29 Mart 2010 Pazartesi

Aldatanlar ve Aldananlar.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 29 Mart 2010



Sayın BAŞBKAN;


Partinizin Genel Merkezi’nde düzenlenen YEREL YÖNETİMLER SEMPOZİYUMU’nda yaptığınız konuşmanızı, büyük bir dikkatle dinledim. Konuşmanızın en dikkat çekici cümlesi;


“1982 Anayasa’sının değişmesi gerekmektedir. Bu, bizim keyfî olarak aldığımız bir karar değil, milletimizin emri doğrultusunda biz bu kararı aldık.” şeklindeki cümlenizdir.


İşte bu cümleniz; halkın efkârını karıştırmaya, siyasî mensubiyetine göre halkı zıtlaştırmaya yeterlidir. Zira; halk, bugüne kadar 1982 Anayasası’nın yüze yakın maddesinin değiştiğini; sadece 57. Hükümet tarafından 34 maddesinin değiştirildiğini bilmez. Ayrıca halk; “Temsilde adâlet, yönetimde istikrar” sözleriyle kimler tarafından aldatıldığını ve sistemin dışına itildiğini de düşünmez.


Hiç kimsenin ret etmeyeceği gerçek bellidir ve bütün siyasî heyetler tarafından bilinmektedir:


Yüce Türk Milleti, demokrasiye âşıktır ve Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline gelmesini arzu etmektedir. Ne var ki:


30 yıldan beri ülkeyi yönetenler, milletin bu arzusunu hiç dikkate almamışlar; halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER konumuna getiren çarpık ve gerçek demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir modeli, zoraki olarak millete kabul ettirmişlerdir. Bu çarpık sistemi yürütenler, bu hususta halkın ne dediğini hiç dikkate almamışlardır ve halka, belirli zamanlarda siyasî parti liderlerinin veya parti üst yönetimlerin düzenledikleri listeleri sandığa atma görevi verilmişlerdir. Dolayısıyla bu çarpık modelde;


KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ ihlâl edilmiş ve DEVLETİN İŞLETİLİŞ BİÇİMİ bozulmuştur.


Sayın BAŞBAKAN;


Açık kalplilikle sormak zorundayım:


HALK, hiçbir siyaset adamanın dilinden düşürmediği bu MİLLÎ İRADE kavramının neresindedir? Halkın, gerçek anlamda HÜR İRADESİNİN TECELLİSİNE imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, rahat ve huzura kavuşabilir mi, GERÇEK HEDEFLERİNİ gerçekleştirebilir mi? Bu şartlar altında; Türkiye’de, demokrasinin önündeki bütün engelleri kaldırmak ve gerçek demokrasinin gereğini yapmak mümkün olabilir mi? Bu çarpık sistemde; MUHALEFETİN yeri ve görevi nedir? MUHALEFET, iktidarların yaptıkları her şeyi kabullenmek zorunda mıdır? MUHALEFET, var sayılan Millî İradenin bir parçası değil midir ve mevcut sisteme göre seçilerek gelmiyor mu?


Bugün tartışma konusu yapılan ve Türkiye’nin BİR NUMARALI GÜNDEMİ haline getirilen YARGI REFORMU adı altındaki ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN, HUKUK REFORMU ile bir alâkası var mıdır? Belli ki; asıl yapılmak istenen, YÜKSEK YARGININ yeniden şekillendirilmesidir. Bugün, iktidarın Meclis’teki SAYISAL ÜSTÜNLÜĞÜ belki bunu sağlayacaktır. Belki de bu husus, karmaşık ve doğruların üstünü örten bir HALK OYLAMSI ile gerçekleşecektir. Ama;


Yüksek Mahkemeler siyasetten arındırılmazsa; siyaseti, HUKUK SINIRLARINA kim veya hangi kurum çekecektir? Beraberinde adâleti getirmeyen kanunları, kim veya hangi kurum önleyecektir?


Hiç kimse, aksini iddia edemez:


İktidarınız, 7,5 yıl zarfında her istediğini gayet rahat bir şekilde yapabilmiştir. Devlet kadrolarının ve bağımsız kurulların oluşturulmasında engellerle karşılaşmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, YASAMA VE DENETLEME GÖREVİNİ, iktidarınızın iradesine bağlı bir şekilde yerine getirmiştir. Devletin, Belediyelerin ve Sosyal Dayanışma ve Yardım Vakfı’ın imkânları, gayet açık bir şekilde SİYASÎ AMAÇLI olarak kullanılmıştır. Yani DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmiştir. Buna rağmen; övünseniz de, Türkiye’yi iyi idare edemediniz ve orta tabakanın erimesine engel olamadınız. Ağır borç yükü altında inleyen geniş halk kitlelerini, hiç dikkate almadınız. Yani; geniş halk kitlelerinin dertlerine eğilip, çareler getiremediniz.


Türkiye’nin kaynaklarını varlıklı kesimin refahı için kullandınız. “Rantlar yükselirse; refah ortadan kalkar” gerçeğini dikkate almadığınız için; geniş halk kitlelerini zora sokarak onları, kaderleriyle baş başa bıraktınız. Bu başarısızlığın faturasını da, ya muhalefete veya kimlerden oluştuklarını belirtmediğiniz ONLARA kesme gayretine girdiniz. Bugün dahî, hatırı sayılır bir miras devraldığınız ve “Özelleştirme” adı altında millî varlığımızı azalttığınız halde; “Bu taşın altına elimizi koymadık, bedenimizi koyduk. On yılların beceriksiz ve kötü idareleri, milletin çaresizliğine sebep olmuştur” diyerek, yine geçmişi kötülediniz.


Belki inanarak veya siyasî amaçlı olarak başkalarını eleştirebilirsiniz. Bu, siyasetin tabiatında vardır. Ama; Bu konuları, televizyon programlarına çıkarak kamuoyunun huzurunda muhalefet liderleriyle hiç tartışmadınız. Gerçekten Türkiye’yi iyi idare ettiğinize inanıyorsanız; muhalefet partilerinin liderleriyle bir tartışma programına niçin çık mıyorsunuz? Bu tartışmalar, sizin için büyük bir fırsat değil midir?


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

27 Mart 2010 Cumartesi

Biat mı, Gerçek Demokrasi mi?

Sayın Köksal TOPTAN
TBMM Bartın Üyesi
Ankara 17 Mart 2010



Sayın TOPTAN;


Olaylar karşısında hayrette kalıyorum ve fikren geçmişe seyahate çıkıyorum.


Uzun yıllardan beri siyasette bulunmanız ve önemli görevler deruhte etmeniz sebebiyle sessizliğinize ve duyarsızlığınıza şaşırıyorum.


2002 yılına kadar her konuda görüş bildiren, tavır koyan, yanlışları eleştiren, her fırsatta kamuoyuna sesini duyurmaya çalışan Köksal Toptan’ın yerini, sessiz, çekingen, beklentisi olan ve kamuoyunun karşısına çıkmaktan kaçınan bir Köksal Toptan almıştır.


2002’den önce ülkeyi idare eden iktidarlar döneminde defalarca Bakanlar Kurulu’nda yer aldığınız halde; Türkiye’yi 2002 yılında başlatarak geçmişi kötüleyenlere karşı bir tavır koymadınız.


Ülke, fevkalâde kötü ve keyfî yönetildiği halde; sessizliğinizi koruyarak, gayr-i tabii ve devlet geleneklerinden uzaklaşan idare tarzını hiç eleştirmediniz.


Gelişigüzel ve hedefleri iyi belirlenmeyen özelleştirmelerle Türkiye’nin millî varlığı azaltılırken; “Ne hakkınız var?” sorusunu soramadınız.


Devletin, bir Parti devleti haline getirilmesine gayet sessiz kaldınız.


Olumsuzlukları saymanın şu anda bir faydası yoktur. Hiç olmazsa, bundan sonra yapılacak keyfiliklere karşı ortaya, net bir tavır koyamaz mısınız?


Bundan sonra beklentiniz nedir? Hedefiniz, tekrar seçilmek ve Milletvekilliğine devam etmek midir?


Daha ne zamana kadar “Tek Adam” iradesine teslimiyeti devam ettireceksiniz?


Bu millet, size vereceğini vermiş ve siyasetin zirvelerine taşımıştır. Bu büyük ülkeye ve bu yüce millete karşı kendinizi borçlu hissetmiyor musunuz?


Milletin çok büyük ekseriyetinin perişanlığı, maruz kaldığı sıkıntılar ve boğuşmak zorunda kaldığı çaresizlikler, sizi ilgilendirmiyor mu?



Sitemlerim o kadar çoktur ki; hepsini belirtmeye kalksam, ciltler dolusu kitaplar yazmam gerekecektir.


Bu sebeple her şeyi; kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığınıza bırakıyorum.


Ve hatırlatmak istiyorum:


“CÂH HIRSI (makam, mevki), ahlâkın en üst seviyesine çıkmış insanların dahî ayağını kaydırır.”



Öyle zannediyorum ki; birçok arkadaşınız, benim gibi düşünmektedir.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

24 Mart 2010 Çarşamba

Yapılmak istenen nedir?

Sayın Cemil ÇİÇEK
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 24 Mart 2010


Sayın BAKAN;


Türkiye’nin birikmiş ve çözüm bekleyen dağ gibi iç ve dış sorunları varken; beklenmedik bir şekilde ve zamanda, “Anayasa Değişikliği” nin bir numaralı gündem maddesi haline getirilmesi, şaşırtıcı olmuştur. Zira;
Referandum süresini kısaltan kanun maddesi ile ilgili olarak 8 Ocak 2010 tarihinde Radikal Gazetesi yazarı Murat Yetkin’e verdiğiniz demeçte, şu sözleri söylemiştiniz:
“Hak ve özgürlükler konusunda REFERANDUM olmaz. Bu konularda zaten referandum düşünmeyiz. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ konusu, şu an gündemimizde yoktur. Anayasa değişikliğini ÇOK ARZU ETMEMİZE rağmen, REEL POLİTİKA ve MECLİS ARİTMETİĞİ, buna izin vermiyor. Halen, 336 milletvekilimiz var. CHP, şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP’de,” CHP’yi ikna edin, öyle gelin” diyor. 330-367 arası oy, REFERANDUMU gerektiriyor. Anayasa değişikliği, SAYISAL DEĞİL, GENİŞ UZLAŞMA İŞİDİR. Biz bunu, Meclis’te yapacağız, GENİŞ MUTABAKATLA yapacağız. Şu an itibariyle, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken; arkasından da, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GETİRELİM” diye, KENDİ ARAMIZDA BİR KONUŞMA YAPMIŞ DEĞİLİZ. İstemediğimizden değil, KOŞULLAR uygun olmadığından.”
Şimdi; merak edilir:
Ne değişti de, bu demeci verdikten 2 ay sonra ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ, birden bire Türkiye’nin GÜNDEMİNE geliverdi?
Yoksa siz; Yozgat Milletvekili, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, yapılan çalışmalardan haberdar değil miydiniz?
Kamuoyuna sunulan Anayasa değişikliği taslağı, iki ay gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanamayacağına göre; bu taslak, bilginiz tahtında hazırlanmışsa, Murat Yetkin’e o demeci niçin verdiniz?
Bu soruların düzgün bir cevabını veremezseniz, kamuoyu üzülür ve günün birinde zorda kalırsınız.
Size göre; SAYISAL OLMAYAN GENİŞ UZLAŞMA nedir?


Sayın BAKAN;


Türkiye Cumhuriyeti Devleti, büyük bir devlettir. Bu yüce DEVLETİ, sekiz yıldan beri Hükümetiniz idare etmektedir.


Tabiatıyla HÜKÜMETLER, Devletin en önemli kurumlarından biridir. Ama; Hükümetler, DEVLET DEMEK değildir. Hükümetlere verilen görev; DEVLETİ, kurallarına göre bir ahenk içinde işletmektir. Devletin bir ahenk içinde işletilmesi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmemesiyle mümkün olur. Zira; Hükümetler geçici, Devletler bakîdir.


Bugün AKP’nin Meclis’teki sayı üstünlüğü vardır ve o sebeple de Hükümet kurma hakkını almıştır. Ama; Meclis’in İRADESİ demek, AKP’nin İRADESİ demek değildir. Çünkü, Meclis’te bulunan her milletvekili, seçilerek gelmiştir. Onlar da, MİLLÎ İRADENİN temsilcileridir. Muhalefeti yok farz eden bir anlayış, bir dayatma, Meclis’in HÜR İRADESİNİN tecellisine imkân vermez; uzlaşma, anlaşma ve asgari müştereklerde birleşme olmadığı takdirde; Milletin fertleri, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde bölünür.


Sekiz yıldan beri ülkeyi yöneten Hükümetiniz, Meclis’teki sayı üstünlüğüne dayanarak her istediğini, rahat bir şekilde yapmıştır. Yargı ve Türk Silâhlı Kuvvetleri hariç; Devletin diğer bütün kurumlarında istediği gibi kadrolaşmış ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek için elinden geleni yapmıştır. Devletin Kurumları arasındaki ve hatta kurumların kendi içlerindeki zıtlaşmalar, çekişmeler ve sorumsuzluklar, bu anlayış sebebiyle meydana gelmiştir.


Buna rağmen Hükümetiniz; Türkiye’yi iyi idare edememiş, halkın dertlerine çare bulamamış; işsizliği, fukaralığı ve orta tabakanın erimesini önleyememiştir.


Şimdi; durduk yerde, “YARGI REFORMU” adı altında, Yüksek Yargı hedef alınarak, kimseye faydası olmayacak bir tartışma zemini yaratılmaktadır. Bu yapılırken de; 1982 Anayasası’nın getirdiği Yargıdaki çarpıklığı giderecek bir düzenleme getirilmemektedir. 1982 Anayasa’nın en büyük çarpıklığı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda Adâlet Bakanlığı Müsteşarı’nın bulunmasıdır. Bu düzenleme, Müsteşara olağanüstü yetki tanımıştır ve hattâ, Kurul’da tek söz sahibi yapmıştır. Müsteşar katılmadığı takdirde, Kurul toplanamamaktadır ve karar alamamaktadır.


Türkiye’nin önemli ve çözüm bekleyen meseleleri varken böyle bir tartışmanın açılması, gerçekten üzücüdür ve halkın efkârını karıştırıcı niteliktedir. Hele; Referandumun hedef alınması, gayet tutarsız bir hedeftir. Halk, neye göre karar verecektir? Halkı, kim bilgilendirecektir? Bu referandumda; “Bilgisiz adam anlamadığına tapar” geçerli kuralına göre halk, parti eğilimlerine göre birbiriyle zıtlaşmayacak mıdır?


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

23 Mart 2010 Salı

Geçmiş, geleceğe ışık tutar.



Sayın Zafer MUTLU
Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
İstanbul 22 Mart 2010


Sayın MUTLU;


Bu sabah arşivimi incelerken, size ait bir yazı dikkatimi çekti.


Yazınızın tarihi, 17 Ekim 1985.


Yazınızın başlığı, “DEMİREL BİR DAHA ASLA İKTİDAR OLAMAZ!”


Aradan geçen 25 yıllık bir zamanı aklın, mantığın ve ilmin tahtında sorgulamanıza yardımcı olur düşüncesiyle söz konusu yazınızı, tekrar dikkatlerinize ve tetkiklerinize sunuyorum.


Ecz. Hüsnü Akıncı


İşte; söz konusu yazınız:


“Evet, iddia ediyoruz. Kim aksini söylüyorsa çıksın ortaya. Süleyman Demirel, bir daha Başbakanlık koltuğuna oturamaz.
Nereden mi çıkarttık durup dururken Demirel’in bir daha Başbakan olamayacağını?..
Ankara temsilcimiz Muammer Yaşar’ın, Alman gizli belgesiyle ilgili haberini, 5’inci sayfamızda herhalde okudunuz. Alman Dışişleri Bakanı Genscher’e gönderilen belgede ne deniyor? Bir kez daha birlikte okuyalım:


“…Carter, seçim sırasında ve seçimden sonra aleyhinde sarf edilen söz ve hareketlere Demirel’in göz yumması ve mani olmaya çalışmamasını affetmeyecektir. Amerika bu tutumunu, anlaşılan gelecek seçimlere kadar veya olacağına inandığım bir erken seçime kadar devam edecektir. Amerikalılar, iktidar olarak (Demirel’siz bir Adâlet Partisi’ni) istemektedirler.
Aynı mektupta bir başka bölüm daha var. Ona da kısaca bir kez daha bakalım:


“…Carter’in Yunanlıları ikna ederek, Yunan adalarından bazılarının NATO kontrolüne verilmesini kabul ettirebileceği beklenebilir…”

 
Şimdi bu mektupta yer alan iki tahminin de (daha doğrusu Amerikalıların iki arzusu da) yerine geldi.
Demirel, iktidardan düştü. 5 yıldır, uzun yıllar alıştığı koltuktan uzakta. 5 yıl daha oturması, Anayasa’ya göre mümkün değil.






Ayrıca yine mektupta yer aldığı gibi Yunan adalarından LİMNİ, Türkiye’nin bütün karşı çıkmasına rağmen NATO kontrolüne girdi. Ya da Yunanlılar tarafından LİMNİ’nin, LOZANA aykırı olarak silâhlandırılması, bir anlamda Türkiye’ye kabul ettirildi.


Bugüne kadar Türkiye’deki siyasî ve ekonomik tahminlerinde, daha doğrusu; hedeflerinde hiç yanılmayan Amerikalıların, bundan sonra da yanılacaklarını düşünmek, yanlış olur.


Eğer Amerika, Demirel’siz bir Adâlet Partisi iktidarı istiyorsa, o olur. Zaten öyle değil mi? Şu anki iktidar, ( Özal her ne kadar –Biz, dört eğilimin partisiyiz- desin) Demirel’siz bir AP iktidarı sayılmaz mı?
Bütün bunlardan sonra tekrarlıyoruz: Demirel’in Türkiye’de bir daha Başbakanlık koltuğuna oturması mümkün değildir.


Bu nedenle Sayın Demirel, artık kendinizi boşa yormayın; sizi, bir daha o koltuğa oturtmazlar. (Hüsnü Akıncı’nın arşivinden)


Sayın MUTLU;


Bu yazınıza, Süleyman Demirel’in verdiği cevabını ve bu cevap üzerine sizin inatçı tavrınızı yansıtan görüşünüzü, yarın göndereceğim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı


Sayın Zafer MUTLU
Vatan Gazetesi Genel Yayın Müdürü
İstanbul 23 Mart 2010


Sayın MUTLU;


26 Ekim 1985 tarihli ve “Demirel’den mektup var.” başlığını taşıyan yazınızı, kendinizi sorgulamanız ve nasıl bir anlayışla görev yaptığınızı anlamanız için tekrar dikkatlerinize ve tetkiklerinize sunuyorum.

Hüsnü Akıncı


İşte; 26 Ekim 1985 tarihli ve “DEMİREL’DEN MEKTUP VAR” başlığını taşıyan yazınız:


“Sayın Süleyman Demirel’den bir mektup daha aldık. Sayın Demirel bu kez, “Demirel bir daha asla Başbakan olamaz” başlıklı yazımız üzerine bize yazmış.
Sayın Demirel’in mektubunu yayınlamadan önce, sözkonusu yazımızda neden söz ettiğimizi birlikte hatırlayalım.
Alman Dışişleri Bakanı Genscher’e gönderilen bir gizli belgede; Carter’in, Demirel’i hiç sevmediğinin yer aldığını ve yine bu gizli belgede “Amerika, Demirelsiz bir AP iktidarı istiyor” denildiğini yazmış ve özetle demişiz ki:
“Eğer Amerika, Demirel’siz bir AP iktidarı istiyorsa, öyle olur. Zaten öyle değil mi? Şu anki Özal iktidarı, Demirel’siz bir AKP iktidarı sayılmaz mı?


Bu nedenle, Sayın Demirel, artık kendinizi boşa yormayın; sizi, bir daha o koltuğa oturtmazlar.”


DEMİREL’İN MEKTUBU:


Şimdi; hep birlikte, Süleyman Bey’in mektubunu okuyalım:






“17 Ekim 1985 tarihli yazınızı okudum.


Bildiğiniz gibi ben, 1961 senesi sonundan başlayarak, uzunca yıllar Türkiye’de siyasetin ortasında bulundum.
1965, 1969, 1973 ve 1977 yıllarında yapılan Milletvekili Genel Seçimleri ile, 1966, 1975 ve 1979 Kısmî Senato Seçimleri ve Milletvekili Ara Seçimlerinde, her şeyin serbest olduğu bir ortamda, Genel Başkanı bulunduğum partiyi, arkadaşlarımla birlikte ayakta tutmayı başardım.
1965’te 5 Partiye karşı, 1969’da 7 partiye karşı, Başkanı bulunduğum parti, tek başına iktidar oldu.
1964, 1966, 1968, 1970, 1972, 1974, 1976 ve 1978 Büyük Kongrelerinde 8 defa, delegelerin hemen tümüne yakınının oyunu alarak, Genel Başkan seçildim.
Benim için bir koltuk değil, bir hizmet davası vardı. Hizmetsiz koltuk, kime lâzımsa onun olsun. Zaten öyle bir koltukta oturulması, artık kabil değildir.
Ben, Allah’la milletimden başka hiçbir güce dayanmadım, bugün de aynı inancı muhafaza ediyorum. Beni hizmet koltuğuna, yüce Türk Milleti oturttu. Zaten onun dışında bir gücün, beni bir yere getirmesini, haysiyetsizlik ve hacalet (utanma) sayarım.
Bir rapora dayanarak yorum yapmışsınız. Farzedelim ki, bu rapor doğrudur. Ama, bu rapordan sizin çıkardığınız neticeyi çıkarmanın imkânı yoktur. Zira, 40 yaşımda hizmet koltuğuna milletim oturtmuştur.
7 defa hükümet kurdum, 10 seneye yakın Başbakanlık yaptım. Bunların hepsini milletimden aldığım güçle ve milletime dayanarak yaptım. Milletimin hukukunu savundum, hakkını korudum.
Bahsettiğiniz rapor, 1977 tarihlidir. Carter’in beni sevmediği dediğiniz tarih, o tarihtir veya ondan sonradır. Halbuki ben; 1979 Kasım Senato Seçimi ve Milletvekili Ara Seçimindeki partimin aldığı yüzde 50’ye yakın oylar karşısında hükümetin istifası üzerine yeniden hükümet kurdum. Sizin bugün çıkardığınız netice doğru olsa idi; benim, 1979’da hükümet kurmamam lâzımdı. Aslında Carter’in veya başka birinin beni sevip sevmemesi de, o kadar önemli değildir.
Bu mektubu size yazmamın birinci sebebi; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni, müessese olarak savunmaktır. Kendimi savunmak değil. Türkiye’de hükümetler, Türk milletinin hükümetidir ve hükümetlerin kaderini, millet tayin eder.
Yazınızdan başka bir manânın çıkması, sadece beni değil, herkesi rahatsız eder, etmelidir de…
Bana zarar vermek isteyebilirsiniz. Onu, tabii karşılarım. Ama, onu yaparken, Türk Devletine zarar vermeyiniz. Bunu tabii karşılamam, bunun karşısında yer alırım. Bu mektubumu yazışımın ikinci sebebi de budur.
Saygılarımla.


Süleyman DEMİREL”


NOT: Sayın Demirel’in yazdıklarına bir cevap verecek değiliz. Yalnız, bir noktayı aydınlatmakta yarar var. Daha doğrusu biz, bir noktayı anlamadık. Süleyman Bey, “Bana zarar vermek isteyebilirsiniz” diyor. Nereden çıkardınız Sayın Demirel size zarar vermek istediğimizi? Bizim ne size, ne de bir başkasına zarar vermek, aklımızın ucundan bile geçmez. Biz; sözü geçen yazımızda, Amerika’nın Türkiye iç politikası üzerindeki etkisini anlatmak istemiştik. Cevabınızı okuduktan sonra da görüşümüz değişmedi. Eğer Amerika sizi istemiyorsa, yine iddia ediyoruz; siz bir daha asla bu ülkede iktidar olamazsınız! Bizden önce Amerika’yı ikna etmeniz gerekli yeniden koltuğa oturmanız için…”


Sayın MUTLU;


Bu yazınızın üzerinden 25 yıl geçmiştir. Geçen bu süre içersinde Türkiye’nin kayıplarını ve kazandıklarının bir ENVANTERİNİ, acaba ortaya dökebilir misiniz? Aradan geçen bu süre içinde acaba, övülmesi gerekenlerin kötülenmesinin; kötülenmesi gerekenlerin övülmesinin, nelere mâlolduğunu, tutarlı, gerçekçi ve bilimsel verilerle ve de mertçe açıklayabilir misiniz?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı



Sayın Zafer MUTLU
Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
İstanbul 22 Mart 2010


Sayın MUTLU;


Geçmişle bugünün bağını düzgün bir şekilde kurabilmek ve geçen zaman içersinde nelerin değiştiğini anlayabilmek için, size yazdığım 21 Ocak 1992 tarihli bir mektubumun suretini bilgilerinize ve tetkiklerinize sunuyorum. Cevap verebilirseniz, çok memnun olurum. İşte mektubum:


“Sayın Zafer Mutlu
Sabah Gazetesi Genel Müdürü
İstanbul 21 Ocak 1992


Sayın MUTLU;


20 Ocak 1992 tarihli ve BİZ, YALANCIYIZ!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.


Kendinize haksızlık etmişsiniz; sizler, yalan yazmazsınız. Sâdece, işinize geldiği zaman doğruları yazarsınız. Ülkenin gündemini, İSTEDİĞİNİZ ZAMANVE İSTEDİĞİNİZ ŞEKİLDE belirlersiniz! Zaman, zaman size yazdığım yazıların sebebi de, budur.


Evet; Özal’lar hakkında söyledikleriniz doğrudur. Bu doğruları iyi bildiğiniz halde; zamanında ve gerektiği biçimde üstüne gitmediniz. Haber yaptınız; ama, olayların takipçisi olmadınız.


İşte bir örnek:


25 Mart 1991 tarihli yazınızın bir bölümüne, birlikte bakalım; o gün, şöyle diyordunuz:


“…Geriye dönüp, şöyle bir bakın; neredeyse son sekiz yıl ÖZAL, tek başına


Türkiye’nin gündemini oluşturuyor. Karşısına çıkıp da etkili bir muhalefet yapan veya onu savunmaya itecek bir konu ortaya atan çıkmadı. Yakından biliyorum: ÖZAL’IN ÇEKİNDİĞİ TEK BİR POLİTİKACI VARDI; ONU DA ERDAL BEY, MAŞÂLLAH HALLETTİ….”


“Türkiye’nin meselesi, ÖZAL’I DEVİRMEK gibi görünmüyor. Türkiye’nin meselesi bizce, ÖZAL’DAN daha iyisini, lâfla değil; gerçekten ÖZAL’DAN daha DEMOKRATİĞİNİ , daha BATILISINI bulabilmek…”


“…Türkiye’yi yönetme iddiasında bulunmanın yolu bizce, “BEN, ÖZAL’IN DAHA İYİSİYİM, GERÇEK ANLAMDA BATILIYIM” demekten geçiyor. Özal’ın ve ailesinin alaturka davranışlarının kamuoyunda yarattığı BÜYÜK TEPKİDEN yararlanıp, ÖZAL’I baştan aşağı kötüleyerek bir yerlere varmanın mümkün olmadığını anlamak için, seçim sonuçlarını beklemeye gerek yok…”


Sayın MUTLU;


Bu sözleri söylediğiniz zaman, bugün şikâyetçi olduğunuz her şey vardı. Ahmet, Efe, Zeynep Özallar, Star-1, ABD ve Körfez olayları vardı. TRT gerçeği de biliniyordu.


O günlerde olayların üstüne gidip, kamuoyunu gerektiği biçimde niçin aydınlatmadınız?


HATIRLAYINIZ:


CEM DUNA, TRT Genel Müdürlüğünden istifa ettiği gün, istifa sebebini soran gazetecilere, “ÖZAL “GEL!” dedi, GELDİM; “GİT!” dedi, GİDİYORUM.” Cevabını vermiştir.
O gün, bu önemli olayın üzerinde niçin durmadınız?


İşlerin nereye gideceğini düşünemediniz mi? Hiç zannetmiyorum: Çünkü o gün, SUSMAK İŞİNİZE geliyordu…


Anlatmak istediklerimi anlatabilmişsem, ne mutlu bana…


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı


Adapazarı.

20 Mart 2010 Cumartesi

Gerçekler bilinmelidir.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 20 Mart 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Henüz daha kamuoyu tarafından ne olduğu ve nelerin yapılacağı hiç bilinmeyen “Demokratik Açılım” kapsamında, sinema ve sahne sanatçılarıyla buluştuğunuz kahvaltılı toplantıda; sanatçılara hitaben yaptığınız konuşmanızın televizyonlardan yayınlanan bölümlerini, dikkatle izledim.


Konuşmanızın en dikkat çekici bölümü; Yılmaz Güney örneğiyle 6-7 Eylül 1955 olaylarına yaklaşım tarzınızdır. Ki; bu hususlarda, danışmanlarınızın sizi yanıtlıklarına inanmaktayım. Şöyle ki:


1- Yılmaz Güney’in başrolü oynadığı flimlerde; senaryo ve roman yazarlarının tema olarak işledikleri AĞA-KÖYLÜ, FAKİR-ZENGİN konuları işlenmiştir. Bu flimlerde, daha ziyade Doğu ve Güneydoğu gerçekleri konu edilmiştir.


Bu flimlerde işlenen konular, Türkiye’nin her tarafı için geçerli olan mahrumiyetlerle ilgilidir. O dönemlerde, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde hiç baraj yoktur. Ulaşım ve altyapı sorunları, ülkenin her tarafı için geçerlidir. Eğitim ve sağlık sorunları, ülkenin her yerinde yetersizdir. Örnekler:


İstanbul, sadece Terkos Gölü’nden su alıyordu. Zeytinburnu ve çevresi, içme suyunu, Çırpıcı Çayırları’ndaki artezyen kuyularından sağlıyordu. 1966’yılına kadar Avcılar Köyü ve Firuzköy’de elektrik yoktu. Lise seviyesinde okul, sadece belirli illerde vardı. Hemen, hemen hiçbir ilçede ortaokul seviyesinde okul yoktu. Sarıyar Barajı ile Çatalağzı santrali hizmete girene kadar Bilecik, belediyenin kurduğu jeneratörden elektrik alıyordu. Türkiye’nin 6 üniversitesi vardı. E-5 yolu inşa edilmezden önce İstanbul’dan Ankara’ya veya Ankara’dan İstanbul’a gitmek, büyük bir meseleydi. BOĞAZİÇİ KÖPRÜSÜ, 1973 yılında hizmete açılmıştır.


Örnekleri her alanda çoğaltmak mümkündür ve örnekleri, herkesin irfanı halletmelidir. Ama; bugüne de bakılmalıdır. İmkânsızlıklara, zorluklara ve sıkıntılara rağmen Türkiye, kalkınma hamlesini gerçekleştirmiş ve iktidarınıza reddedilemeyecek derecede BÜYÜK BİR MİRAS devretmiştir. Bu durum; “Vaktiyle Yılmaz Güney flimlerindeki gerçekler dikkate alınsaydı; bugün Türkiye, bu durumda olmayacaktı” sözünüzü geçersiz kılar.


Kastınız DEMOKRATİK AÇILIM ise; buradaki teşhisiniz de yanlıştır. Zira; Türkiye’nin başına belâ edilen BÖLÜCÜ HAREKET, ayrı bir devlet peşindedir. Dün Yüksekova’da düzenlenen Nevruz gösterilerinde, ayrılıkçı hareketin sözcüleri, Ölmek var, dönmek yok” sözlerini söylemişlerdir. Bugün Van’da düzenlenen gösterilerde; bölücü hareketin militanları, “Kürdistan’dan defol TC.” pankartları açmışlardır. Yani; bölücü hareket, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, açık bir şekilde ve fütursuzca meydan okumaktadır.


2- 6-7 Eylül olayları, Türkiye’nin azınlıkları hedef alan bir hareketi değil, Türkiye üzerinde hedef ve projeleri olan dış ülkelerin yarattıkları bir provokasyondur ve o gün ülkeyi idare edenler, böyle bir provokasyon beklemedikleri için gafil avlanmışlardır.


Biraz açayım:


İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Türkiye ile Yunanistan, gayet iyi ve tutarlı dostluk köprüleri kurmuştur. Karşılıklı kültür anlaşmaları yapılmış; Türk üniversitelerine Yunanlı öğrenciler kabul edilmiş; Batı Trakya’daki Türk okullarında, Türk vatandaşı öğretmenler görevlendirilmiş; Yunan vatandaşı Rumların, Türkiye’de iş sahibi olmaları sağlanmıştır. 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar Yunanistan’ı ziyaret etmiştir ve Batı Trakya’da Rumların da iştirak ettiği ve coşku ile alkışladığı etkinlikler düzenlenmiştir. Bu ziyarette, Gümülcine’ye bir Türk lisesi kurulması kararlaştırılmış ve bu lise 1954 yılında “CELÂL BAYAR LİSESİ” adı altında öğretime açılmıştır.


1954 yılında Balkan Paktı kurulmuş ve Türkiye ile Yunanistan’ın, ebedî dostluk ve işbirliği hedef alınmıştır.


1955 Şubat ayında BAĞDAT PAKTI kurulmuştur. Hükümetler arası münasebetle sınırlı kalacağı varsayılan Bağdat Paktı, Türkiye, Irak, İran ve Pakistan halkları arasında müthiş bir coşku yaratmıştır. İşte; Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında oluşan bu yakınlık, emperyalist Batı ülkelerini ve bilhassa Amerika, İngiltere ve İsrail’i tedirgin etmiştir. Bu andan itibaren ibre ters işlemeye başlamış ve İngiltere, Kıbrıs konusun, her iki ülkenin de BİR NUMARALI GÜNDEMİ haline getirmiştir. Kıbrıs, iki ülke arasındaki dostluğu, düşmanlığa dönüştürmüş ve hem Türk halkını ve hem de Yunan halkını germiştir. Bu gerginlik, 6-7 Eylül olayları sebebiyle tam bir düşmanlığa dönüşmüştür.


Bütün bu olaylara rağmen Türk halkı ile Rum vatandaşlarımız arasında dostluk, hoşgörü ve münasebetler bozulmamıştır. Hatta, Türkiye’de faaliyette bulunan Yunan uyruklu Rumlar dahî tedirgin olmamışlar ve işlerine devam etmişlerdir. Bu dostane münasebetler, Makarios’un, Londra ve Zürih Anlaşmalarını ortadan kaldırarak, Kıbrıslı Türklere karşı başlattığı saldırı ve katliamlara kadar devam etmiştir. Kıbrıs’ta görevli Tabip Binbaşı’nın eşi ve çocuklarının hunharca katledilmesi de, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu vahşet, milletimizi iyice germiş ve ülkemizdeki Türk-Rum dostluğu zarar görmüştür. Devlet, asla ve asla Rumlara ve diğer azınlıklara baskı yapmamıştır. Halk arasındaki gerginlik, bazı Rumların, bilhassa varlıklı Rumların, kendiliklerinden ülkeyi terk etmelerine sebep olmuştur. 1964 Kararnamesiyle Türkiye dışına çıkarılan Rumlar, Türk vatandaşı Rumlar değil, Türkiye’de ticarî ve sınaî faaliyetlerde bulunan Yunan Vatandaşı Rumlardır. 1967 ortalarında başlayan sokak hareketleri, 1970’li yıllarda meydana gelen anarşi ve terör olayları bizleri tedirgin ettiği gibi gayrimüslim azınlıkları da tedirgin etmiştir ve bu sebeple azınlıklar kendi istekleriyle Türkiye’yi terk etmişlerdir. Burada ne devletin ve ne de milletin bir baskısı söz konusu değildir.


Sayın BAŞBAKAN;


Türkiye zor, önemli ve netameli bir coğrafyadadır. Gelişen iç ve dış olaylar, bizim inisiyatifimizde değildir. Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, iyi tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini iyi irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlayanlar; kendilerine şu soruyu sormalı ve düzgün bir cevabını aramalıdırlar:


Şayet Bağdat Paktı kurulduğu gündeki gibi devam edebilseydi ve Türkiye ile Yunanistan arasında oluşturulan dostluk ve işbirliği bozulmasaydı; Acaba bugün, bölgemiz nasıl olurdu? Balkanlara, Ortadoğu’ya ve Kafkaslara sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı hâkim olmaz mıydı? Böyle bir ortam, Amerika, İsrail ve İngiltere’nin işine gelir miydi? Büyük Ortadoğu Projesi gibi emperyal bir proje güdülebilir miydi? En önemlisi; Türkiye, bölgenin, her dediğini yaptıran BÜYÜK BİR GÜCÜ haline gelmez miydi?


Olaylara yaklaşım biçiminiz, danışmanlarınızın yetersizliğini göstermektedir. Bu yetersizlik, yaptığınız açıklamalarla hem sizi ve hem de Türkiye’yi, dünya nezdinde zora sokacak niteliktedir.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

19 Mart 2010 Cuma

Evvelâ, Rejim demokratikleştirilmelidir!

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 19 Mart 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Bugün Partinizin Genel Merkezinde düzenlenen Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında yaptığınız konuşmanızı, büyük bir dikkatle dinledim.


Konuşmanızın en dikkat çekici bölümü; Anayasa değişikliğini eleştirenlere (size göre, karşı çıkanlara) söylediğiniz “BU DEĞİŞİKLİKLERE MERTÇE KARŞI ÇIKIN, BAHANELERE SAKLANMAYIN1!” şeklindeki sözlerinizle, Türk basını için söylediğiniz, “SEN, KİMİN AVUKATISIN YAHU? TÜRK MİLLETİNİN AVUKATLIĞINI YAPIN!” şeklindeki sözlerinizdir.


Muhalefetin ve hür basının varlığı, gerçek demokrasilerin en önemli ve en büyük teminatıdır. İktidarların, “Ben yaptım oldu veya ben ne yaparsam doğrudur.” anlayış ve kabullenişi, yeşerdiği zaman budanan, sarardığı zaman sulanan göstermelik ve azıcık demokrasilerin belirgin özelliğidir.


Sayın BAŞBAKAN;


Kim, ne derse desin, kim, nasıl yorumlarsa yorumlasın; hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’nin başı, derttedir. Bu büyük dert; DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemesi sebebiyle oluşmuştur.


Son 30 yıl zarfında Türkiye, halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER” konumuna getiren ÇARPIK BİR DEMOKRASİ modeliyle idare edilmektedir. Bu sebeple de Türkiye, daima bunalımlara düşmüş, iktisadî krizlere maruz kalmıştır. Yani Türkiye, akılalmaz bir şekilde gerçek hedeflerinden uzaklaşmıştır.


Bu ifadem ağır bulunabilir; parlak sözler veya heyecan verici beyanlarla üstü örtülebilir. Ama; gerçekçi bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğu takdirde; sözlerimin doğruluğu, mevcut fiilî durum sebebiyle ülkesini, milletini ve gelecek nesillerin istikballerini düşünen herkes tarafından kabul edilir.


İddiamı doğrulayacak basit bir örnek arz etmekte beis görmüyorum: İşte örnek:


Bugün, Yüce Meclis, siyasî parti liderlerinin tercihine göre oluşmuştur. Liderlerin istek, irade ve emirlerine karşı çıkabilecek, eleştiri hakkını kullanabilecek; hükümetlerin icraatlarını denetleyebilecek ve yolsuzlukları araştırabilecek bir MECLİS YAPISI yoktur. Meclisimiz, hükümetlerin istek ve iradesine gore görev yapabilmektedir. Parti içi demokrasi olmadığı için MUHALEFETİN teklif, öneri ve eleştirileri, dikkate alınmamaktadır. Zira; yürürlükteki SEÇİM ve SİYASÎ PARTİLER KANUNLARI, siyasî parti liderlerini TEK SEÇİCİ konumuna getirmiş ve MİLLETİ, sistemin dışına itmiştir.


Bu durum, Yüce Meclis’in YASAMA ve DENETLEME görevlerini kısıtlamaktadır ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin ihtiras ve emellerini önleyememektedir. Bu sebeple; iktidar partilerinin ve başbakanların istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi, Meclisin gündemine getirilememektedir. İktidar partilerinin veya başbakanların istediği her kanun teklifi veya tasarısı, kolayca Meclisin gündemine gelebilmekte ve kanunlaşmaktadır.


Zaman, zaman düşünüyorum ve kendi kendime, şu soruyu soruyorum:


1982 Anayasası’nın kabulünden sonra İhtilâl Hükümeti’nin düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI, hiç değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılsaydı; acaba bugün Türkiye, ne durumda olurdu? Zira; o kanunlar, halkı sistemin içine dâhil ediyordu ve SİYASÎ PARTİ LİDERLERİNİN MUTLAK EGEMENLİKLERİNİ ORTADAN KALDIRIYORDU. Önseçimlerin, partiye kayıtlı bütün üyelerce ve hâkim teminatında yapılmasını öngörüyordu. Seçim barajı da getirilmemişti.


Ama; 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümetleri, zaman içersinde Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarında, gerçek bir demokrasinin ruhuna ters ve asla bağdaşmayacak değişiklikler yaparak, demokrasimizi tanınmaz hale getirmiş ve dâimâ bunalım doğuran bir şekle sokmuştur.


Her nedense; bugüne kadar bu konu tartışılmamış ve çarpıklığın düzeltilmesi hususunda gereken düzenlemeler yapılmamıştır.


Görüş ve iddiam da şudur:


Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, gerçek demokrasinin ruhuna uygun biçimde düzeltilmediği ve Yüce Meclisin görevlerini, gerçek anlamda HÜR İRADESİYLE yapmasına imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, bunalımdan çıkamayacak ve hiçbir şey düzelmeyecektir. Halk da, dâimâ sistemin dışında kalacaktır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem, halkı ezecek ve çaresiz bırakacaktır. Yüce makamların, kişilerin İSTİRAHAT yeri olmadığı, milletin DAYANAĞI olduğu gerçeği unutulacaktır. Ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşarak, ÇAĞA damgasını vuramayacaktır. Zaten, vuramamıştır. Gerçek de, bilinmektedir:


Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüş ve borç içersinde yüzmektedir. Halk çaresiz ve borç içinde kıvranmaktadır.


Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Bu görüş ve düşüncelerim, yeni de değildir. Ekte; günün TBMM Başkanı Kaya Erdem’e yazdığım 23 Ağustos 1991 tarihli mektubumun suretini dikkatlerinize ve tetkiklerinize sunuyorum. 19 yıl zarfında hiçbir şeyin değişmediği görülecektir. İşte, Kaya Erdem’e yazdığım mektubum:


“Sayın Kaya ERDEM
TBMM Başkanı
Ankara 23 Ağustos 1991


Sayın BAŞKAN;


Türkiye Cumhuriyeti devleti, çağın devletidir; DEMOKRATİK CUMHURİYET olmaya da mecburdur.


Türk milletinin kabul edebileceği tek bir idare şekli vardır:


GERÇEK BİR HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİ.


Kim olursa olsun ve ülkeyi kim idare ederse etsin; Türk milleti, HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİDEN asla vazgeçmeyecektir. Bunun bir mânâsı da şudur:


Siyasî iktidarların meşruiyeti, MİLLÎ HÂKİMİYET ilkesinde ifadesini bulur.


Millî hâkimiyet ilkesini üstün ve geçerli kılacak tek bir vasıta vardır:


HÜR, ÂDİL VE EŞİT ŞARTLARDA yapılacak SEÇİMLER. Çünkü SEÇİMLER, gerçek demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini görür.


Bu gerçeklerden uzaklaşmak, OY’a bir kâğıt parçası gözüyle bakmak, MİLLÎ İRADEYİ bir formaliteden ibaret zannetmek; GÖSTERMELİK DEMOKRASİLERİN belirgin özellikleridir. Ki; bu anlayışta HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusu vardır.


Sayın BAŞKAN;


Türkiye, yeni bir seçime gitmektedir. Bu, güzel bir şeydir. Ama; bu seçim, nasıl bir seçim olacaktır?


İlk işaretlere bakacak olursak; Türkiye, bu seçimi de düzgün bir şekilde yapamayacaktır.


İktidar partisine avantaj sağlasın, ANAP milletvekilleri tekrar seçilebilsin, hak etmedikleri yerlerde oturanların rahatları bozulmasın diye, demokrasi kuralları ile asla bağdaşmayacak bir seçim kanununu MECLİS’E sevk etmek, bu endişeyi doğurmuştur.


Üstelik; Seçim Kanunu ile ilgili tartışmalar için yeterli zaman ayırmamak gibi sebebi bilinmeyen acelecilik; Aklımıza, ister istemez aylarca önce hazırlanan bir BASKIN SEÇİM TUZAĞINI getirmektedir.


Henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan Kurtuluş Savaşı’nın kalbi olan TBMM’ni açan; nice güçlük ve mahrumiyetlere göğüs gererek, varını yoğunu ortaya koyarak, destanlar yazan kahramanlıkları ile dolu olan Kurtuluş Savaşı’nı veren; bir büyük şuurun varlığını ispat etmiş ve birlik beraberliğini bozmadan, ahenk içinde kültürünü muhafaza ederek bugünlere gelebilen milletimizi, bu, hürriyetine âşık milletimizi aldatmaya, kandırmaya ve yok farz etmeye, kimin hakkı vardır ki?


Biz vatandaşlar;


İŞLEYEN DEVLET,
İŞLEYEN REJİM,
HÜR PARLÂMENTO,
BAĞIMSIZ YARGI istiyoruz. Karar kıldığımız DEVLET, bir HUKUK DEVLETİ olmalıdır.


Gerçeklere kulak vereceğinize inandığım için duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı.”




Sayın BAŞBAKAN;


Türkiye’nin önceliği, ANAYASA’DA YAPILMASI düşünülen DEĞİŞİKLİK değildir. Türkiye’nin çözüm bekleyen dağ gibi sorunları vardır. Bu birikmiş sorunların sorumlusu, MUHALEFET ve BASIN değildir. Her şeyden, sekiz yıllık iktidarınız sorumludur. İktidarınızın bu sorumluluğu, sert demeçlerle ve başkalarını suçlamakla ortadan kaldırılamaz. Bu sebeple; her şeyden once, Seçim ve Siyasî Partiler Kanunları değiştirilerek, gerçek anlamda bir MİLLÎ İRADENİN TECELLÎSİNE imkân tanınmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde; bugün ülkenin gündemini işgâl eden kısır, faydasız ve gerçekleri örten tartışmalar, gelecek nesillerin de bir numaralı gündemi haline gelecektir.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

18 Mart 2010 Perşembe

Rant Ekonomisi ve Türkiye gerçekleri

Sayın Ali BABACAN
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 17 Mart 2010


Sayın BAKAN;


CNN Televizyonundan canlı olarak yayınlanan programda sizi, dikkatle dinledim. Söyledikleriniz, bilinenlerin tekrarından ibarettir. Yani; ekonomi Rotanızı, Döviz-Faiz-Borsa üçgeninden ibaret olan RANT SİSTEMİNDE devam ettirmektesiniz.


Ülkeler için geçerli olan İki türlü idare tarzı vardır. Bunlardan biri, Kolay İdare Tarzıdır. Bu idare tarzında; ülkenin kıt veya bol kaynakları, belirli bir zümrenin istifadesine sunulur. Bugün ülkemizde, kolay idare tarzının gereği olarak 10 milyon civarında insanımız rahattır. Yani; varlıklı kesim korunarak, Büyük Rantlar oluşturulmuştur. Örnekler:


Devletin ödediği faizlerin 16 bin kişi arasında bölüşülmesi.


Banka mevduatlarındaki dağılım. (Toplam mevduatın yüzde 80’nine 4-5 bin kişi sahiptir.)


Döviz kurunu, faiz oranlarını, paralı kesimin belirlemesi.


Diğer bir idare tarzı da, Zor İdare Tarzıdır. Bu tarz idarede; 72 milyon insanı, hep birlikte kalkınmaya götürmek hedef alınır. Bu idare tarzı; hiçbir yerde ve hiçbir zaman Paralı Kesimin işine gelmemiştir ve bu tarz idareyi benimseyenler, her xaman yerden yere vurulmuştur.


İşte Türkiye; Ülkeyi idare edenlerin, son 30 yıldan beri kolay idare tarzını benimsedikleri ve ekonomi ve para politikalarını buna göre belirledikleri için zora düşmüş ve millet, fukaralaşmıştır.


Merak ediyorum:


Ekonomi denince, sizin de aklınıza döviz, faiz, borsa mı geliyor? Sizin nazarınızda yatırım, istihdam ve üretim yok mudur?


Ülkemizde; nominâl karakterli Türk lirası ile fiktif karaterli yabancı paraların birlikte dolaşımda olması, sizi rahatsız etmiyor mu? Bu durumun; para ticaretini doğurduğunu, hiç düşündüğünüz oldu mu?


Faizlerin düşmüş olmasını başarı kabul ederken; reel faizlerin, hâlâ çok yüksek olması, dikkatinizi çekmiyor mu? Çok yüksek reel faizlerden, kimler veya hangi kesimler faydalanmaktadırlar?


30 yıldan beri Türkiye’nin, yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiği gerçeğini düşündüğünüz oldu mu? En önemlisi:


İktidar, uygulanan ekonomi ve para politikalarının neresindedir? Para politikalarını, faiz oranlarını, kim ve nasıl belirlemektedir? İç ve dış borçların yönetimi, kimlerin veya hangi kesimlerin elindedir. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum:


Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, faiz oranlarını belirleyerek, borç almakta ve borç vermektedir. Borç verme, bir noktada ekonominin gereğidir ve kabul edilebilir. Ama; Merkez Bankası, kimden veya kimlerden ve niçin borç almaktadır?


Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Kararın 4/C Maddesinin gereği, o günden beri niçin uygulanmamaktadır?


Sayın BAKAN;


Bütün demeçlerinizde, makro ekonomik göstergelerin iyi olduğunu ve bu sebeple Türkiye’ye, dış ülkeler tarafından güven duyulduğunu belirtmektesiniz. Ama; reel ekonomiden, işsizlikten, hayat pahalılığından, halkın satın alma gücünün azalmasından, hiç bahsetmemektesiniz.


Bir ülkenin temel direği, orta tabakadır. Orta tabakanın zayıflatıldığı bir ülkede, hiçbir şey düzgün gitmez ve Sosyal Refah Devleti oluşmaz. Zaten iktisatta; refah devleti, “Rahat tüketebilen geniş bir orta tabakanın oluşturulması” diye tarif edilmiştir. Bu da; üretim, yatırım ve istihdamla sağlanır. Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendini besleyemez duruma düşmesi, herkesi düşündürmelidir. Bu sebeple;


Parasal göstergelerin aldatıcı iyiliğinden ziyade; reel ekonominin gerçeklerine eğilseniz, çok daha iyi, bir iş yapmış olursunuz. Zira; “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda her şeyden önce, bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar” şeklindeki İktisat İlminin kuralı, görmezden gelinemez! Türkiye’nin son 30 yıllık iktisadî tarihini iyi bilenler, daima ekonomik krizlere maruz kaldığımızı gayet iyi görürler.


Bugün ülkemizde ekonomik krizin olmadığını hiç kimse söyleyemez ve gelecek günlerin ne getireceği de bilinemez. Beklenmedik bir devalüasyon, bir ani kur artışı, borçların çevrilemez hale gelmesi veya para hareketlerine bir dış müdahale, her şeyi altüst etmeye yeterlidir. Zaten artan borçlar, oluşan dış ticaret ve cari açıklar, bütçeyi kıpırdayamaz hale getiren faiz ödemeleri, muhtemel büyük bir ekonomik krizin işaretleridir.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

17 Mart 2010 Çarşamba

Seçim Kanunları değişirken!

Sayın Köksal TOPTAN
TBMM Başkanı
Ankara 23 Nisan 2009


Sayın BAŞKAN;


TBMM’nin kuruluşunun 89.uncu yılında yazdığım bu mektubum, bir şikâyetin, bir arayışın ve büyük bir üzüntünün ifadesidir.
Kim, ne derse desin, kim, nasıl yorumlarsa yorumlasın; hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’nin başı, derttedir. Bu büyük dert; DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemesi sebebiyle oluşmuştur.
Son 29 yıl zarfında Türkiye, halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER” konumuna getiren ÇARPIK BİR DEMOKRASİ modeliyle idare edilmektedir.
Bu ifadem ağır bulunabilir; parlak sözler veya heyecan verici beyanlarla üstü örtülebilir. Ama; gerçekçi bir değerlendirilmeye tâbi tutulduğu takdirde; sözlerimin doğruluğu, mevcut fiilî durum sebebiyle ülkesini, milletini ve gelecek nesillerin istikballerini düşünen herkes tarafından kabul edilir.
İddiamı doğrulayacak basit bir örnek arz etmekte beis görmüyorum: İşte örnek:


Bugün, Yüce Meclis’in Başkanı’sınız ve Meclis’e seçilerek geldiniz. Ama; konuşulmayan ve konuşulması zarurî olan gerçek şudur:


AKP Genelbaşkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan milletvekilliği adaylığınızı onaylamasaydı ve listeye dâhil etmeseydi; bugün, Meclis’te bulunmayacak ve TBMM Başkanı olamayacaktınız. Zira; yürürlükteki SEÇİM ve SİYASÎ PARTİLER KANUNLARI, siyasî parti liderlerini, TEK SEÇİCİ konumuna getirmiştir.
Bu durum, Yüce Meclis’in YASAMA ve DENETLEME görevlerini kısıtlamaktadır ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin ihtiras ve emellerini önleyememektedir. Bu sebeple; iktidar partilerinin ve başbakanların istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi, Meclisin gündemine getirilememektedir. İktidar partilerinin veya başbakanların istediği her kanun teklifi veya tasarısı, kolayca Meclisin gündemine gelebilmekte ve kanunlaşmaktadır.


Zaman, zaman düşünüyorum ve kendi kendime, şu soruyu soruyorum:


1982 Anayasası’nın kabulünden sonra İhtilâl Hükümeti’nin düzenlediği ve yürürlüğe koyduğu SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI hiç değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılsaydı; acaba bugün, Türkiye, ne durumda olurdu? Zira; o kanunlar, halkı sistemin içine dâhil ediyordu ve siyasî parti liderlerinin mutlak egemenliklerini ortadan kaldırıyordu. Önseçimlerin, partiye kayıtlı bütün üyelerce ve hâkim teminatında yapılmasını öngörüyordu. Seçim barajı da getirilmemişti.
Ama; 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Turgut Özal Hükümetleri, zaman içersinde Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarında, gerçek bir demokrasinin ruhuna ters ve asla bağdaşmayacak değişiklikler yaparak demokrasimizi, tanınmaz hale getirmiş ve dâimâ bunalım doğuran bir şekle sokmuştur.
Her nedense; bugüne kadar bu konu tartışılmamış ve çarpıklığın düzeltilmesi hususunda gereken düzenlemeler yapılmamıştır.


Görüş ve iddiam da şudur:


Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları, gerçek demokrasinin ruhuna uygun biçimde düzeltilmediği ve Yüce Meclisin görevlerini, gerçek anlamda HÜR İRADESİYLE yapmasına imkân tanınmadığı sürece; Türkiye, bunalımdan çıkamayacak ve hiçbir şey düzelmeyecektir. Halk da, dâimâ sistemin dışında kalacaktır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem, halkı ezecek ve çaresiz bırakacaktır. Yüce makamların, kişilerin İSTİRAHAT yeri olmadığı, milletin DAYANAĞI olduğu gerçeği unutulacaktır. Ve Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşarak, ÇAĞA damgasını vuramayacaktır. Zaten, vuramamıştır. Gerçek de, bilinmektedir:


Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendini besleyemez duruma düşmüş ve borç içersinde yüzmektedir. Halk çaresiz ve borç içinde kıvranmaktadır.
Türkiye meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Bu görüş ve düşüncelerim, yeni de değildir. Ekte; günün TBMM Başkanı Kaya Erdem’e yazdığım 23 Ağustos 1991 tarihli mektubumun suretini dikkatlerinize sunuyorum. 19 yıl zarfında hiçbir şeyin değişmediği görülecektir.
En büyük eksikliğimizin giderilmesi hususunda aktif bir rol üstleneceğinize inanmaktayım.


Saygılarımla.


Hüsnü Akıncı.


Mektubumun eki:


Sayın Kaya ERDEM
TBMM Başkanı
Ankara 23 Ağustos 1991


Sayın BAŞKAN;


Türkiye Cumhuriyeti devleti, çağın devletidir; DEMOKRATİK CUMHURİYET olmaya da mecburdur.
Türk milletinin kabul edebileceği tek bir idare şekli vardır:


GERÇEK BİR HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİ.
Kim olursa olsun ve ülkeyi kim idare ederse etsin; Türk milleti, HÜRRİYETÇİ DEMOKRASİDEN asla vazgeçmeyecektir. Bunun bir mânâsı da şudur:
Siyasî iktidarların meşruiyeti, MİLLÎ HÂKİMİYET ilkesinde ifadesini bulur.
Millî hâkimiyet ilkesini üstün ve geçerli kılacak tek bir vasıta vardır:

 HÜR, ÂDİL VE EŞİT ŞARTLARDA yapılacak SEÇİMLER. Çünkü SEÇİMLER, gerçek demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini görür. 
 
Bu gerçeklerden uzaklaşmak, OY’a bir kâğıt parçası gözüyle bakmak, MİLLÎ İRADEYİ bir formaliteden ibaret zannetmek; GÖSTERMELİK DEMOKRASİLERİN belirgin özellikleridir. Ki; bu anlayışta HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusu vardır.


Sayın BAŞKAN;


Türkiye, yeni bir seçime gitmektedir. Bu, güzel bir şeydir. Ama; bu seçim, nasıl bir seçim olacaktır?
İlk işaretlere bakacak olursak; Türkiye, bu seçimi de düzgün bir şekilde yapamayacaktır.
İktidar partisine avantaj sağlasın, ANAP milletvekilleri tekrar seçilebilsin, hak etmedikleri yerlerde oturanların rahatları bozulmasın diye, demokrasi kuralları ile asla bağdaşmayacak bir seçim kanununu MECLİS’E sevk etmek, bu endişeyi doğurmuştur.
Üstelik; Seçim Kanunu ile ilgili tartışmalar için yeterli zaman ayırmamak gibi sebebi bilinmeyen acelecilik; Aklımıza, ister istemez aylarca önce hazırlanan bir BASKIN SEÇİM TUZAĞINI getirmektedir.
Henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan Kurtuluş Savaşı’nın kalbi olan TBMM’ni açan; nice güçlük ve mahrumiyetlere göğüs gererek, varını yoğunu ortaya koyarak, destanlar yazan kahramanlıkları ile dolu olan Kurtuluş Savaşı’nı veren; bir büyük şuurun varlığını ispat etmiş ve birlik beraberliğini bozmadan, ahenk içinde kültürünü muhafaza ederek bugünlere gelebilen milletimizi, bu, hürriyetine âşık milletimizi aldatmaya, kandırmaya ve yok farz etmeye, kimin hakkı vardır ki?
Biz vatandaşlar;


İŞLEYEN DEVLET,
İŞLEYEN REJİM,
HÜR PARLÂMENTO,
BAĞIMSIZ YARGI istiyoruz. Karar kıldığımız DEVLET, bir HUKUK DEVLETİ olmalıdır.


Gerçeklere kulak vereceğinize inandığım için duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

 

Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı.

16 Mart 2010 Salı

İzlenen iktisadî model, doğru değildir.

Sayın Zafer ÇAĞLAYAN
Devlet Bakanı
Ankara 16 Mart 2010


Sayın BAKAN;


IMF ile ilgili olarakTürkiye’nin siyasî, sosyal ve ekonomik olarak ciddi bir sınavdan geçtiğini belirttiğinizi, “7,5 yıldır yapılanlar test ediliyor, onaylanıyor” dediğinizi gazetelerden okudum. Ayrıca;


Küresel kriz ortamında IMF’nin bütün ülkelere, “Aman iç tüketimi artırın, aman para harcayın, aman insanlarınıza para verin” dediğini hatırlatarak, “Ama Türkiye’ye döndü, “siz hariç, siz yapmayın” dedi. Maalesef bu konuda çifte standart uyguladı” ifadelerini kullanmışsınız.


Bu ifadelerinizden, IMF’nin her dediğini yaptığınız anlamı çıkar. Yani; IMF’nin, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeleri, sömüren, zayıflatan ve kendilerine tabi hale getiren bir kurum olduğunu tasdik etmişsiniz. Zaten, öyle olması da gayet doğaldır. Zira; her ne kadar çok ortaklı bir kuruluş görüntüsü verse de IMF, Amerikan Hazinesinin mutlak kontrolündeki bir kuruluştur. Bu sebeple; IMF ile düzgün ve bilinçli bir şekilde müzakere etmesini başaramayan ülkeler, IMF’nin çifte standardına katlanmak zorunda kalmışlardır.


Merak ettiğim husus şudur:


30 yıldan beri etkili ve yetkili kişilerden masal dinler gibi YAPISAL REFORM, MÂLÎ ve FİNANSAL DİSİPLİN sözlerini dinlemekteyim. Dâima büyük risklerle ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldığımız için de, yetkililerin bu sözlerinin bir anlam ifade etmediğini gördüm. Neticesi de bellidir:


Üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomik yapı oluşmuştur.


1980 yılında 13 milyar dolar olan iç ve dış borç stokumuz bugün, 30 yıl zarfında ödenen 1 Trilyon milyar dolar faize rağmen, 480 milyar dolara ulaşmıştır.
Dış ticaret ve cari açığımız, son 6 yılda yapılan 50 milyar dolar tutarındaki özelleştirmeye rağmen, Türkiye'nin geleceğini karartacak derecede artmıştır. Ve giderek artmaktadır.
İç pazara ve sanayiye sağlam bir kaynak sağlayan tarım ve hayvancılığımız çökmüştür ve Türkiye, kendi kendini besleyemez hale düşmüştür.
Ham madde, ara malı ve gıda maddeleri ithalâtı, büyük boyutlara ulaşmıştır.
Yıllık faiz giderlerimiz, 40-50 milyar dolar seviyelerine ulaşmıştır.
Bu durum karşısında merak ediyorum:
30 yıldan beri Türkiye'nin yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiğine dair bir kanaatiniz oluşmuş mudur?
Sâdece parasal ve mâlî politikalarla idare edilen bir ülkede, üretmek veya yeterli seviyede üretmek mümkün olur mu?
Türkiye'nin bu derece borçlanmasına ve dış ülkelere katma değer transfer etmesine ihtiyaç var mıydı?


TÜİK açıklamıştır: Sabit fiyatlarla 2003 yılında 76 milyar YTL olan Gayri Safî Millî Hasıla, 2007 sonunda ancak 101 milyar YTL'ye ulaşabilmiştir. Beş yıl zarfındaki artış, yüzde 34'tür. Size göre bu, yeterli midir?


En önemlisi; muhtemel bir malî krizde, Türkiye'nin durumu ne olacaktır?


Sayın BAKAN;


Herkesin müşterek düşüncesi, 2001 krizinin bir beceriksizlik ve kötü idare sebebiyle meydana geldiği şeklindedir. Hattâ, Anayasa kitapçığının fırlatılması neticesinde bu krizin oluştuğu kanaati yaygındır. Acaba, siz de ayni kanaatte misiniz? Bu krizin, yabancılar tarafından plânlı ve bir hedefe yönelik olarak bilinçli bir şekilde çıkartıldığını düşündüğünüz olmuş mudur?


Konuyu biraz açayım:


Hatırlarsınız; Türkiye, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremiyle sarsıldı ve ekonomisi, ağır bir darbe aldı.
29 Kasım 2000 tarihinde İngiltere Bankalar Birliği Başkanı ve İngiltere Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Andrew Buxton, verdiği bir demeçte, Türk bankacılığı için şu sözleri söylemişti:


"TÜRKİYE'DE FİNANSAL HİZMETLERİN YAYGINLAŞTIRILMASI VE GENİŞLETİLMESİ İÇİN BİRLEŞTİRMELER GERÇEKLEŞTİRİLECEK VE BAZI BANKALAR YOK OLACAKTIR."


Bu sözler, yaratılacak bir krizin işaretleriydi. Sonraki gelişmeler, Buxton'un sözlerinin doğruluğunu ispatlamıştır. Her nedense; hiç kimse bu gerçeği, ülkenin gündemine getirmemiştir. Yani; 21 Şubat 2001 krizinin, bilinçli olarak yaratıldığını ifade eden çıkmamıştır.


Günün BDDK Başkanı Engin Akçakoca, 11 Temmuz 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemişti:


"BANKALARI FONA ALMADAN REHABİLİTE EĞİLİMİNDEYDİK. BUNUN İÇİN DÖRT HAFTA DAHA FIRSAT TANINMASINI İSTEDİK. DÜNYA BANKASI İLE MUTABAKAT SAĞLADIK. AMA, IMF TARAFI DAHA KATI DAVRANDI VE İMF'Yİ İKNA EDEMEDİK. BEN, GENE DE DÜŞÜNÜYORUM Kİ; ÖYLE BİR FIRSAT TANINSAYDI, DAHA UCUZ BİR ÇÖZÜM YOLU BULUNABİLİRDİ. GARANTİSİ YOK; AMA, DENENMELİYDİ."


Engin Akçakoca'nın bu sözlerinin ne anlama geldiğini konuşan, irdeleyen ve sorgulayan çıkmamıştır. Başkalarına boyun eğdiğimizi, bilerek veya bilmeyerek herkes kabullenmiştir.
Başka bir örnek, çok daha vahimdir:


Günün FON bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Tevfik Altınok ise; Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Semerci'ye verdiği ve 1 Aralık 2001 tarihli Sabah Gazetesi'nde yayımlanan demecinde, şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:


"25 KASIM 2001 TARİHİ İTİBARİYLE TMSF'YE 18 BANKA DEVREDİLMİŞ; 4 BANKA SATILMIŞ, BİR BANKANIN LİSANSI İPTÂL EDİLMİŞTİR. 30 KASIM'DA BİR BANKA DAHA FON'A ALINMIŞ VE BİR BANKA DA KAPATILMIŞTIR. BİZ, FON'A ALINAN BANKALARI VE İŞTİRAKLERİNİ YAŞATMAYI DEĞİL, TASFİYELERİNİ HEDEF ALDIK."


Sonraki gelişmeler, Tevfik Altınok'un dediği gibi gerçekleşmiştir. Yani; "Batmış banka" kavramı ile "Nakit ihtiyacı olan banka" kavramı bir birine karıştırılarak, büyük bir tasfiye sağlanmış ve yabancıların banka alma kapısı açılmıştır.
Bu hususu da kimse konuşmamıştır ve Türkiye ekonomisinin tasfiye hareketini, "BÜYÜK REFORM" olarak alkışlamıştır.


Merak ediyorum:


Bu hususlarla ilgili olarak, acaba, sizin kanaat ve görüşleriniz nedir?


Gelinen nokta bilinmektedir: BUGÜN, BAŞTA BANKALARIMIZ OLMAK ÜZERE ÖNEMLİ İKTİSADÎ DEĞERLERİMİZ, YABANCILARIN ELİNE GEÇMİŞTİR. Üstelik; en büyük tasfiye, Kemâl Derviş'in programını doğru kabul eden iktidarınız tarafından gerçekleştirilmiştir.
Acaba; geldiğimiz bu durum, sizi rahatsız ediyor mu?
Ve; muhtemel bir krizde, Türkiye'nin durumu ne olacaktır? Veya dolar ticaretine dayalı bu RANT EKONOMİSİ İLE TÜRKİYE, NEREYE GİDECEKTİR?


Türkiye’nin ekonomisini KENDİ İSTEK ve ÇIKARLARI doğrultusunda YÖNLENDİRMESİNİ başaran ve idareleri BASKI altında TUTABİLEN 15-20 holdinge ESİR edilen TÜRKİYE'NİN durumu ne olacaktır?


Sayın BAKAN;


Demecinizin bir bölümünde; 2023 için, 500 milyar dolar ihracat ve 500 milyar dolar ithalat hedefi güdüldüğünü; Türkiye’nin, dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer alacağını ve millî gelirde Avrupa ülkelerini aşan ve uluslararası 10 markaya sahip bir ülke olacağını ifade etmişsiniz.


Acaba Türkiye, bu hedefi nasıl gerçekleştirecektir? 7,5 yıllık iktidarınız döneminde Türkiye millî gelirini, cari fiyatlarla ancak bir misli; sabit fiyatlarla ancak, yüzde 34 oranında artırabilmiştir. Ki; bu artış da, üretime dayalı değil, ithalâta dayalı bir artıştır. 500 milyar dolarlık bir ihracat için, 2,5-3 trilyon büyüklüğünde bir ekonomik yapı gerekmektedir. Bu büyüklüğü, 13 yıl zarfında hangi programla ve nasıl gerçekleştireceksiniz?


Dikkatlerinize arz ediyorum:


Türkiye’nin ihracatı arttığı zaman DIŞ TİCARET AÇIĞI ve dolayısıyla CARÎ AÇIĞI büyümektedir. Yani; DIŞ TİCARET AÇIĞI, ihracat dışı gelirlerimizi erittiği gibi, yine de BÜYÜK MİKTARDA CARÎ AÇIK oluşmaktadır. Bu da; Türkiye’nin dış ülkeler KAYNAK TRANSFER ETTİĞİ anlamına gelmez mi? Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ülkelerin, gerçek anlamda büyümeleri mümkün olabilir mi?


Bir ekonomist veya bir iktisatçı değilim; sıradan bir eczacı vatandaşım. Belki, yanlış düşünüyor olabilirim. Beni bilgilendirir ve aydınlatırsanız; hem yanılgılarım giderilmiş olur ve ham de doğru düşünmesini öğrenmiş olurum.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

13 Mart 2010 Cumartesi

DOĞRULAR, halka anlatılmalıdır.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 12 Mart 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Çayırova’da özel sektöre ait bir tesisin açılış töreninde yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim.

Her zaman yaptığınız gibi, aynı konuları tekrarladınız.
Bu konuşmalarınızı, partinizin mensupları alkışlayabilirler. Ama; zorda olan büyük kitleler, ilgilenmeyebilirler. Durduk yerde halk arasında gerginlik yaratan ve halkı zıtlaştıran sözlerinizin, bu ülkeye ve bu millete bir faydası olmaz. Zira;


Türkiye’nin 2002 yılında başlamadığını, sizden evvelki iktidarların da bu ülkeye hizmet ettiklerini herkes bilir.


Bu bakımdan; siyasî hesaplara dayanarak partililerinizin his ve heyecanını doruk noktasına çıkarırken, partinize mensup olmayanların tahrik edildiğini ve aşağılandığını hesaba katmanızda; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamının sağlanması için elzem olduğunu düşünmenizde sayısız faydalar vardır.


Sayın BAŞBAKAN;


Türkiye’nin dış meseleleriyle global sermayeyi ilgilendiren konuların, meydanlara taşınmasının kimseye faydası yoktur. Çünki; geçim gailesiyle ekmek parası peşinde koşan ve maruz kaldığı zorlukları aşmak için mücadele veren geniş halk kitleleri büyük düşünemez ve ince siyasete akıl erdiremez. İşte örnekler:


1-Bir ülkenin dış siyasetini bulunduğu coğrafyası belirler. Önemli bir coğrafyada konumu olan ülkeler, isteseler de, istemeseler de, dış siyasetlerini kendileri belirleyemezler ve oluşan dengelere göre hareket etmek zorunda kalırlar. Bu gerçeği, ünlü Fransız devlet adamı DE GAULLE, şu sözleriyle açıklamıştır:


“Fransa’nın dış siyasetiyle ilgili olarak beyanat vereceğim zaman günlerce düşünürüm; düşündüklerimi not ederim, sonra bu notları işin uzmanlarına vererek yazılı metin haline getirtirim. Konuşacağım zaman da asla ve asla bu metnin dışına çıkmam.”


2- Global sermaye ile ilgili olan konular da, dünyada oluşan dengelere göre özellik arz eder. Dünya üzerinde meydana gelen veya kasıtlı olarak yaratılan iktisdî bunalımlar, her ülkeyi etkiler. Bilhassa; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç olan ülkeleri, çok daha fazla etkiler. Zira; ülkeler arasındaki münasebetlerin hedefleri, sadece siyasî amaç taşımaz, iktisadî amaç da taşır.


IMF, her ne kadar çokuluslu bir kuruluş görüntüsü verse de; aslında bu kuruluş, Amerika Hazinesi’nin kontrolündedir. Türkiye’nin IMF ile münasebetlerini bu çerçevede düşünmeyenler veya bu gerçeği göremeyenler, hem kendilerini ve hem de milleti yanıltmış olurlar. Bunun en tutarlı örneği de; 21 Şubat 2001 ekonomik krizidir.


Bu krizi, Anayasa Kitapçığı’nın fırlatılması sebebiyle çıktığını zannedenler, gerçek hedefi göremeyenlerdir. Bu krizle Türkiye’nin millî ekonomisi tasfiye edilmiş; başta bankacılık ve finans sektörümüz olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz, yabancıların eline geçmiştir. Bu operasyon hâlen devam etmektedir; ilâç ve sağlık sektörümüzün de yabancılaşmasına kadar devam edecektir. Yani konu, IMF’ye muhtaç olup, olmamak değil; 12 Eylül 1980’den sonra IMF ile münasebetlerin ne getirdiği ve ne götürdüğü konusudur.


12 Eylül 1980’den önce Türk ekonomisi, tam anlamıyla bağımsızdı. Bağımlılık, 12 Eylül’den sonra başlamış ve bugüne kadar devam etmiştir ve bundan sonra da devam edecektir. Bu 30 yıllık dönemde Türkiye, 1 trilyon 200 milyar dolar faiz ödemiştir ve iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Döneminizde de, Türkiye’nin serveti azalmıştır. Üstelik bugün, finans sektörünün kontrolü yabancıların elindedir. Para politikalarının tayin ve tespitinde ve devletin iç borç yönetiminde, yabancılar söz sahibidirler.


Bu bakımdan “Artık IMF’ye muhtaç değiliz. Ekonomimiz kendi ayakları üzerinde durabilmektedir. Biz, IMF’ye olan borcu ödemiş bir iktidarız.” demenizin bir önemi ve kıymeti yoktur. Zira; Türkiye’de reel faizler hâlâ çok yüksektir ve kur-faiz makasında ekonomiyi şekillendirenler, yüksek faiz geliri elde etmektedirler. IMF’ye ödenen borçlar övünç vasıtası olacaksa; “Döneminizde Türkiye’nin borçlarını niçin ikiye katladınız; niçin hâlâ yüksek bütçe açığı, dış ticaret açığı ve carî açık vardır? Üstelik bu dönemde 30 milyar doları aşan özelleştirme yaptığınız halde, Türkiye’nin borçları niçin artmaktadır?” diye sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?


Bu sebeple; IMF olsa da, olmasa da, Türkiye açısından bir önemi yoktur. Çünkü; ekonominin kontrolü, tam anlamıyla yabancıların elindedir. Açık ifadeyle; 12 Eylül’den sonra uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle Türkiye’nin millî ekonomisi tasfiye edilmiştir ve bu tasfiye devam edecektir.


Sayın BAŞBAKAN;


Anlatan çıkmadığı için halk, bu gerçekleri bilmemektedir. Türkiye genelinde bir araştırma yaptırsanız; Keban Barajı’nın, Karakaya Barajının, Urfa tünellerinin, İskenderun, Erdemir, Karabük Demir-Çelik tesislerinin, Tüpraş ve Petkim’in ve size miras olarak bırakılan saymakla bitirilemeyecek sayıdaki sanayi kuruluşlarının ve altyapı tesislerinin ne zaman inşa edildiğini ve ne zaman işletmeye açıldığını bilen pek çıkmaz. Bilenler, sadece o yörede oturanlardır. Hatta bugün İstanbul’da bir kamuoyu araştırması yaptırsanız; İstanbul’daki Boğaziçi Köprüleri’nin ne zaman inşa edilip, hizmete açıldığını bilenlerin sayısının da çok az olduğunu tespit edersiniz.


İktidarınız sekizinci yılına girmiştir. Ülkeyi idare ediş tarzınız, rant ağırlıklıdır. Ülkenin kaynakları, belirli bir zümrenin istifadesine sunulmuş ve geniş halk kitleleri ihmâl edilerek kaderine terk edilmiştir. Artan işsizliğin, yaygınlaşan fukaralığın, üretimsizliğin, halkın çaresizliğinin gerçek sebebi de budur. Keşke dün açılışını yaptığınız NAMET tesislerinin kurucusu Kemâl Kayar’a, Sakarya’daki hayvancılığın seyrini sorsaydınız ve kendisinden, ülkenin her tarafına örnek teşkil edecek gerçek bilgileri alsaydınız.


Bu mektubumu eleştiri maksadıyla yazmadım; bildiğim gerçekleri anlatmak için yazdım. Türkiye’nin 30 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiği gerçeğini belirtmek istedim.

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

12 Mart 2010 Cuma

DEVLET, keyfe göre yönetilemez!

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 11 Mart 2010


Sayın CUMHURBAŞKANI;


Isparta ziyaretinizde, mühimmat yüklü kamyonla ilgili gazetecilerin yönelttiği soruya, “Bunlar savcıların görevidir, bunlarla ilgili hukukumuz, ne gerektiriyorsa o yapılır. Bunları, çok fazla büyütmemek gerekir.” şeklinde cevap verdiğinizi, televizyon haber bültenlerinde izledim.


Açık sözlü bir vatandaş olarak itiraf ederim ki; bu cevabınız, kamuoyunu tatmin edecek nitelikte değildir. Zira; iki üç yıldan beri DEVLETİN KURUMLARI ARASINDA meydana gelen güvensizlikler, zıtlaşmalar ve devlet geleneklerine uymayan uygulamalar, insanlarımızı germiş, zıtlaştırmış ve bölmüş ve huzursuz etmiştir. Bu durum da; DEVLETİN, KURALLARA GÖRE YÖNETİLMEDİĞİNİN bir göstergesidir. Ki; bu olay, insanlarımızın haklılığını ispatlamıştır. Genelkurmay ve Emniyet arasında çözülmesi gereken bu olaya, işin içyüzü araştırılmadan, öğrenilmeden, Ceza Muhakemeler Usulü Kanunu’nun 250, 251 ve 252. ci maddelerine istinaden olağanüstü yetkili Cumhuriyet Savcısı müdâhil edilmiştir. Bunlar yapılırken de; televizyonlara ve basına haber verilerek, büyük bir kargaşanın yaşanmasına sebep olunmuştur. Yani; birkaç saatliğine de olsa insanlarımızın zihinleri karıştırılmış ve endişelenmelerine sebebiyet verilmiştir. Sansasyon yaratmakta gayet usta olan medyamız, bu olayı, kim bilir daha kaç gün gündeminde tutacaktır.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en Yüce Makamında bulunmaktasınız. Devletin organları, kurumları ve kuruluşları arasındaki ahengi sağlamak ve devletin, kurallarına göre işletilmesini temin etmek görevi, size tevdî edilmiştir. İnsanlarımızın beklentileri de budur.


Parlâmenter sistemin gereği olarak yürütmenin elinde BÜYÜK BİR GÜÇ vardır. Bu güç, yerinde kullanılmadığı takdirde MUTLAK GÜCE dönüşür. Bu da, istense de, istenmese de, yozlaşmalara sebep olur. Zira GÜÇ, avuç içine alınmış kum gibidir; sıktıkça, parmakların arasından akar ve diğer alanlarda BAŞKA GÜÇLER oluşturur. Özellikle; fevkalâde önemli coğrafî konumu olan ülkemizde bu durum, iç ve dış odakların husumetlerine fırsat verir. İnkârı mümkün olmayan bir gerçektir:


Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle; bölgemizde hedefleri, projeleri ve çıkarları olan dış ülkeler, bu bölgede; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başarmış; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelebilen; iç ve dış gailelerden arınmış huzurlu, mutlu ve refah içinde yüzen bir BÜYÜK TÜRKİYE istemezler ve buna, fırsat da vermezler. Onların istedikleri; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; “OTUR!” denilen yerde oturan ve “KALK” denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ve refahı unutmuş bir ZAYIF TÜRKİYE’DİR. Bu sebeple de; her türlü fitne, fesat ve kaos ortamı yaratmak için ellerinden geleni yaparlar. Geçmişte yaşanan, bugün yaşadığımız ve gelecekte yaşayacağımız bütün bunalımlar, Türkiye ile başkalarının, hedef çatışmalarının eseridir.

Bugüne ışık tutacağına inandığım için önemli bir husus dikkatlerinize, tetkiklerinize arz etmek istiyorum:


2 Haziran 1998 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanan bir haberin özeti şöyledir:


“Washington (Zaman)- Türkiye’yi yakından tanıyan Amerikalı uzmanlar, Millî Savunma Üniversitesi’nde iki gün üst üste yapılan toplantılarda, Türkiye ile ilgili iç savaş senaryolarını tartıştı.


ABD’de think tank kuruluşları, Türkiye’de iç savaş senaryolarını tartışıyor. Millî Savunma Üniversitesi’nde (National Defense University) yapılan toplantılarda, Türkiye ile ilgili iç savaş senaryoları tartışıldı. Türkiye’de görev yapmış bazı büyükelçiler ve Türkiye uzmanlarının katıldığı oturum, basına kapalı olarak gerçekleştirildi.


START, CAMİYE BOMBA İLE VERİLECEK:


Güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere göre iç savaş senaryosu, Türkiye’nin toplumsal fay hattı sayılan Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da bir Cuma namazında camilerde bombalar patlamasıyla çıkan karışıklıklar üzerine bina edildi.


HALK, OTORİTEYE İSYAN EDECEK:

Amerikalı Türkiye uzmanları, bu senaryoyu çeşitli sorularla irdelediler. Oturum Alevî, Sünnî, Kürt gibi etnik veya mezhepsel grupların, ordu ve polis gibi devlet birimlerinin, İslâmî grup ve cemaatlerin ve medya patronlarının tepkisinin ne olacağı gibi sorular üzerine yoğunlaştı.


Senaryoya göre camilerin bombalanmasından sonra halk kaymakamlık, valilik gibi devlet dairelerine yürüyor. Polis halkın önüne geçemeyince, sakerî birlikler devreye giriyor. Alevî-Sünnî çatışmasıyla lâik-antilâik çatışması, iç içe gerçekleşiyor.


Polisin çoğunluğu, Sünnî tarafına geçiyor. Ordu’da da çözülmeler oluyor. Polisle asker çatışıyor. Büyük kitleler, orduya karşı tavır alıyor.


İslâmî gruplar, yurtdışından silâh bağlantıları kuruyor. Bazı cemaat liderleri, topluluklarını kontrol etmeyi başaramıyor ve ülkeyi terk ediyor. İslâmî görüşleriyle bilinen bazı yazar ve aydınlar, suikasta uğruyor.


Bu tartışmaların ardından bir değerlendirme toplantısı daha yapıldı. ABD’nin tavrının nasıl olması gerektiği ve ABD ulusal çıkarlarının nasıl etkileneceği görüşüldü.


ABD, SONRASININ HESABINI YAPIYOR:


Washington kaynakları, ABD hükümetinin Türkiye’de yaşanan iç siyasî gerginliğin doğurabileceği vahim sonuçların, ABD çıkarlarını olumsuz yönde etkilemesinden endişe ediyor ve bu nedenle ABD’nin, Türkiye üzerindeki baskısını artıracağını ifade ediyorlar.


Özellikle TSK üzerindeki geleneksel yaptırım gücünü kaybetmeye başlayan ABD, Türkiye siyasetindeki ağırlığını açıkça hissettiren Türk Ordusu’nu, nasıl ABD çizgisine çekebileceğini düşünüyor.


Bu arada ABD’nin Türkiye ile ilgili diplomatik mesajlarının üslûbunu, giderek sertleştirme eğiliminde olduğu da gözden kaçmıyor. ABD hükümeti, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü aracılığı ile Recep Tayyip Erdoğan’ın mahkûm edilmesine, Refah Partisi’ni kapatma kararından bile daha ağır bir dille, resmî tepkisini gösterdi.”


Sayın CUMHURBAŞKANI;


12 yıl önce yayınlanan bu yazı, herkesi düşündürmeli ve ülkeyi idare edenlere yön göstermelidir. Zira;


Türkiye’nin sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimine ihtiyacı vardır. Ülkeyi yönetenler, böylesine önemli bir zaman dilimini niçin yakalayamadığımızı düşünmelidirler. Bir birleriyle zıtlaşan ve kavga eden bir toplum yapısının oluşturulmasını isteyenlerin gerçek niyetlerini ve uyguladıkları metotlarını, gayet iyi anlamalıdırlar. Türkiye’ye husumet besleyen ülkelerin, uzun vadeli hedef güttüklerini bilmelidirler. Genç bir muhabirin bavullar dolusu belgeleri, CD’leri nereden elde ettiğini ve bunları hangi maksat ve göreve istinaden Cumhuriyet Savcılığı’na teslim ettiğini araştırmalıdırlar. Aksi halde; Ülkenin, milletin ve devletin DİRLİK VE DÜZENLİĞİ, bir daha düzeltilemeyecek derecede bozulur. Bu sebeple; DEVLETİN, BİR PARTİ DEVLETİ haline getirilmemesi ve DEVLETİN, kurallarına göre yönetilmesi şarttır. Kurallarına göre yönetilen bir devlet, bütün iç ve dış husumetleri bertaraf etmeye yeterlidir.


Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olara ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

10 Mart 2010 Çarşamba

Halkı aldatanlar.



Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta, Hürriyet, Milliyet Gazeteleri Yazarı
İstanbul   9 Mart 2010


Sayın BİRAND;


9 Mart 2010 tarihli ve “Durum kötüye gidiyor, açılıma sahip çıkalım” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde;


“Diyarbakır’da yaşanan olayların hepimizi titretmesi gerekir. Bunun ne anlama geldiğini sorarsanız; rahatlıkla, “Türk-Kürt ayırımının, yani bölünmenin en tehlikeli işaretidir” diyebilirim. Her türlü açılıma karşı çıkan, milliyetçilik rüzgârları estirip oy peşinde koşanlar, artık kına yakabilirler. Ülkeyi nereye doğru götürdüklerini görsünler. Bu manzara, Kürt sorunu konusundaki “Açılım Çalışmalarının” ne kadar gerekli, ne kadar kaçınılmaz olduğunu bir defa daha ortaya koydu. Bu ülkenin iyi plânlanmış, cesur adımlar atan hızlı bir AÇILIM POLİTİKASINA ihtiyacı var.” ifadelerini kullanmışsınız!


Merak konusudur:


Bilerek veya bilmeyerek, ülkenin bu duruma düşmesi için gayret etmediniz mi? Gerçekte olmayan bir Kürt meselesini evirip, çevirip yıllardan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getiren siz değil misiniz? Bölgemizde hedefleri, hesapları ve projeleri olan dış ülkelerin, bir Türk-Kürt çatışması istediklerini ve bunun için ellerinden geleni yaptıklarını, gayet iyi bildiğiniz halde; kamuoyunu aydınlatıcı, bilgilendirici ve doğru istikamete yönlendirici herhangi bir yazı yazdınız mı?


Bugünkü yazınız dahî yapmacık, saptırıcı, yanlış yönlendirici ve halkı aldatıcı bir yazıdır. “Her türlü açılıma karşı çıkan, milliyetçilik rüzgârları estirip oy peşinde koşanlar, artık kına yakabilir.” ifadeniz, tam anlamıyla tahrik ve itham edici ve de aklı başında olan herkesi sinirlendirici bir ifadedir. Şöyle ki:


Bir milleti, millet yapan değerler bilinmektedir ve bu değerlere millî değerler adı verilir. Millî değerlere sahiplilik bilgi ve şuurunu, daima, ırka dayalı bir milliyetçilik olarak sundunuz ve Kürt milliyetçiliğini tahrik edici bir unsur olarak sundunuz. Sanki bu ülkede, Türk-Kürt ayırımı yapılıyormuş gibi bir hava estirdiniz. Başkalarının teşviki, tahriki ve desteği sayesinde yaratılan bir ayrılıkçı hareketin güçlenmesi için olanca gücünüzle çalıştınız. Hiçbir zaman da, halka doğruları söylemediniz. Bölücü emeller taşıyan PKK’yı, Kürt halkının temsilcisiymiş gibi takdim ettiniz. Bunları yaparken de dilinize pelesenk ettiğiniz AÇILIM POLİTİKASININ ne olduğunu veya ne olması gerektiğini, hiçbir zaman açıklamadınız. Açık bir şekilde “şunlar, şunlar yapılmalıdır” demediniz. Millî değerlere sahip çıkmayı suç olarak ilân ettiniz. Ülkemizde etnik ayrılıkçılığa dayalı bir uygulama olmadığı halde, varmış gibi bir hava estirmeye çalıştınız.


Şimdi de; Diyarbakır’da yaşanan olayları, “Türk-Kürt ayırımının, yani bölünmenin en tehlikeli işaretidir” diyerek, gerçeklerin üstünü örtmek için etrafa korku salmaya çalışmaktasınız.


Sayın BİRAND;


Hiç merak etmeyiniz; bütün tahrik, tertip ve provokasyonlara rağmen bu millet bölünmeyecektir. Doğu ve Güneydoğu’da yapılan kamuoyu araştırmalarında halkın yüzde 83’ünün ayrılıkçı hareketleri desteklemediklerini göstermektedirler. Halk, etnik kimliğe göre bir ayrım yapılmadığını ifade etmektedir. Ayırımcılık yapıldığı tezi, sizin ve sizin gibi düşünenlerin zihinlerinde vardır. Geçenlerde, gazetelerde haber olarak yer aldı: TRT-6 izleyicileri, ısrarlı bir şekilde “Yurttan Sesler” programının yayınlanmasını istemişler. Sizler; TRT-6’ya, TRT-ŞEŞ diyorsunuz. Yani; Farsça şeşi, Türkçe altıya tercih ederek bunu, Kürtçe olarak yutturmaya çalışıyorsunuz.


Sizden ricam şudur:


Yarından itibaren Kürt sorunu ile ilgili AÇILIM POLİTİKASININ ne olduğunu, nelerin yapılmasının gerektiğini gayet açık bir şekilde yazarak halkı bilgilendiriniz. Bunu, başkalarının arabasına binmeden yapınız.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Türkiye'nin gerçek gündemi değildir.

Sayın Cemil ÇİÇEK
Devlet Bakanı Ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 9 Mart 2010


Sayın BAKAN;


Gazeteci Seda Şimşek ile yaptığınız söyleşiyi okudum. Ağırlık verdiğiniz konu, Anayasa değişikliği ve buna bağlı olarak YARGI REFORMU’dur. Bu sebeple; bilhassa Yargı reformu konusunda halkın bilgilendirilmesi ve aydınlatılması şarttır. Zira;


Geniş halk kitleleri, yapmayı düşündüğünüz Yargı Reformu’nu, Adâlet Reform’u olarak algılamaktadır. Çünkü Halk; mahkemelerin donanım, fizikî altyapı ve teknik imkânsızlıklar sebebiyle ağır işlemesinden, beraberinde adâleti getirmeyen kanunların yürürlükte bulunmasından rahatsızdır ve bunun vebalini de mahkemelere yüklemektedir. Hâkimlerin, yürürlükteki kanunlara göre yargılama yaptıklarını düşünmemektedir. Bu durum da, adâlete karşı bir güvensizlik oluşturmuştur. Bu sebeple;

Getirilmek istenen Yargı Reformu’nun, Yüksek Yargı’nın, yeniden yapılandırılması hedefine yönelik olduğu gerçeği, halka gayet iyi ve anlayacağı bir şekilde anlatılmalıdır.

Uzun yıllardan beri siyasetin içinde bulunmanız ve yüksek makamlarda görev yaptığınız için, şu gerçeği belirtmekte beis görmüyorum:


Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; 12 Eylül 1980’den sonra kabul edilen Anayasa, Yürütmeyi kuvvetlendirmiş ve adâleti, kısmen de olsa bağımlı hale getirmiştir. Bu da, ülkeyi yönetenlere keyfilik kapılarını açmıştır. Ayrıca; gerçek demokrasilerin vazgeçilmezi olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİ ortadan kaldırmıştır. Örnekler:


1- Adâletsiz Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları sebebiyle halk, sistemin dışına itilmiş ve siyasî parti liderleri ilk ve son söz sahibi haline getirilmiştir. Bilhassa tek parti iktidarlarında Meclisler, Yasama ve Denetleme görevlerini HÜR İRDESİYLE yapamaz hale düşürülmüştür. 1980’li yıllarda, Güneri Civaoğlu Milletvekillerini tarif ederken, defalarca “Kol kaldırma makinesinin ağır işçileri” ifadesini kullandığı halde, Milletvekillerinden bir tepki almamıştır. Boş kâğıda imza atılmış karanâmeler, kanun teklifleri ve istifa mektupları, alışılmadık biçimde sistemin adını değiştirmiş ve sistemi tanınmaz hale getirmiştir.

2- 1982 Anayasa’sı Hükümetlere, zor zamanlarda işlerin kolay yürütülmesi için KANUN KUVVETİNDE KARARNÂME çıkarma hakkı tanımıştır. Bu hakkı tanırken de; “Kanun Kuvvetindeki Kararnâmeler, ivedilikle Meclise sevk edilir” hükmünü eklemiştir. Fakat; Meclis İçtüzüğü’nde bu hususla ilgili olarak bir düzenleme yapılmadığı için, Kanun Kuvvetindeki Kararnâmeler, Meclis’in tozlu raflarında bekletilmiştir. Bu kararnâmelerin adâleti getirip, getirmediği hiç araştırılmamıştır.

3- Günün Adâlet Bakanlığı Müsteşar’ı Arif Yüksel’i hatırlayabilen pek çıkmaz. Ama; siz, gayet iyi hatırlarsınız. 1991 seçimlerinden sonra oluşan siyasî iktidar, yani, Hükümet, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Arif Yüksel’in görevden alınmasına dair üçlü Kararnâme’yi imzalamadığı için, Demirel Hükümeti, Arif Yüksel’i 18 ay görevden alamamıştır. Bu durum karşısında Müsteşar Arif Yüksel, “Ben emirleri ancak Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dan alırım. Çünkü; beni bu makama, Turgut Özal getirmiştir.” diyerek, hükümete, devlete ve sisteme açık bir şekilde meydan okumuştur.


Sayın BAKAN;


Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örnekler tahtında günümüze de bakmakta fayda vardır:

Sistemin çarpıklığı sebebiyle, bugün de değişen bir şey yoktur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, tam anlamıyla Siyasî İktidarın, Hükümetin ve dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın kontrolü altındadır. TBMM, Yasama ve Denetleme görevini kendi HÜR İRDESİYLE yerine getirememektedir. Bugün, Hükümetin istemediği bir kanun tasarısı veya teklifi Meclisin gündemine getirilemez; getirilse dahî kanunlaşamaz. Buna mukabil; Hükümetin istediği her kanun tasarısı veya teklifi Meclis gündemine gelir ve kolayca kanunlaşır. Kanunların beraberlerinde adâleti getirip, getirmediği de kimsenin umurunda değildir. Meclis’in denetleme görevi de, Hükümetin irade ve isteğine tabîdir. Bu gerçeği de, hiç kimse inkâr edemez.

30 yıldan beri Türkiye, bu çarpık sistemle idare edilmektedir ve halk, bu sistemden dışlanmıştır. Halka verilen görev; belirli zamanlarda, yani seçim zamanlarında, siyasî Parti liderlerinin düzenledikleri oy pusulalarını sandığa atmaktır.

Bu çarpık sistem; Türkiye’yi gerçek hedeflerinden uzaklaştırmış ve Devleti, tanınmaz hale getirmiştir. Perişanlıkların, keyfiliklerin ve huzursuzlukların gerçek sebebi de budur.


Bu bakımdan; Adâlet Reformu adı altında Anayasa değişikliği yaparak, Yüksek Yargıyı yeniden şekillendirmek suretiyle Türkiye’nin huzura kavuşacağını zannedenler, yanıldıklarını, kısa bir süre sonra anlayacaklardır. Zira; Türkiye’nin asıl zorluğu, DEVLETİN, kurallarına göre yönetilmemesinden kaynaklanmıştır. İktidarların değişeceğini, değişmek zorunda olduğunu düşünmeyenler veya kabullenmeyenler, “Günü kurtarma” ölçülerine göre hareket ettikleri için, Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke yapamamışlardır. Hem siyasî alanda ve hem de iktisadî alanda Türkiye’nin ufkunu karartmışlar ve milleti de perişan hale düşürmüşlerdir. Gerçeği görmeyenler ve kabullenmeyenler, kendilerinden önceki iktidarları suçlayarak, kendilerini aklamaya çalışmışlardır ve devlette devamlılığın esas olduğunu, asla düşünmemişlerdir.


İktidarınız, sekizinci yılındadır ve Türkiye, hem siyaseten ve hem de iktisaden gayet zor durumdadır. Bu zorluklar, Anayasa değişikliğiyle aşılamaz. Zaten bu değişikliğin bir faydası da olmaz; geniş halk kitleleri rahatlamaz, fukaralık ve işsizlik ortadan kalkmaz.


Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate akacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı