkânsızdır. Sınırları zorlayan düşman, silâh ve alemlerini (bayrakları) açıkta taşıdığı için, daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak, milletin yapısına nüfuz eder; bütün kapılardan serbestçe geçer; sesi, en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur; milletin ruhunu çürütür; politik yapıya her türlü hastalığı bulaştırarak, milletin hayat gücünü elinden alır. Bir katil, daha az zararlı, tehlikeli ve korkuludur.”
Bu sebeple; yazarken, yapacağınız ve yaptığınız işin sonunu düşünmek zorundasınız. Yanlış istikamette bilgilendireceğiniz insanların ve yanlış istikamete sevk ettiğiniz kamuoyunun vebalini taşırsınız ve Allah’ın indinde bunun hesabını vermek zorunda kalırsınız. Batılı, HAK şeklinde göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zîra; tefrikaya sebep olabilecek beyan, fikir ve görüşler, bütün milletlerin hayat damarlarını kurutmuştur. Allah, Kur’an’ı Kerim’de Enfal suresinin 46. ayetinde bu gerçeği, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. İşte meali:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan; fertleri, birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bugün Türkiye’nin ve Türk milletinin zorda olduğu, bunaldığı, çaresizleştiği kesindir. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Yani; Türkiye, önemli ölçüde iktisadî bağımsızlığını kaybetmiştir; hem devletimiz ve hem de insanlarımız ağır bir borç batağına saplanmıştır ve Türkiye, kendini besleyemez duruma düşmüştür. Bu gerçekler ortadayken; bu hususlara değinmeyerek, devamlı surette askerleri konu etmenizin tutarlı tarafı yoktur ve bunun kimseye faydası da olmaz. Unutmayınız:
Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mes’uliyetine ortak sayılır. Gerçek bir yazar, siyasî amaçlı yazılar yazarak halkı aldatamaz. Siyasî mensubiyetine binaen halkı aldatanlar, kendilerine ihanet etmiş olurlar.
Yazınız okudum ve cevap yazdım. Şimdi sıra sizdedir. Vereceğiniz cevabı merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
22 Nisan 2010 Perşembe
Haangi demokrasi ve kimin için demokrasi!
Sayın Cemil ÇİÇEK
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 22 Nisan 2010
Sayın BAKAN;
21 Nisan 2010 gecesi TBMM’nde Anayasa değişikliği müzakerelerinde, 8.ci madde görüşülürken Hükümet adına yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde;
“Ülkemizde, demokrasi kurumlaşmamıştır.” ifadesini kullanınca, gerçekten çok şaşırdım. Zîra; demokrasimizin kurumlaşmamış olmasında, önce VATANDAŞ, sonra Yozgat Milletvekili, daha sonra da Bakan ve Başbakan Yardımcısı olan Cemil Çiçek’in de büyük rolü olduğunu düşündüm.
Herkes düşünmelidir ve olup bitenleri aklın, mantığın, ilmin, vicdanın ve ahlâkın tahtında irdelemelidir:
1- Antidemokratik olduğu iddia edilen 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, Meclis’in HÜR İRDADESİNİ tecellî ettirecek bir İÇTÜZÜK düzenlemesinin yapılmadığı görülmektedir.
2- Meclis müzakereleri, iktidar partisinin dayatmalarına göre yürütülerek şekillendirilmektedir.
3- Muhalefet partilerinin teklif ve önerileri dikkate alınmadığı için, muhalefet partilerinin verdiği önergeler, “Kabul edenler, kabul etmeyenler” şeklindeki mutat oylamalarla daima reddedilmektedir.
4- En önemli ve hayatî konularda dahî, Parti grupları adına kürsüye çıkan milletvekillerine 20 veya 10 dakika; kişisel görüşlerini belirtmek isteyen sınırlı sayıdaki milletvekillerine 10 dakika zaman ayrılmaktadır.
5- Bilhassa tek başına iktidara gelen partiler, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNE sadık kalmayarak, TBMM’ni tam anlamıyla baskı altında tutmaktadırlar. Bu durumda Başbakanlar, temsili demokrasiyi unutarak, tam anlamıyla Anayasamızda yazılı olmayan BAŞKANLIK otoritesini kullanmaktadırlar.
6- Anayasamızda yazılı olan “Millî İrade” kavramı, Meclis’te sayı üstünlüğü olan iktidar partisinin istek, dayatma ve baskısına tabî bir kavram haline dönüştürülmektedir.
7- 1982 Anayasası’yla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARI, milleti sistemin dışına iterek ikinci seçmen konumuna düşürmüş ve siyasî parti liderlerini, Millî İrade hususunda ilk ve son söz sahibi yapmıştır.
Bu durum karşısında; ülkemizdeki demokrasinin kurumlaşması mümkün olur muydu veya mümkün olabilir mi? Basit bir örnek:
Referandum süresini kısaltan kanun maddesi ile ilgili olarak 8 Ocak 2010 tarihinde Radikal Gazetesi yazarı Murat Yetkin’e verdiğiniz demeçte, şu sözleri söylemiştiniz:
“Hak ve özgürlükler konusunda REFERANDUM olmaz. Bu konularda zaten referandum düşünmeyiz. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ konusu, şu an gündemimizde yoktur. Anayasa değişikliğini ÇOK ARZU ETMEMİZE rağmen, REEL POLİTİKA ve MECLİS ARİTMETİĞİ, buna izin vermiyor. Halen, 336 milletvekilimiz var. CHP, şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP’de,” CHP’yi ikna edin, öyle gelin” diyor. 330-367 arası oy, REFERANDUMU gerektiriyor. Anayasa değişikliği, SAYISAL DEĞİL, GENİŞ UZLAŞMA İŞİDİR. Biz bunu, Meclis’te yapacağız, GENİŞ MUTABAKATLA yapacağız. Şu an itibariyle, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken; arkasından da, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GETİRELİM” diye, KENDİ ARAMIZDA BİR KONUŞMA YAPMIŞ DEĞİLİZ. İstemediğimizden değil, KOŞULLAR uygun olmadığından.”
Şimdi; merak edilir:
Ne değişti de, bu demeci verdikten 2 ay sonra ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, birden bire Türkiye’nin GÜNDEMİNE geliverdi?
Yoksa siz; Yozgat Milletvekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, yapılan çalışmalardan haberdar değil miydiniz?
Kamuoyuna sunulan Anayasa değişikliği taslağı, iki ay gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanamayacağına göre; bu taslak, bilginiz tahtında hazırlanmışsa, Murat Yetkin’e o demeci niçin verdiniz?
Bu soruların düzgün bir cevabını veremezseniz, kamuoyu üzülür ve günün birinde zorda kalırsınız.
Sayın BAKAN;
8 yıllık iktidarınız döneminde “Seçilmiş ve atanmışlar” ifadesini o kadar çok kullandınız ki; devletin işletiliş biçiminde vatandaşlarımız, parti aidiyetlerine göre bölündüler ve birbirleriyle zıtlaştılar. Devletin kurumları, organları ve kuruluşları dahî ahengini kaybetti ve devletin çarkı, siyasî iradenin istek, çıkar ve baskılarına göre işletilir hale geldi.
Ne yazık ki; yürürlükteki demokrasi modelinde SEÇİLMİŞLERİ de, liderler atadı. Liderlere teslimiyet, milletin iradesi olarak benimsendi. “Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür/ Büyüklerimiz, her şeyi bizden daha iyi düşünür.” anlayış ve kabullenişi, Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırdı.
İşte; Türkiye’nin gerçek derdi, sıkıntısı ve açmazı, bu gerçekte gizlidir. Bu çarpıklık düzeltilmediği ve halk sisteme dâhil edilmediği sürece Türkiye’nin de, Türk milletinin de yüzü gülmeyecektir. Kusuru, 1982 Anayasası’nda aramak nafile bir gayrettir ve beyhude bir zaman kaybıdır.
Bu görüşlerime bir itirazınız olacaksa; kendinize, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan beni aday göstermeseydi; acaba bugün, Meclis’te bulunabilir miydim ve bakan olabilir miydim?” sorusunu sorup, düzgün bir cevabını verebilmelisiniz.
Bugün Türkiye, hem siyaseten ve hem de iktisaden gayet zordadır ve millet, dertlerine çare aramaktadır. Herkes, taşıdığı İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARINI milletin, devletin ve ülkenin DİRLİK VE DÜZENLİĞİ için kullanmak zorundadır. Zîra; makamlar, mevkiler, rütbeler, kişilerin İSTİRAHAT yeri değil, milletin DAYANAĞIDIR.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 22 Nisan 2010
Sayın BAKAN;
21 Nisan 2010 gecesi TBMM’nde Anayasa değişikliği müzakerelerinde, 8.ci madde görüşülürken Hükümet adına yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde;
“Ülkemizde, demokrasi kurumlaşmamıştır.” ifadesini kullanınca, gerçekten çok şaşırdım. Zîra; demokrasimizin kurumlaşmamış olmasında, önce VATANDAŞ, sonra Yozgat Milletvekili, daha sonra da Bakan ve Başbakan Yardımcısı olan Cemil Çiçek’in de büyük rolü olduğunu düşündüm.
Herkes düşünmelidir ve olup bitenleri aklın, mantığın, ilmin, vicdanın ve ahlâkın tahtında irdelemelidir:
1- Antidemokratik olduğu iddia edilen 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra, Meclis’in HÜR İRDADESİNİ tecellî ettirecek bir İÇTÜZÜK düzenlemesinin yapılmadığı görülmektedir.
2- Meclis müzakereleri, iktidar partisinin dayatmalarına göre yürütülerek şekillendirilmektedir.
3- Muhalefet partilerinin teklif ve önerileri dikkate alınmadığı için, muhalefet partilerinin verdiği önergeler, “Kabul edenler, kabul etmeyenler” şeklindeki mutat oylamalarla daima reddedilmektedir.
4- En önemli ve hayatî konularda dahî, Parti grupları adına kürsüye çıkan milletvekillerine 20 veya 10 dakika; kişisel görüşlerini belirtmek isteyen sınırlı sayıdaki milletvekillerine 10 dakika zaman ayrılmaktadır.
5- Bilhassa tek başına iktidara gelen partiler, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNE sadık kalmayarak, TBMM’ni tam anlamıyla baskı altında tutmaktadırlar. Bu durumda Başbakanlar, temsili demokrasiyi unutarak, tam anlamıyla Anayasamızda yazılı olmayan BAŞKANLIK otoritesini kullanmaktadırlar.
6- Anayasamızda yazılı olan “Millî İrade” kavramı, Meclis’te sayı üstünlüğü olan iktidar partisinin istek, dayatma ve baskısına tabî bir kavram haline dönüştürülmektedir.
7- 1982 Anayasası’yla uzaktan yakından bir ilgisi olmayan SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM KANUNLARI, milleti sistemin dışına iterek ikinci seçmen konumuna düşürmüş ve siyasî parti liderlerini, Millî İrade hususunda ilk ve son söz sahibi yapmıştır.
Bu durum karşısında; ülkemizdeki demokrasinin kurumlaşması mümkün olur muydu veya mümkün olabilir mi? Basit bir örnek:
Referandum süresini kısaltan kanun maddesi ile ilgili olarak 8 Ocak 2010 tarihinde Radikal Gazetesi yazarı Murat Yetkin’e verdiğiniz demeçte, şu sözleri söylemiştiniz:
“Hak ve özgürlükler konusunda REFERANDUM olmaz. Bu konularda zaten referandum düşünmeyiz. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ konusu, şu an gündemimizde yoktur. Anayasa değişikliğini ÇOK ARZU ETMEMİZE rağmen, REEL POLİTİKA ve MECLİS ARİTMETİĞİ, buna izin vermiyor. Halen, 336 milletvekilimiz var. CHP, şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP’de,” CHP’yi ikna edin, öyle gelin” diyor. 330-367 arası oy, REFERANDUMU gerektiriyor. Anayasa değişikliği, SAYISAL DEĞİL, GENİŞ UZLAŞMA İŞİDİR. Biz bunu, Meclis’te yapacağız, GENİŞ MUTABAKATLA yapacağız. Şu an itibariyle, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken; arkasından da, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GETİRELİM” diye, KENDİ ARAMIZDA BİR KONUŞMA YAPMIŞ DEĞİLİZ. İstemediğimizden değil, KOŞULLAR uygun olmadığından.”
Şimdi; merak edilir:
Ne değişti de, bu demeci verdikten 2 ay sonra ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, birden bire Türkiye’nin GÜNDEMİNE geliverdi?
Yoksa siz; Yozgat Milletvekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, yapılan çalışmalardan haberdar değil miydiniz?
Kamuoyuna sunulan Anayasa değişikliği taslağı, iki ay gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanamayacağına göre; bu taslak, bilginiz tahtında hazırlanmışsa, Murat Yetkin’e o demeci niçin verdiniz?
Bu soruların düzgün bir cevabını veremezseniz, kamuoyu üzülür ve günün birinde zorda kalırsınız.
Sayın BAKAN;
8 yıllık iktidarınız döneminde “Seçilmiş ve atanmışlar” ifadesini o kadar çok kullandınız ki; devletin işletiliş biçiminde vatandaşlarımız, parti aidiyetlerine göre bölündüler ve birbirleriyle zıtlaştılar. Devletin kurumları, organları ve kuruluşları dahî ahengini kaybetti ve devletin çarkı, siyasî iradenin istek, çıkar ve baskılarına göre işletilir hale geldi.
Ne yazık ki; yürürlükteki demokrasi modelinde SEÇİLMİŞLERİ de, liderler atadı. Liderlere teslimiyet, milletin iradesi olarak benimsendi. “Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür/ Büyüklerimiz, her şeyi bizden daha iyi düşünür.” anlayış ve kabullenişi, Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırdı.
İşte; Türkiye’nin gerçek derdi, sıkıntısı ve açmazı, bu gerçekte gizlidir. Bu çarpıklık düzeltilmediği ve halk sisteme dâhil edilmediği sürece Türkiye’nin de, Türk milletinin de yüzü gülmeyecektir. Kusuru, 1982 Anayasası’nda aramak nafile bir gayrettir ve beyhude bir zaman kaybıdır.
Bu görüşlerime bir itirazınız olacaksa; kendinize, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan beni aday göstermeseydi; acaba bugün, Meclis’te bulunabilir miydim ve bakan olabilir miydim?” sorusunu sorup, düzgün bir cevabını verebilmelisiniz.
Bugün Türkiye, hem siyaseten ve hem de iktisaden gayet zordadır ve millet, dertlerine çare aramaktadır. Herkes, taşıdığı İRADE ve HÜRRİYET SIFATLARINI milletin, devletin ve ülkenin DİRLİK VE DÜZENLİĞİ için kullanmak zorundadır. Zîra; makamlar, mevkiler, rütbeler, kişilerin İSTİRAHAT yeri değil, milletin DAYANAĞIDIR.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
18 Nisan 2010 Pazar
Keyfe göre demokrasi olmaz!
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
18 Nisan 2010 tarihinde, Atv Televizyonu’nda gazetecilerle yaptığınız söyleşinizi dikkatle izledim.
Türkiye’nin çözüm bekleyen sayısız sorunları, zorlukları ve açmazları varken; hiç gereği yokken, ne getireceği ve ne götüreceği kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve doğru bir şekilde anlatılmadığı takdirde hiçbir zaman öğrenilemeyecek Anayasa değişikliğini Türkiye’nin gündemine taşıyarak, yeni bir tartışma zemininin yaratılmasına sebebiyet vermenizi anlamış değilim. Zîra;
Anayasa, kanunlar, adâlet, parlâmenter sistemde parti iradesi, MİLLÎ İRADE anlamına gelmez ki! Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nde yapılacak yeniden şekillendirme ile Türkiye, demokratikleşecek de değildir. Siyasî partilerden, sivil toplum örgütlerinden alınacak görüşlere itibar edilmezse; bundan, bir uzlaşma da doğmaz. Hele; “Meclis’in gündemine getirilen teklif ve öneriler, önümüze bir bariyer olarak konmaktadır.” ifadesini kullandığınıza göre; getireceğiniz Anayasa değişikliği, halka ne verecektir?
Seçilmiş ve atanmış ayırımı yaptığınıza göre; parlâmenter demokrasilerin vaz geçilmez şartı olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ nasıl işletilecektir? Adâlet, ehliyet, liyâkat ve ahlâk esas alınmadıkça; siyasî irade, ne derece etkili olacaktır ve halk; nasıl sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşacaktır?
Evet; Türkiye’nin, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline gelmesi şarttır ve bunun özlemini, herkes çekmektedir. Zîra; 30 yıldan beri Türkiye, halkı dışlayarak ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini veya parti genel merkezlerini, ilk ve son söz sahibi yapan azıcık ve göstermelik bir demokrasiyle idare edilmektedir. Bunun zeminini de; antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları hazırlamıştır. Bu çarpık sistemde; parti içi demokrasi yoktur ve halka, yani millî iradeye verilen görev; belirli zamanlarda yapılan seçimlerde, siyasî parti liderlerinin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır. Ki; bu sistemde; Yürütme Organı, Yasama Organı’na egemendir. Ayrıca; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ve Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın etkin biçimde bulunmaları sebebiyle, yargı bağımsızlığı da tam değildir.
Açık ve samimi olarak belirtiyorum:
AKP’yi kurduğunuz zaman bu çarpıklıkların düzeltileceğine, parti içi demokrasinin işletileceğine ve halkın, sistemin içine çekileceğine inanmıştım. Maalesef, bu önemli ve şart olan beklentilerim gerçekleşmedi.
Sayın BAŞBAKAN;
7,5 yıldan beri ülkeyi idare etmektesiniz ve siyasî, iktisadî ve adlî herhangi bir engelle karşılaşmadınız; devlet kadrolarının oluşturulmasında her istediğinizi rahat bir şekilde gerçekleştirdiniz. Hiçbir iktidara nasip olmayan bir medya desteğini de yanınızda buldunuz. Tabir caizse, “Devlet, bir parti devleti haline getirildi” dedirtecek derecede yetkilerinizi, istediğiniz gibi kullandınız. Buna rağmen, ülkeyi iyi idare edemediniz ve yaptığınız konuşmalarınızla daima, halkı zıtlaştırıcı bir tutum sergilediniz. Övünürken ve başkalarını yererken aklı, mantığı ve ilmi dışladınız. 7,5 yıllık iktidarda kalmak az bir zaman dilimi değildir. Böyle bir zaman diliminde; çok şeyler yapılabilirdi ve bugünkü şikâyetler ortadan kaldırılabilirdi veya en azından asgarî ölçülere indirilebilirdi. Maalesef bunlar yapılamadı ve şikâyetler, had safhaya ulaştı. Bunun ölçüsü de bellidir ve bilinmektedir:
- İşsizlik had safhaya ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
- Gelir dağılım fevkalâde kötüleşmiştir; elinde bir işi olanlar, emekli, dul ve yetimleri, aldıkları ücretlerle geçinemez durumdadırlar.
- Küçük esnaf ve sanatkârlar, küçük tacirler zordadırlar ve orta tabaka, gelecekten ümitlerini kesmiş durumdadır.
- Tarım ve hayvancılık çökmüştür. Türkiye, ihtiyacı olan eti, sütü, deriyi, şekeri, bakliyatı, buğdayı, mısırı, hububatı, yağı üretemez duruma düşmüştür. Yani; gıda maddelerinde dahî dışa bağımlı hale gelmiştir.
- Başta bankacılık ve finas kesimi olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Yabancıların yaptıkları kâr transferleri, gelecek nesillerimizi çok daha zora sokacaktır.
- Türkiye, siyaseten de çok gerilmiştir. Artık, Kürt milliyetçiliğine dayalı ayrılıkçı hareket, açık bir şekilde Hükümete, Devlete ve millete meydan okumaktadır. Bugüne kadar birbirleriyle sorunları olmayan insanlarımız, birbirlerine karşı husûmet besler hale gelmişlerdir.
- İç ve dış borçlarımız, geleceğimizi ipotek altına sokacak derecede artmıştır.
- İthalâta dayalı olarak büyüyen ihracatımız, carî açığımızı büyüterek dışa borçlanmamıza sebep olmuştur.
- Bütçe açıkları önlenemediği için iç borçlarımız büyümüştür.
- Faiz ödemeleri, Türkiye'yi yatırımsız bırakmıştır.
Bu şartlarda merak ediyorum:
Türkiye’yi gerecek ve insanlarımızı zıtlaştıracak ve de daima tartışılacak Anayasa değişikliği, Türkiye’nin ve milletin hangi derdine çare olacaktır? Adâlet reformu ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu Anayasa değişikliğini, Türkiye’nin gündemine niçin getirdiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
18 Nisan 2010 tarihinde, Atv Televizyonu’nda gazetecilerle yaptığınız söyleşinizi dikkatle izledim.
Türkiye’nin çözüm bekleyen sayısız sorunları, zorlukları ve açmazları varken; hiç gereği yokken, ne getireceği ve ne götüreceği kamuoyu tarafından iyi bilinmeyen ve doğru bir şekilde anlatılmadığı takdirde hiçbir zaman öğrenilemeyecek Anayasa değişikliğini Türkiye’nin gündemine taşıyarak, yeni bir tartışma zemininin yaratılmasına sebebiyet vermenizi anlamış değilim. Zîra;
Anayasa, kanunlar, adâlet, parlâmenter sistemde parti iradesi, MİLLÎ İRADE anlamına gelmez ki! Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nde yapılacak yeniden şekillendirme ile Türkiye, demokratikleşecek de değildir. Siyasî partilerden, sivil toplum örgütlerinden alınacak görüşlere itibar edilmezse; bundan, bir uzlaşma da doğmaz. Hele; “Meclis’in gündemine getirilen teklif ve öneriler, önümüze bir bariyer olarak konmaktadır.” ifadesini kullandığınıza göre; getireceğiniz Anayasa değişikliği, halka ne verecektir?
Seçilmiş ve atanmış ayırımı yaptığınıza göre; parlâmenter demokrasilerin vaz geçilmez şartı olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ nasıl işletilecektir? Adâlet, ehliyet, liyâkat ve ahlâk esas alınmadıkça; siyasî irade, ne derece etkili olacaktır ve halk; nasıl sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşacaktır?
Evet; Türkiye’nin, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline gelmesi şarttır ve bunun özlemini, herkes çekmektedir. Zîra; 30 yıldan beri Türkiye, halkı dışlayarak ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî parti liderlerini veya parti genel merkezlerini, ilk ve son söz sahibi yapan azıcık ve göstermelik bir demokrasiyle idare edilmektedir. Bunun zeminini de; antidemokratik Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları hazırlamıştır. Bu çarpık sistemde; parti içi demokrasi yoktur ve halka, yani millî iradeye verilen görev; belirli zamanlarda yapılan seçimlerde, siyasî parti liderlerinin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır. Ki; bu sistemde; Yürütme Organı, Yasama Organı’na egemendir. Ayrıca; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda, Adâlet Bakanı ve Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın etkin biçimde bulunmaları sebebiyle, yargı bağımsızlığı da tam değildir.
Açık ve samimi olarak belirtiyorum:
AKP’yi kurduğunuz zaman bu çarpıklıkların düzeltileceğine, parti içi demokrasinin işletileceğine ve halkın, sistemin içine çekileceğine inanmıştım. Maalesef, bu önemli ve şart olan beklentilerim gerçekleşmedi.
Sayın BAŞBAKAN;
7,5 yıldan beri ülkeyi idare etmektesiniz ve siyasî, iktisadî ve adlî herhangi bir engelle karşılaşmadınız; devlet kadrolarının oluşturulmasında her istediğinizi rahat bir şekilde gerçekleştirdiniz. Hiçbir iktidara nasip olmayan bir medya desteğini de yanınızda buldunuz. Tabir caizse, “Devlet, bir parti devleti haline getirildi” dedirtecek derecede yetkilerinizi, istediğiniz gibi kullandınız. Buna rağmen, ülkeyi iyi idare edemediniz ve yaptığınız konuşmalarınızla daima, halkı zıtlaştırıcı bir tutum sergilediniz. Övünürken ve başkalarını yererken aklı, mantığı ve ilmi dışladınız. 7,5 yıllık iktidarda kalmak az bir zaman dilimi değildir. Böyle bir zaman diliminde; çok şeyler yapılabilirdi ve bugünkü şikâyetler ortadan kaldırılabilirdi veya en azından asgarî ölçülere indirilebilirdi. Maalesef bunlar yapılamadı ve şikâyetler, had safhaya ulaştı. Bunun ölçüsü de bellidir ve bilinmektedir:
- İşsizlik had safhaya ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
- Gelir dağılım fevkalâde kötüleşmiştir; elinde bir işi olanlar, emekli, dul ve yetimleri, aldıkları ücretlerle geçinemez durumdadırlar.
- Küçük esnaf ve sanatkârlar, küçük tacirler zordadırlar ve orta tabaka, gelecekten ümitlerini kesmiş durumdadır.
- Tarım ve hayvancılık çökmüştür. Türkiye, ihtiyacı olan eti, sütü, deriyi, şekeri, bakliyatı, buğdayı, mısırı, hububatı, yağı üretemez duruma düşmüştür. Yani; gıda maddelerinde dahî dışa bağımlı hale gelmiştir.
- Başta bankacılık ve finas kesimi olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Yabancıların yaptıkları kâr transferleri, gelecek nesillerimizi çok daha zora sokacaktır.
- Türkiye, siyaseten de çok gerilmiştir. Artık, Kürt milliyetçiliğine dayalı ayrılıkçı hareket, açık bir şekilde Hükümete, Devlete ve millete meydan okumaktadır. Bugüne kadar birbirleriyle sorunları olmayan insanlarımız, birbirlerine karşı husûmet besler hale gelmişlerdir.
- İç ve dış borçlarımız, geleceğimizi ipotek altına sokacak derecede artmıştır.
- İthalâta dayalı olarak büyüyen ihracatımız, carî açığımızı büyüterek dışa borçlanmamıza sebep olmuştur.
- Bütçe açıkları önlenemediği için iç borçlarımız büyümüştür.
- Faiz ödemeleri, Türkiye'yi yatırımsız bırakmıştır.
Bu şartlarda merak ediyorum:
Türkiye’yi gerecek ve insanlarımızı zıtlaştıracak ve de daima tartışılacak Anayasa değişikliği, Türkiye’nin ve milletin hangi derdine çare olacaktır? Adâlet reformu ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bu Anayasa değişikliğini, Türkiye’nin gündemine niçin getirdiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
14 Nisan 2010 Çarşamba
Teslimiyet mi, parti disiplini mi?
Sayın Fehmi KORU
Yenişafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 14 Nisan 2010
Sayın KORU;
14 Nisan 2010 tarihli ve “İlkeli siyaset, istifayı mı gerektirir?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’den istifa eden Milletvekili Zekâi Özcan’ı konu ettiğiniz yazınızın bir bölümünde;
“İlk bakışta ‘ilkeli’ gelen bir duruş bu; muhtemelen istifasıyla sonuçlanan bu süreçte, milletvekilinin zihnini en fazla o sözcük işgâl etmiştir: ‘İlkelilik…’
Siyaset, genel kabullerin aksine, her öznesine ‘ilkeli olma’ hakkı tanımaz. Sonuçta; siyaset, toplu halde yapılan bir uğraştır ve Meclis’e giden yol, halktan yüklüce oy almayı gerektiren bir partiye mensubiyetten geçer. Parlâmenter demokrasilerde; ister sevelim, ister yerelim, ‘parti disiplini’ diye bir uygulama vardır; milletvekillerinin temel konularda, parti çizgisine uyması beklenir.” ifadelerini kullanmışsınız.
İşte; bu görüşünüze itirazım vardır ve sağlıklı akıl sahibi her kişi de, bu görüşlere itiraz eder. Sebebine gelince:
- Milletvekilliği, kişilerin istek, arzu ve ihtiraslarının tatmin edildiği bir makam değil, milletin dayanağı olan kutsal bir görev makamıdır.
- ‘İlkeli’ davranışın karşıtı, kayıtsız ve şartsız ‘kölelik’ tir.
- Parti disiplini adı altında milletvekillerine uygulanan baskı, ‘diktatörlük” tür.
- Kim tarafından yapılırsa yapılsın; Meclis’in HÜR ve SERBEST iradesine uygulanan her türlü baskı; REJİMİ, demokratik olmaktan çıkarır ve tanınmaz hale getirir.
- Azıcık, çarpık ve liderlerin iradesini hâkim kılan ve halkı sistemin dışına iten göstermelik bir demokrasi, yüce milletimizin karakterine uygun değildir.
- Demokrasi, bir Ahlâk ve fazilet ve de sorgulama sistemidir; keyfîliklere, dayatmalara ve baskılara karşı “Ne hakkın var?” demek, milletvekillerinin vaz geçilmez görevidir.
Bu sebeple; parti disiplininin ne olduğunu, hatır için değil; hak ve hakikate dayanarak açıklamak, anlatmak ve doğru olanı söylemek zorundasınız. Zîra; haksızlığa karşı sesini çıkarmayanlar, haksızlığın güçlenmesine sebep olurlar. Şu gerçeği de, her zaman için hatırlamak zorundasınız: Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Sayın KORU;
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sadece insan sınıfına vermiştir ve bu sebeple; insanları, mükellef (vazifeli) ve sorumlu kılmıştır. İnsanlar, Allah’ın bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. İrade ve hürriyet sıfatlarını, başkalarına ipotek eden veya terk eden insanlar, köleliği kabullenmiş ve yaradılış gayelerine aykırı davranmış olurlar. Dikkat ederseniz Allah, imanı dahi, kişinin iradesine bırakmıştır; cebirle iman, Allah’ın kabul ettiği bir husus değildir.
İşte; bu gerçeği iyi gören, gönülden kabullenen ve icabına uyan Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Bir millet, icabında emîrini (idarecisini) acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de kendisine yönelen acı tenkitlere gereken alâkayı göstermezse; o milletten ve o emîrden hayır gelmez!” sözlerini söyleyerek, aslında bütün insanlık âlemini uyarmıştır. Bu gerçeğe uyulmadığı takdirde; adâletsizlikler yaygınlaşır ve her türlü kanunsuzluklar, meşru nizam haline getirilir. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz;
“Adâlet güzeldir; fakat emîrlerde (idare edenlerde) olursa daha güzel olur. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorundadır. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten hayırlıdır.” diye buyurmuşlardır.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Bir millet ve bir ülke için en büyük tehlike, idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” diye buyurmuşlardır.
Şimdi merek ediyorum:
Bu gerçekler karşısında, PARTİ DİSİPLİNİ adını verdiğiniz teslimiyeti, nereye oturtacaksınız?
Arif bir zât, ne güzel söylemiş:
“Ey Gönül! Sana sen gelmek için az mı dolaştın.
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta (puthanede) hesabet!”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Yenişafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 14 Nisan 2010
Sayın KORU;
14 Nisan 2010 tarihli ve “İlkeli siyaset, istifayı mı gerektirir?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’den istifa eden Milletvekili Zekâi Özcan’ı konu ettiğiniz yazınızın bir bölümünde;
“İlk bakışta ‘ilkeli’ gelen bir duruş bu; muhtemelen istifasıyla sonuçlanan bu süreçte, milletvekilinin zihnini en fazla o sözcük işgâl etmiştir: ‘İlkelilik…’
Siyaset, genel kabullerin aksine, her öznesine ‘ilkeli olma’ hakkı tanımaz. Sonuçta; siyaset, toplu halde yapılan bir uğraştır ve Meclis’e giden yol, halktan yüklüce oy almayı gerektiren bir partiye mensubiyetten geçer. Parlâmenter demokrasilerde; ister sevelim, ister yerelim, ‘parti disiplini’ diye bir uygulama vardır; milletvekillerinin temel konularda, parti çizgisine uyması beklenir.” ifadelerini kullanmışsınız.
İşte; bu görüşünüze itirazım vardır ve sağlıklı akıl sahibi her kişi de, bu görüşlere itiraz eder. Sebebine gelince:
- Milletvekilliği, kişilerin istek, arzu ve ihtiraslarının tatmin edildiği bir makam değil, milletin dayanağı olan kutsal bir görev makamıdır.
- ‘İlkeli’ davranışın karşıtı, kayıtsız ve şartsız ‘kölelik’ tir.
- Parti disiplini adı altında milletvekillerine uygulanan baskı, ‘diktatörlük” tür.
- Kim tarafından yapılırsa yapılsın; Meclis’in HÜR ve SERBEST iradesine uygulanan her türlü baskı; REJİMİ, demokratik olmaktan çıkarır ve tanınmaz hale getirir.
- Azıcık, çarpık ve liderlerin iradesini hâkim kılan ve halkı sistemin dışına iten göstermelik bir demokrasi, yüce milletimizin karakterine uygun değildir.
- Demokrasi, bir Ahlâk ve fazilet ve de sorgulama sistemidir; keyfîliklere, dayatmalara ve baskılara karşı “Ne hakkın var?” demek, milletvekillerinin vaz geçilmez görevidir.
Bu sebeple; parti disiplininin ne olduğunu, hatır için değil; hak ve hakikate dayanarak açıklamak, anlatmak ve doğru olanı söylemek zorundasınız. Zîra; haksızlığa karşı sesini çıkarmayanlar, haksızlığın güçlenmesine sebep olurlar. Şu gerçeği de, her zaman için hatırlamak zorundasınız: Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Sayın KORU;
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sadece insan sınıfına vermiştir ve bu sebeple; insanları, mükellef (vazifeli) ve sorumlu kılmıştır. İnsanlar, Allah’ın bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. İrade ve hürriyet sıfatlarını, başkalarına ipotek eden veya terk eden insanlar, köleliği kabullenmiş ve yaradılış gayelerine aykırı davranmış olurlar. Dikkat ederseniz Allah, imanı dahi, kişinin iradesine bırakmıştır; cebirle iman, Allah’ın kabul ettiği bir husus değildir.
İşte; bu gerçeği iyi gören, gönülden kabullenen ve icabına uyan Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Bir millet, icabında emîrini (idarecisini) acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de kendisine yönelen acı tenkitlere gereken alâkayı göstermezse; o milletten ve o emîrden hayır gelmez!” sözlerini söyleyerek, aslında bütün insanlık âlemini uyarmıştır. Bu gerçeğe uyulmadığı takdirde; adâletsizlikler yaygınlaşır ve her türlü kanunsuzluklar, meşru nizam haline getirilir. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz;
“Adâlet güzeldir; fakat emîrlerde (idare edenlerde) olursa daha güzel olur. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorundadır. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten hayırlıdır.” diye buyurmuşlardır.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Bir millet ve bir ülke için en büyük tehlike, idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” diye buyurmuşlardır.
Şimdi merek ediyorum:
Bu gerçekler karşısında, PARTİ DİSİPLİNİ adını verdiğiniz teslimiyeti, nereye oturtacaksınız?
Arif bir zât, ne güzel söylemiş:
“Ey Gönül! Sana sen gelmek için az mı dolaştın.
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta (puthanede) hesabet!”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
13 Nisan 2010 Salı
Rantlar yükselirse, Refah ortadan kalkar.
Sayın Tevfik BİLGİN
BDDK Başkanı
Ankara 13 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nın, kredi kartı borçlarındaki hızlı artışı ve milyonlarca kredi kartı müşterisinin takipte olması üzerine harekete geçtiğini; ödeme güçlüğü çeken kart müşterilerine yeni limit açılmasını ve nakit çekimini yasaklamayı öngören yeni bir düzenleme hazırlığı yaptığını; bunun için bir yönetmelik hazırladığını ve görüş almak için hazırlanan taslağı, Bankalar Birliği’ne gönderdiğini, gazetelerden okudum.
“Yığınakta yapılan hata, harbin sonuna kadar devam eder” gerçeğine istinaden alınması düşünülen tedbirlerin ve yeni düzenlemelerin, kredi kartı faciasına bir çözüm getirmeyeceğini, getiremeyeceğini belirtmekte bir sakınca görmediğim için bu mektubumu yazdım. Zîra;
Yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden, son 30 yıl zarfında finans ve bankacılık kesimi, reel ekonomiyi dışlayan ve gerçek anlamda bir sermaye piyasasının oluşmasına imkân tanımayan bir politika izlemiştir. Kur-Faiz makasında düzenlenen bu yapı; hem Türkiye’yi ve hem de, milleti zora sokmuştur. Bu modeli ayakta tutanlar, ne yazık ki;
İktisat ilminin temel kuralı olan “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; yüksek oranlı pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki kuralını görmezden gelmişlerdir.
Kredi kartları, bu gerçek tahtında irdelenmediği ve gerekenler yapılmadığı takdirde; bu facia, giderek artacak; hem kart kullananları ve hem de bankaları zora sokacaktır. Zîra; bankalar, bugüne kadar uyguladıkları çok yüksek oranlı pozitif reel faizler sebebiyle, büyük kârlar sağlamışlar ve rantın devam edeceğini zannetmişlerdir. Şöyle ki;
1- Şu anda kredi kartı faizleri, yüzde 2.91’dir. Gecikme faizi, yüzde 3.66’dır. Nakit çekimlerdeki nakit avans ücreti, yüzde 3+2 TL. dir.
Bu durumda; yalnız asgarî ödeme yapabilen kart borçlusu, yıllık yüzde 35-40 oranında faiz ödemektedir.
Nakit çekme durumunda kalan bir kart borçlusu, aylık yüzde 2.91+3= 5.91 ve yıllık, yüzde 75 oranında faiz ödemektedir. Bankaların diğer avantajları da şöyledir:
Kartla satış yapan işletmelerin büyük bir çoğunluğu, tahsilâtlarını hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bu tahsilât için yüzde 3 oranında faiz ödemektedirler. Bu durumda;
Temerrüde düşmemiş ve muntazaman asgarî ödemesini yapan kart sahibinden bankalar, aylık yüzde 2.91+3= 5.91, yıllık yüzde 75 oranında faiz geliri elde etmektedirler.
2-Araştırmayı geriye doğru genişletecek olursak, kart faciasının gerçek boyutu, daha iyi anlaşılır. Şöyle ki:
Bugün döviz kuru, 2001 Eylül ayındaki kura eşittir. Aradaki iniş ve çıkışlar önemsizdir.
2001 yılı enflâsyonu, yüzde 34 oranındadır. Şubat 2001 krizinden itibaren bugüne kadar geçen süre içersinde kredi kartlarına uygulanan faizler, aylık ve yıllık olarak incelenirse; 2007 yılı sonuna kadar kart faizlerinin yüzde yüzleri aştığı tespit edilir.
İşte; ölçüsüz ve keyfî olarak uygulanan bu çok yüksek oranlı reel faizler sebebiyle bankalar, sağlam bir yapıya kavuşmuş bir görüntü vermişlerdir. Elde ettikleri rantın yükü de, geniş halk kitlelerinin sırtına vurulmuştur. Düşük kur, yüksek faiz uygulaması; sıcak paranın Türkiye’yi ve Türk milletini soymasının, ezmesinin ve borca batırmasının kapılarını, ardına kadar açmıştır. Bu uygulama, bankaların elinde çok büyük miktarda kaydî paranın oluşmasına sebep olmuştur. Likit fazlası gibi görünen bu para, kaydî paradır ve bu para, eninde sonunda hem bankaları ve hem de Türkiye’yi zora sokacaktır. İddiam da şudur:
Kredi kartlarına, ticarî kredilere ve kredili mevduat hesaplarına uygulanan çok yüksek oranlı reel faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa; hiç şüphesiz, bankaların blânçoları zarar yazardı. Dikkatli bir inceleme yapılırsa; makul ölçüde hesaplanan faizlere göre, bugün takibe düşmüş 2,5 milyon kart sahibinin, bankalardan alacaklı oldukları gerçeği ortaya çıkar.
Bu sebeple; getirilmesi düşünülen hiçbir tedbir, batık krediler faciasını önleyemeyecektir. Alınacak en tutarlı tedbir, reel ekonominin hizmetine girmiş bir bankacılık sisteminin kurulmasıdır. Ki; bugünkü şartlarda ve yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarıyla bu, imkânsızdır. 1980 öncesi bankacılık sistemimiz, reel ekonominin hizmetindeydi ve gerçek anlamda sermaye piyasasının oluşmasına yardımcı olmuştu. 1980 öncesi gecelik faizler, kısa süreli vadeli mevduat hesapları yoktu. En düşük vade, 3 aylıktı. O dönemde, ipotek karşılığı kredi verilmiyordu. Banka kredileri tüketim amaçlı kullandırılmıyordu ve sanayici, tüccar, esnaf ve sanatkâr, tarım ve hayvancılık, belirlenen kurallar çerçevesinde destekleniyordu. Yani; banka kredileri, RANTA dönük değildi; hem banka yöneticileri ve hem de ülkeyi idare edenler, “RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR:” gerçeğini biliyorlardı ve bunun icabına uyuyorlardı.
Sözlerimi, gerçek ve ünlü bir iktisatçı olan Joan Robinson’un, şu ünlü sözüyle tamamlamak istiyorum:
“İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
BDDK Başkanı
Ankara 13 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nın, kredi kartı borçlarındaki hızlı artışı ve milyonlarca kredi kartı müşterisinin takipte olması üzerine harekete geçtiğini; ödeme güçlüğü çeken kart müşterilerine yeni limit açılmasını ve nakit çekimini yasaklamayı öngören yeni bir düzenleme hazırlığı yaptığını; bunun için bir yönetmelik hazırladığını ve görüş almak için hazırlanan taslağı, Bankalar Birliği’ne gönderdiğini, gazetelerden okudum.
“Yığınakta yapılan hata, harbin sonuna kadar devam eder” gerçeğine istinaden alınması düşünülen tedbirlerin ve yeni düzenlemelerin, kredi kartı faciasına bir çözüm getirmeyeceğini, getiremeyeceğini belirtmekte bir sakınca görmediğim için bu mektubumu yazdım. Zîra;
Yanlış ekonomi ve para politikaları yüzünden, son 30 yıl zarfında finans ve bankacılık kesimi, reel ekonomiyi dışlayan ve gerçek anlamda bir sermaye piyasasının oluşmasına imkân tanımayan bir politika izlemiştir. Kur-Faiz makasında düzenlenen bu yapı; hem Türkiye’yi ve hem de, milleti zora sokmuştur. Bu modeli ayakta tutanlar, ne yazık ki;
İktisat ilminin temel kuralı olan “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde; yüksek oranlı pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki kuralını görmezden gelmişlerdir.
Kredi kartları, bu gerçek tahtında irdelenmediği ve gerekenler yapılmadığı takdirde; bu facia, giderek artacak; hem kart kullananları ve hem de bankaları zora sokacaktır. Zîra; bankalar, bugüne kadar uyguladıkları çok yüksek oranlı pozitif reel faizler sebebiyle, büyük kârlar sağlamışlar ve rantın devam edeceğini zannetmişlerdir. Şöyle ki;
1- Şu anda kredi kartı faizleri, yüzde 2.91’dir. Gecikme faizi, yüzde 3.66’dır. Nakit çekimlerdeki nakit avans ücreti, yüzde 3+2 TL. dir.
Bu durumda; yalnız asgarî ödeme yapabilen kart borçlusu, yıllık yüzde 35-40 oranında faiz ödemektedir.
Nakit çekme durumunda kalan bir kart borçlusu, aylık yüzde 2.91+3= 5.91 ve yıllık, yüzde 75 oranında faiz ödemektedir. Bankaların diğer avantajları da şöyledir:
Kartla satış yapan işletmelerin büyük bir çoğunluğu, tahsilâtlarını hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bu tahsilât için yüzde 3 oranında faiz ödemektedirler. Bu durumda;
Temerrüde düşmemiş ve muntazaman asgarî ödemesini yapan kart sahibinden bankalar, aylık yüzde 2.91+3= 5.91, yıllık yüzde 75 oranında faiz geliri elde etmektedirler.
2-Araştırmayı geriye doğru genişletecek olursak, kart faciasının gerçek boyutu, daha iyi anlaşılır. Şöyle ki:
Bugün döviz kuru, 2001 Eylül ayındaki kura eşittir. Aradaki iniş ve çıkışlar önemsizdir.
2001 yılı enflâsyonu, yüzde 34 oranındadır. Şubat 2001 krizinden itibaren bugüne kadar geçen süre içersinde kredi kartlarına uygulanan faizler, aylık ve yıllık olarak incelenirse; 2007 yılı sonuna kadar kart faizlerinin yüzde yüzleri aştığı tespit edilir.
İşte; ölçüsüz ve keyfî olarak uygulanan bu çok yüksek oranlı reel faizler sebebiyle bankalar, sağlam bir yapıya kavuşmuş bir görüntü vermişlerdir. Elde ettikleri rantın yükü de, geniş halk kitlelerinin sırtına vurulmuştur. Düşük kur, yüksek faiz uygulaması; sıcak paranın Türkiye’yi ve Türk milletini soymasının, ezmesinin ve borca batırmasının kapılarını, ardına kadar açmıştır. Bu uygulama, bankaların elinde çok büyük miktarda kaydî paranın oluşmasına sebep olmuştur. Likit fazlası gibi görünen bu para, kaydî paradır ve bu para, eninde sonunda hem bankaları ve hem de Türkiye’yi zora sokacaktır. İddiam da şudur:
Kredi kartlarına, ticarî kredilere ve kredili mevduat hesaplarına uygulanan çok yüksek oranlı reel faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa; hiç şüphesiz, bankaların blânçoları zarar yazardı. Dikkatli bir inceleme yapılırsa; makul ölçüde hesaplanan faizlere göre, bugün takibe düşmüş 2,5 milyon kart sahibinin, bankalardan alacaklı oldukları gerçeği ortaya çıkar.
Bu sebeple; getirilmesi düşünülen hiçbir tedbir, batık krediler faciasını önleyemeyecektir. Alınacak en tutarlı tedbir, reel ekonominin hizmetine girmiş bir bankacılık sisteminin kurulmasıdır. Ki; bugünkü şartlarda ve yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarıyla bu, imkânsızdır. 1980 öncesi bankacılık sistemimiz, reel ekonominin hizmetindeydi ve gerçek anlamda sermaye piyasasının oluşmasına yardımcı olmuştu. 1980 öncesi gecelik faizler, kısa süreli vadeli mevduat hesapları yoktu. En düşük vade, 3 aylıktı. O dönemde, ipotek karşılığı kredi verilmiyordu. Banka kredileri tüketim amaçlı kullandırılmıyordu ve sanayici, tüccar, esnaf ve sanatkâr, tarım ve hayvancılık, belirlenen kurallar çerçevesinde destekleniyordu. Yani; banka kredileri, RANTA dönük değildi; hem banka yöneticileri ve hem de ülkeyi idare edenler, “RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR:” gerçeğini biliyorlardı ve bunun icabına uyuyorlardı.
Sözlerimi, gerçek ve ünlü bir iktisatçı olan Joan Robinson’un, şu ünlü sözüyle tamamlamak istiyorum:
“İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
12 Nisan 2010 Pazartesi
Aldanmak ve aldatmak gaflettir.
Sayın Âdem Yavuz ARSLAN
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 12 Nisan 2010
Sayın ARSLAN;
12 Nisan 2010 tarihli ve “EMASYA gerçekten kalktı mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Aylardır Taraf’ın gündeme getirdiği BALYOZ DARBE PLÂNI’NI konuşuyoruz. İddialar, yenir, yutulur cinsten olmadığı için de, tartışılması bir bakıma normal.” demeniz, hiç de şaşırtıcı değildir. Zîra; ülkenin gerçek meseleleriyle ilgilenmeyi unutup, iktidara destek vermek için yanıp, tutuşanların; siyasî amaçları doğrultusunda hareket ederek itham, isnat, dedikodu, iftira ve varsayımların dışında hareket etmeleri mümkün değildir.
Sizin için önemli olan; EMASYA PROTOKOLÜ, ORDU ve YARGI ile uğraşmak ve halkı, benimsediğiniz, hizmete hazır olduğunuz aidiyetinize göre yanlış bilgilendirmek, yanlış istikamete yönlendirmek ve şartlandırmaktır. Ülkenin yanlış, kötü ve kayfî idaresi, ilgi alanınızda değildir.
İşsizliğin yaygınlaşması, ülkenin ve milletin borç batağına saplanmış olması, özelleştirme adı altında Türkiye’nin önemli iktisadî varlıklarının yabancılara ikram edilmesi, tarım ve hayvancılığın çökmesi, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistemin oluşması, sizi hiç ilgilendirmediği için; halkı oyalayacak ve gerçeklerin üstünü örtecek konuları bulmak zorundasınız. Aslında; konu bulmanız için zorlanmanıza da gerek yoktur. Zîra; Taraf Gazetesi, ilgi duyacağınız konuları, hazır bir şekilde önünüze koymaktadır.
Bu sözlerime alınmamalısınız. Zîra; yazdığınız köşe, aslında sizin değil, okuyucularınızın köşesidir. Siz yazdıkça da, bazı okuyucularınızın tepkisi, eleştirisi ve ikazı olması, gayet normaldir ve de şarttır. Çünkü; Âdem Yavuz Arslan olarak, 72 milyonluk kitle içinde tek bir kişisiniz; fikirlerinizi, görüşlerinizi herkesin doğru kabul edip, benimseyeceğini düşünemezsiniz.
Bir anlamda kamu göreviyle mükellef olduğunuza göre, bazı hususları hatırlatmak zorundayım:
1- Gerçek demokrasi, bir AHLÂK ve FAZİLET sistemidir ve bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzıdır. Demokrasilerde halkın, hem söz ve hem de denetleme hakkı vardır. Ülkeyi idare edenlere icabında, “Ne hakkın var?” demesini başaramayan ve idare edenleri denetleyemeyen kişiler, demokrasiye ihanet etmiş olurlar. Zaten yüce ve evrensel İslâm Dini’nin emri de budur. Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Adâlet ve zulüm meselelerinde hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbîdir. Fertleri âdil olan milletlerin hükümetleri âdil, fertleri zalim olan milletlerin hükümetleri zalim olur.” diye buyurmuşlardır. Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün, yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece, benim peşimden geliniz. Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman, benim peşimden gelirseniz, Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz. Ve şu hususa çok dikkat ediniz:
Bir millet, icabında idarecilerini acı, acı tenkit edip, hesap sormazsa ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.” sözlerini söylemiştir.
2- Yine Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Bir işte liyâkatı olmadığı halde iltimasla bir işe tayin edilen adama, lânet olsun.” diye buyurmuşlardır ve sözlerini; “Bir millet, icabında küfürle devam edebilir. Ama, zulümle asla devam edemez. Âdil olan kâfirler, zalim olan mü’minlerden hayırlıdır.” sözleriyle tamamlamışlardır. Bu gerçeğe göre hareket eden Hz. Ebu Bekir, valilere ve kumandanlara;
“Sizin namınıza en kuvvetli endişeye düştüğüm şey; akrabalarınızı, başkalarına tercih ederek onlara iş vermenizdir.” derdi.
3- Enfal Suresi’nin 46.cı âyetinin meali şöyledir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
4- GANDİ, ilkesiz siyaseti, emeksiz zenginliği, vicdansız hazzı, niteliksiz bilgiyi, ahlâksız ticareti, insaniyetsiz bilimi, özverisiz ibadeti, ÖLÜMCÜL 7 SOSYAL BÜYÜK GÜNAH olarak saymıştır.
Sayın ARSLAN;
Belki, bu mektubumu niçin yazdığımı merak edersiniz diye, bir açıklamada bulunmak istiyorum:
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmeyen ve ÖZEL YETKİLİ SAVCILARLA ve ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERCE yürütülen davaları dayanarak, devamlı surette kişi ve kurumları itham edici yazılar yamaktasınız. Henüz daha mahkemelerce kesin hüküm kurulmamışken; itham, isnat, tertip ve dedikodulara dayalı iddiaları, kesinleşmiş kararmış gibi sunarak yayın yapmak, hem evrensel hukuka ve hem de İlâhî hukuka aykırıdır. Bu bakımdan; bugünkü yazılarınız dâhil, geçmiş bütün yazılarınızı gözden geçirip, mektubumda bahsettiğim gerçeklere uyup, uymadıklarını kontrol edersiniz diye bu mektubumu yazdım. Zîra; siyasî taraflı yazılarınızı okumaktan, bana gına geldi. “Gına geldiyse, okumayınız!” diyebilirsiniz. Bu tavsiye, benim için bir kıymet ifade etmez; kimin neyi, nasıl ve niçin yaptığını anlamak ve bilmek ve de günlüğüme not ederek gelecek nesillere aktarmak, önde gelen hakkımdır ve birinci derecede vatandaşlık vazifemdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 12 Nisan 2010
Sayın ARSLAN;
12 Nisan 2010 tarihli ve “EMASYA gerçekten kalktı mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Aylardır Taraf’ın gündeme getirdiği BALYOZ DARBE PLÂNI’NI konuşuyoruz. İddialar, yenir, yutulur cinsten olmadığı için de, tartışılması bir bakıma normal.” demeniz, hiç de şaşırtıcı değildir. Zîra; ülkenin gerçek meseleleriyle ilgilenmeyi unutup, iktidara destek vermek için yanıp, tutuşanların; siyasî amaçları doğrultusunda hareket ederek itham, isnat, dedikodu, iftira ve varsayımların dışında hareket etmeleri mümkün değildir.
Sizin için önemli olan; EMASYA PROTOKOLÜ, ORDU ve YARGI ile uğraşmak ve halkı, benimsediğiniz, hizmete hazır olduğunuz aidiyetinize göre yanlış bilgilendirmek, yanlış istikamete yönlendirmek ve şartlandırmaktır. Ülkenin yanlış, kötü ve kayfî idaresi, ilgi alanınızda değildir.
İşsizliğin yaygınlaşması, ülkenin ve milletin borç batağına saplanmış olması, özelleştirme adı altında Türkiye’nin önemli iktisadî varlıklarının yabancılara ikram edilmesi, tarım ve hayvancılığın çökmesi, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistemin oluşması, sizi hiç ilgilendirmediği için; halkı oyalayacak ve gerçeklerin üstünü örtecek konuları bulmak zorundasınız. Aslında; konu bulmanız için zorlanmanıza da gerek yoktur. Zîra; Taraf Gazetesi, ilgi duyacağınız konuları, hazır bir şekilde önünüze koymaktadır.
Bu sözlerime alınmamalısınız. Zîra; yazdığınız köşe, aslında sizin değil, okuyucularınızın köşesidir. Siz yazdıkça da, bazı okuyucularınızın tepkisi, eleştirisi ve ikazı olması, gayet normaldir ve de şarttır. Çünkü; Âdem Yavuz Arslan olarak, 72 milyonluk kitle içinde tek bir kişisiniz; fikirlerinizi, görüşlerinizi herkesin doğru kabul edip, benimseyeceğini düşünemezsiniz.
Bir anlamda kamu göreviyle mükellef olduğunuza göre, bazı hususları hatırlatmak zorundayım:
1- Gerçek demokrasi, bir AHLÂK ve FAZİLET sistemidir ve bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzıdır. Demokrasilerde halkın, hem söz ve hem de denetleme hakkı vardır. Ülkeyi idare edenlere icabında, “Ne hakkın var?” demesini başaramayan ve idare edenleri denetleyemeyen kişiler, demokrasiye ihanet etmiş olurlar. Zaten yüce ve evrensel İslâm Dini’nin emri de budur. Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Adâlet ve zulüm meselelerinde hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbîdir. Fertleri âdil olan milletlerin hükümetleri âdil, fertleri zalim olan milletlerin hükümetleri zalim olur.” diye buyurmuşlardır. Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiği gün, yaptığı konuşmasının bir bölümünde;
“Hak ve hakikat peşinde koştuğum sürece, benim peşimden geliniz. Hak ve hakikatten ayrıldığım zaman, benim peşimden gelirseniz, Allah indinde, siz de sorumlu olursunuz. Ve şu hususa çok dikkat ediniz:
Bir millet, icabında idarecilerini acı, acı tenkit edip, hesap sormazsa ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.” sözlerini söylemiştir.
2- Yine Hz. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde;
“Bir işte liyâkatı olmadığı halde iltimasla bir işe tayin edilen adama, lânet olsun.” diye buyurmuşlardır ve sözlerini; “Bir millet, icabında küfürle devam edebilir. Ama, zulümle asla devam edemez. Âdil olan kâfirler, zalim olan mü’minlerden hayırlıdır.” sözleriyle tamamlamışlardır. Bu gerçeğe göre hareket eden Hz. Ebu Bekir, valilere ve kumandanlara;
“Sizin namınıza en kuvvetli endişeye düştüğüm şey; akrabalarınızı, başkalarına tercih ederek onlara iş vermenizdir.” derdi.
3- Enfal Suresi’nin 46.cı âyetinin meali şöyledir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
4- GANDİ, ilkesiz siyaseti, emeksiz zenginliği, vicdansız hazzı, niteliksiz bilgiyi, ahlâksız ticareti, insaniyetsiz bilimi, özverisiz ibadeti, ÖLÜMCÜL 7 SOSYAL BÜYÜK GÜNAH olarak saymıştır.
Sayın ARSLAN;
Belki, bu mektubumu niçin yazdığımı merak edersiniz diye, bir açıklamada bulunmak istiyorum:
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmeyen ve ÖZEL YETKİLİ SAVCILARLA ve ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERCE yürütülen davaları dayanarak, devamlı surette kişi ve kurumları itham edici yazılar yamaktasınız. Henüz daha mahkemelerce kesin hüküm kurulmamışken; itham, isnat, tertip ve dedikodulara dayalı iddiaları, kesinleşmiş kararmış gibi sunarak yayın yapmak, hem evrensel hukuka ve hem de İlâhî hukuka aykırıdır. Bu bakımdan; bugünkü yazılarınız dâhil, geçmiş bütün yazılarınızı gözden geçirip, mektubumda bahsettiğim gerçeklere uyup, uymadıklarını kontrol edersiniz diye bu mektubumu yazdım. Zîra; siyasî taraflı yazılarınızı okumaktan, bana gına geldi. “Gına geldiyse, okumayınız!” diyebilirsiniz. Bu tavsiye, benim için bir kıymet ifade etmez; kimin neyi, nasıl ve niçin yaptığını anlamak ve bilmek ve de günlüğüme not ederek gelecek nesillere aktarmak, önde gelen hakkımdır ve birinci derecede vatandaşlık vazifemdir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
11 Nisan 2010 Pazar
Yalanın ölçüsü nedir?
Sayın Gülây GÖKTÜRK
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 11 Nisan 2010
Sayın GÖKTÜRK;
11 Nisan 2010 tarihli ve “Yalanlarla yaşamak istemiyorsak” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın en tutarlı bölümü olan son paragrafında;
“Yalancıya yalancı, yiyiciye yiyici, beceriksize beceriksiz, despota despot diyebildiğimiz ve hesabını sorabildiğimiz gün, yalancılık da, yiyicilik de, beceriksizlikler de, despotluk da azalmış olacak. Ve bu ülkenin vatandaşlarıyla devletin kurumları arasında var olan yalanlarla zehirlenmiş, güvene değil korkuya dayalı sakat ilişki de ancak o zaman sağlıklı bir zemine oturacak” ifadelerini kullanmışsınız.
Şimdi merak ediyorum:
Geerçek bir demokrasinin hem teminatı ve hem de var oluş sebebi olan medyamız; bugüne kadar yalancıya “yalancı”, yiyiciye “yiyici”, beceriksize “beceriksiz”, despota “despot” diyebilmiş ve hesap sorabilmiş midir?
Bir gerçeği daha bilmenizde fayda vardır ve o da, şudur:
Yalancılık, sadece kapalı toplumlara münhasır bir çirkinlik değildir. Ahlâkı, fazileti, hak ve hakikati, adâleti ve hukuku, ilmi, mantğı ve aklı dışlamış bütün toplumların, iflâh olmaz hastalığıdır. Hele bir toplumda;
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık etmeyi kabullenmişlerse,
Toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelmişse,
Paranın üstündeki yazı, bütün değerlerin ve hedeflerin önüne geçmişse,
Toplumun fertleri, nerede “EVET!” ve nerede “Hayır!” denileceğini bilemez hale düşmüşse; YALANCILIK, o toplumun müşterek özelliği haline gelir ve toplumu etkileyecek, yönlendirecek, bilgilendirecek konumda olanlar, YALANCILIĞI ŞEREF KABUL EDEREK, idare edenlerin veya servet sahibi olanların hatırları için, günahların EN BÜYÜĞÜNÜ işlerler ve toplumu uyuturlar.
Tarih, böylesine TUZAKLARA düşmüş milletlerin ACI SONLARINI belgeleyen İBRET LEVHALARI ile doludur. En önemli örnek de, bütün kutsal kitaplarda bahsi geçen Mısır Hükümdarı FİRAVUN’DUR:
- Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
- Göz kamaştırıcı bir SERVET,
- Emrindeki KUVVETLİ BİR ORDU,
- Etrafında, “Sen, bizim Rabbimizsin!” diye tapan bir sürü İNSAN; FİRAVUN’U, FİRAVUN yapmıştır.
Bir gerçek de, şudur:
Yalan, bütün kötülüklerin annesidir. Her kötülük, YALAN TEZGÂHINDA dokunduktan sonar hayata geçirilir. Bu sebeple de; neyin yalan olduğunu ve neyin doğru olduğunu, ancak ve ancak AHLÂK ve VİCDAN sahibi olanlara ayırabilir. Hislerine yenik düşerek fitne, fesat, dedikodu, tertip, isnat ve iftiraları doğru Kabul edenler veya bir çıkar peşinde koşanlar, halkı aldatırlar ve YALANLARI doğru Kabul ettirmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu hale düşmüş toplumlarda, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşur ve ülkenin idaresi yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer; yalancılar, hırsızlar ve ahlâksızlar milletlerin kaderlerine hükmeder hale gelirler. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz;
“Yalanla iman bir kalpte barınmaz ve yalancıların dini olmaz!” diye buyurmuşlardır.
Sayın GÖKTÜRK;
Bugün ülkemizde, fevklâde önemli ve moralleri bozocu ve hatta toplumu kamplara ayırıştırıcı olaylar cereyan etmektedir. Bilgilendirilmediği için milletin efkârı da adamakıllı karışmıştır ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğu da bilinmez hale gelmiştir. Fertler, siyasî mensubiyetine göre karar verme durumunda bırakılmıştır. Medya mensupları da aynı durumdadır; doğru söyleyenlerin sesleri, hatır için günah işleyen veya siyasî amaçlı hareket eden YALANCILAR tarafından bastırılmıştır. Bu sebeple; yalanın ortadan kaldırılmasını isteyen herkes, kendisini sorgulamalı ve hangi çizgide yürüdüğünü anlamaya çalışmalıdır. Aksi halde;
DEVLETİN VE MİLLETİN DİRLİK VE DÜZENLİĞİ, BİR DAHA DÜZELTİLEMEYECEK DERECEDE BOZULUR VE TÜRKİYE, GERÇEK HEDEFLARİNDEN UZAKLAŞIR VE DE, GELECEK NESİLLERİN İSTİKBALLERİ DE KARARTILMIŞ OLUR.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Bugün Gazetesi Yazarı
İstanbul 11 Nisan 2010
Sayın GÖKTÜRK;
11 Nisan 2010 tarihli ve “Yalanlarla yaşamak istemiyorsak” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın en tutarlı bölümü olan son paragrafında;
“Yalancıya yalancı, yiyiciye yiyici, beceriksize beceriksiz, despota despot diyebildiğimiz ve hesabını sorabildiğimiz gün, yalancılık da, yiyicilik de, beceriksizlikler de, despotluk da azalmış olacak. Ve bu ülkenin vatandaşlarıyla devletin kurumları arasında var olan yalanlarla zehirlenmiş, güvene değil korkuya dayalı sakat ilişki de ancak o zaman sağlıklı bir zemine oturacak” ifadelerini kullanmışsınız.
Şimdi merak ediyorum:
Geerçek bir demokrasinin hem teminatı ve hem de var oluş sebebi olan medyamız; bugüne kadar yalancıya “yalancı”, yiyiciye “yiyici”, beceriksize “beceriksiz”, despota “despot” diyebilmiş ve hesap sorabilmiş midir?
Bir gerçeği daha bilmenizde fayda vardır ve o da, şudur:
Yalancılık, sadece kapalı toplumlara münhasır bir çirkinlik değildir. Ahlâkı, fazileti, hak ve hakikati, adâleti ve hukuku, ilmi, mantğı ve aklı dışlamış bütün toplumların, iflâh olmaz hastalığıdır. Hele bir toplumda;
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık etmeyi kabullenmişlerse,
Toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelmişse,
Paranın üstündeki yazı, bütün değerlerin ve hedeflerin önüne geçmişse,
Toplumun fertleri, nerede “EVET!” ve nerede “Hayır!” denileceğini bilemez hale düşmüşse; YALANCILIK, o toplumun müşterek özelliği haline gelir ve toplumu etkileyecek, yönlendirecek, bilgilendirecek konumda olanlar, YALANCILIĞI ŞEREF KABUL EDEREK, idare edenlerin veya servet sahibi olanların hatırları için, günahların EN BÜYÜĞÜNÜ işlerler ve toplumu uyuturlar.
Tarih, böylesine TUZAKLARA düşmüş milletlerin ACI SONLARINI belgeleyen İBRET LEVHALARI ile doludur. En önemli örnek de, bütün kutsal kitaplarda bahsi geçen Mısır Hükümdarı FİRAVUN’DUR:
- Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
- Göz kamaştırıcı bir SERVET,
- Emrindeki KUVVETLİ BİR ORDU,
- Etrafında, “Sen, bizim Rabbimizsin!” diye tapan bir sürü İNSAN; FİRAVUN’U, FİRAVUN yapmıştır.
Bir gerçek de, şudur:
Yalan, bütün kötülüklerin annesidir. Her kötülük, YALAN TEZGÂHINDA dokunduktan sonar hayata geçirilir. Bu sebeple de; neyin yalan olduğunu ve neyin doğru olduğunu, ancak ve ancak AHLÂK ve VİCDAN sahibi olanlara ayırabilir. Hislerine yenik düşerek fitne, fesat, dedikodu, tertip, isnat ve iftiraları doğru Kabul edenler veya bir çıkar peşinde koşanlar, halkı aldatırlar ve YALANLARI doğru Kabul ettirmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu hale düşmüş toplumlarda, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşur ve ülkenin idaresi yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer; yalancılar, hırsızlar ve ahlâksızlar milletlerin kaderlerine hükmeder hale gelirler. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz;
“Yalanla iman bir kalpte barınmaz ve yalancıların dini olmaz!” diye buyurmuşlardır.
Sayın GÖKTÜRK;
Bugün ülkemizde, fevklâde önemli ve moralleri bozocu ve hatta toplumu kamplara ayırıştırıcı olaylar cereyan etmektedir. Bilgilendirilmediği için milletin efkârı da adamakıllı karışmıştır ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğu da bilinmez hale gelmiştir. Fertler, siyasî mensubiyetine göre karar verme durumunda bırakılmıştır. Medya mensupları da aynı durumdadır; doğru söyleyenlerin sesleri, hatır için günah işleyen veya siyasî amaçlı hareket eden YALANCILAR tarafından bastırılmıştır. Bu sebeple; yalanın ortadan kaldırılmasını isteyen herkes, kendisini sorgulamalı ve hangi çizgide yürüdüğünü anlamaya çalışmalıdır. Aksi halde;
DEVLETİN VE MİLLETİN DİRLİK VE DÜZENLİĞİ, BİR DAHA DÜZELTİLEMEYECEK DERECEDE BOZULUR VE TÜRKİYE, GERÇEK HEDEFLARİNDEN UZAKLAŞIR VE DE, GELECEK NESİLLERİN İSTİKBALLERİ DE KARARTILMIŞ OLUR.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
9 Nisan 2010 Cuma
Gaflet ve ihanet aynı kapıya çıkar.
Şamil TAYYAR
Star Gazetesi Yazarı
İstanbul 9 Nisan 2010
Sayın TAYYAR;
9 Nisan 2010 tarihli ve “AYTAÇ PAŞA’YA BAK” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Merak ediyorum:
Kendinizi çok akıllı mı zannediyorsunuz? Yoksa; Türkiye’ye BÜYÜK TUZAK kuranların dolduruşuna gelerek, FİGÜRANLIK mı yapıyorsunuz? Bu soruları haklı olarak soruyorum. Zîra;
3-4 yıldan beri, “Yandaş” ve “Cemaat” medyası olarak adlandırılan yayın kuruluşları; ülkenin çözüm bekleyen onlarca meselesi varken, her şeyi bir tarafa bırakarak, TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ hedef seçmiştir. Henüz daha ne olduğu, kimler tarafından hazırlanıp bazı kişilere servis edildiği bilinmeyen bilgi, iddia, belge, isnat, iftira ve ithamlarla Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bazı mensupları hakkında, ÖZEL YETKİLİ SAVCILAR VE MAHKEMELER tarafından bir yargı süreci başlatılmıştır. İsnat edilen suç da, bir ASKERÎ DARBEDİR.
İlk adım, ERGENEKON adı yapıştırılan bir dava sürecinin başlatılmasıyla atılmıştır. Aradan iki yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen; bu dava hakkında net bir ipucuna da ulaşılamamıştır ve bu davanın ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı da bilinmemektedir. Bilinen ise; tutuklamaların, CEZAYA DÖNÜŞMÜŞ olmasıdır. Üstelik; bu süreçte, EVRENSEL HUKUK KURALLARI da İHLÂL edilmiştir. İşte; en basit örnek:
HUKUK BİLİNCİNE ulaşmış MEDENİ bir ülkede hiç kimse, hâkimlerin yerine geçerek hüküm kurmaması gerekirken; iktidar yanlısı görüntü veren ve kanaat uyandıran yazılı ve görsel medya kuruluşları, sanki bir merkezden emir alırcasına, henüz daha yargı safhasında olan ve nasıl neticeleneceği belli olmayan davalar hakkında KESİN HÜKÜM kurmaktadırlar. Yani; büyük bir suç işlemektedirler. Basın Yasası’nın 19.cu, Türk Ceza Yasası’nın 288.ci maddeleri, bu davranışları kesin suç kabul etmektedir. Dosyayı incelemeden hiç kimse konuşamaz, değerlendirmede bulunamaz. İncelese dahî bunu yapamaz. Zîra, yetki tekeli, hâkimlerindir.
Bu hukukî gerçek ortadayken ve bilinirken; başta siz olmak üzere, yandaş medya etiketi yapıştırılan medya mensuplarının tamamı, kimler tarafından servis edildiği kamuoyunca iyi bilinmeyen ve ancak sizlerin bildiği birtakım bilgi ve belgelere dayanarak, müşterek bir hedefe yönelmektesiniz ve ilgili kanunları ihlâl etmektesiniz. Yani; haddinizi aşarak, dışarıdan gazel okumaktasınız. Ne gariptir ki; işlenen bu büyük suça, savcılar ve adâlet Bakanlığı sessiz kalmaktadır.
Sayın TAYYAR;
Asker, 30 yıldan beri kışlasındadır ve bir darbe niyetinde değildir. Zîra; geçmişte yaşanan darbe ortamlarını, kimler tarafından ve hangi hedefe yönelik olarak yaratıldığını gayet iyi bilmektedirler ve Türkiye’yi, bölgeyi ve dünyayı gayet iyi izlemektedirler. Bugün yaşadığımız olayları da, bir darbe ortamının yaratılması için çalışanların yarattığını görerek, sessiz ve sabırlı davranmaktadırlar. Bir darbe vukuunda, Türkiye’nin nelere maruz kalacağını ve nasıl bir bedel ödeyeceğini, peşinen görmektedirler. Daha açık ifade edeyim:
ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL, Türkiye’de bir ASKERÎ DARBENİN meydana gelmesini istemektedir ve bunun için elinden geleni yapmaktadır. Şayet bir darbe vukua gelirse; Türkiye’de iç çatışmaların başlayacağını ve Türkiye’nin bölüneceğini hesaplamaktadırlar. Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin hedefi de budur. Bu ülkeler, hedef projeleri için Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni engel olarak görmektedirler. Açık ifadeyle bugün askerler, siyasî görüşlerine veya çıkarlarına köle olmuş; milliyetçiliği (millî değerler) SUÇ, vatana ve millete hizmet etmeyi APTALLIK kabul eden liberal ve demokrat görüntülü aydınlardan çok daha fazla demokrattırlar.
Zaten; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyan; tarih ve coğrafya bilen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaran ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayan herkes, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görür. Hele; Doğu’da ve Güneydoğu’da “TC. Kürdistan’dan defol” sloganlarının atıldığı, “Operasyonlar durdurulmazsa, tankların önüne çıkarız” sözlerinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okurcasına söylendiği bir dönemde, gerçekleri göremeyenler, en azından büyük bir gaflet içersindedirler.
Merak ediyorum:
Asûde kaldığınız zaman kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman susmayan ve adına VİCDAN denilen Mânevî varlığınıza danışarak, gelişen bu gayr-i tabiî olayları irdelediğiniz oldu mu?
Cevap verirseniz, gerçekten memnun olurum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Star Gazetesi Yazarı
İstanbul 9 Nisan 2010
Sayın TAYYAR;
9 Nisan 2010 tarihli ve “AYTAÇ PAŞA’YA BAK” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Merak ediyorum:
Kendinizi çok akıllı mı zannediyorsunuz? Yoksa; Türkiye’ye BÜYÜK TUZAK kuranların dolduruşuna gelerek, FİGÜRANLIK mı yapıyorsunuz? Bu soruları haklı olarak soruyorum. Zîra;
3-4 yıldan beri, “Yandaş” ve “Cemaat” medyası olarak adlandırılan yayın kuruluşları; ülkenin çözüm bekleyen onlarca meselesi varken, her şeyi bir tarafa bırakarak, TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ hedef seçmiştir. Henüz daha ne olduğu, kimler tarafından hazırlanıp bazı kişilere servis edildiği bilinmeyen bilgi, iddia, belge, isnat, iftira ve ithamlarla Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bazı mensupları hakkında, ÖZEL YETKİLİ SAVCILAR VE MAHKEMELER tarafından bir yargı süreci başlatılmıştır. İsnat edilen suç da, bir ASKERÎ DARBEDİR.
İlk adım, ERGENEKON adı yapıştırılan bir dava sürecinin başlatılmasıyla atılmıştır. Aradan iki yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen; bu dava hakkında net bir ipucuna da ulaşılamamıştır ve bu davanın ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı da bilinmemektedir. Bilinen ise; tutuklamaların, CEZAYA DÖNÜŞMÜŞ olmasıdır. Üstelik; bu süreçte, EVRENSEL HUKUK KURALLARI da İHLÂL edilmiştir. İşte; en basit örnek:
HUKUK BİLİNCİNE ulaşmış MEDENİ bir ülkede hiç kimse, hâkimlerin yerine geçerek hüküm kurmaması gerekirken; iktidar yanlısı görüntü veren ve kanaat uyandıran yazılı ve görsel medya kuruluşları, sanki bir merkezden emir alırcasına, henüz daha yargı safhasında olan ve nasıl neticeleneceği belli olmayan davalar hakkında KESİN HÜKÜM kurmaktadırlar. Yani; büyük bir suç işlemektedirler. Basın Yasası’nın 19.cu, Türk Ceza Yasası’nın 288.ci maddeleri, bu davranışları kesin suç kabul etmektedir. Dosyayı incelemeden hiç kimse konuşamaz, değerlendirmede bulunamaz. İncelese dahî bunu yapamaz. Zîra, yetki tekeli, hâkimlerindir.
Bu hukukî gerçek ortadayken ve bilinirken; başta siz olmak üzere, yandaş medya etiketi yapıştırılan medya mensuplarının tamamı, kimler tarafından servis edildiği kamuoyunca iyi bilinmeyen ve ancak sizlerin bildiği birtakım bilgi ve belgelere dayanarak, müşterek bir hedefe yönelmektesiniz ve ilgili kanunları ihlâl etmektesiniz. Yani; haddinizi aşarak, dışarıdan gazel okumaktasınız. Ne gariptir ki; işlenen bu büyük suça, savcılar ve adâlet Bakanlığı sessiz kalmaktadır.
Sayın TAYYAR;
Asker, 30 yıldan beri kışlasındadır ve bir darbe niyetinde değildir. Zîra; geçmişte yaşanan darbe ortamlarını, kimler tarafından ve hangi hedefe yönelik olarak yaratıldığını gayet iyi bilmektedirler ve Türkiye’yi, bölgeyi ve dünyayı gayet iyi izlemektedirler. Bugün yaşadığımız olayları da, bir darbe ortamının yaratılması için çalışanların yarattığını görerek, sessiz ve sabırlı davranmaktadırlar. Bir darbe vukuunda, Türkiye’nin nelere maruz kalacağını ve nasıl bir bedel ödeyeceğini, peşinen görmektedirler. Daha açık ifade edeyim:
ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL, Türkiye’de bir ASKERÎ DARBENİN meydana gelmesini istemektedir ve bunun için elinden geleni yapmaktadır. Şayet bir darbe vukua gelirse; Türkiye’de iç çatışmaların başlayacağını ve Türkiye’nin bölüneceğini hesaplamaktadırlar. Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin hedefi de budur. Bu ülkeler, hedef projeleri için Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni engel olarak görmektedirler. Açık ifadeyle bugün askerler, siyasî görüşlerine veya çıkarlarına köle olmuş; milliyetçiliği (millî değerler) SUÇ, vatana ve millete hizmet etmeyi APTALLIK kabul eden liberal ve demokrat görüntülü aydınlardan çok daha fazla demokrattırlar.
Zaten; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyan; tarih ve coğrafya bilen; dünya siyasî tarihini irdelemesini başaran ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayan herkes, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görür. Hele; Doğu’da ve Güneydoğu’da “TC. Kürdistan’dan defol” sloganlarının atıldığı, “Operasyonlar durdurulmazsa, tankların önüne çıkarız” sözlerinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okurcasına söylendiği bir dönemde, gerçekleri göremeyenler, en azından büyük bir gaflet içersindedirler.
Merak ediyorum:
Asûde kaldığınız zaman kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman susmayan ve adına VİCDAN denilen Mânevî varlığınıza danışarak, gelişen bu gayr-i tabiî olayları irdelediğiniz oldu mu?
Cevap verirseniz, gerçekten memnun olurum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
7 Nisan 2010 Çarşamba
Yargı ve Tarafsızlık
Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Nisan 2010
Sayın BİRAND;
6 Nisan 2010 tarihli ve “YARGIDA BÜYÜK REZALET YAŞANIYOR…” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bu başlık, hiç yakışmamıştır. Değişik bir başlık atmalıydınız. Zîra; olayların, gelişme seyrinden ziyade, sebebi önemlidir.
Görüşümü açıklamazdan evvel, iki önemli olayı nakletmek istiyorum:
1- 1980’li yılların başlarında Ankara’da, Uluslar arası bir HUKUK SEMPOZYUMU tertiplenmişti. Bu toplantıda en son sözü alan Alman Hukukçu, çok kısa konuşarak, şu sözleri söylemişti:
“HİTLERİ, biz hukukçular HİTLER YAPTIK! Öylesine ki; değil büyük davalarda, en basit davalarda dahî hâkimlerimiz karar verirken, “Acaba, bu kararıma, Hitler ne der?” endişesi taşımaya başlamışlardı.”
2- 1980’li yılların ortalarında, günün İspanya Başbakan’ı Felippe Gonzales, İngiltere’de yapılan bir toplantıda, şu sözleri söylemişti:
“Basının tutum ve davranışları sebebiyle demokrasi, İspanya’ya, 25 yıl geç gelmiştir.”
Şimdi, konuya gelelim:
HÜR VE SERBEST SEÇİM,
HÜR PARLÂMENTO,
BAĞIMSIZ YARGI,
HÜR VE SERBEST BASIN,
HÜR ÜNİVERSİTE, gerçek bir demokrasinin vazgeçilmezidir.
Şimdi; ülkemizdeki duruma bakalım:
Seçim sistemimiz, halkı dışlayan ve siyasî parti liderlerini ilk ve son söz sahibi yapan bir sisteme göre düzenlenmiştir. Hiçbir demokratik ülkede olmayan ülke geneli ve çevre barajları vardır. Milletvekili aday adaylarını parti liderleri belirlemektedir. Halka verilen görev de, belirli zamanlarda liderlerin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır.
Sistemin getirdiği çarpıklık sebebiyle Yürütme, Parlâmento’nun HÜR OLMASI GEREKEN İRADESİNE, tam anlamıyla hâkimdir. Parlâmento YASAMA ve DENETLEME görevini, Yürütme’nin iradesine tâbî olarak yerine getirmektedir. Parlâmento’da, muhalefet dışlanmıştır ve etkinliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla halk, gerçekleri öğrenememektedir. Naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izleyen her vatandaş, bu gerçeği görürü.
Yürütme’nin, Parlâmento üzerindeki hâkimiyeti sebebiyle KUVVETLAR AYRILIĞI ilkesi işletilememektedir. HÂKİMLER ve SAVCILAR YÜKSEK KURULU’NDA, Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın bulunmaları ve etkin konumda olmaları sebebiyle, YARGI BAĞIMSIZLIĞI da tartışmalıdır. İki yıldan beri ülkenin bir numaralı gündemi haline getirilen darbe ile ilgili davaların seyri, kamuoyunda, hukukun dışına çıkıldığı kanaatini doğurmuştur ve bu hususta, kamuoyu bölünmüştür. Gerek emniyet ve gerekse savcılık kanalıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmalar, gizlilik prensibine rağmen, basına sızdırılmaktadır ve Adâlet Bakanlığı, bu duruma sessiz kalmaktadır. Özel yetkili savcı ve hâkimler hakkında yapılan şikâyetlerin gereği, yerine getirilmemektedir.
Yazılı ve görsel basın, ikiye bölünmüştür ve büyük bir kısmı, iktidar yanlısı bir görüntü vererek, yürütülen davalar hakkında, halkı yönlendirici, aldatıcı ve yanıltıcı yayınlar yapmaktadır. Bu durum da, ister istemez halkı kutuplaştırmaktadır.
Üniversitelerimiz, derin bir sessizliğe bürünmüştür ve görüş bildirmekten korkar hale gelmiştir. Öylesine ki; ahlâkı, gayesi, yüklendiği misyonu ve bağlantıları kamuoyunca iyi bilinmeyen bir muhabir veya köşe yazarları, alanlarında birer otorite olan bilim adamlarının, hukuk adamlarının seslerini bastırmışlardır.
Bütün bu fiilî durumlar; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine yeterli değil midir?
Sayın BİRAND;
Yazınızın giriş bölümünde; “Balyoz tutuklamaları ile ilgili olarak arka arkaya gelen iki karar, Türk adâlet sistemine çok ağır bir darbe vurdu. Bir hâkim, tutuksuz yargılama yapılabileceğine karar veriyor, üç gün sonra bir başka hâkim, tam tersi karar alıyor. Bu gelişmelere bakanların adâlete güveni kalır mı? Çifte standart konusundaki kuşkular, daha da artmaz mı? Durmadan yargı bağımsızlığında söz ediyoruz; oysa yargı, bugün de bağımsız değil ki?” ifadelerini kullanmışsınız.
Yargının bağımsız olmadığını vurguladığınıza göre; hâkimlerin veya savcıların farklı iddia veya kararlarının, hangisinin doğru olduğuna kim ve nasıl karar verecektir? Bunu sorumlusu Adâlet Bakanlığı değil midir? Özel yetkili hâkim ve savcıların görevlendirilmesinde bir hedef seçilmiş olabilir mi? Merak ediyorum. Zîra; Yazınızın çıktığı gün, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, gazetecilere verdiği demeçte, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:
“Görüyorsunuz ki, çeteler, sadece çetecilerden oluşmuyormuş. Çete, sadece çete ve avukatı değilmiş. Meğer çetenin medyası, rektörleri varmış. Maalesef, çetenin nöbetçi hâkimi, nöbetçi savcısı oluyormuş.”
Bu durum karşısında; olayları irdelerken, siyasî amaçlara göre yorumlarda bulunmanızı yadırgadım. Muhalefetin etkisizliğinden; gelişen olayların AKP’ye yarayacağından ve neticede AKP’nin kazançlı çıkacağından bahsetmeniz, hem lüzumsuz ve hem de gerçeklerin üstünü örtmek mânâsına gelir. Ki; bu durumda millet de, devlet de ve ülke de çok şeyler kaybeder. Üstelik; hiddet ve ihtiraslarına yenik düşen kişiler, ülkenin ve milletin ufkunu karartır.
Unutulmamalıdır:
Gerçek bir demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olan basının görevi; halkı doğru bir şekilde bilgilendirmek ve ülkeyi idare edenleri sorgulamak ve denetlemektir. Her kurum ve kuruluş ve her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen BİR DEVLET ve işleyen bir REJİM aramak ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımak zorundadır. Aksi halde; gelecek nesillere ihanet edilmiş olunur. Bu sebeple; sorgulamasını ve “Ne hakkın var?” demesini başaramayan bir basın, ülkeye, millete ve devlete ihanet etmiş sayılır. Unutulmamalıdır: Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır; bugün de kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Zîra; bulunduğumuz coğrafya netameli ve önemlidir. Bu coğrafyada, başkalarının hedefleri, projeleri ve çıkarları vardır. Bölünmüş; birlik ve beraberliğini kaybetmiş; daima bir biriyle çekişip kavga eden bir toplum yapısı, maruz kaldığımız husumetleri bertaraf etmeye yetmez.
Bu sebepten dolayı yazınızın başlığını beğenmedim ve uygun bulmadım. Yazınızın başlığı “ADÂLET BAKANLIĞI NE İŞ YAPAR?” şeklinde olmalıydı.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Nisan 2010
Sayın BİRAND;
6 Nisan 2010 tarihli ve “YARGIDA BÜYÜK REZALET YAŞANIYOR…” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bu başlık, hiç yakışmamıştır. Değişik bir başlık atmalıydınız. Zîra; olayların, gelişme seyrinden ziyade, sebebi önemlidir.
Görüşümü açıklamazdan evvel, iki önemli olayı nakletmek istiyorum:
1- 1980’li yılların başlarında Ankara’da, Uluslar arası bir HUKUK SEMPOZYUMU tertiplenmişti. Bu toplantıda en son sözü alan Alman Hukukçu, çok kısa konuşarak, şu sözleri söylemişti:
“HİTLERİ, biz hukukçular HİTLER YAPTIK! Öylesine ki; değil büyük davalarda, en basit davalarda dahî hâkimlerimiz karar verirken, “Acaba, bu kararıma, Hitler ne der?” endişesi taşımaya başlamışlardı.”
2- 1980’li yılların ortalarında, günün İspanya Başbakan’ı Felippe Gonzales, İngiltere’de yapılan bir toplantıda, şu sözleri söylemişti:
“Basının tutum ve davranışları sebebiyle demokrasi, İspanya’ya, 25 yıl geç gelmiştir.”
Şimdi, konuya gelelim:
HÜR VE SERBEST SEÇİM,
HÜR PARLÂMENTO,
BAĞIMSIZ YARGI,
HÜR VE SERBEST BASIN,
HÜR ÜNİVERSİTE, gerçek bir demokrasinin vazgeçilmezidir.
Şimdi; ülkemizdeki duruma bakalım:
Seçim sistemimiz, halkı dışlayan ve siyasî parti liderlerini ilk ve son söz sahibi yapan bir sisteme göre düzenlenmiştir. Hiçbir demokratik ülkede olmayan ülke geneli ve çevre barajları vardır. Milletvekili aday adaylarını parti liderleri belirlemektedir. Halka verilen görev de, belirli zamanlarda liderlerin düzenledikleri listeleri sandığa atmaktır.
Sistemin getirdiği çarpıklık sebebiyle Yürütme, Parlâmento’nun HÜR OLMASI GEREKEN İRADESİNE, tam anlamıyla hâkimdir. Parlâmento YASAMA ve DENETLEME görevini, Yürütme’nin iradesine tâbî olarak yerine getirmektedir. Parlâmento’da, muhalefet dışlanmıştır ve etkinliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla halk, gerçekleri öğrenememektedir. Naklen yayınlanan Meclis müzakerelerini izleyen her vatandaş, bu gerçeği görürü.
Yürütme’nin, Parlâmento üzerindeki hâkimiyeti sebebiyle KUVVETLAR AYRILIĞI ilkesi işletilememektedir. HÂKİMLER ve SAVCILAR YÜKSEK KURULU’NDA, Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın bulunmaları ve etkin konumda olmaları sebebiyle, YARGI BAĞIMSIZLIĞI da tartışmalıdır. İki yıldan beri ülkenin bir numaralı gündemi haline getirilen darbe ile ilgili davaların seyri, kamuoyunda, hukukun dışına çıkıldığı kanaatini doğurmuştur ve bu hususta, kamuoyu bölünmüştür. Gerek emniyet ve gerekse savcılık kanalıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmalar, gizlilik prensibine rağmen, basına sızdırılmaktadır ve Adâlet Bakanlığı, bu duruma sessiz kalmaktadır. Özel yetkili savcı ve hâkimler hakkında yapılan şikâyetlerin gereği, yerine getirilmemektedir.
Yazılı ve görsel basın, ikiye bölünmüştür ve büyük bir kısmı, iktidar yanlısı bir görüntü vererek, yürütülen davalar hakkında, halkı yönlendirici, aldatıcı ve yanıltıcı yayınlar yapmaktadır. Bu durum da, ister istemez halkı kutuplaştırmaktadır.
Üniversitelerimiz, derin bir sessizliğe bürünmüştür ve görüş bildirmekten korkar hale gelmiştir. Öylesine ki; ahlâkı, gayesi, yüklendiği misyonu ve bağlantıları kamuoyunca iyi bilinmeyen bir muhabir veya köşe yazarları, alanlarında birer otorite olan bilim adamlarının, hukuk adamlarının seslerini bastırmışlardır.
Bütün bu fiilî durumlar; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine yeterli değil midir?
Sayın BİRAND;
Yazınızın giriş bölümünde; “Balyoz tutuklamaları ile ilgili olarak arka arkaya gelen iki karar, Türk adâlet sistemine çok ağır bir darbe vurdu. Bir hâkim, tutuksuz yargılama yapılabileceğine karar veriyor, üç gün sonra bir başka hâkim, tam tersi karar alıyor. Bu gelişmelere bakanların adâlete güveni kalır mı? Çifte standart konusundaki kuşkular, daha da artmaz mı? Durmadan yargı bağımsızlığında söz ediyoruz; oysa yargı, bugün de bağımsız değil ki?” ifadelerini kullanmışsınız.
Yargının bağımsız olmadığını vurguladığınıza göre; hâkimlerin veya savcıların farklı iddia veya kararlarının, hangisinin doğru olduğuna kim ve nasıl karar verecektir? Bunu sorumlusu Adâlet Bakanlığı değil midir? Özel yetkili hâkim ve savcıların görevlendirilmesinde bir hedef seçilmiş olabilir mi? Merak ediyorum. Zîra; Yazınızın çıktığı gün, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, gazetecilere verdiği demeçte, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:
“Görüyorsunuz ki, çeteler, sadece çetecilerden oluşmuyormuş. Çete, sadece çete ve avukatı değilmiş. Meğer çetenin medyası, rektörleri varmış. Maalesef, çetenin nöbetçi hâkimi, nöbetçi savcısı oluyormuş.”
Bu durum karşısında; olayları irdelerken, siyasî amaçlara göre yorumlarda bulunmanızı yadırgadım. Muhalefetin etkisizliğinden; gelişen olayların AKP’ye yarayacağından ve neticede AKP’nin kazançlı çıkacağından bahsetmeniz, hem lüzumsuz ve hem de gerçeklerin üstünü örtmek mânâsına gelir. Ki; bu durumda millet de, devlet de ve ülke de çok şeyler kaybeder. Üstelik; hiddet ve ihtiraslarına yenik düşen kişiler, ülkenin ve milletin ufkunu karartır.
Unutulmamalıdır:
Gerçek bir demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olan basının görevi; halkı doğru bir şekilde bilgilendirmek ve ülkeyi idare edenleri sorgulamak ve denetlemektir. Her kurum ve kuruluş ve her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen BİR DEVLET ve işleyen bir REJİM aramak ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşımak zorundadır. Aksi halde; gelecek nesillere ihanet edilmiş olunur. Bu sebeple; sorgulamasını ve “Ne hakkın var?” demesini başaramayan bir basın, ülkeye, millete ve devlete ihanet etmiş sayılır. Unutulmamalıdır: Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır; bugün de kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır. Zîra; bulunduğumuz coğrafya netameli ve önemlidir. Bu coğrafyada, başkalarının hedefleri, projeleri ve çıkarları vardır. Bölünmüş; birlik ve beraberliğini kaybetmiş; daima bir biriyle çekişip kavga eden bir toplum yapısı, maruz kaldığımız husumetleri bertaraf etmeye yetmez.
Bu sebepten dolayı yazınızın başlığını beğenmedim ve uygun bulmadım. Yazınızın başlığı “ADÂLET BAKANLIĞI NE İŞ YAPAR?” şeklinde olmalıydı.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
6 Nisan 2010 Salı
Halkı yanıltmak ahlâka, vicdana sığmaz!
Sayın Taha AKYOL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Nisan 2010
Sayın AKYOL;
6 Nisan 2010 tarihli ve “Yine yargı sorunu” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Her şeyi bilen, önemli mevkilerdeki kişilere görüş bildiren bir kişi görüntüsü vermeniz sebebiyle bu yorumunuza katılmak mümkün değildir. Zaten; yazınızın bir bölümünde söylediğiniz;
“Elbette yargının birinci sorunu, hemen bütün meselelerde olduğu gibi “KALİTE “ sorunudur. Onun için Yargıtay, haklı olarak HUKUK ÖĞRENİMİNİN 5 yıla çıkartılmasını istiyor. Ama yargıdaki çok vahim bir sorun da belli siyasî konularda, “AKEM” gibi değil, bir tarafın “BEKÇİSİ” gibi hareket etmektedir.Evet, bu görevi Atatürk vermiştir ama, o zaman “KUVVETLER BİRLİĞİ” ilkesi geçerliydi, “PARTİ DEVLETİ”ydi Türkiye, rejim yeni kuruluyordu.
Türkiye 1950’de DEMOKRASİYE geçti. Artık, “KUVVETLER BİRLİĞİ” suçtur. Avrupa standartlarını yakalamaya çalışıyoruz. Şehirleşme ve eğitim gibi dinamikler, “HAKKINI TALEP EDEN VATANDAŞ” tipini ortaya çıkarıyor. Aşık Veysel’in Ankara’ya girmesini kim yasaklayabilir?
Artık yargının “TARAFSIZ” olması, sâdece EVRENSEL ADÂLETİN değil, REJİMİN SAĞLIKLI İŞLEMESİ için de zarurîdir. HSYK, “KOOPTATİF ve KAPALI KAST” türü bir yapıya sahip olmayıp, “GENİŞ TABANLI” ve terkibinde “ÇEŞİTLİ” bir yapıya sahip olsaydı; hem bugünkü tartışmalara konu olmaz, GÜVENİLİRLİK ve İTİBARINI zedelemeden sürdürürdü… Hem ilk derece mahkemelerinin kararları ile HYSK atamaları arasında kimse, bağlantı kuşkusuna düşmezdi” sözlerinizle kendinizi tekzip etmiş duruma düşmüşsünüz.
İşte sebepleri:
1- Türkiye’nin bir yargı reformuna ihtiyacı olduğu kesindir. Ama; yapılmak istenen, Anayasa değişikliğinin uzaktan, yakından yargı reformu ile bir ilgisi yoktur.
Asıl yargı reformu, mahkemelerin fizikî mekânlarının yeterli hale getirilmesi, teknik donanımlarının mükemmelleştirmesi, hâkim ve savcıların yeterli sayıya ulaştırılması, personel eksikliklerinin giderilmesi ve de, beraberinde adâleti getiren kanunların yürürlüğe konmasıyla yapılabilir. Zîra;
Adâletin geçikmesi, tutukluluk hallerinin İNFAZA dönüşmesi, EVRENSEL HUKUK KURALLARINA aykırı olduğu gibi; İSLÂM HUKUKUNA da aykırıdır. Yazınızda değerlendirmesini yaptığınız özel yetkili savcı ve hâkimlerin yürüttükleri ve henüz daha mahiyetleri ve nasıl neticelenecekleri bilinmeyen davarlın seyri, gerçek hukuk kurallarına aykırı bir görüntü vermektedir.
2- Bugün, taraflı olmayan ve ilmiyle amel eden hiçbir hukukçu, ülkemizde “KUVVETLER AYRILIĞI” ilkesinin çalıştığını söyleyemez. Çünkü; YASAMA ORGANI, YASAMA VE DENETLEME görevini, HÜR İRADESİYLE yerine getirememektedir. Bilhassa; 12 Eylül’den sonra tek başına iktidara gelen siyasî iradeler, daha doğrusu Başbakanlar, Yasama Organı üzerinde baskı oluşturmuşlar ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirebilme gayretine girmişlerdir. Başbakan’ın razı olmadığı hiçbir kanun yapılıp, yürürlüğe konamaz ve ciddî bir denetleme görevi yapılamaz. Meclis’te, muhalefet YOK FARZEDİLMEKTEDİR. Bu gerçeği, Meclis müzakerelerini izleyen herkes, gayet net bir şekilde görür.
3- Bugün, “12 Eylül antidemokratik Anayasası’ndan kurtulmak” bahanesiyle yapılmasına teşebbüs edilen Anayasa değişikliği, ANAYASA MAHKEMESİ ile HâKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU’NU yeniden yapılandırmayı hedef almıştır. 12 Eylül Anayasa’sı söylemleri, gerçeklerin üzerini örten bir bahanedir. Şayet; yapılmak istenen değişiklikte samimiyet varsa; HSYK’dan Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanı Müsteşarı’nın, Kurulun dışında bırakılması gerekir. Zîra; Adâlet Bakanı ile Müsteşarı, 1982 Anayasa’sıyla KURULUN TABBİ ve EN YETKİLİ üyeleri haline getirilmiştir. Kurul, Adâlet Bakanı Müsteşarı katılmadığı takdirde karar alamamaktadır. Burada çok ciddî bir hatırlatma yapmak istiyorum:
1991 seçimleri sonunda Demirel’in başkanlığında kurulan koalisyon Hükümeti, Adâlet Bakanı Müsteşarı Arif Yüksel’i, 18 ay görevinden alamamıştır. Üstelik; Müsteşar Arif Yüksel, “Beni bu makama Turgut Özal getirdi. Ben, emirleri ancak Turgut Özal’dan alırım” diyerek, hem hükümete ve hem de devlete meydan okumuştur. Arif Yüksel’in bu davranışına da, allâme-i cihan geçinen hiçbir hukukçu sesini çıkarmamıştır.
Bu gerçekler, 12 Eylül Anayasası bahanesini geçersiz kılmaz mı?
Sayın AKYOL;
Adâlet, taraflılığı kaldırmaz ve adâlet kavramı, siyasî amaçlı olarak değerlendirilemez. İnsanlık tarihi ispatlamıştır:
İnsanlık âlemi, adâlet sistemini iyi çalıştığı dönemlerde sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşmuştur ve yüksek medeniyetler kurulmuştur. Adâletsiz hâkimiyetler, talaş alevi gibi geçici bir süre için parlamıştır ve kısa süre sonra arkasında kan, gözyaşı ve zulüm bırakarak çökmüştür. Bu gerçeği de en güzel Hz. Peygamberimiz, “BİR MİLLET İCABINDA KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. AMA, ZULÜMLE ASLA DEVAM EDEMEZ” sözleriyle bütün insanlık âlemine duyurmuştur. Bir örnek de, Kanunî Sultan Süleyman Zamanından:
Kanunî zamanında esir düşerek 5 yıllık kürek cezasına çarptırılan bir İspanyol denizci, Haliç Tersanesi’nde cezasını tamamlayarak İspanya’ya döndükten sonra, 5 cilt halindeki hatıralarını yayınlamıştır. Hatıratının bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
“Osmanlı Devleti’nin kudret ve büyüklüğünü, haşmetini hiç kimse kılıç kuvvetinde aramamalıdır. O kudretin, o büyüklüğün ve o haşmetin tek sebebi, ADÂLET SİSTEMİNİN ÇOK İYİ ÇALIŞMIŞ OLMASIDIR. Beş yıl kaldığım İstanbul’da en uzun dâvâ 33 gün sürmüştür. Ki; bu nitelikteki bir dâvâ İspanya’da olsaydı; hiç şüphesiz, dededen toruna intikal ederdi”
Bir hukuk adamı olarak yapmanız gereken husus; siyasî iktidarların heveslerine bağlı birtakım istek ve düzenlemeleri konu edeceğinize, gerçek anlamda bir YARGI REFORMU yapılmasındaki mecburiyeti kamuoyunun bilgisine sunmanızdır. Anayasa Mahkemesi ile HSYK’da yapılacak değişikliklerin YARGI REFORMU İLE BİR İLGİSİNİN olmadığını herkese duyurmalısınız. Zîra; kahvehane üslûbunu andıran değerlendirmeleriniz, size büyük bir vebal yükler ve o vebalin altından kalkamazsınız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Nisan 2010
Sayın AKYOL;
6 Nisan 2010 tarihli ve “Yine yargı sorunu” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Her şeyi bilen, önemli mevkilerdeki kişilere görüş bildiren bir kişi görüntüsü vermeniz sebebiyle bu yorumunuza katılmak mümkün değildir. Zaten; yazınızın bir bölümünde söylediğiniz;
“Elbette yargının birinci sorunu, hemen bütün meselelerde olduğu gibi “KALİTE “ sorunudur. Onun için Yargıtay, haklı olarak HUKUK ÖĞRENİMİNİN 5 yıla çıkartılmasını istiyor. Ama yargıdaki çok vahim bir sorun da belli siyasî konularda, “AKEM” gibi değil, bir tarafın “BEKÇİSİ” gibi hareket etmektedir.Evet, bu görevi Atatürk vermiştir ama, o zaman “KUVVETLER BİRLİĞİ” ilkesi geçerliydi, “PARTİ DEVLETİ”ydi Türkiye, rejim yeni kuruluyordu.
Türkiye 1950’de DEMOKRASİYE geçti. Artık, “KUVVETLER BİRLİĞİ” suçtur. Avrupa standartlarını yakalamaya çalışıyoruz. Şehirleşme ve eğitim gibi dinamikler, “HAKKINI TALEP EDEN VATANDAŞ” tipini ortaya çıkarıyor. Aşık Veysel’in Ankara’ya girmesini kim yasaklayabilir?
Artık yargının “TARAFSIZ” olması, sâdece EVRENSEL ADÂLETİN değil, REJİMİN SAĞLIKLI İŞLEMESİ için de zarurîdir. HSYK, “KOOPTATİF ve KAPALI KAST” türü bir yapıya sahip olmayıp, “GENİŞ TABANLI” ve terkibinde “ÇEŞİTLİ” bir yapıya sahip olsaydı; hem bugünkü tartışmalara konu olmaz, GÜVENİLİRLİK ve İTİBARINI zedelemeden sürdürürdü… Hem ilk derece mahkemelerinin kararları ile HYSK atamaları arasında kimse, bağlantı kuşkusuna düşmezdi” sözlerinizle kendinizi tekzip etmiş duruma düşmüşsünüz.
İşte sebepleri:
1- Türkiye’nin bir yargı reformuna ihtiyacı olduğu kesindir. Ama; yapılmak istenen, Anayasa değişikliğinin uzaktan, yakından yargı reformu ile bir ilgisi yoktur.
Asıl yargı reformu, mahkemelerin fizikî mekânlarının yeterli hale getirilmesi, teknik donanımlarının mükemmelleştirmesi, hâkim ve savcıların yeterli sayıya ulaştırılması, personel eksikliklerinin giderilmesi ve de, beraberinde adâleti getiren kanunların yürürlüğe konmasıyla yapılabilir. Zîra;
Adâletin geçikmesi, tutukluluk hallerinin İNFAZA dönüşmesi, EVRENSEL HUKUK KURALLARINA aykırı olduğu gibi; İSLÂM HUKUKUNA da aykırıdır. Yazınızda değerlendirmesini yaptığınız özel yetkili savcı ve hâkimlerin yürüttükleri ve henüz daha mahiyetleri ve nasıl neticelenecekleri bilinmeyen davarlın seyri, gerçek hukuk kurallarına aykırı bir görüntü vermektedir.
2- Bugün, taraflı olmayan ve ilmiyle amel eden hiçbir hukukçu, ülkemizde “KUVVETLER AYRILIĞI” ilkesinin çalıştığını söyleyemez. Çünkü; YASAMA ORGANI, YASAMA VE DENETLEME görevini, HÜR İRADESİYLE yerine getirememektedir. Bilhassa; 12 Eylül’den sonra tek başına iktidara gelen siyasî iradeler, daha doğrusu Başbakanlar, Yasama Organı üzerinde baskı oluşturmuşlar ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirebilme gayretine girmişlerdir. Başbakan’ın razı olmadığı hiçbir kanun yapılıp, yürürlüğe konamaz ve ciddî bir denetleme görevi yapılamaz. Meclis’te, muhalefet YOK FARZEDİLMEKTEDİR. Bu gerçeği, Meclis müzakerelerini izleyen herkes, gayet net bir şekilde görür.
3- Bugün, “12 Eylül antidemokratik Anayasası’ndan kurtulmak” bahanesiyle yapılmasına teşebbüs edilen Anayasa değişikliği, ANAYASA MAHKEMESİ ile HâKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU’NU yeniden yapılandırmayı hedef almıştır. 12 Eylül Anayasa’sı söylemleri, gerçeklerin üzerini örten bir bahanedir. Şayet; yapılmak istenen değişiklikte samimiyet varsa; HSYK’dan Adâlet Bakanı ile Adâlet Bakanı Müsteşarı’nın, Kurulun dışında bırakılması gerekir. Zîra; Adâlet Bakanı ile Müsteşarı, 1982 Anayasa’sıyla KURULUN TABBİ ve EN YETKİLİ üyeleri haline getirilmiştir. Kurul, Adâlet Bakanı Müsteşarı katılmadığı takdirde karar alamamaktadır. Burada çok ciddî bir hatırlatma yapmak istiyorum:
1991 seçimleri sonunda Demirel’in başkanlığında kurulan koalisyon Hükümeti, Adâlet Bakanı Müsteşarı Arif Yüksel’i, 18 ay görevinden alamamıştır. Üstelik; Müsteşar Arif Yüksel, “Beni bu makama Turgut Özal getirdi. Ben, emirleri ancak Turgut Özal’dan alırım” diyerek, hem hükümete ve hem de devlete meydan okumuştur. Arif Yüksel’in bu davranışına da, allâme-i cihan geçinen hiçbir hukukçu sesini çıkarmamıştır.
Bu gerçekler, 12 Eylül Anayasası bahanesini geçersiz kılmaz mı?
Sayın AKYOL;
Adâlet, taraflılığı kaldırmaz ve adâlet kavramı, siyasî amaçlı olarak değerlendirilemez. İnsanlık tarihi ispatlamıştır:
İnsanlık âlemi, adâlet sistemini iyi çalıştığı dönemlerde sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşmuştur ve yüksek medeniyetler kurulmuştur. Adâletsiz hâkimiyetler, talaş alevi gibi geçici bir süre için parlamıştır ve kısa süre sonra arkasında kan, gözyaşı ve zulüm bırakarak çökmüştür. Bu gerçeği de en güzel Hz. Peygamberimiz, “BİR MİLLET İCABINDA KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. AMA, ZULÜMLE ASLA DEVAM EDEMEZ” sözleriyle bütün insanlık âlemine duyurmuştur. Bir örnek de, Kanunî Sultan Süleyman Zamanından:
Kanunî zamanında esir düşerek 5 yıllık kürek cezasına çarptırılan bir İspanyol denizci, Haliç Tersanesi’nde cezasını tamamlayarak İspanya’ya döndükten sonra, 5 cilt halindeki hatıralarını yayınlamıştır. Hatıratının bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
“Osmanlı Devleti’nin kudret ve büyüklüğünü, haşmetini hiç kimse kılıç kuvvetinde aramamalıdır. O kudretin, o büyüklüğün ve o haşmetin tek sebebi, ADÂLET SİSTEMİNİN ÇOK İYİ ÇALIŞMIŞ OLMASIDIR. Beş yıl kaldığım İstanbul’da en uzun dâvâ 33 gün sürmüştür. Ki; bu nitelikteki bir dâvâ İspanya’da olsaydı; hiç şüphesiz, dededen toruna intikal ederdi”
Bir hukuk adamı olarak yapmanız gereken husus; siyasî iktidarların heveslerine bağlı birtakım istek ve düzenlemeleri konu edeceğinize, gerçek anlamda bir YARGI REFORMU yapılmasındaki mecburiyeti kamuoyunun bilgisine sunmanızdır. Anayasa Mahkemesi ile HSYK’da yapılacak değişikliklerin YARGI REFORMU İLE BİR İLGİSİNİN olmadığını herkese duyurmalısınız. Zîra; kahvehane üslûbunu andıran değerlendirmeleriniz, size büyük bir vebal yükler ve o vebalin altından kalkamazsınız.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
4 Nisan 2010 Pazar
Halksız demokrasi olur mu?
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 3 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
3 Nisan 2010 tarihinde, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’nin Genel Kurulunda Yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Bu konuşmanızda, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’e tepki göstererek;
''Ama çok enteresan, yargı şu anda feryat ediyor. Bakıyorsunuz ki bizden çok siyasetçi olmuşlar. Hani yargı siyasallaşmıştı? Yargı siyasallaşmadı, yargı siyasete soyundu. Şu anda fark bu... Bakıyorsunuz gayet rahat bir şekilde siyasete müdahale edip, şunu da söyleyebiliyorlar; vatandaşlara çağrı yapıp 'Sakın bu Anayasa değişikliğini desteklemeyin', parlamentoya çağrı yapıp 'Sakın bu Anayasa değişikliğini desteklemeyin'... Bir yargı mensubu böyle bir çağrı yapabilir mi? Bu işi bu kadar seviyorsan cübbeni çıkar gel siyaset meydanına çık. Bu iş böyle yapılır. Nasıl olsa bu Anayasa değişikliğine karşı çıkan partiler var, onlardan birine katılırsın, onlarla birlikte bu mücadeleyi meydanda sürdürürsün. Şu anda zaten iyot gibi de açığa çıktınız, kendinizi gizleyecek bir yeriniz de kalmadı. Siyasi arenada olanların yaptıkları açıklamalarla sizin açıklamalarınız birebir, kelimesi kelimesine örtüşüyor. Kendinizi artık gizleyemezsiniz. Artık bu kadarına da pes...
Buyursunlar bize aksini iddia etsinler. Amerika'da başkan atama yapıyor ama bizde böyle bir şey var mı? Bizde buna tahammül bile edemiyorlar, adının duyulmasını istemiyorlar. En sonunda lütfettiler dediler ki 'Adalet Bakanı kalsın ama müsteşar çıksın'... Ne kadar güzel bir teklif. Şimdi bir de pazarlığa oturacağız. Biz burada millet adına varız. Biz bu konuyu milletle konuştuk ve yine milletle konuşacağız.” ifadelerini kullandınız.
Üzülerek ifade etmek isterim ki; bu ifadeleriniz, halk arasındaki kamplaşmaları artırır ve halkın birbirleriyle zıtlaşmalarına sebep olur. Halk, yapılmak istenen Anayasa değişikliklerinin ne getirip, ne götüreceğini bilmediği ve yeterli ölçüde bilgilendirilmediği için, siyasî mensubiyetine göre değerlendirme yapmaktadır. Halkın nazarında EHLİYET ve LİYAKATİN önemi yoktur; siyasî parti liderlerinin beyanlarına göre değerlendirme yapılmaktadır.
Bu bakımdan; Ülkenin Başbakanı olarak, siyasî amaçlı NAFİLE KONULARI Türkiye’nin gündemine taşımanız doğru değildir. ANAYASA MAHKEMESİ İLE YÜKSEK YARGI ORGANLARININ tartışma konusu yapılması; belki siyasete, bir zaman için fayda sağlayabilir. Ama; ülkenin, HUKUK DÜZENİNİ de altüst edebilir; adâletin tecellisini, şahısların keyfî iradelerini hâkim kılabilir. Bunu özellikle belirtiyorum. Zîra; Yapılacak Anayasa değişikliğinin, YARGI REFORMUYLA uzaktan, yakından bir alâkası yoktur. Eğer bu değişiklik, “Yargı Reformu” olarak sunulursa; halk, yanıltılmış ve aldatılmış olur.
Diğer bir önemli husus, şudur:
Hasan Gerçeker, şu anda Devletin en önemli kurumlarından biri olan YARGITAY’IN Başkanı’dır ve görevi gereği, alanında görüş bildirme hakkına da sahiptir. Devleti yöneten, Hükümet olduğuna göre; hazırlanan Anayasa Taslağı hakkında, YARGITAY’dan görüş almak gerekmez miydi? Şayet Yargıtay’dan görüş alınsaydı; basının huzurunda ve meydanlarda karşılıklı görüş bildirmenin kapıları açılır mıydı?
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyet Devleti, DEMOKRATİK BİR CUMHURİYET olarak kabul ediliyorsa; ülke meseleleri hakkında fiilen siyasete soyunmayan vatandaşların, devlet görevlilerinin ve herkesin görüş bildirme hakkı vardır. Fiillen siyasetin içinde yer alanlara, hangi kademede olurlarsa olsunlar, velev ki mahalle temsilcileri olsun; görüş bildirme hakkı tanınırken, önemli ve sorumlu mevkilerde bulunanlara böyle bir hak tanımamak düşünülebilir mi?
İktidarınız, devleti kurallarına göre işletmesini başarabilseydi; hiç şüphesiz, bu kısır ve faydasız tartışmalara lüzum kalmayacak ve halk, rahatsız olmayacaktı! Siyasî iktidar, ülkeyi yönetme hakkının sahibidir. Ama; “Ben yaptım oldu ve olmalı; ben ne dersem o doğrudur ve icabına uyulmalı” anlayış ve kabullenişiyle bir dayatma hakkına sahip değildir. “Milletin dediği olacak!” sözüyle siyasî iktidarın MUTLAK EGEMENLİĞİNİN hâkim kılınmaya çalışılması, halkı yanıltma aracı olarak kullanılamaz! Aksi halde, gerçek bir demokrasi kurulamaz! Zaten 30 yıldan beri Türkiye, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT BİR ÜLKE HALİNE GELEMEMENİN sancılarını çekmektedir. Türk milleti, “DEMOKRASİ” adı altında, siyasî Parti Liderleri’nin baskıları altında yaşamaktadır. Hatırlıyorum ve gazetelerin arşivlerinde mevcuttur:
Güneri Civaoğlu 80’li yılarda yazdığı yazılarında defalarca, milletvekillerini tarif ederken, “ Kol kaldırma makinesinin ağır işçiler,” ifadesini kullanmıştır.
2002 yılında ve Meclis Kulisi’nde bir MHP Milletvekili, milletvekilleri’ni işaret ederek, “Beş dudak arasına hapsedilmiş, 550 tutsak” ifadesini kullanmıştır.
“Bugün değişen nadir?” diye soranlar, bu sorularına, düzgün bir cevap alamazlar. TÜSİAD’ın çıkardığı dergideki kapak resmi, fiilî gerçeği en güzel anlatan bir resimdir.
Konuşmanızda; Amerika’da, Başkanın Yüksek yargı organına atam yaptığını belirttiniz. Doğrudur; ama, Başkanın bu ataması, Cumhuriyet Senatosu’nun onayına sunulur; Senato onaylamazsa, atama gerçekleşmez. Ayrıca; Amerika’da bir kanun teklifi veya tasarısı önce Temsilciler Meclisi’nde, sonar Cumhuriyet Senatosu’nda görüşülür; teklif Kabul edilirse, 3 kişiden oluşan Yüksek Yargı Organı’nın onayına sunulur. Yüksek Yargı onaylamazsa, teklif kanunlaşmaz. Amerika’da, milletvekilleri ve senatörler, doğrudan halk tarafından seçilir. Adayları, parti başkanları belirlemez; adaylar, partili halk tarafından ön seçimlerle belirlenirler. Bu sebepten dolayı, Amerika’da başkanların hata yapma lüksleri yoktur ve her şeyi, siyasetin gereği olan uzlaşmalarla sağlarlar. Bugün ülkemizin gerçeği bellidir:
Bir kişi ne kadar bilgili, becerikli, gayretli, ahlâklı, faziletli olursa olsun; siyasî Parti liderleri onaylamadığı sürece milletvekili olamaz ve parti yönetimlerinde görev yapamaz. Bunun, aksi de varittir ve geçerlidir.
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline getirmenin ve MİLLÎ İRADENİN tam anlamıyla geçerli kılmanın ve de “Millet ne derse o olur” diyebilmenin tek yolu; seçim barajlarını kaldırmak ve milletvekili adaylarını, partiye kayıtlı üyelerin iştirak edeceği ve hâkim teminatında yapılacak ön seçimlerle belirlemektir. Bu yapılmadığı takdirde; “Temsilde adâlet, yönetimde istikrar” masalıyla milleti sistemin dışına iten ve liderleri seçilmiş diktatörler konumuna getiren göstermelik, çarpık ve azıcık demokrasi, milletin de, devletin de ufkunu karartır; Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 3 Nisan 2010
Sayın BAŞBAKAN;
3 Nisan 2010 tarihinde, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’nin Genel Kurulunda Yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Bu konuşmanızda, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’e tepki göstererek;
''Ama çok enteresan, yargı şu anda feryat ediyor. Bakıyorsunuz ki bizden çok siyasetçi olmuşlar. Hani yargı siyasallaşmıştı? Yargı siyasallaşmadı, yargı siyasete soyundu. Şu anda fark bu... Bakıyorsunuz gayet rahat bir şekilde siyasete müdahale edip, şunu da söyleyebiliyorlar; vatandaşlara çağrı yapıp 'Sakın bu Anayasa değişikliğini desteklemeyin', parlamentoya çağrı yapıp 'Sakın bu Anayasa değişikliğini desteklemeyin'... Bir yargı mensubu böyle bir çağrı yapabilir mi? Bu işi bu kadar seviyorsan cübbeni çıkar gel siyaset meydanına çık. Bu iş böyle yapılır. Nasıl olsa bu Anayasa değişikliğine karşı çıkan partiler var, onlardan birine katılırsın, onlarla birlikte bu mücadeleyi meydanda sürdürürsün. Şu anda zaten iyot gibi de açığa çıktınız, kendinizi gizleyecek bir yeriniz de kalmadı. Siyasi arenada olanların yaptıkları açıklamalarla sizin açıklamalarınız birebir, kelimesi kelimesine örtüşüyor. Kendinizi artık gizleyemezsiniz. Artık bu kadarına da pes...
Buyursunlar bize aksini iddia etsinler. Amerika'da başkan atama yapıyor ama bizde böyle bir şey var mı? Bizde buna tahammül bile edemiyorlar, adının duyulmasını istemiyorlar. En sonunda lütfettiler dediler ki 'Adalet Bakanı kalsın ama müsteşar çıksın'... Ne kadar güzel bir teklif. Şimdi bir de pazarlığa oturacağız. Biz burada millet adına varız. Biz bu konuyu milletle konuştuk ve yine milletle konuşacağız.” ifadelerini kullandınız.
Üzülerek ifade etmek isterim ki; bu ifadeleriniz, halk arasındaki kamplaşmaları artırır ve halkın birbirleriyle zıtlaşmalarına sebep olur. Halk, yapılmak istenen Anayasa değişikliklerinin ne getirip, ne götüreceğini bilmediği ve yeterli ölçüde bilgilendirilmediği için, siyasî mensubiyetine göre değerlendirme yapmaktadır. Halkın nazarında EHLİYET ve LİYAKATİN önemi yoktur; siyasî parti liderlerinin beyanlarına göre değerlendirme yapılmaktadır.
Bu bakımdan; Ülkenin Başbakanı olarak, siyasî amaçlı NAFİLE KONULARI Türkiye’nin gündemine taşımanız doğru değildir. ANAYASA MAHKEMESİ İLE YÜKSEK YARGI ORGANLARININ tartışma konusu yapılması; belki siyasete, bir zaman için fayda sağlayabilir. Ama; ülkenin, HUKUK DÜZENİNİ de altüst edebilir; adâletin tecellisini, şahısların keyfî iradelerini hâkim kılabilir. Bunu özellikle belirtiyorum. Zîra; Yapılacak Anayasa değişikliğinin, YARGI REFORMUYLA uzaktan, yakından bir alâkası yoktur. Eğer bu değişiklik, “Yargı Reformu” olarak sunulursa; halk, yanıltılmış ve aldatılmış olur.
Diğer bir önemli husus, şudur:
Hasan Gerçeker, şu anda Devletin en önemli kurumlarından biri olan YARGITAY’IN Başkanı’dır ve görevi gereği, alanında görüş bildirme hakkına da sahiptir. Devleti yöneten, Hükümet olduğuna göre; hazırlanan Anayasa Taslağı hakkında, YARGITAY’dan görüş almak gerekmez miydi? Şayet Yargıtay’dan görüş alınsaydı; basının huzurunda ve meydanlarda karşılıklı görüş bildirmenin kapıları açılır mıydı?
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyet Devleti, DEMOKRATİK BİR CUMHURİYET olarak kabul ediliyorsa; ülke meseleleri hakkında fiilen siyasete soyunmayan vatandaşların, devlet görevlilerinin ve herkesin görüş bildirme hakkı vardır. Fiillen siyasetin içinde yer alanlara, hangi kademede olurlarsa olsunlar, velev ki mahalle temsilcileri olsun; görüş bildirme hakkı tanınırken, önemli ve sorumlu mevkilerde bulunanlara böyle bir hak tanımamak düşünülebilir mi?
İktidarınız, devleti kurallarına göre işletmesini başarabilseydi; hiç şüphesiz, bu kısır ve faydasız tartışmalara lüzum kalmayacak ve halk, rahatsız olmayacaktı! Siyasî iktidar, ülkeyi yönetme hakkının sahibidir. Ama; “Ben yaptım oldu ve olmalı; ben ne dersem o doğrudur ve icabına uyulmalı” anlayış ve kabullenişiyle bir dayatma hakkına sahip değildir. “Milletin dediği olacak!” sözüyle siyasî iktidarın MUTLAK EGEMENLİĞİNİN hâkim kılınmaya çalışılması, halkı yanıltma aracı olarak kullanılamaz! Aksi halde, gerçek bir demokrasi kurulamaz! Zaten 30 yıldan beri Türkiye, tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT BİR ÜLKE HALİNE GELEMEMENİN sancılarını çekmektedir. Türk milleti, “DEMOKRASİ” adı altında, siyasî Parti Liderleri’nin baskıları altında yaşamaktadır. Hatırlıyorum ve gazetelerin arşivlerinde mevcuttur:
Güneri Civaoğlu 80’li yılarda yazdığı yazılarında defalarca, milletvekillerini tarif ederken, “ Kol kaldırma makinesinin ağır işçiler,” ifadesini kullanmıştır.
2002 yılında ve Meclis Kulisi’nde bir MHP Milletvekili, milletvekilleri’ni işaret ederek, “Beş dudak arasına hapsedilmiş, 550 tutsak” ifadesini kullanmıştır.
“Bugün değişen nadir?” diye soranlar, bu sorularına, düzgün bir cevap alamazlar. TÜSİAD’ın çıkardığı dergideki kapak resmi, fiilî gerçeği en güzel anlatan bir resimdir.
Konuşmanızda; Amerika’da, Başkanın Yüksek yargı organına atam yaptığını belirttiniz. Doğrudur; ama, Başkanın bu ataması, Cumhuriyet Senatosu’nun onayına sunulur; Senato onaylamazsa, atama gerçekleşmez. Ayrıca; Amerika’da bir kanun teklifi veya tasarısı önce Temsilciler Meclisi’nde, sonar Cumhuriyet Senatosu’nda görüşülür; teklif Kabul edilirse, 3 kişiden oluşan Yüksek Yargı Organı’nın onayına sunulur. Yüksek Yargı onaylamazsa, teklif kanunlaşmaz. Amerika’da, milletvekilleri ve senatörler, doğrudan halk tarafından seçilir. Adayları, parti başkanları belirlemez; adaylar, partili halk tarafından ön seçimlerle belirlenirler. Bu sebepten dolayı, Amerika’da başkanların hata yapma lüksleri yoktur ve her şeyi, siyasetin gereği olan uzlaşmalarla sağlarlar. Bugün ülkemizin gerçeği bellidir:
Bir kişi ne kadar bilgili, becerikli, gayretli, ahlâklı, faziletli olursa olsun; siyasî Parti liderleri onaylamadığı sürece milletvekili olamaz ve parti yönetimlerinde görev yapamaz. Bunun, aksi de varittir ve geçerlidir.
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline getirmenin ve MİLLÎ İRADENİN tam anlamıyla geçerli kılmanın ve de “Millet ne derse o olur” diyebilmenin tek yolu; seçim barajlarını kaldırmak ve milletvekili adaylarını, partiye kayıtlı üyelerin iştirak edeceği ve hâkim teminatında yapılacak ön seçimlerle belirlemektir. Bu yapılmadığı takdirde; “Temsilde adâlet, yönetimde istikrar” masalıyla milleti sistemin dışına iten ve liderleri seçilmiş diktatörler konumuna getiren göstermelik, çarpık ve azıcık demokrasi, milletin de, devletin de ufkunu karartır; Türkiye’yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştırır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
3 Nisan 2010 Cumartesi
DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ değildir.
Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 2 Nisan 2010
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Alpaslan Altan’ın Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atanmasıyla ilgili olarak söylediğiniz, “Anayasa Mahkemesi’nde 9 sene tecrübesi olmuş, hukuk doktorası yapmış, Türkiye’nin her tarafında savcılık yapmış; doğrusu, kim ne derse desin; ben, doğru bir atama yaptığım kanaatindeyim” şeklindeki sözleriniz, savunma amaçlı olarak doğru olabilir. Ama bu; kamuoyunun vicdanını tatmin etmeye yeterli olmaz. Zîra; Alpaslan Altan’ın, Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atamanızdan önceki kısa süreli terfi işlemleri, düşünmesini bilenleri şaşırtıcı niteliktedir.
Bu mektubumu eleştiri maksadıyla yazmadım. Halk arasındaki gerginlikleri, zıtlaşmaları ve huzursuzlukları belirtmek için yazdım. Zîra; halkın büyük bir kesimi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmek istendiğine inanmaktadır. Bunun izlerini, her alanda görmektedir. Belediyelerdeki, belediye şirketlerindeki ve devletteki kadrolaşmalarda, partili- karşı partili; yani, bizden olanlar ve bizden olmayanlar anlayışıyla hareket edildiğini bilmektedir.
“Millî İrade” kavramından çıkarılan mânâ, “İktidar Partisi her istediğini yapabilir” şeklindeki bir anlayışla sınırlandırılırsa; o zaman, Seçim Kanunu’nudaki yüzde 10’luk seçim barajını getiren maddeye, “Seçimlerden sonra Meclis’te tek başına hükümet kuracak sayısı bulunan partinin dışındaki partiler, seçilmemiş sayılırlar” şeklinde bir şıkkın eklenmesi gerekmektedir. Zaten, bugün Parlâmento’da yaşanan fiilî durum, teklif ettiğim öneriye uygundur. Zîra; Bugün Meclis’te İktidar, muhalefeti YOK FARZEDEN bir anlayışı hâkim kılmıştır. TRT-3’ten canlı olarak yayınlanan Meclis Müzakerelerini izleyen her vatandaş, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görebilir.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Cumhurbaşkanlığı makamı, devletin en yüce makamıdır. Bu makamda bulunan Cumhurbaşkanlarının tarafsız olmaları, devletin kurum, kuruluş ve organlarının bir ahenk içinde çalışmalarını sağlamaları, sâdece bir gelenek değil, aynı zamanda kanunî bir mecburiyettir. Zaten; “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa, partisiyle ilişkisi kesilir” hükmü, bir Anayasa emridir. Ayrıca; halkın isteği, beklentisi ve özlemi de budur. Üç örnekle maksadımı daha iyi anlatmak istiyorum:
1- Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, her yerde ve her zaman, Demokrat Parti rumuzlu bastonu taşıyordu. Çıktığı yurtiçi ziyaretlerde yaptığı meydan konuşmalarında, gayet açık bir şekilde İktidar Partisini savunuyor ve muhalefete çatıyordu..
2-Cumhurbaşkanı Turgut Özal, partisiyle ilişkisini kesmediği gibi; Anavatan Partisi’nin tek başına iktidar olduğu dönemde, Hükümeti bizzat kendisi oluşturuyordu ve hattâ, boş kâğıda atılan imzalarla kararnameler hazırlayarak, ülkeyi fiilen idare ediyordu. Bunun doğru olup olmadığını soran Ertuğrul Özkök’e verdiği, “Bugüne kadar ülkeyi nasıl idare ettiğimiz zannediyordun” cevabı ile de, bu gerçeği doğrulamıştı.
3-Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı seçildiği gün, “Şu andan itibaren siyasî kimliğimi çıkardım ve partimle ilgili bağlarımı kopardım. Geriye bakmayacağım ve bu yüce makamın hakkını vereceğim.” sözlerini söylemiştir ve bu taahhüdüne de, görevi sona erinceye kadar sadık kalmıştır. Bu sebeple de yakın arkadaşları, “Cumhurbaşkanı seçilince parti ile ilgisini kesti ve bizleri ortada bıraktı” diyerek, kendisine gücenmişlerdi.
Bugün ülkemizde gerçekten büyük bir gerilim vardır. Kurumlar arasında yaratılan gerginlikler, halkı da kutuplaştırmıştır. Türkiye’nin gündemini, lüzumsuz tartışmalar oluşturmaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her yerde, her zeminde ve katıldığı her toplantıda, siyasî amaç taşıyan konuşmalarıyla devletin kurumlarını ve muhalefet partilerini hedef almaktadır. Tabiatıyla herkes, siyasî mensubiyetine göre zıtlaşmakta ve kutuplara ayrılmaktadır. Meclis’teki sayısal üstünlüğü de, kendisine güç vermektedir. Yani; iktidar gücünü yanlış kullanarak, durduk yerde sebepsiz, gereksiz ve kimseye faydası olmayan gerginlikler yaratmaktadır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi, Anayasa’da yapılacak değişikliklerdir. Yaratılan bu gündemin en önemli maddesi, Yüksek Yargıda yapılması düşünülen yeniden yapılanmadır. Daha şimdiden sert tartışmalar başlatılmıştır. Bu sert tartışmalar yapılırken hiç kimse, “Yüksek Mahkemeler olmazsa; siyaseti, hukuk sınırlarına kim veya hangi kurum çekecektir? Veya beraberinde adâleti getirmeyen kanunları kim veya hangi kurum önleyecektir?” sorusun sormamaktadır. Yine hiç kimse, “Hukuk alanında reformlar gerçekleştirilmeden “Yargı Reformu” adı altında sunulan Anayasa değişikliğinin HUKUK REFORMU ile ne alâkası vardır?” sorusunu sormamakta ve cevabını aramamaktadır.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Muhakkak surette hatırlarsınız. Refah Partisi Kayseri Milletvekiliyken, 8 Kasım 1993 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Bütçe Plân Komisyonu’nda, Adâlet Bakanlığı Bütçesi görüşülürken şu ifadeleri kullanmıştınız:
“Sayın Başkan, Sayın Bakan, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay ve Danıştay’ın değerli temsilcileri; bugün, dört önemli kuruluşun bütçesini görüşüyoruz. Bunlar hukukla, adâletle ilgili… Türkiye’de gerçekten bir adâlet reformuna, hukuk reformuna ihtiyaç vardır.
Çok önemli meselelerden biri, yargının bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı ne demektir? Mahkemelerin dolaylı veya direkt, hiçbir tesir altında kalmadan, vicdanlarının sesini dinleyerek karara varmalarıdır. Türkiye’de yargı bağımsızlığı zaman, zaman zedeleniyor. İster istemez bu, söz konusudur.
Bunun da en önemli sebebini Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında görmekteyiz. Bildiğiniz gibi HSYK’da Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki üye bulunmaktadır. Sayın Bakan’la Müsteşar, burada üyedirler.
Dolayısıyla siyasîdirler. Bunu, sâdece sizin iktidarınız için söylemiyorum; yarın iktidara biz geliriz, başkası gelir. HSYK’yı etkileme imkânı söz konusudur böyle bir yapılanmada. Bunun için siyasî iktidarın direkt temsilcilerinin, yani Adâlet Bakanı ile Müsteşarı’nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan çıkarılmasının gerektiği görüşündeyim.”
Zorda olan ülkenin, gelişmelerden karamsarlığa kapılan bir vatandaşı olarak, geçmişle geleceğin bağını iyi kurabileceğinize inanarak, bu hatırlatmayı yaptım. Gerçek olan şudur ki; Yapılması düşünülen Anayasa değişikliği, Türkiye’yi daha fazla özgürleştirmeyecektir. Bilâkis daha da zora sokacaktır. Türkiye’yi tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke yapmanın anahtarı, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’dır. Türkiye, 30 yıldan beri bunun sancısını çekmektedir. “Benim yargım, senin yargın” tartışmaları, adâletsizlikleri yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zîra; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:
“Hürriyetlerin adâletle sınırlandırılmadığı sahalarda, DEMOKRASİ adı altında ACI ESARETLER kurulur!”
Bu ülkenin hür bir vatandaşı olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Cumhurbaşkanı
Ankara 2 Nisan 2010
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Alpaslan Altan’ın Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atanmasıyla ilgili olarak söylediğiniz, “Anayasa Mahkemesi’nde 9 sene tecrübesi olmuş, hukuk doktorası yapmış, Türkiye’nin her tarafında savcılık yapmış; doğrusu, kim ne derse desin; ben, doğru bir atama yaptığım kanaatindeyim” şeklindeki sözleriniz, savunma amaçlı olarak doğru olabilir. Ama bu; kamuoyunun vicdanını tatmin etmeye yeterli olmaz. Zîra; Alpaslan Altan’ın, Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine atamanızdan önceki kısa süreli terfi işlemleri, düşünmesini bilenleri şaşırtıcı niteliktedir.
Bu mektubumu eleştiri maksadıyla yazmadım. Halk arasındaki gerginlikleri, zıtlaşmaları ve huzursuzlukları belirtmek için yazdım. Zîra; halkın büyük bir kesimi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmek istendiğine inanmaktadır. Bunun izlerini, her alanda görmektedir. Belediyelerdeki, belediye şirketlerindeki ve devletteki kadrolaşmalarda, partili- karşı partili; yani, bizden olanlar ve bizden olmayanlar anlayışıyla hareket edildiğini bilmektedir.
“Millî İrade” kavramından çıkarılan mânâ, “İktidar Partisi her istediğini yapabilir” şeklindeki bir anlayışla sınırlandırılırsa; o zaman, Seçim Kanunu’nudaki yüzde 10’luk seçim barajını getiren maddeye, “Seçimlerden sonra Meclis’te tek başına hükümet kuracak sayısı bulunan partinin dışındaki partiler, seçilmemiş sayılırlar” şeklinde bir şıkkın eklenmesi gerekmektedir. Zaten, bugün Parlâmento’da yaşanan fiilî durum, teklif ettiğim öneriye uygundur. Zîra; Bugün Meclis’te İktidar, muhalefeti YOK FARZEDEN bir anlayışı hâkim kılmıştır. TRT-3’ten canlı olarak yayınlanan Meclis Müzakerelerini izleyen her vatandaş, bu gerçeği, gayet açık bir şekilde görebilir.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Cumhurbaşkanlığı makamı, devletin en yüce makamıdır. Bu makamda bulunan Cumhurbaşkanlarının tarafsız olmaları, devletin kurum, kuruluş ve organlarının bir ahenk içinde çalışmalarını sağlamaları, sâdece bir gelenek değil, aynı zamanda kanunî bir mecburiyettir. Zaten; “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa, partisiyle ilişkisi kesilir” hükmü, bir Anayasa emridir. Ayrıca; halkın isteği, beklentisi ve özlemi de budur. Üç örnekle maksadımı daha iyi anlatmak istiyorum:
1- Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, her yerde ve her zaman, Demokrat Parti rumuzlu bastonu taşıyordu. Çıktığı yurtiçi ziyaretlerde yaptığı meydan konuşmalarında, gayet açık bir şekilde İktidar Partisini savunuyor ve muhalefete çatıyordu..
2-Cumhurbaşkanı Turgut Özal, partisiyle ilişkisini kesmediği gibi; Anavatan Partisi’nin tek başına iktidar olduğu dönemde, Hükümeti bizzat kendisi oluşturuyordu ve hattâ, boş kâğıda atılan imzalarla kararnameler hazırlayarak, ülkeyi fiilen idare ediyordu. Bunun doğru olup olmadığını soran Ertuğrul Özkök’e verdiği, “Bugüne kadar ülkeyi nasıl idare ettiğimiz zannediyordun” cevabı ile de, bu gerçeği doğrulamıştı.
3-Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı seçildiği gün, “Şu andan itibaren siyasî kimliğimi çıkardım ve partimle ilgili bağlarımı kopardım. Geriye bakmayacağım ve bu yüce makamın hakkını vereceğim.” sözlerini söylemiştir ve bu taahhüdüne de, görevi sona erinceye kadar sadık kalmıştır. Bu sebeple de yakın arkadaşları, “Cumhurbaşkanı seçilince parti ile ilgisini kesti ve bizleri ortada bıraktı” diyerek, kendisine gücenmişlerdi.
Bugün ülkemizde gerçekten büyük bir gerilim vardır. Kurumlar arasında yaratılan gerginlikler, halkı da kutuplaştırmıştır. Türkiye’nin gündemini, lüzumsuz tartışmalar oluşturmaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her yerde, her zeminde ve katıldığı her toplantıda, siyasî amaç taşıyan konuşmalarıyla devletin kurumlarını ve muhalefet partilerini hedef almaktadır. Tabiatıyla herkes, siyasî mensubiyetine göre zıtlaşmakta ve kutuplara ayrılmaktadır. Meclis’teki sayısal üstünlüğü de, kendisine güç vermektedir. Yani; iktidar gücünü yanlış kullanarak, durduk yerde sebepsiz, gereksiz ve kimseye faydası olmayan gerginlikler yaratmaktadır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi, Anayasa’da yapılacak değişikliklerdir. Yaratılan bu gündemin en önemli maddesi, Yüksek Yargıda yapılması düşünülen yeniden yapılanmadır. Daha şimdiden sert tartışmalar başlatılmıştır. Bu sert tartışmalar yapılırken hiç kimse, “Yüksek Mahkemeler olmazsa; siyaseti, hukuk sınırlarına kim veya hangi kurum çekecektir? Veya beraberinde adâleti getirmeyen kanunları kim veya hangi kurum önleyecektir?” sorusun sormamaktadır. Yine hiç kimse, “Hukuk alanında reformlar gerçekleştirilmeden “Yargı Reformu” adı altında sunulan Anayasa değişikliğinin HUKUK REFORMU ile ne alâkası vardır?” sorusunu sormamakta ve cevabını aramamaktadır.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Muhakkak surette hatırlarsınız. Refah Partisi Kayseri Milletvekiliyken, 8 Kasım 1993 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Bütçe Plân Komisyonu’nda, Adâlet Bakanlığı Bütçesi görüşülürken şu ifadeleri kullanmıştınız:
“Sayın Başkan, Sayın Bakan, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay ve Danıştay’ın değerli temsilcileri; bugün, dört önemli kuruluşun bütçesini görüşüyoruz. Bunlar hukukla, adâletle ilgili… Türkiye’de gerçekten bir adâlet reformuna, hukuk reformuna ihtiyaç vardır.
Çok önemli meselelerden biri, yargının bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı ne demektir? Mahkemelerin dolaylı veya direkt, hiçbir tesir altında kalmadan, vicdanlarının sesini dinleyerek karara varmalarıdır. Türkiye’de yargı bağımsızlığı zaman, zaman zedeleniyor. İster istemez bu, söz konusudur.
Bunun da en önemli sebebini Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında görmekteyiz. Bildiğiniz gibi HSYK’da Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki üye bulunmaktadır. Sayın Bakan’la Müsteşar, burada üyedirler.
Dolayısıyla siyasîdirler. Bunu, sâdece sizin iktidarınız için söylemiyorum; yarın iktidara biz geliriz, başkası gelir. HSYK’yı etkileme imkânı söz konusudur böyle bir yapılanmada. Bunun için siyasî iktidarın direkt temsilcilerinin, yani Adâlet Bakanı ile Müsteşarı’nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan çıkarılmasının gerektiği görüşündeyim.”
Zorda olan ülkenin, gelişmelerden karamsarlığa kapılan bir vatandaşı olarak, geçmişle geleceğin bağını iyi kurabileceğinize inanarak, bu hatırlatmayı yaptım. Gerçek olan şudur ki; Yapılması düşünülen Anayasa değişikliği, Türkiye’yi daha fazla özgürleştirmeyecektir. Bilâkis daha da zora sokacaktır. Türkiye’yi tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke yapmanın anahtarı, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’dır. Türkiye, 30 yıldan beri bunun sancısını çekmektedir. “Benim yargım, senin yargın” tartışmaları, adâletsizlikleri yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Zîra; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:
“Hürriyetlerin adâletle sınırlandırılmadığı sahalarda, DEMOKRASİ adı altında ACI ESARETLER kurulur!”
Bu ülkenin hür bir vatandaşı olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
1 Nisan 2010 Perşembe
İktisat ve İstiklâl
Sayın Şakir Ercan GÜL
Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu
(TMSF) Başkanı
İstanbul 1 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Kamuya devredilen 22 bankaya ayrılan 30 milyar dolar tutarındaki kaynağın yarısını tahsil ettiğinizi, varlık fiyatlarına bağlı olarak önümüzdeki dönemde 2-3 milyar dolarlık tahsilât gerçekleştirebileceğinizi, TMSF’nin, 2004’ten bugüne kadar yaklaşık 19 milyar dolar civarında brüt tahsilât yaptığını belirterek,
“Net olarak bu dönemde yaklaşık 10 milyar dolar para Hazine’ye intikal ettirdik. Bunun 8 milyar doları nakdîdir, diğeri kâğıt iadesidir. Bu tahsilâtımızdan yaklaşık 4-5 milyar dolar civarında parayı, Maliye’ye intikal ettirdik; çünkü, vergiye öncelik tanındı.” dediğinizi gazete haberlerinden okudum.
Özel kanunlara dayalı olarak büyük yetkilerle donatılan bazı kurumların başkanları, zaman, zaman kendilerini başarılı göstermek için demeç vermeye alışık olmaları sebebiyle merak ediyorum ve soruyorum:
2004’ten bugüne kadar 19 milyar dolar tahsilât yapan TMSF’nin, bugüne kadar yaptığı harcamaların tutarı nedir?
Bu 19 milyar dolar tutarındaki tahsilât, adâlet ölçüleri içersinde ve gerçekçi olarak yapılabildi mi? Örnek: Telsim’in satışı gerçek değeri üzerinden yapılabildi mi? Bu önemli telefon şirketimiz, İngiliz VODAFON’a hangi şartlarda ve hangi değer üzerinden satıldı? Bu örneği, bütün satışlara şâmil kılmak mümkündür.
En önemlisi:
TMSF Başkanları ve üst seviye yöneticileri, 2001 krizini akılcı bir şekilde değerlendirebildiler mi; yoksa, kaynağı ne olursa olsun, verilen emirleri mi yerine getirdiler? Bu hususu, geçmişteki olaylara dayandırarak soruyorum. Şöyle ki:
Günün BDDK Başkanı Engin Akçakoca, 11 Temmuz 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemişti:
"BANKALARI FONA ALMADAN REHABİLİTE EĞİLİMİNDEYDİK. BUNUN İÇİN DÖRT HAFTA DAHA FIRSAT TANINMASINI İSTEDİK. DÜNYA BANKASI İLE MUTABAKAT SAĞLADIK. AMA, IMF TARAFI DAHA KATI DAVRANDI VE İMF'Yİ İKNA EDEMEDİK. BEN, GENE DE DÜŞÜNÜYORUM Kİ; ÖYLE BİR FIRSAT TANINSAYDI, DAHA UCUZ BİR ÇÖZÜM YOLU BULUNABİLİRDİ. GARANTİSİ YOK; AMA, DENENMELİYDİ."
Engin Akçakoca'nın bu sözlerinin ne anlama geldiğini konuşan, irdeleyen ve sorgulayan çıkmamıştır. Başkalarına boyun eğdiğimizi, bilerek veya bilmeyerek herkes kabullenmiştir.
Başka bir örnek, çok daha vahimdir:
Günün FON bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Tevfik Altınok ise; Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Semerci'ye verdiği ve 1 Aralık 2001 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:
"25 KASIM 2001 TARİHİ İTİBARİYLE TMSF'YE 18 BANKA DEVREDİLMİŞ; 4 BANKA SATILMIŞ, BİR BANKANIN LİSANSI İPTÂL EDİLMİŞTİR. 30 KASIM'DA BİR BANKA DAHA FON'A ALINMIŞ VE BİR BANKA DA KAPATILMIŞTIR. BİZ, FON'A ALINAN BANKALARI VE İŞTİRAKLERİNİ YAŞATMAYI DEĞİL, TASFİYELERİNİ HEDEF ALDIK."
Sonraki gelişmeler, Tevfik Altınok'un dediği gibi gerçekleşmiştir. Yani; "Batmış banka" kavramı ile "Nakit ihtiyacı olan banka" kavramı bir birine karıştırılarak, büyük bir tasfiye sağlanmış ve yabancıların banka alma kapısı açılmıştır.
Bu hususu da kimse konuşmamıştır ve Türkiye ekonomisinin tasfiye hareketini, "BÜYÜK REFORM" olarak alkışlamıştır.
Gerçeklerin araştırılması ve bilinmesi için dikkatlerinize arz ediyorum:
Fon bankalarının, temmuz 2001 bilânçosuna göre birikmiş toplam zararı, 12 katrilyon liradır.
Birikmiş zarar; Hazine'nin, bu bankalara aktardığı 16.3 katrilyon liralık Hazine bonosu sayesinde geçici olarak durdurulmuştur.
12 Temmuz 2001 tarihli Hazine verilerine göre; kamu ve fon bankalarına, 21 Şubat 2001 tarihinden sonra verilen Hazine bonosu miktarı, 62 katrilyon liradır. Dağılımı da şöyledir:
Merkez Bankası'na 22 katrilyon lira,
Kamu ve Fon bankalarına 40 katrilyon lira. (bu destek, iç borç stokumuzu 111 katrilyon liraya çıkarmıştır.)
Sormak lazımdır:
Hazine yardımları ile bu bankalar rehabilite edilebilir ve faaliyetlerini sürdürebilirlerdi. Bu imkân varken; acaba, niçin tasfiye yolu seçilmiştir?
Bu tasarrufta, ayakta kalan bankaların rekabet gücü kazanmaları mı amaçlanmıştır? Yoksa, IMF'nin şartlı dayatması mı etken olmuştur? Ve:
Tevfik Altınok’un, "Fona alınan bankaları ve iştiraklerini yaşatmayı değil; satışını ya da tasfiyesini hedef aldık." sözü, ne anlama gelmektedir? En önemlisi; bankacılık sektöründeki bu operasyonun, açıklanmayan gizli bir amacı mı vardı?
Önemli bir konu daha:
Fona devredildiği günden itibaren, İktisat Bankası için özel bir işlem yapılmıştır. Bu banka, başka bankalarla birleştirilmemiştir. BDDK Başkanı Engin Akçakoca zaman zaman, "İktisat Bankası ayrı satılacaktır. 30 Kasım 2001 tarihine kadar satılamazsa, tasfiye edilecektir." şeklinde demeçler vermiştir. Akçakoca'nın açıkladığı şekilde de neticelenmiştir.
Acaba, neden?
Sayın BAŞKAN;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle başkaları bu bölgede, iktisadî hakimiyetini kaybetmiş bir Türkiye isterler. Bugüne kadar meydana gelen gelişmeler, başkalarının, hedeflerini gerçekleştirdiklerini göstermektedir. Başta finans kesimi ve bankalarımız, önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Para ve ekonomi politikalarımıza dahî, yabancılar hâkimdir. Türkiye’nin bu duruma geleceği, 12 Eylül 1980’den sonara ve bilhassa, kasıtlı olarak yaratılan Şubat 2001 krizinden evvel de belliydi. İşte; 2001 krizinden evvel hiç kimsenin üzerinde durmadığı ve değerlendirmediği acı bir gerçek, şöyledir:
Hatırlarsınız; Türkiye, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremiyle sarsıldı ve ekonomisi, ağır bir darbe aldı.
29 Kasım 2000 tarihinde İngiltere Bankalar Birliği Başkanı ve İngiltere Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Andrew Buxton, verdiği bir demeçte Türk bankacılığı için şu sözleri söylemişti:
"TÜRKİYE'DE FİNANSAL HİZMETLERİN YAYGINLAŞTIRILMASI VE GENİŞLETİLMESİ İÇİN BİRLEŞTİRMELER GERÇEKLEŞTİRİLECEK VE BAZI BANKALAR YOK OLACAKTIR."
Bu sözler, yaratılacak bir krizin işaretleriydi. Sonraki gelişmeler, Buxton'un sözlerinin doğruluğunu ispatlamıştır. Her nedense; hiç kimse, bu gerçeği ülkenin gündemine getirmemiştir. Yani; 21 Şubat 2001 krizinin, bilinçli olarak yaratıldığını ifade eden çıkmamıştır.
Ama Türkiye’de önemli mevkilere getirilen ve parlatılan kişiler, bilerek veya bilmeyerek, olayların içyüzlerini araştırmadan; aklı, mantığı ve ilmi hakem yapmadan ve de hislerinin doğrultusunda hareket ederek, başkalarının değirmenine su taşımışlardır. Yaparak değil, yıkarak görev yaptıklarını da hiçbir zaman anlayamamışlardır ve parlak nutuklar atarak, Türkiye’nin içinin boşaltılmasına sebep olmuşlardır. Bu görevi yerine getirenler de, yaptıkları veya yapacakları işin sonunu düşünmemişlerdir.
Bu sebeple; sizin durumunuzu merak ettiğim için bu mektubumu yazdım ve ne cevap vereceğinizi de merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu
(TMSF) Başkanı
İstanbul 1 Nisan 2010
Sayın BAŞKAN;
Kamuya devredilen 22 bankaya ayrılan 30 milyar dolar tutarındaki kaynağın yarısını tahsil ettiğinizi, varlık fiyatlarına bağlı olarak önümüzdeki dönemde 2-3 milyar dolarlık tahsilât gerçekleştirebileceğinizi, TMSF’nin, 2004’ten bugüne kadar yaklaşık 19 milyar dolar civarında brüt tahsilât yaptığını belirterek,
“Net olarak bu dönemde yaklaşık 10 milyar dolar para Hazine’ye intikal ettirdik. Bunun 8 milyar doları nakdîdir, diğeri kâğıt iadesidir. Bu tahsilâtımızdan yaklaşık 4-5 milyar dolar civarında parayı, Maliye’ye intikal ettirdik; çünkü, vergiye öncelik tanındı.” dediğinizi gazete haberlerinden okudum.
Özel kanunlara dayalı olarak büyük yetkilerle donatılan bazı kurumların başkanları, zaman, zaman kendilerini başarılı göstermek için demeç vermeye alışık olmaları sebebiyle merak ediyorum ve soruyorum:
2004’ten bugüne kadar 19 milyar dolar tahsilât yapan TMSF’nin, bugüne kadar yaptığı harcamaların tutarı nedir?
Bu 19 milyar dolar tutarındaki tahsilât, adâlet ölçüleri içersinde ve gerçekçi olarak yapılabildi mi? Örnek: Telsim’in satışı gerçek değeri üzerinden yapılabildi mi? Bu önemli telefon şirketimiz, İngiliz VODAFON’a hangi şartlarda ve hangi değer üzerinden satıldı? Bu örneği, bütün satışlara şâmil kılmak mümkündür.
En önemlisi:
TMSF Başkanları ve üst seviye yöneticileri, 2001 krizini akılcı bir şekilde değerlendirebildiler mi; yoksa, kaynağı ne olursa olsun, verilen emirleri mi yerine getirdiler? Bu hususu, geçmişteki olaylara dayandırarak soruyorum. Şöyle ki:
Günün BDDK Başkanı Engin Akçakoca, 11 Temmuz 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemişti:
"BANKALARI FONA ALMADAN REHABİLİTE EĞİLİMİNDEYDİK. BUNUN İÇİN DÖRT HAFTA DAHA FIRSAT TANINMASINI İSTEDİK. DÜNYA BANKASI İLE MUTABAKAT SAĞLADIK. AMA, IMF TARAFI DAHA KATI DAVRANDI VE İMF'Yİ İKNA EDEMEDİK. BEN, GENE DE DÜŞÜNÜYORUM Kİ; ÖYLE BİR FIRSAT TANINSAYDI, DAHA UCUZ BİR ÇÖZÜM YOLU BULUNABİLİRDİ. GARANTİSİ YOK; AMA, DENENMELİYDİ."
Engin Akçakoca'nın bu sözlerinin ne anlama geldiğini konuşan, irdeleyen ve sorgulayan çıkmamıştır. Başkalarına boyun eğdiğimizi, bilerek veya bilmeyerek herkes kabullenmiştir.
Başka bir örnek, çok daha vahimdir:
Günün FON bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Tevfik Altınok ise; Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Semerci'ye verdiği ve 1 Aralık 2001 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:
"25 KASIM 2001 TARİHİ İTİBARİYLE TMSF'YE 18 BANKA DEVREDİLMİŞ; 4 BANKA SATILMIŞ, BİR BANKANIN LİSANSI İPTÂL EDİLMİŞTİR. 30 KASIM'DA BİR BANKA DAHA FON'A ALINMIŞ VE BİR BANKA DA KAPATILMIŞTIR. BİZ, FON'A ALINAN BANKALARI VE İŞTİRAKLERİNİ YAŞATMAYI DEĞİL, TASFİYELERİNİ HEDEF ALDIK."
Sonraki gelişmeler, Tevfik Altınok'un dediği gibi gerçekleşmiştir. Yani; "Batmış banka" kavramı ile "Nakit ihtiyacı olan banka" kavramı bir birine karıştırılarak, büyük bir tasfiye sağlanmış ve yabancıların banka alma kapısı açılmıştır.
Bu hususu da kimse konuşmamıştır ve Türkiye ekonomisinin tasfiye hareketini, "BÜYÜK REFORM" olarak alkışlamıştır.
Gerçeklerin araştırılması ve bilinmesi için dikkatlerinize arz ediyorum:
Fon bankalarının, temmuz 2001 bilânçosuna göre birikmiş toplam zararı, 12 katrilyon liradır.
Birikmiş zarar; Hazine'nin, bu bankalara aktardığı 16.3 katrilyon liralık Hazine bonosu sayesinde geçici olarak durdurulmuştur.
12 Temmuz 2001 tarihli Hazine verilerine göre; kamu ve fon bankalarına, 21 Şubat 2001 tarihinden sonra verilen Hazine bonosu miktarı, 62 katrilyon liradır. Dağılımı da şöyledir:
Merkez Bankası'na 22 katrilyon lira,
Kamu ve Fon bankalarına 40 katrilyon lira. (bu destek, iç borç stokumuzu 111 katrilyon liraya çıkarmıştır.)
Sormak lazımdır:
Hazine yardımları ile bu bankalar rehabilite edilebilir ve faaliyetlerini sürdürebilirlerdi. Bu imkân varken; acaba, niçin tasfiye yolu seçilmiştir?
Bu tasarrufta, ayakta kalan bankaların rekabet gücü kazanmaları mı amaçlanmıştır? Yoksa, IMF'nin şartlı dayatması mı etken olmuştur? Ve:
Tevfik Altınok’un, "Fona alınan bankaları ve iştiraklerini yaşatmayı değil; satışını ya da tasfiyesini hedef aldık." sözü, ne anlama gelmektedir? En önemlisi; bankacılık sektöründeki bu operasyonun, açıklanmayan gizli bir amacı mı vardı?
Önemli bir konu daha:
Fona devredildiği günden itibaren, İktisat Bankası için özel bir işlem yapılmıştır. Bu banka, başka bankalarla birleştirilmemiştir. BDDK Başkanı Engin Akçakoca zaman zaman, "İktisat Bankası ayrı satılacaktır. 30 Kasım 2001 tarihine kadar satılamazsa, tasfiye edilecektir." şeklinde demeçler vermiştir. Akçakoca'nın açıkladığı şekilde de neticelenmiştir.
Acaba, neden?
Sayın BAŞKAN;
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle başkaları bu bölgede, iktisadî hakimiyetini kaybetmiş bir Türkiye isterler. Bugüne kadar meydana gelen gelişmeler, başkalarının, hedeflerini gerçekleştirdiklerini göstermektedir. Başta finans kesimi ve bankalarımız, önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Para ve ekonomi politikalarımıza dahî, yabancılar hâkimdir. Türkiye’nin bu duruma geleceği, 12 Eylül 1980’den sonara ve bilhassa, kasıtlı olarak yaratılan Şubat 2001 krizinden evvel de belliydi. İşte; 2001 krizinden evvel hiç kimsenin üzerinde durmadığı ve değerlendirmediği acı bir gerçek, şöyledir:
Hatırlarsınız; Türkiye, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremiyle sarsıldı ve ekonomisi, ağır bir darbe aldı.
29 Kasım 2000 tarihinde İngiltere Bankalar Birliği Başkanı ve İngiltere Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Andrew Buxton, verdiği bir demeçte Türk bankacılığı için şu sözleri söylemişti:
"TÜRKİYE'DE FİNANSAL HİZMETLERİN YAYGINLAŞTIRILMASI VE GENİŞLETİLMESİ İÇİN BİRLEŞTİRMELER GERÇEKLEŞTİRİLECEK VE BAZI BANKALAR YOK OLACAKTIR."
Bu sözler, yaratılacak bir krizin işaretleriydi. Sonraki gelişmeler, Buxton'un sözlerinin doğruluğunu ispatlamıştır. Her nedense; hiç kimse, bu gerçeği ülkenin gündemine getirmemiştir. Yani; 21 Şubat 2001 krizinin, bilinçli olarak yaratıldığını ifade eden çıkmamıştır.
Ama Türkiye’de önemli mevkilere getirilen ve parlatılan kişiler, bilerek veya bilmeyerek, olayların içyüzlerini araştırmadan; aklı, mantığı ve ilmi hakem yapmadan ve de hislerinin doğrultusunda hareket ederek, başkalarının değirmenine su taşımışlardır. Yaparak değil, yıkarak görev yaptıklarını da hiçbir zaman anlayamamışlardır ve parlak nutuklar atarak, Türkiye’nin içinin boşaltılmasına sebep olmuşlardır. Bu görevi yerine getirenler de, yaptıkları veya yapacakları işin sonunu düşünmemişlerdir.
Bu sebeple; sizin durumunuzu merak ettiğim için bu mektubumu yazdım ve ne cevap vereceğinizi de merak ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)