21 Aralık 2008 Pazar

İslâm Dini ve Dindarlık

Sayın Serdar Turgut
Akşam Gazetesi Yazarı 31 Ocak 2008


Sayın Serdar Turgut;

31 Ocak 2008 tarihli ve "Dindarlık, bu mu?" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Elbette dindarlık, bu değildir. Bu; düpedüz, din sömürüsüdür.
Sizin üzerinde çalıştığınız, araştırdığınız öze göre konuyu, açalım:

İnsan, Kâinatın hülâsasıdır. Bu sebeple de, yaratılmışların en şereflisi olarak ilân edilmiştir. İnsanın bu özelliğinin kaynağı; Allah tarafından kendisine, hiçbir canlıya verilmeyen İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının verilmiş olmasıdır. Bu sebeple de insan, aslını aramak ve dâimâ kendisinden üstün bir kudreti aramak zorundadır. Aslını ararken de; "Kimim, nereden geldim, ne olacağım ve nereye götürüleceğim?" suallerini sormaktan, kendini alamaz. İşte bu aslını aramak AŞKINA, DİN denir.
Kuantum ve Kozmik açısına gelince:

Âlemdeki sırrı çözmek, aklın işi değildir; Allah, kapıları araladıkça insanlar, ilmen yeni buluşlara ve yeni keşiflere ulaşırlar. Bugün kozmik âlemle ilgili olarak, insanlık âleminin bildiği, bilmediğine oranla, bir nokta kadardır. Bir ayet meâli ile konuyu, biraz açayım:

"Allah, öyle bir Allah'tır ki; âlem-i arzda yarattığının bir mislini, âlem-i semâda yaratmıştır!" Bu âyet nazil olunca Abdullah İbni Abbas, Hz. Ali’ye gelerek; "Ya Ali! ben, bu âyetin mânâsından bir şey anlamadım" deyince, Hz. Ali, "Anlaşılmayacak ne var? mânâsı gayet açıktır. Allah, arzda yarattığının bir mislini, semâ âleminde de yaratmıştır:" diye cevap vermiştir. Abdullah İbn-i Abbas, "yine anlamadım deyince, Hz. Ali, "Daha açık söyleyeyim; Şu anda, semâ âleminde, senin gibi bir Abdullah İbni Abbas, benim gibi bir Aliyyebni Ebu Talip, yaşıyor!" diye cevap vermiştir.
Sayın Turgut;

Fen ve ilim, henüz bu noktaya ulaşamadı. Nasıl ki vaktiyle Kâinat, bulunduğumuz güneş sisteminden ibaret zannediliyor idiyse ve bugün yüz binlerce yıldızın ve âlemin varlığı kabul ediliyorsa; bir gün, bu âyetin mânâsındaki sırrı da insanlık âlemi, keşfedecektir! Bu sebepten dolayıdır ki; gerçek anlamdaki bilim adamları, "Bu âlem, imkân âlemidir; “olmaz!” diye bir görüş kabul edilemez!" derler ve alanlarındaki çalışmalarına devam ederler. Bu da, aslında, Allah'ın bir emridir. Bu hususla ilgili olarak bir âyetin mânâsı, şöyledir: "Arz üzerinde dolaşınız; hilkate nasıl başlandığını öğreniniz!" Ne yazık ki; İslâm âlemi bu gerçeklerden uzak yaşamıştır ve keşifler, buluşlar, Batı ülkelerine nasip olmuştur. Zirâ; Allah, kim ararsa, kapıları ona açar!

Din konusuna tekrar dönelim:
FITRAT, oluştur. TABİAT'da, diziliştir. DİN ise; oluş ve dizilişin İNTİZAMIDIR! Yani; Allah, yeryüzünde naibi kıldığı insanlara, görev vermiştir. Nasıl yaşayacaklarının yolunu göstermiş ve neticede de, ne olacaklarının âkibetini, beyan etmiştir. En önemlisi de; zorlama yapmamıştır ve her şeyi, insanlara bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarına terk etmiştir. Konu açılmışken; bir önemli ve ince hususu belirtmek istiyorum:

Bir sürü olaylarla karşılaşıyoruz ve değişik insanların hallerini gözlemliyoruz. İnsan vardır ki; ilmiyle, yaptıklarıyla, ahlâk ve faziletiyle, bütün insanlık alemini, kendisine hayran bırakır. Yine insan vardır ki; vahşetiyle, ahlâksızlığı ile, yaptıkları ile, canavarları dahi utandırır. Bu durumda, hangi insanı, Allah'ın yeryüzündeki naibi ve Allah'ın muhatabı kabul edeceğiz? İşte bu noktada, yine, Büyük Kitap Kur'an imdadımıza yetişir. Şöyle ki:

Kur'an'da değişik hitap tarzları vardır. Bazı yerde "Ey İNSAN",bazı yerde de, "Ey NÂS" hitapları yer alır. Tefsirlere bakacak olursak; her iki hitaptan da,İNSAN manasının çıkarıldığını görürüz. Acaba, öyle midir? Biraz açalım:

Arapça, çok beliğ ve zengin bir dildir. Her kelime, türediği köküne göre mânâ kazanır. Arapça'da İNSAN kelimesinin kökü, ÜNS'tür. ÜNS'ün mânâsı dost ve yakın demektir. Kur'an'da "EY İNSAN!" hitabıyla, Allah'a dost ve yakın olan insanlar kast edilir. Nâs, kelimesinin türediği kök ise; NİSYAN'dır.Nisyanın manası ise; UNUTMAKTIR. Kur'an'da "EY NAS!" hitabıyla, Allah'ı unutanlar kast edilir.

Kısacası; insanların ULVÎ ve SÜFLÎ karakterleri mevcuttur. İhtiras ve nefislerinin arzularını frenleyip, ULVİ KAREKTERİNİ öne çıkararak muhitine, ülkesine, milletine ve hattâ bütün insanlık âlemine hizmet edenler, hakikî İNSANDIR. Bunlar, Allah'ın makbul tuttuğu insanlardır. İhtirâs ve nefislerinin arzularına yenik düşüp, SÜFLİ KAREKTERLERİNİ öne çıkararak yalan söyleyenler, inançları siyaset malzemesi yapanlar, insanların ve kamunun mallarına tecavüz edenler, hakikatleri gizleyenler, başkalarının zararına kasalarını dolduranlar, zulmedenler, sahip oldukları nimet ve imkânlarını muhitinin, ülkesinin, milletinin ve hatta bütün insanlık aleminin hayrına kullanmayanlar, münâfıklar, fitne ve fesat doğuranlar, insan görümündeki canlılardır. Bunlar, Allah'ın lânet ettiği ve ebedî azaba mahkûm edeceğini beyan ettiği kimselerdir. Aslında; bu gibi kişileri, Hz .Peygamberimiz de işaret etmiştir. Bu husustaki açık emirleri vardır:
1- Kişi, neyi çok seviyorsa; bütün tâat ve ibâdeti onadır.
2- Tâat ve ibâdetlerin kabulü için, helâl kazanmak şarttır.
3- Yalanı olanın, dini olmaz.
4- Cömert, fâsık da olsa, Cehennem'e girmez; hasis, âbid de olsa, Cennet'e giremez.
5- İmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de, imân etmiş sayılmazsınız.
6- Zekâtı olmayanın, dini olmaz.

Sayın Turgut;

Şimdi oturunuz ve dindarlığın ne olduğunu, bütün cihâna duyurunuz! Türbanı, İslâm’ın şartı haline getirerek, insanları aldatanların hakkındaki kararı, herkesin irfanı versin! Ne yazık ki; fenâ adamlar, tarih boyunca insanların inançlarını sömürerek makam, mevki ve servet sahibi olmuşlardır. İslâm’a ilk darbeyi de, Emevî saltanatını kuran Şam Valisi MUAVİYE vurmuştur. O günden itibaren de, İslâm, şekilciliğe hapsedilmiştir. Ne yazık ki; “din adamıyım” diye geçinen kişiler, bu gerçekleri, hiçbir yerde ve hiçbir zaman, dile getirmemişlerdir. Zaten, çoğunun bilgileri de yoktur ya!

Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: