Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 12 Mart 2010
Sayın BAŞBAKAN;
Çayırova’da özel sektöre ait bir tesisin açılış töreninde yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim.
Her zaman yaptığınız gibi, aynı konuları tekrarladınız.
Bu konuşmalarınızı, partinizin mensupları alkışlayabilirler. Ama; zorda olan büyük kitleler, ilgilenmeyebilirler. Durduk yerde halk arasında gerginlik yaratan ve halkı zıtlaştıran sözlerinizin, bu ülkeye ve bu millete bir faydası olmaz. Zira;
Türkiye’nin 2002 yılında başlamadığını, sizden evvelki iktidarların da bu ülkeye hizmet ettiklerini herkes bilir.
Bu bakımdan; siyasî hesaplara dayanarak partililerinizin his ve heyecanını doruk noktasına çıkarırken, partinize mensup olmayanların tahrik edildiğini ve aşağılandığını hesaba katmanızda; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamının sağlanması için elzem olduğunu düşünmenizde sayısız faydalar vardır.
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye’nin dış meseleleriyle global sermayeyi ilgilendiren konuların, meydanlara taşınmasının kimseye faydası yoktur. Çünki; geçim gailesiyle ekmek parası peşinde koşan ve maruz kaldığı zorlukları aşmak için mücadele veren geniş halk kitleleri büyük düşünemez ve ince siyasete akıl erdiremez. İşte örnekler:
1-Bir ülkenin dış siyasetini bulunduğu coğrafyası belirler. Önemli bir coğrafyada konumu olan ülkeler, isteseler de, istemeseler de, dış siyasetlerini kendileri belirleyemezler ve oluşan dengelere göre hareket etmek zorunda kalırlar. Bu gerçeği, ünlü Fransız devlet adamı DE GAULLE, şu sözleriyle açıklamıştır:
“Fransa’nın dış siyasetiyle ilgili olarak beyanat vereceğim zaman günlerce düşünürüm; düşündüklerimi not ederim, sonra bu notları işin uzmanlarına vererek yazılı metin haline getirtirim. Konuşacağım zaman da asla ve asla bu metnin dışına çıkmam.”
2- Global sermaye ile ilgili olan konular da, dünyada oluşan dengelere göre özellik arz eder. Dünya üzerinde meydana gelen veya kasıtlı olarak yaratılan iktisdî bunalımlar, her ülkeyi etkiler. Bilhassa; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç olan ülkeleri, çok daha fazla etkiler. Zira; ülkeler arasındaki münasebetlerin hedefleri, sadece siyasî amaç taşımaz, iktisadî amaç da taşır.
IMF, her ne kadar çokuluslu bir kuruluş görüntüsü verse de; aslında bu kuruluş, Amerika Hazinesi’nin kontrolündedir. Türkiye’nin IMF ile münasebetlerini bu çerçevede düşünmeyenler veya bu gerçeği göremeyenler, hem kendilerini ve hem de milleti yanıltmış olurlar. Bunun en tutarlı örneği de; 21 Şubat 2001 ekonomik krizidir.
Bu krizi, Anayasa Kitapçığı’nın fırlatılması sebebiyle çıktığını zannedenler, gerçek hedefi göremeyenlerdir. Bu krizle Türkiye’nin millî ekonomisi tasfiye edilmiş; başta bankacılık ve finans sektörümüz olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, altyapı tesislerimiz, perakende ticaretimiz, yabancıların eline geçmiştir. Bu operasyon hâlen devam etmektedir; ilâç ve sağlık sektörümüzün de yabancılaşmasına kadar devam edecektir. Yani konu, IMF’ye muhtaç olup, olmamak değil; 12 Eylül 1980’den sonra IMF ile münasebetlerin ne getirdiği ve ne götürdüğü konusudur.
12 Eylül 1980’den önce Türk ekonomisi, tam anlamıyla bağımsızdı. Bağımlılık, 12 Eylül’den sonra başlamış ve bugüne kadar devam etmiştir ve bundan sonra da devam edecektir. Bu 30 yıllık dönemde Türkiye, 1 trilyon 200 milyar dolar faiz ödemiştir ve iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Döneminizde de, Türkiye’nin serveti azalmıştır. Üstelik bugün, finans sektörünün kontrolü yabancıların elindedir. Para politikalarının tayin ve tespitinde ve devletin iç borç yönetiminde, yabancılar söz sahibidirler.
Bu bakımdan “Artık IMF’ye muhtaç değiliz. Ekonomimiz kendi ayakları üzerinde durabilmektedir. Biz, IMF’ye olan borcu ödemiş bir iktidarız.” demenizin bir önemi ve kıymeti yoktur. Zira; Türkiye’de reel faizler hâlâ çok yüksektir ve kur-faiz makasında ekonomiyi şekillendirenler, yüksek faiz geliri elde etmektedirler. IMF’ye ödenen borçlar övünç vasıtası olacaksa; “Döneminizde Türkiye’nin borçlarını niçin ikiye katladınız; niçin hâlâ yüksek bütçe açığı, dış ticaret açığı ve carî açık vardır? Üstelik bu dönemde 30 milyar doları aşan özelleştirme yaptığınız halde, Türkiye’nin borçları niçin artmaktadır?” diye sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?
Bu sebeple; IMF olsa da, olmasa da, Türkiye açısından bir önemi yoktur. Çünkü; ekonominin kontrolü, tam anlamıyla yabancıların elindedir. Açık ifadeyle; 12 Eylül’den sonra uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle Türkiye’nin millî ekonomisi tasfiye edilmiştir ve bu tasfiye devam edecektir.
Sayın BAŞBAKAN;
Anlatan çıkmadığı için halk, bu gerçekleri bilmemektedir. Türkiye genelinde bir araştırma yaptırsanız; Keban Barajı’nın, Karakaya Barajının, Urfa tünellerinin, İskenderun, Erdemir, Karabük Demir-Çelik tesislerinin, Tüpraş ve Petkim’in ve size miras olarak bırakılan saymakla bitirilemeyecek sayıdaki sanayi kuruluşlarının ve altyapı tesislerinin ne zaman inşa edildiğini ve ne zaman işletmeye açıldığını bilen pek çıkmaz. Bilenler, sadece o yörede oturanlardır. Hatta bugün İstanbul’da bir kamuoyu araştırması yaptırsanız; İstanbul’daki Boğaziçi Köprüleri’nin ne zaman inşa edilip, hizmete açıldığını bilenlerin sayısının da çok az olduğunu tespit edersiniz.
İktidarınız sekizinci yılına girmiştir. Ülkeyi idare ediş tarzınız, rant ağırlıklıdır. Ülkenin kaynakları, belirli bir zümrenin istifadesine sunulmuş ve geniş halk kitleleri ihmâl edilerek kaderine terk edilmiştir. Artan işsizliğin, yaygınlaşan fukaralığın, üretimsizliğin, halkın çaresizliğinin gerçek sebebi de budur. Keşke dün açılışını yaptığınız NAMET tesislerinin kurucusu Kemâl Kayar’a, Sakarya’daki hayvancılığın seyrini sorsaydınız ve kendisinden, ülkenin her tarafına örnek teşkil edecek gerçek bilgileri alsaydınız.
Bu mektubumu eleştiri maksadıyla yazmadım; bildiğim gerçekleri anlatmak için yazdım. Türkiye’nin 30 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiği gerçeğini belirtmek istedim.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
13 Mart 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder