Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 27 Şubat 2009
Sayın BİRAND;
26 Şubat 2009 tarihli ve “TÜRK, İSTEDİĞİNİ ELDE ETTİ” başlığını taşıyan yazınız okudum.
Tahmin ettiğiniz gibi; böyle bir yazı yazdığınız için, size çok kızan bir okuyucunuzum. Türkiye’yi bölmeye çalışmayabilirsiniz, Kürtçülük yapmayabilirsiniz. Ama; Türkiye’yi bölmeye çalışanlarla, Kürtçülük yapanları da, görmezden gelemezsiniz!
Ahmet Türk’ün, TBMM gurup toplantısındaki konuşmasının bir bölümünü KÜRTÇE yapması, doğal bir gelişme değildir. Bu davranışının, AKP ile DTP arasındaki siyasi bir yarışla da ilgisi yoktur. Bu olay, doğrudan doğruya başkaları tarafından sahneye konan bir provokasyondur. Hedef de bellidir: Türkiye’yi germek, Türk-Kürt düşmanlığını aşılamak ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik etmek. Unutmayınız ve bildiğiniz şu gerçeği ifade etmekten çekinmeyiniz:
Doğu ve Güneydoğu'muzdaki siyaseti, BARZANİ ve TALABANİ vasıtasıyla, ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL şekillendirmeye çalışmaktadır.
Sorun, Kürtçe sorunu değildir ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın ilgi alanında da değildir. Zira; lehçe ve kelime farkları sebebiyle, birbirleriyle konuşamayan Kürt kökenli vatandaşlarımızın çoğunlukta olduğunu, herkesten çok siz bilmektesiniz. Ve ayrıca; Bölgeye yeşilkart, erzak, para ve kömür dağıtmaktan başka önemli bir yatırım yapmayan veya yapamayan Başbakan Erdoğan’ın, prestijinin artmasının gerçek sebeplerini ve PKK’nın niçin yaratıldığını göremeyecek ve bilemeyecek derecede bilgisiz olamazsınız.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi dili Türkçe’dir ve öyle de kalmalıdır. Milletvekilleri, Anayasa’ya sadık kalacaklarına dair yemin etmişlerdir. Kaldı ki; Kürt kökenli milletvekilleri, her partide vardır. İktidar partisine mensup bazı Kürt kökenli milletvekilleri, bakandır.
Yazınızın bir bölümünde belirttiğiniz gibi Fransa’da, Fransızcadan; İspanya’da, İspanyolcadan başka bir dil kullanılamaz. ABD’de de, İngiltere’de de, Almanya’da da, Yunanistan’da da, başka bir dil kullanılamaz. Hepimiz şahit olduk ve gördük:
Barak Obama yemin ederken, ULUS DEVLET vurgusunu defalarca tekrarladı. Amerika’da hiç kimse de, buna karşı çıkmadı.
Sayın BİRAND;
Devletin, Kürt vatandaşlarımıza baskısı yoktur. Hiçbir hakları kısıtlı değildir. 12 Eylül İhtilâli’nden sonra, Kenan Evren’in kişisel bir hatası yüzünden Kürtçe konuşmanın yasaklanmasını, DEVLETE yüklemenin anlamı yoktur ve bu sorun zaten aşılmıştır.
Doğrudur:
Doğu ve Güneydoğu’da bulunan Kürt kökenli vatandaşlarımız, baskı altındadır ve hakları kısıtlıdır. Ama; bunun sebebi devlet değil; feodal yapının getirdiği ağalık, aşiret yapısı ve tarikat oluşumudur. Kürt kökenli bir vatandaşımız, ağasını, aşiret reisini ve tarikat liderini şikâyet edemez ve hakkını arayamaz. Şikâyetçi olur veya hak aramaya kalkışırsa; başına gelmedik dert ve belâ kalmaz. Halk, siyasî tercihlerinde dahî hür değildir ve feodal yapının esîridir. Kadınları ve kızları, köle muamelesi görmektedir,
Şayet siz; Kürt kökenli vatandaşlarımızın haklarını samimi olarak savunuyorsanız; evvelâ, Ahmet Türk’ten hesap sorunuz. Onlardan, feodal yapının kaldırılması için çalışmalarını isteyiniz. Ve kime ve hangi maksatla hizmet ettiklerini araştırınız ve hattâ, hesaba çekiniz. Her konuşmasında “Halkımız” dediği Kürt kökenli vatandaşlarımızı, hür iradelerinin tecellisini sağlayacak şekilde serbest bırakmalarını ihtar ediniz.
Bunları yapmaz ve “Kürt sorunu” adı altında yaratılan sorunu, gerçek boyutları ile Türkiye’nin gündemine getirmezseniz: dâimâ size kızacağım ve Türkiye’yi bölmeye çalışanlarla ve Kürtçülük propagandası yapanlarla birlikte hareket ettiğinize inanacağım. Zira;
Türkiye, DIŞ HUSUMETLERE maruzdur. Tehlikeli ve Türkiye’nin ÜNİTER YAPISINI hedef alan bu BÜYÜK HUSUMET, ancak ve ancak millî birlik ve beraberlikle bertaraf edilebilir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
27 Şubat 2009 Cuma
25 Şubat 2009 Çarşamba
Gaflet ve ihanet aynı kapıya çıkar.
Sayın Ertuğrul ÖZKÖK
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 25 Şubat 2009
Sayın ÖZKÖK;
25 Şubat 2009 tarihli ve “Kızım, her yazımı okumuyormuş” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Akılları, fikirleri, zihinleri donduran olaylar, herkesi üzmektedir. Bu hale düşüşümüzün sebebi bellidir:
DEVLET ve REJİM, 29 yıldan beri ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işletilmemektedir. REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan insanlarımızın sayısı da, yok denecek kadar azdır. “Bir ülke için en büyük tehlike, kötülük yapanlardan ziyade, kenara çekilip hiçbir şey yapmayanlardan gelir.” gerçeğini de, hatırlayan yoktur.
Halkı dışlayarak sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren GÖSTERMELİK bir demokrasi ile idare edildiğimiz için SİYASÎ İKTİDARLAR, keyfiliği, kuralsızlığı ve adâletsizliği, MEŞRU NİZAM haine getirmişlerdir.
Gerçek bir demokrasinin hem varoluş sebebi ve hem de teminatı olan MEDYAMIZ, yükümlü olduğu görevini yapmadığı için de, bugün şikâyetçi olduğumuz SİSTEM, geriye dönüşü pek mümkün olamayacak bir şekilde perçinlenmiştir. Açık ifadeyle; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturulmuştur.
Bu sistem, kolay oluşturulmamıştır. Siyasî ve iktisadî ayakları, millî değerleri tahrip ederek, millî varlığı yok ederek oluşturulmuştur. Bu sistemin nihaî hedefi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesiydi ve bu süreç, AKP iktidarı ile tamamlanmıştır. Bundan sonra nelerin olabileceğini veya nelerin yapılması gerektiğini, herkesin irfanına terk ediyorum. Fakat, bu noktaya gelişimizin esas sorumlusunun, MEDYAMIZIN olduğunu belirtmekte de sakınca görmüyorum.
Şayet; fikren geçmişe bir seyahate çıkarsanız ve Türkiye’nin son 29 yılını aklın, mantığın ve ilmin tahtında değerlendirirseniz; Türkiye’nin, nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü ve bu husustaki sorumluluğunuzu anlamış olursunuz.
Ekte, 2 Eylül 2001 tarihinde size yazdığım mektubumun suretini tekrar gönderiyorum. Aradan geçen zaman, haklılığımı ortaya koymuştur. Umarım ki; bundan sonrası için, düzgün bir yol haritası çizersiniz. Zira; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Sayın Ertuğrul ÖZKÖK;
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 2 Eylül 2001
31 Ağustos 2001 tarih ve "Eli sopalı, beli kameralı" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Medya teröründen rahatsızlık duymuşsunuz. Öylesine ki; şu sözleri söylemek zorunda kalmışsınız:
"Motorola ve Nokia gibi şirketler şantajla dolandırılabiliyor. Mobius gibi bir yatırımcı, medya şantajıyla sindirilebiliyor, ülkenin en dürüst işadamları medya şantajıyla başını kaldıramaz hale getirilebiliyor ve bu ülkenin yetkilileri de buna, hiç ses çıkarmıyorlarsa ne diyeceğiz?"
Sayın Özkök;
Hiç şaşırmamalısınız. Zira; ülkemizdeki medya kuruluşlarının şantajla iş gördüğünü, hepimizden iyi biliyorsunuz. Şantaja bulaşmamış medya kuruluşumuz, yok gibidir. Bu; yeni ve bilinmez bir durum da değildir. İsterseniz; fikren, geçmişe bir seyahat yapalım ve olup, bitenlere, birlikte göz atalım:
Merhum Orhan Erkanlı, 20 Temmuz 1972 tarihinde neşrettiği "Anılar, Sorunlar, Sorumlular" adlı kitabında medya hakkında çok ilginç sözler söylemiş. İşte örnekler:
1- "Bizde basın işletmeleri aslında aile şirketlerinin elindedir. Türkiye'de yayınlanan gazete ve dergilerin yüzde doksanı, beş aile ve üç tröstün kati kontrolü altındadır. Dünyanın her yerinde kurulmuş olan basın tröstlerini tesirsiz hale getirmek ve yeni tröstleşmeleri önlemek için kanuni tedbirler alınırken, Türkiye'de tamamen ters bir gelişme olmuş ve 10-15 sene içinde bütün basın organları tröstlerin eline geçmiştir. Hükümetler, bu olumsuz gelişmelere seyirci kalmışlar, ve hatta istisnai imtiyazlar vererek, bu gidişi hızlandırmışlardır. Çeşitli nedenlerle ve fakat daima basından çekinmenin, basını karşıya almama arzu ve politikasının sonucu olarak meydana gelen bugünkü durum, artık normal hükümetlerin de gücünü aşan bir mahiyet almıştır. Türkiye'deki basın tröstleri o kadar kuvvetlidirler ki, değil normal iktidarların, askeri yönetimlerin dahi bunlara el sürmeleri, ıslahat yapmaları çok zorlaşmıştır."
2- "Gazetecilik ve yazarlık mesleği gittikçe zorlaşmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de basın erbabı çeşitli baskılar altında çalışmak, para kazanmak ve yaşamak zorundadır. İlk güçlük, kendi patronlarından gelir. Gazetesinde başyazılar yazan bir yazar tenkit edildiği zaman; "Canım onun suçu ve hatası yok; ben söylüyorum, o yazıyor, adam ne yapsın?" diyecek kadar mesleğe saygısı olmayan, başyazarları kiralık kalem ve söylenenleri yazmaya mecbur bir kişi sayan patronlar görmüşüzdür. Ve maalesef, bazı yazarlar da bu rolü kabullenerek, patronun arzusuna uygun şekilde yazmaktan, bir gün beyaz dediklerine, ertesi gün, siyah demekten çekinmezler. Bu fiili durum içinde; basın hürdür, fikir işçisi özgürdür, isteyen kanunlar çerçevesinde doğru bildiğini yazabilir vs. gibi sözler, sadece fantezidir, boş laftır... Basın, kendi içinde özgür ve serbest değildir."
3- "Yani; basın, fikir hareketleri, yazarlık, halk oyunu oluşturma hedeflerinden gittikçe uzaklaşmakta ve basın müesseselerini birkaç aileye kar getiren, basit ticari kuruluşlar haline getirmekteyiz. Bugün arpa satan bir tüccarla, gazete çıkaran bir patron arasında hiçbir fark yoktur. Kötü arpa satışının zararı, birkaç hayvanı etkiler; fakat, bir gazete ile milyonları zehirlemek, saptırmak mümkündür. O halde; farklı muamele, neden?"
4- "Basın, Türkiye'de birinci kuvvettir. Dünyanın diğer ülkelerindeki sınıflandırmada basına, dördüncü kuvvet denir. Bizde birinci sıradadır. Halkımızın fikir seviyesi, diğer haberleşme araçlarının (radyo, televizyon ve hatta kitap) zayıflığı, yetersizliği; sadece basın vasıtasıyla olayların öğrenilmesine, değerlendirilmesine imkân vermektedir. Bu nedenle de, birinci önceliği almıştır basın."
5- "Basının bu gücünü her zaman memleket ve halk yararına kullandığı iddia edilemez. Birkaç gazete birleştiği zaman Türkiye'de en güçlü hükümetleri yıkar. Demirel'i yıkan basındır; hem de, hissi ve şahsi sebeplerle... Vatani bir gerekçeye, hizmet arzusuna dayanmadan….İnsanların meslekleri, servetleri, şerefleri, siyasi kariyerleri, istendiği takdirde, kısa zamanda sıfıra indirilebilir."
Sayın Özkök;
Erkanlı'nın sözleri, bugün de geçerli değil midir?
Medyanın kendi arasındaki kavgaları, çıkar çatışması değil midir?
Medya terörüne başvurmayan bir medyamız var mıdır?
Medyanın güttüğü geçerli tek hedef, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZI DEĞİL MİDİR?
Vatanın, milletin, gelecek nesillerin çıkarlarını ön planda tutan ve bu uğurda toplumu yönlendiren bir medyamız mevcut mudur?
Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilirken, medyamızdan bir ses çıkmış mıdır?
Gerçekten merak ediyorum.
Aksini savunabilecek durumda iseniz; bu mektubumu, tek bir harfine dahi dokunmadan yayınlayabilmelisiniz!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Olması gereken biçimde ideal bir medyamız olsaydı;
bugün, dünya üzerinde kendi kendine yeterli ve başkalarına
muhtaç olmaktan kurtulmuş, bir hedefi gerçekleştirdikten
sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran güçlü, mutlu, refah ve saadet içinde
yüzen bir büyük TÜRKİYE olurdu….
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 25 Şubat 2009
Sayın ÖZKÖK;
25 Şubat 2009 tarihli ve “Kızım, her yazımı okumuyormuş” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Akılları, fikirleri, zihinleri donduran olaylar, herkesi üzmektedir. Bu hale düşüşümüzün sebebi bellidir:
DEVLET ve REJİM, 29 yıldan beri ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işletilmemektedir. REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan insanlarımızın sayısı da, yok denecek kadar azdır. “Bir ülke için en büyük tehlike, kötülük yapanlardan ziyade, kenara çekilip hiçbir şey yapmayanlardan gelir.” gerçeğini de, hatırlayan yoktur.
Halkı dışlayarak sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren GÖSTERMELİK bir demokrasi ile idare edildiğimiz için SİYASÎ İKTİDARLAR, keyfiliği, kuralsızlığı ve adâletsizliği, MEŞRU NİZAM haine getirmişlerdir.
Gerçek bir demokrasinin hem varoluş sebebi ve hem de teminatı olan MEDYAMIZ, yükümlü olduğu görevini yapmadığı için de, bugün şikâyetçi olduğumuz SİSTEM, geriye dönüşü pek mümkün olamayacak bir şekilde perçinlenmiştir. Açık ifadeyle; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşturulmuştur.
Bu sistem, kolay oluşturulmamıştır. Siyasî ve iktisadî ayakları, millî değerleri tahrip ederek, millî varlığı yok ederek oluşturulmuştur. Bu sistemin nihaî hedefi, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesiydi ve bu süreç, AKP iktidarı ile tamamlanmıştır. Bundan sonra nelerin olabileceğini veya nelerin yapılması gerektiğini, herkesin irfanına terk ediyorum. Fakat, bu noktaya gelişimizin esas sorumlusunun, MEDYAMIZIN olduğunu belirtmekte de sakınca görmüyorum.
Şayet; fikren geçmişe bir seyahate çıkarsanız ve Türkiye’nin son 29 yılını aklın, mantığın ve ilmin tahtında değerlendirirseniz; Türkiye’nin, nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü ve bu husustaki sorumluluğunuzu anlamış olursunuz.
Ekte, 2 Eylül 2001 tarihinde size yazdığım mektubumun suretini tekrar gönderiyorum. Aradan geçen zaman, haklılığımı ortaya koymuştur. Umarım ki; bundan sonrası için, düzgün bir yol haritası çizersiniz. Zira; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Sayın Ertuğrul ÖZKÖK;
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 2 Eylül 2001
31 Ağustos 2001 tarih ve "Eli sopalı, beli kameralı" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Medya teröründen rahatsızlık duymuşsunuz. Öylesine ki; şu sözleri söylemek zorunda kalmışsınız:
"Motorola ve Nokia gibi şirketler şantajla dolandırılabiliyor. Mobius gibi bir yatırımcı, medya şantajıyla sindirilebiliyor, ülkenin en dürüst işadamları medya şantajıyla başını kaldıramaz hale getirilebiliyor ve bu ülkenin yetkilileri de buna, hiç ses çıkarmıyorlarsa ne diyeceğiz?"
Sayın Özkök;
Hiç şaşırmamalısınız. Zira; ülkemizdeki medya kuruluşlarının şantajla iş gördüğünü, hepimizden iyi biliyorsunuz. Şantaja bulaşmamış medya kuruluşumuz, yok gibidir. Bu; yeni ve bilinmez bir durum da değildir. İsterseniz; fikren, geçmişe bir seyahat yapalım ve olup, bitenlere, birlikte göz atalım:
Merhum Orhan Erkanlı, 20 Temmuz 1972 tarihinde neşrettiği "Anılar, Sorunlar, Sorumlular" adlı kitabında medya hakkında çok ilginç sözler söylemiş. İşte örnekler:
1- "Bizde basın işletmeleri aslında aile şirketlerinin elindedir. Türkiye'de yayınlanan gazete ve dergilerin yüzde doksanı, beş aile ve üç tröstün kati kontrolü altındadır. Dünyanın her yerinde kurulmuş olan basın tröstlerini tesirsiz hale getirmek ve yeni tröstleşmeleri önlemek için kanuni tedbirler alınırken, Türkiye'de tamamen ters bir gelişme olmuş ve 10-15 sene içinde bütün basın organları tröstlerin eline geçmiştir. Hükümetler, bu olumsuz gelişmelere seyirci kalmışlar, ve hatta istisnai imtiyazlar vererek, bu gidişi hızlandırmışlardır. Çeşitli nedenlerle ve fakat daima basından çekinmenin, basını karşıya almama arzu ve politikasının sonucu olarak meydana gelen bugünkü durum, artık normal hükümetlerin de gücünü aşan bir mahiyet almıştır. Türkiye'deki basın tröstleri o kadar kuvvetlidirler ki, değil normal iktidarların, askeri yönetimlerin dahi bunlara el sürmeleri, ıslahat yapmaları çok zorlaşmıştır."
2- "Gazetecilik ve yazarlık mesleği gittikçe zorlaşmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de basın erbabı çeşitli baskılar altında çalışmak, para kazanmak ve yaşamak zorundadır. İlk güçlük, kendi patronlarından gelir. Gazetesinde başyazılar yazan bir yazar tenkit edildiği zaman; "Canım onun suçu ve hatası yok; ben söylüyorum, o yazıyor, adam ne yapsın?" diyecek kadar mesleğe saygısı olmayan, başyazarları kiralık kalem ve söylenenleri yazmaya mecbur bir kişi sayan patronlar görmüşüzdür. Ve maalesef, bazı yazarlar da bu rolü kabullenerek, patronun arzusuna uygun şekilde yazmaktan, bir gün beyaz dediklerine, ertesi gün, siyah demekten çekinmezler. Bu fiili durum içinde; basın hürdür, fikir işçisi özgürdür, isteyen kanunlar çerçevesinde doğru bildiğini yazabilir vs. gibi sözler, sadece fantezidir, boş laftır... Basın, kendi içinde özgür ve serbest değildir."
3- "Yani; basın, fikir hareketleri, yazarlık, halk oyunu oluşturma hedeflerinden gittikçe uzaklaşmakta ve basın müesseselerini birkaç aileye kar getiren, basit ticari kuruluşlar haline getirmekteyiz. Bugün arpa satan bir tüccarla, gazete çıkaran bir patron arasında hiçbir fark yoktur. Kötü arpa satışının zararı, birkaç hayvanı etkiler; fakat, bir gazete ile milyonları zehirlemek, saptırmak mümkündür. O halde; farklı muamele, neden?"
4- "Basın, Türkiye'de birinci kuvvettir. Dünyanın diğer ülkelerindeki sınıflandırmada basına, dördüncü kuvvet denir. Bizde birinci sıradadır. Halkımızın fikir seviyesi, diğer haberleşme araçlarının (radyo, televizyon ve hatta kitap) zayıflığı, yetersizliği; sadece basın vasıtasıyla olayların öğrenilmesine, değerlendirilmesine imkân vermektedir. Bu nedenle de, birinci önceliği almıştır basın."
5- "Basının bu gücünü her zaman memleket ve halk yararına kullandığı iddia edilemez. Birkaç gazete birleştiği zaman Türkiye'de en güçlü hükümetleri yıkar. Demirel'i yıkan basındır; hem de, hissi ve şahsi sebeplerle... Vatani bir gerekçeye, hizmet arzusuna dayanmadan….İnsanların meslekleri, servetleri, şerefleri, siyasi kariyerleri, istendiği takdirde, kısa zamanda sıfıra indirilebilir."
Sayın Özkök;
Erkanlı'nın sözleri, bugün de geçerli değil midir?
Medyanın kendi arasındaki kavgaları, çıkar çatışması değil midir?
Medya terörüne başvurmayan bir medyamız var mıdır?
Medyanın güttüğü geçerli tek hedef, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZI DEĞİL MİDİR?
Vatanın, milletin, gelecek nesillerin çıkarlarını ön planda tutan ve bu uğurda toplumu yönlendiren bir medyamız mevcut mudur?
Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilirken, medyamızdan bir ses çıkmış mıdır?
Gerçekten merak ediyorum.
Aksini savunabilecek durumda iseniz; bu mektubumu, tek bir harfine dahi dokunmadan yayınlayabilmelisiniz!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Olması gereken biçimde ideal bir medyamız olsaydı;
bugün, dünya üzerinde kendi kendine yeterli ve başkalarına
muhtaç olmaktan kurtulmuş, bir hedefi gerçekleştirdikten
sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran güçlü, mutlu, refah ve saadet içinde
yüzen bir büyük TÜRKİYE olurdu….
Paranın üstündeki yazı.
Sayın Ertuğrul ÖZKÖK;
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 2 Eylül 2001
31 Ağustos 2001 tarih ve "Eli sopalı, beli kameralı" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Medya teröründen rahatsızlık duymuşsunuz. Öylesine ki; şu sözleri söylemek zorunda kalmışsınız:
"Motorola ve Nokia gibi şirketler şantajla dolandırılabiliyor. Mobius gibi bir yatırımcı, medya şantajıyla sindirilebiliyor, ülkenin en dürüst işadamları medya şantajıyla başını kaldıramaz hale getirilebiliyor ve bu ülkenin yetkilileri de buna, hiç ses çıkarmıyorlarsa ne diyeceğiz?"
Sayın Özkök;
Hiç şaşırmamalısınız. Zira; ülkemizdeki medya kuruluşlarının şantajla iş gördüğünü, hepimizden iyi biliyorsunuz. Şantaja bulaşmamış medya kuruluşumuz, yok gibidir. Bu; yeni ve bilinmez bir durum da değildir. İsterseniz; fikren, geçmişe bir seyahat yapalım ve olup, bitenlere, birlikte göz atalım:
Merhum Orhan Erkanlı, 20 Temmuz 1972 tarihinde neşrettiği "Anılar, Sorunlar, Sorumlular" adlı kitabında medya hakkında çok ilginç sözler söylemiş. İşte örnekler:
1- "Bizde basın işletmeleri aslında aile şirketlerinin elindedir. Türkiye'de yayınlanan gazete ve dergilerin yüzde doksanı, beş aile ve üç tröstün kati kontrolü altındadır. Dünyanın her yerinde kurulmuş olan basın tröstlerini tesirsiz hale getirmek ve yeni tröstleşmeleri önlemek için kanuni tedbirler alınırken, Türkiye'de tamamen ters bir gelişme olmuş ve 10-15 sene içinde bütün basın organları tröstlerin eline geçmiştir. Hükümetler, bu olumsuz gelişmelere seyirci kalmışlar, ve hatta istisnai imtiyazlar vererek, bu gidişi hızlandırmışlardır. Çeşitli nedenlerle ve fakat daima basından çekinmenin, basını karşıya almama arzu ve politikasının sonucu olarak meydana gelen bugünkü durum, artık normal hükümetlerin de gücünü aşan bir mahiyet almıştır. Türkiye'deki basın tröstleri o kadar kuvvetlidirler ki, değil normal iktidarların, askeri yönetimlerin dahi bunlara el sürmeleri, ıslahat yapmaları çok zorlaşmıştır."
2- "Gazetecilik ve yazarlık mesleği gittikçe zorlaşmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de basın erbabı çeşitli baskılar altında çalışmak, para kazanmak ve yaşamak zorundadır. İlk güçlük, kendi patronlarından gelir. Gazetesinde başyazılar yazan bir yazar tenkit edildiği zaman; "Canım onun suçu ve hatası yok; ben söylüyorum, o yazıyor, adam ne yapsın?" diyecek kadar mesleğe saygısı olmayan, başyazarları kiralık kalem ve söylenenleri yazmaya mecbur bir kişi sayan patronlar görmüşüzdür. Ve maalesef, bazı yazarlar da bu rolü kabullenerek, patronun arzusuna uygun şekilde yazmaktan, bir gün beyaz dediklerine, ertesi gün, siyah demekten çekinmezler. Bu fiili durum içinde; basın hürdür, fikir işçisi özgürdür, isteyen kanunlar çerçevesinde doğru bildiğini yazabilir vs. gibi sözler, sadece fantezidir, boş laftır... Basın, kendi içinde özgür ve serbest değildir."
3- "Yani; basın, fikir hareketleri, yazarlık, halk oyunu oluşturma hedeflerinden gittikçe uzaklaşmakta ve basın müesseselerini birkaç aileye kar getiren, basit ticari kuruluşlar haline getirmekteyiz. Bugün arpa satan bir tüccarla, gazete çıkaran bir patron arasında hiçbir fark yoktur. Kötü arpa satışının zararı, birkaç hayvanı etkiler; fakat, bir gazete ile milyonları zehirlemek, saptırmak mümkündür. O halde; farklı muamele, neden?"
4- "Basın, Türkiye'de birinci kuvvettir. Dünyanın diğer ülkelerindeki sınıflandırmada basına, dördüncü kuvvet denir. Bizde birinci sıradadır. Halkımızın fikir seviyesi, diğer haberleşme araçlarının (radyo, televizyon ve hatta kitap) zayıflığı, yetersizliği; sadece basın vasıtasıyla olayların öğrenilmesine, değerlendirilmesine imkân vermektedir. Bu nedenle de, birinci önceliği almıştır basın."
5- "Basının bu gücünü her zaman memleket ve halk yararına kullandığı iddia edilemez. Birkaç gazete birleştiği zaman Türkiye'de en güçlü hükümetleri yıkar. Demirel'i yıkan basındır; hem de, hissi ve şahsi sebeplerle... Vatani bir gerekçeye, hizmet arzusuna dayanmadan….İnsanların meslekleri, servetleri, şerefleri, siyasi kariyerleri, istendiği takdirde, kısa zamanda sıfıra indirilebilir."
Sayın Özkök;
Erkanlı'nın sözleri, bugün de geçerli değil midir?
Medyanın kendi arasındaki kavgaları, çıkar çatışması değil midir?
Medya terörüne başvurmayan bir medyamız var mıdır?
Medyanın güttüğü geçerli tek hedef, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZI DEĞİL MİDİR?
Vatanın, milletin, gelecek nesillerin çıkarlarını ön planda tutan ve bu uğurda toplumu yönlendiren bir medyamız mevcut mudur?
Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilirken, medyamızdan bir ses çıkmış mıdır?
Gerçekten merak ediyorum.
Aksini savunabilecek durumda iseniz; bu mektubumu, tek bir harfine dahi dokunmadan yayınlayabilmelisiniz!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Olması gereken biçimde ideal bir medyamız olsaydı;
bugün, dünya üzerinde kendi kendine yeterli ve başkalarına
muhtaç olmaktan kurtulmuş, bir hedefi gerçekleştirdikten
sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran güçlü, mutlu, refah ve saadet içinde
yüzen bir büyük TÜRKİYE olurdu….
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 2 Eylül 2001
31 Ağustos 2001 tarih ve "Eli sopalı, beli kameralı" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Medya teröründen rahatsızlık duymuşsunuz. Öylesine ki; şu sözleri söylemek zorunda kalmışsınız:
"Motorola ve Nokia gibi şirketler şantajla dolandırılabiliyor. Mobius gibi bir yatırımcı, medya şantajıyla sindirilebiliyor, ülkenin en dürüst işadamları medya şantajıyla başını kaldıramaz hale getirilebiliyor ve bu ülkenin yetkilileri de buna, hiç ses çıkarmıyorlarsa ne diyeceğiz?"
Sayın Özkök;
Hiç şaşırmamalısınız. Zira; ülkemizdeki medya kuruluşlarının şantajla iş gördüğünü, hepimizden iyi biliyorsunuz. Şantaja bulaşmamış medya kuruluşumuz, yok gibidir. Bu; yeni ve bilinmez bir durum da değildir. İsterseniz; fikren, geçmişe bir seyahat yapalım ve olup, bitenlere, birlikte göz atalım:
Merhum Orhan Erkanlı, 20 Temmuz 1972 tarihinde neşrettiği "Anılar, Sorunlar, Sorumlular" adlı kitabında medya hakkında çok ilginç sözler söylemiş. İşte örnekler:
1- "Bizde basın işletmeleri aslında aile şirketlerinin elindedir. Türkiye'de yayınlanan gazete ve dergilerin yüzde doksanı, beş aile ve üç tröstün kati kontrolü altındadır. Dünyanın her yerinde kurulmuş olan basın tröstlerini tesirsiz hale getirmek ve yeni tröstleşmeleri önlemek için kanuni tedbirler alınırken, Türkiye'de tamamen ters bir gelişme olmuş ve 10-15 sene içinde bütün basın organları tröstlerin eline geçmiştir. Hükümetler, bu olumsuz gelişmelere seyirci kalmışlar, ve hatta istisnai imtiyazlar vererek, bu gidişi hızlandırmışlardır. Çeşitli nedenlerle ve fakat daima basından çekinmenin, basını karşıya almama arzu ve politikasının sonucu olarak meydana gelen bugünkü durum, artık normal hükümetlerin de gücünü aşan bir mahiyet almıştır. Türkiye'deki basın tröstleri o kadar kuvvetlidirler ki, değil normal iktidarların, askeri yönetimlerin dahi bunlara el sürmeleri, ıslahat yapmaları çok zorlaşmıştır."
2- "Gazetecilik ve yazarlık mesleği gittikçe zorlaşmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de basın erbabı çeşitli baskılar altında çalışmak, para kazanmak ve yaşamak zorundadır. İlk güçlük, kendi patronlarından gelir. Gazetesinde başyazılar yazan bir yazar tenkit edildiği zaman; "Canım onun suçu ve hatası yok; ben söylüyorum, o yazıyor, adam ne yapsın?" diyecek kadar mesleğe saygısı olmayan, başyazarları kiralık kalem ve söylenenleri yazmaya mecbur bir kişi sayan patronlar görmüşüzdür. Ve maalesef, bazı yazarlar da bu rolü kabullenerek, patronun arzusuna uygun şekilde yazmaktan, bir gün beyaz dediklerine, ertesi gün, siyah demekten çekinmezler. Bu fiili durum içinde; basın hürdür, fikir işçisi özgürdür, isteyen kanunlar çerçevesinde doğru bildiğini yazabilir vs. gibi sözler, sadece fantezidir, boş laftır... Basın, kendi içinde özgür ve serbest değildir."
3- "Yani; basın, fikir hareketleri, yazarlık, halk oyunu oluşturma hedeflerinden gittikçe uzaklaşmakta ve basın müesseselerini birkaç aileye kar getiren, basit ticari kuruluşlar haline getirmekteyiz. Bugün arpa satan bir tüccarla, gazete çıkaran bir patron arasında hiçbir fark yoktur. Kötü arpa satışının zararı, birkaç hayvanı etkiler; fakat, bir gazete ile milyonları zehirlemek, saptırmak mümkündür. O halde; farklı muamele, neden?"
4- "Basın, Türkiye'de birinci kuvvettir. Dünyanın diğer ülkelerindeki sınıflandırmada basına, dördüncü kuvvet denir. Bizde birinci sıradadır. Halkımızın fikir seviyesi, diğer haberleşme araçlarının (radyo, televizyon ve hatta kitap) zayıflığı, yetersizliği; sadece basın vasıtasıyla olayların öğrenilmesine, değerlendirilmesine imkân vermektedir. Bu nedenle de, birinci önceliği almıştır basın."
5- "Basının bu gücünü her zaman memleket ve halk yararına kullandığı iddia edilemez. Birkaç gazete birleştiği zaman Türkiye'de en güçlü hükümetleri yıkar. Demirel'i yıkan basındır; hem de, hissi ve şahsi sebeplerle... Vatani bir gerekçeye, hizmet arzusuna dayanmadan….İnsanların meslekleri, servetleri, şerefleri, siyasi kariyerleri, istendiği takdirde, kısa zamanda sıfıra indirilebilir."
Sayın Özkök;
Erkanlı'nın sözleri, bugün de geçerli değil midir?
Medyanın kendi arasındaki kavgaları, çıkar çatışması değil midir?
Medya terörüne başvurmayan bir medyamız var mıdır?
Medyanın güttüğü geçerli tek hedef, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZI DEĞİL MİDİR?
Vatanın, milletin, gelecek nesillerin çıkarlarını ön planda tutan ve bu uğurda toplumu yönlendiren bir medyamız mevcut mudur?
Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilirken, medyamızdan bir ses çıkmış mıdır?
Gerçekten merak ediyorum.
Aksini savunabilecek durumda iseniz; bu mektubumu, tek bir harfine dahi dokunmadan yayınlayabilmelisiniz!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Olması gereken biçimde ideal bir medyamız olsaydı;
bugün, dünya üzerinde kendi kendine yeterli ve başkalarına
muhtaç olmaktan kurtulmuş, bir hedefi gerçekleştirdikten
sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran güçlü, mutlu, refah ve saadet içinde
yüzen bir büyük TÜRKİYE olurdu….
22 Şubat 2009 Pazar
Demokrasinin en büyük Erdemi
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 22 Şubat 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Miting meydanlarındaki konuşmalarınızı, dikkatle dinliyorum.
Belirli bir ölçüde his ve heyecanı canlı tutmak, siyasetin tabiatında vardır ve bir ölçüde hoş görülebilir. Ama; ölçü kaçırılırsa, unutulmayan gerginliklere de sebep olabilir.
Türkiye’nin muhtaç olduğu en önemli şey, SULH, SÜKÛN, HUZUR VE GÜVEN ortamı içinde geçirebileceğimiz 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki; böyle bir zaman dilimini, hiçbir zaman yakalayamadık. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Sebeplerini arayıp, bulmak da, gelecek nesillerin istikballerini düşünen siyaset ve devlet adamlarına düşer. Siyaset ve devlet adamları meydanlarda gerginlik yaratacak sözler söyler ve davranışlar sergilerlerse; gönüllerin ve kalplerin birleşmesi, toplumun, müşterek bir hedefe yönelmesi, imkânsız hale gelir.
Kalpler ve gönüller birleşmedikçe; ne manen ve ne de maddeten yükselmek mümkün olmaz.
Birlik olmadıkça, gönüller birleşmedikçe, kalpler rikkat ve merhametle çarpmadıkça, toplumların huzura erişmesi, mümkün değildir.
Kalpler ve gönüller birleşmezse; yeis ve korku, toplumun bütün kesimlerini ateşten bir gömlek gibi sarar. Bir toplumu yeis ve korku sardı mı, artık o toplumdan bir büyüklük beklenemez. Zira; yeis ve korku, helâki çabuklaştırır.
Bugün iktidarsınız ve ülkeyi idare etmektesiniz. Göreviniz; DEVLETİ, ana kaidelere ve ana belgelere göre bir ahenk içersinde işletmektir. Takdir edenlerinizin de, eleştirenlerinizin de olması, gayet normaldir. Bu, sâdece size mahsus bir husus da değildir. Hz. Ömer, gayet açık beyan etmiştir:
“Bir millet idarecilerini icabında acı, acı tenkit etmezse; o idareciler de kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez.”
Türkiye, sorunları ve hedefleri büyük olan bir ülkedir. Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye’yi idare etmek, gayet zordur ve çok dikkat ister. Herkesin sizi beğenmesi ve hiç eleştirmemesi diye bir kural da yoktur. Zaten, iktidarını herkese beğendiren ve kabul ettiren bir iktidar, bugüne kadar dünya üzerinde görülmüş değildir. İstidadına göre herkesin bir arayışın içersinde olması, toplum olmanın özelliğidir.
Elbette siyasi partilerin, iddiası ve hedefi olacaktır. Seçim kazanmak, siyasi partilerin en önde gelen hedefidir. Ama; bu hedefe, gönül kırmadan, ikilik yaratmadan ve insanları gücendirmeden varmak, gerçek demokrasinin özelliği ve en büyük erdemidir.
İtiraf edeyim ki; olup, bitenlerden büyük bir rahatsızlık duymaktayım. Meydanlarda yapılan konuşmalar, esasen zorda olan insanlarımızın morallerini bozmakta ve şevkini kırmaktadır. Meydanlara toplanan partililerin his ve heyecanı, çaresiz kalmış, bıkmış, küstürülmüş, şevkini kaybetmiş ve çare arayan insanlarımızın morallerinin bozulmasını engelleyemez.
Bütün siyasi partilere ve bilhassa iktidar partisine düşen en önemli görev; Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin fukaralaşmasının, borç içinde yüzmesinin, yeterli seviyede üretememesinin sebeplerini aramak ve geçerli çareler bulmaktır..
Devleti, ahenk içersinde işletmekle görevli Başbakan olmanız hasebiyle, demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi, takdirlerinize arz etmeyi, bir vatandaşlık görevi addettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 22 Şubat 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Miting meydanlarındaki konuşmalarınızı, dikkatle dinliyorum.
Belirli bir ölçüde his ve heyecanı canlı tutmak, siyasetin tabiatında vardır ve bir ölçüde hoş görülebilir. Ama; ölçü kaçırılırsa, unutulmayan gerginliklere de sebep olabilir.
Türkiye’nin muhtaç olduğu en önemli şey, SULH, SÜKÛN, HUZUR VE GÜVEN ortamı içinde geçirebileceğimiz 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki; böyle bir zaman dilimini, hiçbir zaman yakalayamadık. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Sebeplerini arayıp, bulmak da, gelecek nesillerin istikballerini düşünen siyaset ve devlet adamlarına düşer. Siyaset ve devlet adamları meydanlarda gerginlik yaratacak sözler söyler ve davranışlar sergilerlerse; gönüllerin ve kalplerin birleşmesi, toplumun, müşterek bir hedefe yönelmesi, imkânsız hale gelir.
Kalpler ve gönüller birleşmedikçe; ne manen ve ne de maddeten yükselmek mümkün olmaz.
Birlik olmadıkça, gönüller birleşmedikçe, kalpler rikkat ve merhametle çarpmadıkça, toplumların huzura erişmesi, mümkün değildir.
Kalpler ve gönüller birleşmezse; yeis ve korku, toplumun bütün kesimlerini ateşten bir gömlek gibi sarar. Bir toplumu yeis ve korku sardı mı, artık o toplumdan bir büyüklük beklenemez. Zira; yeis ve korku, helâki çabuklaştırır.
Bugün iktidarsınız ve ülkeyi idare etmektesiniz. Göreviniz; DEVLETİ, ana kaidelere ve ana belgelere göre bir ahenk içersinde işletmektir. Takdir edenlerinizin de, eleştirenlerinizin de olması, gayet normaldir. Bu, sâdece size mahsus bir husus da değildir. Hz. Ömer, gayet açık beyan etmiştir:
“Bir millet idarecilerini icabında acı, acı tenkit etmezse; o idareciler de kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez.”
Türkiye, sorunları ve hedefleri büyük olan bir ülkedir. Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye’yi idare etmek, gayet zordur ve çok dikkat ister. Herkesin sizi beğenmesi ve hiç eleştirmemesi diye bir kural da yoktur. Zaten, iktidarını herkese beğendiren ve kabul ettiren bir iktidar, bugüne kadar dünya üzerinde görülmüş değildir. İstidadına göre herkesin bir arayışın içersinde olması, toplum olmanın özelliğidir.
Elbette siyasi partilerin, iddiası ve hedefi olacaktır. Seçim kazanmak, siyasi partilerin en önde gelen hedefidir. Ama; bu hedefe, gönül kırmadan, ikilik yaratmadan ve insanları gücendirmeden varmak, gerçek demokrasinin özelliği ve en büyük erdemidir.
İtiraf edeyim ki; olup, bitenlerden büyük bir rahatsızlık duymaktayım. Meydanlarda yapılan konuşmalar, esasen zorda olan insanlarımızın morallerini bozmakta ve şevkini kırmaktadır. Meydanlara toplanan partililerin his ve heyecanı, çaresiz kalmış, bıkmış, küstürülmüş, şevkini kaybetmiş ve çare arayan insanlarımızın morallerinin bozulmasını engelleyemez.
Bütün siyasi partilere ve bilhassa iktidar partisine düşen en önemli görev; Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin fukaralaşmasının, borç içinde yüzmesinin, yeterli seviyede üretememesinin sebeplerini aramak ve geçerli çareler bulmaktır..
Devleti, ahenk içersinde işletmekle görevli Başbakan olmanız hasebiyle, demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi, takdirlerinize arz etmeyi, bir vatandaşlık görevi addettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
17 Şubat 2009 Salı
Yığınaktaki hata, harbin sonuna kadar devam eder.
Sayın Faik Öztrak
Hazine Müsteşarı
Ankara 15 Temmuz 2001
İç borçlarla ilgili açıklamanız, ilginçtir; tartışılması gerekir. Şöyle ki:
Açıklamanızdan öğrendiğimize göre; yılbaşında 51 katrilyon lira olan iç borç stoku, 12 Temmuz 2001 tarihi itibariyle , 92 katrilyon liraya yükselmiş. Dağılımı da şöyledir:
Kamuya borç 62 katrilyon, Yılbaşında 26 katrilyon,
Özel kesime 30 katrilyon lira. Yılbaşında 25 katrilyon lira.
Hazine Müsteşarlığı’nın kaynaklarına göre Mayıs 2001 tarihinde iç borç stoku, 76 katrilyon 232 trilyon liraydı.
Dağılımı da şöyledir:
Bankalar 53.957 katrilyon lira.
Resmi kuruluşlar 21.048 katrilyon lira.
Özel kuruluşlar 1.204 katrilyon lira.
Vatandaşlara 22 trilyon lira.
Dikkat çekici husus işe şudur:
12 Temmuz 2001 tarihi itibariyle kamuya ait 60 katrilyon liralık borcun dağılımıdır:
Merkez Bankasına 20 katrilyon lira.
Kamu ve fon bankalarına 40 katrilyon lira.
Bunun anlamı da açıktır:
Çevrilmesinde zorluk çekilecek iç borç stoku, 30 katrilyon liradır.
Gelinen bu nokta, sıcak para rantına dayalı borçlanma politikalarının terk edileceği anlamındadır. Demek ki; Merkez Bankası artık, özel kesimi fonlamaktan vazgeçerek, Hazine’yi fonlayacak. Yani; kamu ve fon bankaları nakit ihtiyaçlarını artık, piyasadan değil, Merkez Bankası’ndan karşılayacak. Dolayısıyla, faizlerin yükselmesi önlenmiş olacak.
Eğer sistemin döviz açık pozisyonlarına çare bulunursa; artık, kur-faiz makasına dayalı “Sıcak para rantı” sona erecektir.
Uygulamaya konan para ve borçlanma politikalarının ifade ettiği mana, budur. Ve çok geç başlatılmış bir uygulamadır. Zira; bugüne kadar sürdürülen uygulamalarda kamu kesimi ve kamu bankaları, nakit ihtiyaçlarını piyasadan karşılayarak, faizlerin yükselmesine sebep oluyordu.
1987 yılı başında uygulamaya konan ve Ağustos 1989 tarihinde 32 sayılı Kararla Türk parasının konvertibl ilan edilmesiyle sıcak para rantının kapılarını açan para politikaları sürdürülmeseydi; bugün, Türkiye’nin iç borcu olmayacaktı ve boşu boşuna 200 milyar dolar iç borç faizi ödenmeyecekti.
Vatandaş olarak sormak hakkımdır:
Merkez Bankası ve Hazine, 15 yıldan beri yanlış para politikasını niçin uyguladı? Kur- faiz makasına dayalı “Sıcak para” rantını, niçin yaşattı? Bu; Türkiye’ye ve Türk milletine yapılan büyük bir haksızlık değil midir?
Bunun hesabını, kim ve nasıl verecektir?
Yaşanan ekonomik krizler, kasıtlı olarak yaratılan krizlerdir ve spekülâtiftir. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti de, 13 Temmuz 2001 tarihli gazetelerde yer alan beyanatı ile, bu gerçeği itiraf etmiştir. Serdengeçti, Şunları söylüyor:
“Dövizde tehlikeli bir oyun dönüyor. Bazı yabancı bankalar TL borçlanıp, dolar satın alıyor. Amaçları şu: Piyasaların kırılganlığından yararlanıp, fiyatı yukarı çekmek ve kar etmek. Yerli bankalar da bu oyunun içindedir.
Belirsizlik doğal olarak dövize talep yaratıyor. Yatırımcıların bir kısmı TL:’den dövize geçiyor, bankalar açık pozisyonları kapatıyor. Henüz vadesi gelmemiş bile olsa, döviz borcu olanlar, şimdiden almak istiyor. Ama; işin, bir de spekülâtif yönü var: Bazı yabancı bankalar, döviz açıkları olmamasına rağmen, dolar satın alıyor. Ödemeleri gereken TL’yi de, Türk bankalarından borç alıyor. Bu spekülâtif oyun, Şubat’tan beri var. Ama; son günlerde piyasalar, daha da hassaslaştığı için dozu arttı.”
İç borçlarla ilgili verdiğiniz bilgiler ve Merkez Bankası Başkanının açıklamaları, Türkiye’nin haksız yere zora sokulduğunun ispatıdır.
Döviz ticareti, Türkiye’nin ekonomik yapısını bozmuştur. Merkez Bankası’nın yanlış para politikaları, Hazine’nin, lüzumsuz iç borçlanma stratejileri, Türkiye’yi zora sokmuş ve yatırım fakiri bir ülke haline getirmiştir.
“Tahtakale Piyasası” adı verilen gizli güçlü bir oluşum, Merkez Bankasını dize getirmiş ve kur- faiz oranlarını tayinde söz sahibi olmuştur.
Sayın Öztrak;
Hazine’nin, bundan sonra nasıl bir politika izleyeceğini ve Merkez Bankası ile birlikte nasıl bir para politikasında karar kılacağını merak ediyorum. Çünkü; önümüzdeki Kasım ayında yürürlüğe girecek olan yeni Merkez Bankası Yasası, kamuya kredi açmayı yasaklıyor. (Hiç şüphesiz; yasanın bu şekilde çıkmasında sıcak para rantına alışmış yerli ve yabancı bankaların etkisi olmuştur.) Bakalım o zaman, nasıl bir çıkış yolu bulacaksınız?
Bugün, 30 katrilyon lira tutarındaki iç borcun çevrilmesinde zorluklar çekilirken, 100 katrilyona ulaşan iç borcu nasıl çevireceksiniz? (İpleri, tekrar para spekülatörlerine kaptırmamanız için, Merkez Bankası Kanunu, tekrar gözden geçirilmelidir)
Dolar ticaretine son verilmediği ve döviz tevdiat hesapları kaldırılmadığı takdirde, uyguladığınız borç politikasının sürdürülmesi mümkün olur mu?
Türkiye’de dahi para işlevini yitiren TL’nin, konvertibl kalması, hedefinizi gerçekleştirebilir mi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Tedavüldeki TL miktarı, 20 yıldan beri 3-4 milyar dolar
karşılığı kadar sabit tutulmuştur. Acaba, neden?
Gelişmiş Batı ülkelerinde tedavüldeki kâğıt para miktarı en az,
milli gelirlerinin yüzde 10’u kadardır. Bizde ise milli gelirin yüzde
1.5’i kadardır. Acaba, neden?
Gelişmiş Batı ülkelerinde döviz ticareti yoktur. Acaba; onlar mı
akıllı, yoksa biz mi akıllıyız?
20 yıl zarfında dolar Türk Parası karşısında 17 bin kat pahalılaşmıştır.
Acaba neden?
Hazine Müsteşarı
Ankara 15 Temmuz 2001
İç borçlarla ilgili açıklamanız, ilginçtir; tartışılması gerekir. Şöyle ki:
Açıklamanızdan öğrendiğimize göre; yılbaşında 51 katrilyon lira olan iç borç stoku, 12 Temmuz 2001 tarihi itibariyle , 92 katrilyon liraya yükselmiş. Dağılımı da şöyledir:
Kamuya borç 62 katrilyon, Yılbaşında 26 katrilyon,
Özel kesime 30 katrilyon lira. Yılbaşında 25 katrilyon lira.
Hazine Müsteşarlığı’nın kaynaklarına göre Mayıs 2001 tarihinde iç borç stoku, 76 katrilyon 232 trilyon liraydı.
Dağılımı da şöyledir:
Bankalar 53.957 katrilyon lira.
Resmi kuruluşlar 21.048 katrilyon lira.
Özel kuruluşlar 1.204 katrilyon lira.
Vatandaşlara 22 trilyon lira.
Dikkat çekici husus işe şudur:
12 Temmuz 2001 tarihi itibariyle kamuya ait 60 katrilyon liralık borcun dağılımıdır:
Merkez Bankasına 20 katrilyon lira.
Kamu ve fon bankalarına 40 katrilyon lira.
Bunun anlamı da açıktır:
Çevrilmesinde zorluk çekilecek iç borç stoku, 30 katrilyon liradır.
Gelinen bu nokta, sıcak para rantına dayalı borçlanma politikalarının terk edileceği anlamındadır. Demek ki; Merkez Bankası artık, özel kesimi fonlamaktan vazgeçerek, Hazine’yi fonlayacak. Yani; kamu ve fon bankaları nakit ihtiyaçlarını artık, piyasadan değil, Merkez Bankası’ndan karşılayacak. Dolayısıyla, faizlerin yükselmesi önlenmiş olacak.
Eğer sistemin döviz açık pozisyonlarına çare bulunursa; artık, kur-faiz makasına dayalı “Sıcak para rantı” sona erecektir.
Uygulamaya konan para ve borçlanma politikalarının ifade ettiği mana, budur. Ve çok geç başlatılmış bir uygulamadır. Zira; bugüne kadar sürdürülen uygulamalarda kamu kesimi ve kamu bankaları, nakit ihtiyaçlarını piyasadan karşılayarak, faizlerin yükselmesine sebep oluyordu.
1987 yılı başında uygulamaya konan ve Ağustos 1989 tarihinde 32 sayılı Kararla Türk parasının konvertibl ilan edilmesiyle sıcak para rantının kapılarını açan para politikaları sürdürülmeseydi; bugün, Türkiye’nin iç borcu olmayacaktı ve boşu boşuna 200 milyar dolar iç borç faizi ödenmeyecekti.
Vatandaş olarak sormak hakkımdır:
Merkez Bankası ve Hazine, 15 yıldan beri yanlış para politikasını niçin uyguladı? Kur- faiz makasına dayalı “Sıcak para” rantını, niçin yaşattı? Bu; Türkiye’ye ve Türk milletine yapılan büyük bir haksızlık değil midir?
Bunun hesabını, kim ve nasıl verecektir?
Yaşanan ekonomik krizler, kasıtlı olarak yaratılan krizlerdir ve spekülâtiftir. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti de, 13 Temmuz 2001 tarihli gazetelerde yer alan beyanatı ile, bu gerçeği itiraf etmiştir. Serdengeçti, Şunları söylüyor:
“Dövizde tehlikeli bir oyun dönüyor. Bazı yabancı bankalar TL borçlanıp, dolar satın alıyor. Amaçları şu: Piyasaların kırılganlığından yararlanıp, fiyatı yukarı çekmek ve kar etmek. Yerli bankalar da bu oyunun içindedir.
Belirsizlik doğal olarak dövize talep yaratıyor. Yatırımcıların bir kısmı TL:’den dövize geçiyor, bankalar açık pozisyonları kapatıyor. Henüz vadesi gelmemiş bile olsa, döviz borcu olanlar, şimdiden almak istiyor. Ama; işin, bir de spekülâtif yönü var: Bazı yabancı bankalar, döviz açıkları olmamasına rağmen, dolar satın alıyor. Ödemeleri gereken TL’yi de, Türk bankalarından borç alıyor. Bu spekülâtif oyun, Şubat’tan beri var. Ama; son günlerde piyasalar, daha da hassaslaştığı için dozu arttı.”
İç borçlarla ilgili verdiğiniz bilgiler ve Merkez Bankası Başkanının açıklamaları, Türkiye’nin haksız yere zora sokulduğunun ispatıdır.
Döviz ticareti, Türkiye’nin ekonomik yapısını bozmuştur. Merkez Bankası’nın yanlış para politikaları, Hazine’nin, lüzumsuz iç borçlanma stratejileri, Türkiye’yi zora sokmuş ve yatırım fakiri bir ülke haline getirmiştir.
“Tahtakale Piyasası” adı verilen gizli güçlü bir oluşum, Merkez Bankasını dize getirmiş ve kur- faiz oranlarını tayinde söz sahibi olmuştur.
Sayın Öztrak;
Hazine’nin, bundan sonra nasıl bir politika izleyeceğini ve Merkez Bankası ile birlikte nasıl bir para politikasında karar kılacağını merak ediyorum. Çünkü; önümüzdeki Kasım ayında yürürlüğe girecek olan yeni Merkez Bankası Yasası, kamuya kredi açmayı yasaklıyor. (Hiç şüphesiz; yasanın bu şekilde çıkmasında sıcak para rantına alışmış yerli ve yabancı bankaların etkisi olmuştur.) Bakalım o zaman, nasıl bir çıkış yolu bulacaksınız?
Bugün, 30 katrilyon lira tutarındaki iç borcun çevrilmesinde zorluklar çekilirken, 100 katrilyona ulaşan iç borcu nasıl çevireceksiniz? (İpleri, tekrar para spekülatörlerine kaptırmamanız için, Merkez Bankası Kanunu, tekrar gözden geçirilmelidir)
Dolar ticaretine son verilmediği ve döviz tevdiat hesapları kaldırılmadığı takdirde, uyguladığınız borç politikasının sürdürülmesi mümkün olur mu?
Türkiye’de dahi para işlevini yitiren TL’nin, konvertibl kalması, hedefinizi gerçekleştirebilir mi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Tedavüldeki TL miktarı, 20 yıldan beri 3-4 milyar dolar
karşılığı kadar sabit tutulmuştur. Acaba, neden?
Gelişmiş Batı ülkelerinde tedavüldeki kâğıt para miktarı en az,
milli gelirlerinin yüzde 10’u kadardır. Bizde ise milli gelirin yüzde
1.5’i kadardır. Acaba, neden?
Gelişmiş Batı ülkelerinde döviz ticareti yoktur. Acaba; onlar mı
akıllı, yoksa biz mi akıllıyız?
20 yıl zarfında dolar Türk Parası karşısında 17 bin kat pahalılaşmıştır.
Acaba neden?
14 Şubat 2009 Cumartesi
Sabah Olacak, ama ne zaman?
Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr
12 Şubat 2009
Sabah olacak ama ne zaman?
DAHA önce de ondan bahsetmiştim.Eczacı Hüsnü Akıncı ilginç bir kişi...Gece gündüz durmadan çalışıp yazarak, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, bakanlara, köşe yazarlarına, işadamlarına, hemen herkese mektuplar yağdırıyor.Sabırlı, azimli ve çalışkan... Genellikle sert ifadelerle ülkemizdeki çarpıklıkları dile getiriyor, haksızlıkları, adaletsizlikleri anlatıyor, çözüm yollarını gösteriyor. Hemen hepsi, okunmaya değer mektuplar. İlgilenenler internette http://akincidan.blogspot.com sitesinde onun tüm mektuplarını bulabilirler.Hüsnü Akıncı, zaman zaman bana da mektup yollar. Önceki gün gelen son mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sayın Turan,9 Şubat tarihindeki 'Pavlov'un köpekleri' başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye'nin maruz kaldığı iç ve dış husumetleri bu kadar güzel tarif eden bir yazı yazdığınız için sizi gönülden tebrik ederim.
Hz. Peygamberimiz, 'Her doğan çocuk, selamet-i fıtriye üzerine doğar' sözünü bir hikmete istinaden söylemişlerdir. Bunun anlamı gayet açıktır:
Doğan her çocuk, hak ve hakikatle doğruları kabule müsait bir kabiliyette yaratılmıştır.Bu kabiliyeti işlemek, doğan çocuğun vatana, millete ve hatta bütün insanlık álemine hayırlı bir fert olarak yetişmesini sağlamak, ancak ve ancak, karakterinin ulvi değerlerini üstün kılacak şekilde eğitilmesiyle mümkün olur.Bu gerçeği, dini siyasete alet ederek kitleleri uyutan kişileri teşhir gayesiyle bir örnek vererek açıklamak istiyorum.
İslam dinine göre sokak köpeğinin avladığı et haramdır, yenmez. Fakat av köpeğinin avladığı et helaldir ve yenir. Acaba neden? İşte gerçek sebebi:
Sokak köpeği eğitilmemiştir. Av köpeği eğitilmiştir. Onda ilim vardır. Avladığı hayvanı yemek için içi titrer. Fakat vaktiyle eğitim gördüğü için, avını sahibine teslim eder.
Bu örnek aynı zamanda İslam dininin ilme ve eğitime verdiği değeri de belirtir.
Bunu, siyasi ihtiras ve çıkarları uğruna yalan söyleyenlere, kamu malına tecavüz ederek kasalarını dolduranlara, Allah'ın bahşetmiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmayarak zulüm vasıtası yapanlara ve halkı aldatarak gerçekleri gizleyenlere ithaf ediyorum.
Ayrıca salaklıkla hainlik arasında çok ince bir çizgi olduğunu ve bu ince çizgide yürürken hangi akla hizmet ettiğini bilmeyenleri uyarmak istiyorum. Zira; Türkiye bir müstemleke (sömürge) ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.
İspatı, Avrupa'da, Rusya'dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye'nin kendi kendisini besleyemeyip fukaralaşmasıdır.
Sayın Turan,
Muhakkak surette bir gün her şey değişecek ve Türkiye, gerçek hedeflerine yönelecektir.Etkili olmadığı zannedilse de ferdi gayretler umumun müştereki haline gelerek, toplumun gayreti haline dönüşecektir.
Bugün toplumu etkileme, doğru bilgilendirme ve milli çıkarlar doğrultusunda yönlendirme konumunda olup sessiz kalanlar, bu ülke için en büyük tehlikenin, kötülük yapanlardan ziyade kenara çekilip hiçbir şey yapmayanlardan geldiği gerçeğini kabul edip harekete geçecektir.
Elbette ki bir gün Türkiye'de sabah olacaktır!"
rturan@hurriyet.com.tr
12 Şubat 2009
Sabah olacak ama ne zaman?
DAHA önce de ondan bahsetmiştim.Eczacı Hüsnü Akıncı ilginç bir kişi...Gece gündüz durmadan çalışıp yazarak, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, bakanlara, köşe yazarlarına, işadamlarına, hemen herkese mektuplar yağdırıyor.Sabırlı, azimli ve çalışkan... Genellikle sert ifadelerle ülkemizdeki çarpıklıkları dile getiriyor, haksızlıkları, adaletsizlikleri anlatıyor, çözüm yollarını gösteriyor. Hemen hepsi, okunmaya değer mektuplar. İlgilenenler internette http://akincidan.blogspot.com sitesinde onun tüm mektuplarını bulabilirler.Hüsnü Akıncı, zaman zaman bana da mektup yollar. Önceki gün gelen son mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sayın Turan,9 Şubat tarihindeki 'Pavlov'un köpekleri' başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye'nin maruz kaldığı iç ve dış husumetleri bu kadar güzel tarif eden bir yazı yazdığınız için sizi gönülden tebrik ederim.
Hz. Peygamberimiz, 'Her doğan çocuk, selamet-i fıtriye üzerine doğar' sözünü bir hikmete istinaden söylemişlerdir. Bunun anlamı gayet açıktır:
Doğan her çocuk, hak ve hakikatle doğruları kabule müsait bir kabiliyette yaratılmıştır.Bu kabiliyeti işlemek, doğan çocuğun vatana, millete ve hatta bütün insanlık álemine hayırlı bir fert olarak yetişmesini sağlamak, ancak ve ancak, karakterinin ulvi değerlerini üstün kılacak şekilde eğitilmesiyle mümkün olur.Bu gerçeği, dini siyasete alet ederek kitleleri uyutan kişileri teşhir gayesiyle bir örnek vererek açıklamak istiyorum.
İslam dinine göre sokak köpeğinin avladığı et haramdır, yenmez. Fakat av köpeğinin avladığı et helaldir ve yenir. Acaba neden? İşte gerçek sebebi:
Sokak köpeği eğitilmemiştir. Av köpeği eğitilmiştir. Onda ilim vardır. Avladığı hayvanı yemek için içi titrer. Fakat vaktiyle eğitim gördüğü için, avını sahibine teslim eder.
Bu örnek aynı zamanda İslam dininin ilme ve eğitime verdiği değeri de belirtir.
Bunu, siyasi ihtiras ve çıkarları uğruna yalan söyleyenlere, kamu malına tecavüz ederek kasalarını dolduranlara, Allah'ın bahşetmiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmayarak zulüm vasıtası yapanlara ve halkı aldatarak gerçekleri gizleyenlere ithaf ediyorum.
Ayrıca salaklıkla hainlik arasında çok ince bir çizgi olduğunu ve bu ince çizgide yürürken hangi akla hizmet ettiğini bilmeyenleri uyarmak istiyorum. Zira; Türkiye bir müstemleke (sömürge) ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.
İspatı, Avrupa'da, Rusya'dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye'nin kendi kendisini besleyemeyip fukaralaşmasıdır.
Sayın Turan,
Muhakkak surette bir gün her şey değişecek ve Türkiye, gerçek hedeflerine yönelecektir.Etkili olmadığı zannedilse de ferdi gayretler umumun müştereki haline gelerek, toplumun gayreti haline dönüşecektir.
Bugün toplumu etkileme, doğru bilgilendirme ve milli çıkarlar doğrultusunda yönlendirme konumunda olup sessiz kalanlar, bu ülke için en büyük tehlikenin, kötülük yapanlardan ziyade kenara çekilip hiçbir şey yapmayanlardan geldiği gerçeğini kabul edip harekete geçecektir.
Elbette ki bir gün Türkiye'de sabah olacaktır!"
11 Şubat 2009 Çarşamba
Demokrasi-İrade ve Hürriyetler.
Sayın Feyzullah KIYIKLIK
AKP Yerel Yönetimler Başkan
Yardımcısı
Ankara 11 Şubat 2009
Sizi, Habertürk Televizyonunda izledim. Konu; bugünlerde ülkenin en önemli gündem maddesi haline getirilen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından yapılan ayni yardımlardır. Özellikle Tunceli’de dağıtılan beyaz eşya ve ev eşyası yardımlarıdır.
AKP’nin üst seviyedeki yöneticisi olmanız hasebiyle, bu yardımların, siyasî bir amaç taşımadığını ifade eden savunmanız hakkında bir değerlendirme yapmayacağım. Sâdece, genel kuralları hatırlatma ile yetineceğim.
Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Yardım almaya alışanlar, zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
İnsanlık âleminin hakiki kurtarıcısı Hz. Peygamberimizin bir hadis-i şerifi, şöyledir:
“Bir kime, bir kimseye makamından, servetinden bir şey bekleyerek dostluk gösterse; dininin üçte ikisini vermiş demektir. Dininin üçte ikisini bu şekilde veren kişi, geriye kalan üçte birini de gayet kolay verir.”
Bu esaslara ve geleneklerimize uygun düşen tarihi İMARETLERE ait bir örnek vermek istiyorum. Örnek şudur:
Osmanlı Devletinin kuruluşunda ve devamında çok önemli sosyal rolü olan imaretlerin nizamnamesine göre, yardım edenlerle yardım alanlar, asla ve asla karşı karşıya getirilmemişlerdir. Sebebi de şudur:
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece insan sınıfına bahşetmiştir.
İnsan olmanın şerefi, kendisine bahşedilen bu İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazasıyla korunur.
Fakat, ulvî sıfatların sahibi insanın yaradılışında, süflî sıfatları da vardır. Süflî sıfatları sebebiyle insanlar, iyilik gördükleri kişilere karşı dâimâ, şükran duyguları sebebiyle bağlılık gösterirler. Ve bu şükran hisleriyle, yardım gördükleri kişilerin hatırına ahlâka, örfe ve vicdana aykırı işler yaparak, hatır için günah işleyebilirler. Yani; Allah’ın bahşettiği ve çok kıymet verdiği İRADE ve HÜRRİYETLERİNİ satabilirler.
İşte bu gerçeği gayet iyi bilen Osmanlı Devletinin yöneticileri, İRADE ve HÜRRİYETLERİN muhafazası için, yardım edenlerle, yardım alanları karşı karşıya getirmeyecek önemli bir SOSYAL MÜESSESE olan İMARETLERİ kurmuştur.
Bu imaretlere , haksızlıkları ve fırsatçıları önlemek için de, bir beyanname asmıştır:
“KİM, HAKKI OLMADIĞI HALDE BURADAN YARDIM ALIRSA, ALLAH İNDİNDE HIRSIZ MUAMELESİ GÖRECEKTİR”
Bu temel açıklamalardan sonra size, net bir soru soracağım. Lütfen; kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen MÂNEVÎ varlığınıza danışarak cevap veriniz. İşte sorum:
SOSYAL YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA VAKFI tarafından yapılan aynî ve nakdî yardımlar, siyasî amaç taşımıyor mu? Yardım kriterlerini kimler ve nasıl belirliyor? Aynî yardım malzemeleri kimlerden ve nasıl temin ediliyor?
Sorularımı siysî maksatla sormuyorum. Gerçek bir demokrasi arayışının gereği olarak soruyorum. Siz de kabul edersiniz:
Parlâmento, gerçek bir demokrasinin KALBİ mesabesindedir. Seçimler de, ŞAHDAMARI mesabesindedir.
SEÇİMLERİN, bu işlevi görebilmesi için HÜR ve ÂDİL bir ortamda, EŞİT ŞARTLARDA yapılması şarttır. HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusuna dayalı SEÇİMLER, hiçbir zaman, gerçek bir demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini göremez.
Sayın KIYIKLIK;
Her siyasî partinin hedefi iktidara gelmektir. Demokrasilerde, iktidar kadar muhalefet de önemlidir. Muhalefetin eleştirilerine katlanmak ve DEVLETİN imkânlarını siyasî amaçla kullanmamak, gerçek bir demokrasinin en büyük ve vazgeçilmez ERDEMİDİR.
Dikkatlerinize arz ediyorum:
2008 yılı bütçesinden HANE HALKI YARDIMLARI için, 7 milyar 514 milyon lira harcama yapılmıştır. Bu harcama, 6 milyar 517 milyon lira tutarındaki TEDAVİ GİDERLERİNDEN fazladır. Ayrıca, Hane Halkı Yardımları için harcanan para, Türk Telekom’un yüzde 70 oranındaki hissesinin satışından elde edilen bir gelire denktir. Bu durum karşısında;
“Türk Telekom’un satışından elde ettiğiniz geliri, HANE HALKI YARDIMLARI için harcamak, akıllı bir sosyal yardım mıdır?” sorusunu soranlara, acaba, cevabınız ne olur?
Gerçekten, ben de merak ediyorum.
İşsizliğin ve fukaralığın yaygın olduğu, tarım ve hayvancılığın çöktüğü, halkın borç yükü altında inlediği bir ortamda; kim olsa merak eder ve eleştiride bulunur. Zira; iktidarınız, Türkiye’nin geçmişini inkâr eden ve Türkiye’yi, 2002 yılında başlatan bir iktidardır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
AKP Yerel Yönetimler Başkan
Yardımcısı
Ankara 11 Şubat 2009
Sizi, Habertürk Televizyonunda izledim. Konu; bugünlerde ülkenin en önemli gündem maddesi haline getirilen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı tarafından yapılan ayni yardımlardır. Özellikle Tunceli’de dağıtılan beyaz eşya ve ev eşyası yardımlarıdır.
AKP’nin üst seviyedeki yöneticisi olmanız hasebiyle, bu yardımların, siyasî bir amaç taşımadığını ifade eden savunmanız hakkında bir değerlendirme yapmayacağım. Sâdece, genel kuralları hatırlatma ile yetineceğim.
Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.
Yardım almaya alışanlar, zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
İnsanlık âleminin hakiki kurtarıcısı Hz. Peygamberimizin bir hadis-i şerifi, şöyledir:
“Bir kime, bir kimseye makamından, servetinden bir şey bekleyerek dostluk gösterse; dininin üçte ikisini vermiş demektir. Dininin üçte ikisini bu şekilde veren kişi, geriye kalan üçte birini de gayet kolay verir.”
Bu esaslara ve geleneklerimize uygun düşen tarihi İMARETLERE ait bir örnek vermek istiyorum. Örnek şudur:
Osmanlı Devletinin kuruluşunda ve devamında çok önemli sosyal rolü olan imaretlerin nizamnamesine göre, yardım edenlerle yardım alanlar, asla ve asla karşı karşıya getirilmemişlerdir. Sebebi de şudur:
Allah, hiçbir varlığa vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece insan sınıfına bahşetmiştir.
İnsan olmanın şerefi, kendisine bahşedilen bu İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazasıyla korunur.
Fakat, ulvî sıfatların sahibi insanın yaradılışında, süflî sıfatları da vardır. Süflî sıfatları sebebiyle insanlar, iyilik gördükleri kişilere karşı dâimâ, şükran duyguları sebebiyle bağlılık gösterirler. Ve bu şükran hisleriyle, yardım gördükleri kişilerin hatırına ahlâka, örfe ve vicdana aykırı işler yaparak, hatır için günah işleyebilirler. Yani; Allah’ın bahşettiği ve çok kıymet verdiği İRADE ve HÜRRİYETLERİNİ satabilirler.
İşte bu gerçeği gayet iyi bilen Osmanlı Devletinin yöneticileri, İRADE ve HÜRRİYETLERİN muhafazası için, yardım edenlerle, yardım alanları karşı karşıya getirmeyecek önemli bir SOSYAL MÜESSESE olan İMARETLERİ kurmuştur.
Bu imaretlere , haksızlıkları ve fırsatçıları önlemek için de, bir beyanname asmıştır:
“KİM, HAKKI OLMADIĞI HALDE BURADAN YARDIM ALIRSA, ALLAH İNDİNDE HIRSIZ MUAMELESİ GÖRECEKTİR”
Bu temel açıklamalardan sonra size, net bir soru soracağım. Lütfen; kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen MÂNEVÎ varlığınıza danışarak cevap veriniz. İşte sorum:
SOSYAL YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA VAKFI tarafından yapılan aynî ve nakdî yardımlar, siyasî amaç taşımıyor mu? Yardım kriterlerini kimler ve nasıl belirliyor? Aynî yardım malzemeleri kimlerden ve nasıl temin ediliyor?
Sorularımı siysî maksatla sormuyorum. Gerçek bir demokrasi arayışının gereği olarak soruyorum. Siz de kabul edersiniz:
Parlâmento, gerçek bir demokrasinin KALBİ mesabesindedir. Seçimler de, ŞAHDAMARI mesabesindedir.
SEÇİMLERİN, bu işlevi görebilmesi için HÜR ve ÂDİL bir ortamda, EŞİT ŞARTLARDA yapılması şarttır. HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME arzusuna dayalı SEÇİMLER, hiçbir zaman, gerçek bir demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini göremez.
Sayın KIYIKLIK;
Her siyasî partinin hedefi iktidara gelmektir. Demokrasilerde, iktidar kadar muhalefet de önemlidir. Muhalefetin eleştirilerine katlanmak ve DEVLETİN imkânlarını siyasî amaçla kullanmamak, gerçek bir demokrasinin en büyük ve vazgeçilmez ERDEMİDİR.
Dikkatlerinize arz ediyorum:
2008 yılı bütçesinden HANE HALKI YARDIMLARI için, 7 milyar 514 milyon lira harcama yapılmıştır. Bu harcama, 6 milyar 517 milyon lira tutarındaki TEDAVİ GİDERLERİNDEN fazladır. Ayrıca, Hane Halkı Yardımları için harcanan para, Türk Telekom’un yüzde 70 oranındaki hissesinin satışından elde edilen bir gelire denktir. Bu durum karşısında;
“Türk Telekom’un satışından elde ettiğiniz geliri, HANE HALKI YARDIMLARI için harcamak, akıllı bir sosyal yardım mıdır?” sorusunu soranlara, acaba, cevabınız ne olur?
Gerçekten, ben de merak ediyorum.
İşsizliğin ve fukaralığın yaygın olduğu, tarım ve hayvancılığın çöktüğü, halkın borç yükü altında inlediği bir ortamda; kim olsa merak eder ve eleştiride bulunur. Zira; iktidarınız, Türkiye’nin geçmişini inkâr eden ve Türkiye’yi, 2002 yılında başlatan bir iktidardır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
10 Şubat 2009 Salı
Çıkış yolu bulunur mu?
Sayın Suzan Sabancı DİNÇER
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 10 Şubat 2009
Sayın DİNÇER;
Fortune Türkiye Dergisi’ne verdiğiniz demeçte; “Her yere yatırım yapma devri geride kaldı. Eskiden neyi tutsanız altın oluyordu; öyle bir dönemin geri gelmesi, biraz zor.” demişsiniz.
Belli ki; Türkiye’nin gerçeklerini ve Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiğini, henüz daha anlayamamışsınız. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret ve sadece RANTA dayalı bir ekonomi modeliyle, Türkiye’nin gerçek hedeflerinden uzaklaştırıldığını görememişsiniz. En önemlisi;
Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini kavrayamamışsınız. Bir milletin belkemiği durumundaki orta tabakanın yok edildiğini de, görmezden gelmişsiniz. Paralı kesimin sorumsuz davrandığını da, aklınızdan dahî geçirmemişsiniz.
Henüz daha mahiyeti ve hangi hedefe yönelik olduğu iyi bilinmeyen FİNANSAL KRİZ meydana gelince de, telâşa kapılıp, gerçekleri yansıtmayan beyanlarla, kendinizi avutmaya çalışmaktasınız.
Bilmenizi isterim ki; Türkiye, başkalarının dayattığı RANT ekonomisinden vazgeçip, ÜRETKEN bir ekonomi modelini hayata geçirmediği sürece; daimâ KRİZE maruz kalacak ve sizler de, haklı veya haksız ŞİKÂYETLERİNİZE devam edeceksiniz.
Sözü uzatmayacağım: Amcanız merhum Sakıp Sabancı’ya 23 Nisan 2001 tarihinde yazdığım mektubumun suretini, bilgilerinize ve tetkiklerinize sunmakla yetineceğim. Zira; söz konusu mektubumda, Türkiye’nin nereye varacağını, net bir şekilde ortaya koymuşum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Ecz. Hüsnü Akıncı
Tel: 0216-4181726
İstanbul
Sayın Sakıp Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 23 Nisan 2001
Medyada ve toplantılarda yaptığınız açıklamaları dikkatle ve merakla izliyorum. Gösteri ve şova yönelik hareketleriniz, iyi düşünmesini bilmeyen kişilerin hoşlarına gittiği de, kesindir. Ama; Türkiye’nin gerçeklerinden uzak ve günlük olayların sansasyonları ile bezenmiş bu açıklamalarınız, Türkiye’yi rahatlatmaz. Sadece siyaseti suçlayarak bir yere varılamayacağını, herkesten önce sizin bilmeniz gerekir.
Gerçek şudur ki; Türkiye, 20 yıldan beri yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. Kur-Faiz makasına dayalı müthiş bir rant sistemi, Türkiye’ye, hem zaman kaybettirmiş ve hem de kaynakların ziyan olmasına sebep olmuştur. Geçen bu zaman zarfında; Türkiye, ihtiyacı olduğu altyapı yatırımlarını tamamlayamamış; reel ekonomiyi, olması gereken seviyeye çıkaramamış; tarım ve hayvancılığını geliştirememiş ve hatta bu sektörü, yere sermiştir. Gelir dağılımının çok kötü bozulmasının yanında Türkiye, hiç hak etmediği halde; iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holding Türkiye’yi, kıpırdayamayacak bir şekilde esir almıştır. Kur- Faiz makasında yaratılan döviz ticareti, Türkiye’nin en büyük sektörü haline gelmiştir. Son devalüasyon, döviz hesabı bulunduran bir avuç insana, 17-18 katrilyonluk bir rant sağlamıştır. Ne acıdır ki; “Sakıp Sabancı” olarak bu çarpıklığı, hiçbir zaman dile getirmediniz. Finans ve bankacılık kesiminin, dayatmalar neticesinde çıkardıkları krizler karşısında hep, sessiz kaldınız veya sadece siyaseti suçlayarak, hedef saptırdınız. Paralı kesimi ise, asla ve asla, sorumluluğa ve fedakârlığa davet etmediniz.
Neden?
Çünkü bu sistem, sizin de işinize geliyordu. Para piyasalarıyla istediğiniz gibi oynayabilme imkânını elinizde bulundurduğunuz için; ülke ekonomisine katkısı olması gereken bankacılık sisteminin, acımasız tefeciler gibi faaliyet göstermesine göz yumdunuz. Hiç şüphesiz; bu sorumsuz davranışınızda, danışman olarak veya fiilen istihdam ettiğiniz ekonomist veya siyasi kişilerin etkisi olmuştur.
Sayın Sabancı;
Gücenmeyiniz ve alınmayınız; bu ülke hepimizindir ve herkes, tenkidin ve ithamın en ağırına da katlanmak zorundadır. Kaldı ki; elimdeki bilgileri, akılcı bir şekilde sentez etmeden, hiç kimse hakkında gelişigüzel tenkitlerde bulunmadım. İsterseniz bu konuyu, birkaç örnekle izah edeyim:
1-Yetkililerinizin açıkladığına göre Akbank, 1997 yılında 80 trilyon lira net kazanç sağlamıştır. Aynı yıl Akbank, 178 trilyon lira faiz geliri elde etmiştir. Bu faiz gelirinin 157 trilyon lirası, Devlet İç Borç Senetlerinden sağlanmıştır. Yani; bankayı, Devlet beslemiştir.
2-1999 başlarında Akbank Genel Müdürü, ”1998 yılı Akbank için iyi bir yıl oldu. 1998 yılında çok uygun şartlarla ( libor + 0.5 faiz oranıyla), 1 milyar dolar sendikasyon kredisi temin ettik.” diye, bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama, sistemin getirdiği ve soygunu andıran müthiş bir rantın itirafı anlamına gelir. Şöyle ki:
1 Ocak 1998 tarihi ile 31 Aralık 1998 tarihleri arasında dolar kurundaki artış % 48’dir. Yani Tl., yüzde 48 oranında değer kaybetmiştir. Aynı yıl Devlet İç Borç Senetlerinin faizi, yüzde 120’nin üzerinde seyretmiştir. Bunun anlamı çok açıktır:
Ne ad altında (ister kredi, ister kendi parası) olursa olsun; dışarıdan getirilen dövizleri Tl.’ye çevirip, Hazine Bonosu ve Devlet Tahviline yatıranlar, dolar bazında en az, yüzde 50 oranında reel faiz elde etmişlerdir. “Kur-Faiz” makasına dayalı bir oyunda, nemalanmışlardır. Bu pastadan; Akbank da, hissesine düşen payı almıştır. Yani; Devlet, değişik ve meşru kılıf giydirilmiş bir mekanizmayla, bankacılık ve finans kesimini beslemiştir. Döviz açık pozisyonu bulunduranlara sağlanan bu avantaj, elbette ki, döviz ticaretini en büyük sektör haline getirmiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç bataklığına saplamıştır. Ne yazık ki; bugüne kadar bu sistemin yanlışlığını dile getiren bir beyanatınıza rastlanmamıştır.
2-Akbank, Temmuz 1990 tarihinde, hisselerinin bir kısmını halka açtı. İhraç edilen hisse senetlerinin nominal değeri, 12 bin 500 lira idi. O günkü kur hesabına göre yaklaşık 4 dolar. Bugünkü kur değerine göre yaklaşık, 5 milyon lira. Aradan geçen 11 yıl zarfında Akbank hisselerinin değeri, hiçbir zaman nominal değerinin üzerine çıkmadı. Bugün hisselerin değeri, 3 bin 500 liradır. Dolar kuruna göre 0.3 Sent...Demek ki sistem, borsada da halka bir şey vermemiş. Ama; Borsaya açılanlara çok şeyler vermiş. 11 yıl evvel ihraç edilen 600 milyar Tl. tutarındaki hisseler, Akbank’a çok şeyler kazandırmış.
DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan bir RANT sisteminden daha ne beklenirdi ki?
Elbette ki borsada yaratılan spekülâsyonlar, halkın canını yakacaktır. Ne yazık ki finans ve bankacılık kesiminin açıkgözlüğünü, bugüne kadar hiç dile getirmediniz. Ama; fırsat buldukça, beslediğiniz çarpık siyaseti yerden yere vurarak, halka, şirin gözükmeye çalıştınız.
3-21Şubat2001 devalüasyonun akabinde boş bulunan Akbank Genel Müdürü, “Krizden, kazançlı çıktık.” şeklinde, bir açıklamada bulundu. Fiili durum ortadadır ve kimse aksini iddia etmedi:
Devalüasyondan bir gün önce Merkez Bankası 5 milyar dolar sattı. Kasım 2000 krizinde de 8 milyar dolar sattı. Yani; devalüasyondan evvel satılan 13 milyar dolar, finans ve bankacılık kesimine çok büyük bir rant sağladı. Bu rantın büyük paylaşımının yanında; bir haksız rekâbetle , sektörün, kendi arasındaki büyük kavgası mevcuttur. Kuvvetli olan, zayıfı, piyasadan silmiştir. Demirbank olayının içyüzü, bu müthiş kavgada gizlidir. Şimdi; “Akbank, devalüasyondan önce ne kadar dolar aldı?” sorusunu soran dikkatli vatandaşlar, yanlış bir hedefe mi yönelmiş olurlar? Sadece ve sadece siyaseti suçlarken, bu konulara açıklık getiren beyanatınız, niçin olmadı?
4-Gayet iyi bildiğiniz bir gerçek de şudur:
28 Nisan 2000 tarihine kadar iç borçlar, “İç Borç Danışma Kurulu” tarafından yönetilmiştir. 14 kişiden oluşan bu Kurulun Yönetimindeki 8 kişisi, “Para Yöneticileri Derneği’nin temsilcileridir. Ki; bu derneğin yönetimi, banka temsilcilerinin dönüşümlü olarak görev aldığı kişilerden oluşmuştur. 28 Nisan 2000 tarihinden itibaren de iç borç yönetimi, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” tarafından yürütülmektedir. Akbank da, bu kurulun içindedir. Yani Kurulda görevli 19 banka, Hazine ve Merkez Bankası bürokratlarıyla birlikte Türkiye’nin iç borcunu yönetmektedirler. Alabildiğine siyaseti suçlarken; bu çarpık sistemi dile getirmemiş olmanızı anlamak, mümkün değildir.
Sayın Sabancı;
Kurumlaşmamış ve paralı kesimle iç içe girmiş siyasetteki çarpıklığın ve verimsizliğin yanında; paralı kesimin de sorumsuzluğu ve ülke çıkarlarını gözetmeme ihtirası mevcuttur. Bu durum karşısında paralı kesimi sorumlu davranmaya davet etmek, düşünmesini ve doğruları aramasını başaran vatandaşların görevi değil midir?
Artık herkes, sorumlu davranmak zorundadır. Çünkü; zaman, zaman “Kriz” adı verilen fiili durumlar, paralı kesimin dayatmasından ibaret yapay bir durumdur. Faturası da, yıllardan beri fedakârlık gösteren halka çıkmaktadır. Artık; paralarını dövizden faize; faizden dövize yatırarak büyük rantlar sağlayan paralı kesim de, bu ülkeye katkıda bulunmalıdır. Dolar ticaretinin önü kesilmelidir. Dolara endeksli bir ekonominin, bağımsızlığından söz edilemez. Bir düşününüz:
Dolar, 20 yıl zarfında 15 bin kat pahalılanmıştır. Son 8 yıl zarfında 125 kat pahalılanmıştır. Her devalüasyon kararı, Türkiye’yi 10 yıl geriye götürmektedir. Türkiye’nin ekonomisi, bu acı durumu hak etmemiştir. Yanlış ekonomi ve para politikaları, Türkiye’nin önünü tıkamıştır. Ki: bu acı tablonun yaratılmasında, sizin de büyük payınız vardır. Öyle inanıyorum ki;
Sabancı Grubu, Koç Grubu, Çukurova Grubu, Doğuş Grubu bir araya gelse ve Türkiye’nin istikbali için ittifak etse; Türkiye’nin ekonomisi, 5-6 ay zarfında düzelir ve halkı bezdiren rant olgusu ortadan kalkar. Bu sayede, iç ve dış borç bataklığı da kurutulur. Çünki; Türkiye’nin iç borca ve hele böylesine yüksek miktardaki bir iç borca hiç ihtiyacı yoktur. İç borçlar, Kur- Faiz makasında rant sağlamak için yaratılmıştır. Kurulacak ittifakın ilk ayağı şu olmalıdır:
Herkes dışarıda tuttuğu paraları Türkiye’ye getirmelidir. Herkes, sıcak para rantından vazgeçmelidir. Merkez Bankası, döviz ticaretine son vermelidir. Tahtakale ve döviz büfelerinin etkinliği ortadan kaldırılmalıdır. Gelişmiş Batı ülkelerinin dahi uygulamadığı tam konvertibilite sevdasından vazgeçilmeli ve Türk parasının hakimiyeti sağlanmalıdır.
Aksi halde;
Bu çarpık sistem devam ettiği sürece, hiçbiriniz varlıklarınızı koruyamayacak ve yabancı şirketlerin boyunduruğu altına gireceksiniz. Dolayısıyla Türkiye’ye yazık olacaktır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Yalnız Türkiye’de değil; bütün dünyada para efendisini kaybetmiş ve spekülâtif hareketlerin peşinde koşup rant sağlayan ihtiraslı ve ahlakı dışlamış kişilerin eline geçmiştir. Bu gerçek karşısında Türkiye için çıkış arayanlar, her sabah, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdırlar.
Ayrıca; tarım ve hayvancılığa herkes dikkat etmelidir. Zira; tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin, gerçek anlamda sanayileşmeleri mümkün değildir. Kendi kendisini besleyemeyen milletlerin de, büyüklük iddiasında bulunmaya hakları yoktur. Gelişmiş Batı ülkeleri her yıl 360 milyar dolarlık sübvansiyonla tarım kesimini desteklerken; Türkiye’nin, yok denecek orandaki tarım sübvansiyonlarının, ekonominin kamburu olarak kabullenilmesi;
aklın, mantığın, ilmin kabul edebileceği bir husus değildir.
Örnek ortadadır:
Türkiye, 1980’den önce 1 milyon tonun üstünde pamuk üretirken, Yunanistan 150 bin ton pamuk üretiyordu. Yunanistan’ın bugünkü pamuk üretimi 450 bin tona yükselirken, Türkiye’nin pamuk üretimi, 650 bin tona gerilemiştir. Gelecek yıl, daha da azalacaktır.
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 10 Şubat 2009
Sayın DİNÇER;
Fortune Türkiye Dergisi’ne verdiğiniz demeçte; “Her yere yatırım yapma devri geride kaldı. Eskiden neyi tutsanız altın oluyordu; öyle bir dönemin geri gelmesi, biraz zor.” demişsiniz.
Belli ki; Türkiye’nin gerçeklerini ve Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiğini, henüz daha anlayamamışsınız. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret ve sadece RANTA dayalı bir ekonomi modeliyle, Türkiye’nin gerçek hedeflerinden uzaklaştırıldığını görememişsiniz. En önemlisi;
Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini kavrayamamışsınız. Bir milletin belkemiği durumundaki orta tabakanın yok edildiğini de, görmezden gelmişsiniz. Paralı kesimin sorumsuz davrandığını da, aklınızdan dahî geçirmemişsiniz.
Henüz daha mahiyeti ve hangi hedefe yönelik olduğu iyi bilinmeyen FİNANSAL KRİZ meydana gelince de, telâşa kapılıp, gerçekleri yansıtmayan beyanlarla, kendinizi avutmaya çalışmaktasınız.
Bilmenizi isterim ki; Türkiye, başkalarının dayattığı RANT ekonomisinden vazgeçip, ÜRETKEN bir ekonomi modelini hayata geçirmediği sürece; daimâ KRİZE maruz kalacak ve sizler de, haklı veya haksız ŞİKÂYETLERİNİZE devam edeceksiniz.
Sözü uzatmayacağım: Amcanız merhum Sakıp Sabancı’ya 23 Nisan 2001 tarihinde yazdığım mektubumun suretini, bilgilerinize ve tetkiklerinize sunmakla yetineceğim. Zira; söz konusu mektubumda, Türkiye’nin nereye varacağını, net bir şekilde ortaya koymuşum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Ecz. Hüsnü Akıncı
Tel: 0216-4181726
İstanbul
Sayın Sakıp Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 23 Nisan 2001
Medyada ve toplantılarda yaptığınız açıklamaları dikkatle ve merakla izliyorum. Gösteri ve şova yönelik hareketleriniz, iyi düşünmesini bilmeyen kişilerin hoşlarına gittiği de, kesindir. Ama; Türkiye’nin gerçeklerinden uzak ve günlük olayların sansasyonları ile bezenmiş bu açıklamalarınız, Türkiye’yi rahatlatmaz. Sadece siyaseti suçlayarak bir yere varılamayacağını, herkesten önce sizin bilmeniz gerekir.
Gerçek şudur ki; Türkiye, 20 yıldan beri yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. Kur-Faiz makasına dayalı müthiş bir rant sistemi, Türkiye’ye, hem zaman kaybettirmiş ve hem de kaynakların ziyan olmasına sebep olmuştur. Geçen bu zaman zarfında; Türkiye, ihtiyacı olduğu altyapı yatırımlarını tamamlayamamış; reel ekonomiyi, olması gereken seviyeye çıkaramamış; tarım ve hayvancılığını geliştirememiş ve hatta bu sektörü, yere sermiştir. Gelir dağılımının çok kötü bozulmasının yanında Türkiye, hiç hak etmediği halde; iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holding Türkiye’yi, kıpırdayamayacak bir şekilde esir almıştır. Kur- Faiz makasında yaratılan döviz ticareti, Türkiye’nin en büyük sektörü haline gelmiştir. Son devalüasyon, döviz hesabı bulunduran bir avuç insana, 17-18 katrilyonluk bir rant sağlamıştır. Ne acıdır ki; “Sakıp Sabancı” olarak bu çarpıklığı, hiçbir zaman dile getirmediniz. Finans ve bankacılık kesiminin, dayatmalar neticesinde çıkardıkları krizler karşısında hep, sessiz kaldınız veya sadece siyaseti suçlayarak, hedef saptırdınız. Paralı kesimi ise, asla ve asla, sorumluluğa ve fedakârlığa davet etmediniz.
Neden?
Çünkü bu sistem, sizin de işinize geliyordu. Para piyasalarıyla istediğiniz gibi oynayabilme imkânını elinizde bulundurduğunuz için; ülke ekonomisine katkısı olması gereken bankacılık sisteminin, acımasız tefeciler gibi faaliyet göstermesine göz yumdunuz. Hiç şüphesiz; bu sorumsuz davranışınızda, danışman olarak veya fiilen istihdam ettiğiniz ekonomist veya siyasi kişilerin etkisi olmuştur.
Sayın Sabancı;
Gücenmeyiniz ve alınmayınız; bu ülke hepimizindir ve herkes, tenkidin ve ithamın en ağırına da katlanmak zorundadır. Kaldı ki; elimdeki bilgileri, akılcı bir şekilde sentez etmeden, hiç kimse hakkında gelişigüzel tenkitlerde bulunmadım. İsterseniz bu konuyu, birkaç örnekle izah edeyim:
1-Yetkililerinizin açıkladığına göre Akbank, 1997 yılında 80 trilyon lira net kazanç sağlamıştır. Aynı yıl Akbank, 178 trilyon lira faiz geliri elde etmiştir. Bu faiz gelirinin 157 trilyon lirası, Devlet İç Borç Senetlerinden sağlanmıştır. Yani; bankayı, Devlet beslemiştir.
2-1999 başlarında Akbank Genel Müdürü, ”1998 yılı Akbank için iyi bir yıl oldu. 1998 yılında çok uygun şartlarla ( libor + 0.5 faiz oranıyla), 1 milyar dolar sendikasyon kredisi temin ettik.” diye, bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama, sistemin getirdiği ve soygunu andıran müthiş bir rantın itirafı anlamına gelir. Şöyle ki:
1 Ocak 1998 tarihi ile 31 Aralık 1998 tarihleri arasında dolar kurundaki artış % 48’dir. Yani Tl., yüzde 48 oranında değer kaybetmiştir. Aynı yıl Devlet İç Borç Senetlerinin faizi, yüzde 120’nin üzerinde seyretmiştir. Bunun anlamı çok açıktır:
Ne ad altında (ister kredi, ister kendi parası) olursa olsun; dışarıdan getirilen dövizleri Tl.’ye çevirip, Hazine Bonosu ve Devlet Tahviline yatıranlar, dolar bazında en az, yüzde 50 oranında reel faiz elde etmişlerdir. “Kur-Faiz” makasına dayalı bir oyunda, nemalanmışlardır. Bu pastadan; Akbank da, hissesine düşen payı almıştır. Yani; Devlet, değişik ve meşru kılıf giydirilmiş bir mekanizmayla, bankacılık ve finans kesimini beslemiştir. Döviz açık pozisyonu bulunduranlara sağlanan bu avantaj, elbette ki, döviz ticaretini en büyük sektör haline getirmiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç bataklığına saplamıştır. Ne yazık ki; bugüne kadar bu sistemin yanlışlığını dile getiren bir beyanatınıza rastlanmamıştır.
2-Akbank, Temmuz 1990 tarihinde, hisselerinin bir kısmını halka açtı. İhraç edilen hisse senetlerinin nominal değeri, 12 bin 500 lira idi. O günkü kur hesabına göre yaklaşık 4 dolar. Bugünkü kur değerine göre yaklaşık, 5 milyon lira. Aradan geçen 11 yıl zarfında Akbank hisselerinin değeri, hiçbir zaman nominal değerinin üzerine çıkmadı. Bugün hisselerin değeri, 3 bin 500 liradır. Dolar kuruna göre 0.3 Sent...Demek ki sistem, borsada da halka bir şey vermemiş. Ama; Borsaya açılanlara çok şeyler vermiş. 11 yıl evvel ihraç edilen 600 milyar Tl. tutarındaki hisseler, Akbank’a çok şeyler kazandırmış.
DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan bir RANT sisteminden daha ne beklenirdi ki?
Elbette ki borsada yaratılan spekülâsyonlar, halkın canını yakacaktır. Ne yazık ki finans ve bankacılık kesiminin açıkgözlüğünü, bugüne kadar hiç dile getirmediniz. Ama; fırsat buldukça, beslediğiniz çarpık siyaseti yerden yere vurarak, halka, şirin gözükmeye çalıştınız.
3-21Şubat2001 devalüasyonun akabinde boş bulunan Akbank Genel Müdürü, “Krizden, kazançlı çıktık.” şeklinde, bir açıklamada bulundu. Fiili durum ortadadır ve kimse aksini iddia etmedi:
Devalüasyondan bir gün önce Merkez Bankası 5 milyar dolar sattı. Kasım 2000 krizinde de 8 milyar dolar sattı. Yani; devalüasyondan evvel satılan 13 milyar dolar, finans ve bankacılık kesimine çok büyük bir rant sağladı. Bu rantın büyük paylaşımının yanında; bir haksız rekâbetle , sektörün, kendi arasındaki büyük kavgası mevcuttur. Kuvvetli olan, zayıfı, piyasadan silmiştir. Demirbank olayının içyüzü, bu müthiş kavgada gizlidir. Şimdi; “Akbank, devalüasyondan önce ne kadar dolar aldı?” sorusunu soran dikkatli vatandaşlar, yanlış bir hedefe mi yönelmiş olurlar? Sadece ve sadece siyaseti suçlarken, bu konulara açıklık getiren beyanatınız, niçin olmadı?
4-Gayet iyi bildiğiniz bir gerçek de şudur:
28 Nisan 2000 tarihine kadar iç borçlar, “İç Borç Danışma Kurulu” tarafından yönetilmiştir. 14 kişiden oluşan bu Kurulun Yönetimindeki 8 kişisi, “Para Yöneticileri Derneği’nin temsilcileridir. Ki; bu derneğin yönetimi, banka temsilcilerinin dönüşümlü olarak görev aldığı kişilerden oluşmuştur. 28 Nisan 2000 tarihinden itibaren de iç borç yönetimi, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” tarafından yürütülmektedir. Akbank da, bu kurulun içindedir. Yani Kurulda görevli 19 banka, Hazine ve Merkez Bankası bürokratlarıyla birlikte Türkiye’nin iç borcunu yönetmektedirler. Alabildiğine siyaseti suçlarken; bu çarpık sistemi dile getirmemiş olmanızı anlamak, mümkün değildir.
Sayın Sabancı;
Kurumlaşmamış ve paralı kesimle iç içe girmiş siyasetteki çarpıklığın ve verimsizliğin yanında; paralı kesimin de sorumsuzluğu ve ülke çıkarlarını gözetmeme ihtirası mevcuttur. Bu durum karşısında paralı kesimi sorumlu davranmaya davet etmek, düşünmesini ve doğruları aramasını başaran vatandaşların görevi değil midir?
Artık herkes, sorumlu davranmak zorundadır. Çünkü; zaman, zaman “Kriz” adı verilen fiili durumlar, paralı kesimin dayatmasından ibaret yapay bir durumdur. Faturası da, yıllardan beri fedakârlık gösteren halka çıkmaktadır. Artık; paralarını dövizden faize; faizden dövize yatırarak büyük rantlar sağlayan paralı kesim de, bu ülkeye katkıda bulunmalıdır. Dolar ticaretinin önü kesilmelidir. Dolara endeksli bir ekonominin, bağımsızlığından söz edilemez. Bir düşününüz:
Dolar, 20 yıl zarfında 15 bin kat pahalılanmıştır. Son 8 yıl zarfında 125 kat pahalılanmıştır. Her devalüasyon kararı, Türkiye’yi 10 yıl geriye götürmektedir. Türkiye’nin ekonomisi, bu acı durumu hak etmemiştir. Yanlış ekonomi ve para politikaları, Türkiye’nin önünü tıkamıştır. Ki: bu acı tablonun yaratılmasında, sizin de büyük payınız vardır. Öyle inanıyorum ki;
Sabancı Grubu, Koç Grubu, Çukurova Grubu, Doğuş Grubu bir araya gelse ve Türkiye’nin istikbali için ittifak etse; Türkiye’nin ekonomisi, 5-6 ay zarfında düzelir ve halkı bezdiren rant olgusu ortadan kalkar. Bu sayede, iç ve dış borç bataklığı da kurutulur. Çünki; Türkiye’nin iç borca ve hele böylesine yüksek miktardaki bir iç borca hiç ihtiyacı yoktur. İç borçlar, Kur- Faiz makasında rant sağlamak için yaratılmıştır. Kurulacak ittifakın ilk ayağı şu olmalıdır:
Herkes dışarıda tuttuğu paraları Türkiye’ye getirmelidir. Herkes, sıcak para rantından vazgeçmelidir. Merkez Bankası, döviz ticaretine son vermelidir. Tahtakale ve döviz büfelerinin etkinliği ortadan kaldırılmalıdır. Gelişmiş Batı ülkelerinin dahi uygulamadığı tam konvertibilite sevdasından vazgeçilmeli ve Türk parasının hakimiyeti sağlanmalıdır.
Aksi halde;
Bu çarpık sistem devam ettiği sürece, hiçbiriniz varlıklarınızı koruyamayacak ve yabancı şirketlerin boyunduruğu altına gireceksiniz. Dolayısıyla Türkiye’ye yazık olacaktır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Yalnız Türkiye’de değil; bütün dünyada para efendisini kaybetmiş ve spekülâtif hareketlerin peşinde koşup rant sağlayan ihtiraslı ve ahlakı dışlamış kişilerin eline geçmiştir. Bu gerçek karşısında Türkiye için çıkış arayanlar, her sabah, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdırlar.
Ayrıca; tarım ve hayvancılığa herkes dikkat etmelidir. Zira; tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin, gerçek anlamda sanayileşmeleri mümkün değildir. Kendi kendisini besleyemeyen milletlerin de, büyüklük iddiasında bulunmaya hakları yoktur. Gelişmiş Batı ülkeleri her yıl 360 milyar dolarlık sübvansiyonla tarım kesimini desteklerken; Türkiye’nin, yok denecek orandaki tarım sübvansiyonlarının, ekonominin kamburu olarak kabullenilmesi;
aklın, mantığın, ilmin kabul edebileceği bir husus değildir.
Örnek ortadadır:
Türkiye, 1980’den önce 1 milyon tonun üstünde pamuk üretirken, Yunanistan 150 bin ton pamuk üretiyordu. Yunanistan’ın bugünkü pamuk üretimi 450 bin tona yükselirken, Türkiye’nin pamuk üretimi, 650 bin tona gerilemiştir. Gelecek yıl, daha da azalacaktır.
Temeldeki Yanlışlık
Sayın Tevfik BİLGİN
BDDK BAŞKANI
Ankara 10 Şubat 2009
Sayın Başkan;
Bankacılık sektörü ile ilgili olarak yaptığınız açıklama üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdığım 17 Ocak 2009 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve takdirlerinize arz ediyorum.
29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edilen Türkiye'nin, evvelce olduğu gibi bir bankacılık kriziyle karşılaşması mukadderdir ve muhtemel bir kriz Türkiye'yi ve Türk milletini, daha da zora sokacaktır.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 17 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Gerçek bir vatandaş size, duymak istemediklerinizi de söyler. Eğer size yardımcı olacaksa; ona, kızmanıza razı olur. Hem de, kızacağınızı bile, bile…
Bu gerçeğe istinaden bir konu hakkında görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.
Bir konuşmanızda; "Ne demek KREDİ KARTI mağduru? Parayı sınırsız kullanıyorsun, ondan sonra da ödemiyorsun. Sonra da kredi kartı mağduru oluyorsun, bu, nasıl iş? Kredi kartını kullanmada ciddi bir yanlışlık, haksızlık var." İfadelerini kullandınız.
Evet; kredi kartlarında ciddi bir yanlışlık ve büyük bir haksızlık vardır. Ama; bu, vatandaşların sınırsız kullanması ve ölçüsüz tüketmesi sebebiyle değildir. Zaruretler, vatandaşları, "KREDİ KARTI MAĞDURU" yapmıştır. Üstelik bu durum, çok yüksek faiz aldıkları için, bankaların da işine gelmektedir. Şöyle ki:
Ticarî, sanayi kredileri dışında vatandaşlara, İHTİYAÇ (konut, otomobil, beyaz eşya, v.s. gibi), KREDİLİ MEVDUAT, yeni adı DESTEK HESAP kredileriyle, KREDİ KARTI kapıları açıktır.
İhtiyaç kredileri uzun vadelidir ve faizleri düşüktür. Ayrıca teminata (Kefil veya ipotek) tabidir. Örnek:
120 veya 180 ay vadeli konut ve otomobil kredilerinin faiz oranı aylık, yüzde 1,5'tir.
Kredili mevduat veya destek hesaplarındaki krediler çok kısa vadelidir (aylık faiz ödemeli, azami 3 ay) ve aylık faiz oranları yüzde 4,8'dir. Genellikle küçük tacir, esnaf ve sanatkâr tarafından yaygın olarak kullanılır. Bu krediler için genellikle teminat istenmez. Çünkü, yüksek faiz geliri için risk göze alınır.
Kredi kartlarına gelince; bankaların en çok geçit verdiği kredi türüdür. Zira; bu kredilerin faizleri çok yüksektir ve vadeleri çok kısadır. Aylık faiz oranı, yüzde 5.75; yıllık, yüzde 65-70'tir. Üstelik teminat aranmadığı için sokakta da dağıtılmaktadır. Ayrıca "çifte kavrulmuş" denilecek tarzda yüksek verimlidir. Şöyle ki:
Nakit çekişlerde aylık faize ilâveten yüzde 3 oranında "nakit çekim ücreti" adı altında ilâve faiz alınmaktadır. Buna ilâveten kredi kartı ile satış yapan büyük, küçük işletmeler; genellikle, nakit sıkışıklıkları sebebiyle tahsilâtlarını, süresini beklemeden erken olarak ilgili bankadan yaparlar ve bunun için de yine, yüzde 3 oranında bir faiz öderler. Dolayısıyla kredi kartı kullandıran bankalar, yıllık yüzde 100 oranını aşan bir faiz geliri elde ederler. Bu rakamlar, 2008 yılı ve bugün için geçerlidir. 2008'den evvel kredi kartları faizleri, yıllık yüzde 120 ile yüzde 180 arasında seyrediyordu.
Vatandaşların gelir azlığı, beklenmedik zarurî ihtiyaçları (hastalık, iş kaybı, eğitim harcamaları,) v.s. gibi sebeplerle, bir kredi kartı canavarı doğmuştur. Bugün, vatandaşların kredi kartı borçlarının 40 milyar liraya ulaştığı ifade edilmektedir. Uygulanan yüksek faizler sebebiyle borçlar katlanmakta, gelir yetersizliği sebebiyle de vatandaşlar, acze düşmektedirler.
Ödenmeyen kredi kartları borçları sebebiyle bugün, bankaları zora sokan bir durum yoktur. Çünkü; hâlen, yüksek oranlı faiz uygulaması devam etmektedir. Herkes bir düşünmelidir:
120 veya 180 ay vadeli konut kredilerine aylık yüzde 1,5 oranında faiz uygulanırken; çok kısa vadeli kredi kartlarına aylık, en düşük yüzde 5.75 oranında faiz uygulanmaktadır. Bunun anlamı; yoksul kesimden, varlıklı kesime rant aktarmaktır.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu durum karşısında hükümet olarak size düşen görev, bu müthiş haksızlığı önlemek ve yoksul kesimin haklarını korumaktır. Zira; hiç kimse keyfî olarak borçlanmaz ve zor duruma düşmek istemez. Bankaların icra takipleri o kadar acımasızdır ki; insanın kanını dondurur. Evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar gibi insanların vazgeçilmezi olan eşyaları kaldırılmaktadır. Bilgisizlikten dolayı mal beyanında bulunmayanlar, hapis cezasına çarptırılmaktadır. Etrafa karşı mahcubiyetin verdiği eziklik de işin, cabasıdır.
Bu sebeple sistemi sorgulayarak, geçerli tedbirleri bulmak ve yürürlüğe koymak zorundasınız. Bir inceleme yaptırsanız; yüksek faiz uygulanmadığı takdirde, bugün icraya ve acze düşen vatandaşların, bankalardan alacaklı olduğu gerçeğine ulaşırsınız. Ayrıca; kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa, banka bilânçolarının pek parlak olmayacağı gerçeğine ulaşmış olursunuz. Zayıf kesimi ezen ve varlıklı kesime büyük rantlar sağlayan bir bankacılık sistemimizin varlığını görmüş olursunuz.
Artık; Türkiye'nin 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği kabul edilmeli ve "PARA TİCARETİNE" dayalı bu çarpık RANT MODELİ sorgulanmalı ve de ÜRETKEN BİR EKONOMİ MODELİNE geçilmelidir. Aksi halde Türkiye, kalıcı bir ekonomik istikrara kavuşamayacak ve krizlerden kurtulamayacaktır. Zaten iktisat ilminin, hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek gerçek kuralı bellidir:
"ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE, POZİTİF YÜKSEK ORANLI REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SEKTÖRÜNÜ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR."
Bugüne kadar bu kurala uyulmadığı; KUR*FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret bir RANT modeli uygulandığı için Türkiye ve Türk milleti zora düşmüştür. İç ve dış borçların, ödenen faizlerin, dış ticaret, cari ve bütçe açıklarının gerçek sebebi de, budur.
Bu sebeple; bir an için Başbakan olmadığınızı; emekli veya bir işçi ve memur olduğunuzu farz ederek, kredi kartları konusunu, olması gereken zeminde inceletmenizde, her bakımdan fayda vardır. Ayrıca bu tarz bir inceleme, yürürlükteki para ve ekonomi politikalarının yanlışlığını ortaya koyacaktır.
Bilgilerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
BDDK BAŞKANI
Ankara 10 Şubat 2009
Sayın Başkan;
Bankacılık sektörü ile ilgili olarak yaptığınız açıklama üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdığım 17 Ocak 2009 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize ve takdirlerinize arz ediyorum.
29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edilen Türkiye'nin, evvelce olduğu gibi bir bankacılık kriziyle karşılaşması mukadderdir ve muhtemel bir kriz Türkiye'yi ve Türk milletini, daha da zora sokacaktır.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 17 Ocak 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Gerçek bir vatandaş size, duymak istemediklerinizi de söyler. Eğer size yardımcı olacaksa; ona, kızmanıza razı olur. Hem de, kızacağınızı bile, bile…
Bu gerçeğe istinaden bir konu hakkında görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.
Bir konuşmanızda; "Ne demek KREDİ KARTI mağduru? Parayı sınırsız kullanıyorsun, ondan sonra da ödemiyorsun. Sonra da kredi kartı mağduru oluyorsun, bu, nasıl iş? Kredi kartını kullanmada ciddi bir yanlışlık, haksızlık var." İfadelerini kullandınız.
Evet; kredi kartlarında ciddi bir yanlışlık ve büyük bir haksızlık vardır. Ama; bu, vatandaşların sınırsız kullanması ve ölçüsüz tüketmesi sebebiyle değildir. Zaruretler, vatandaşları, "KREDİ KARTI MAĞDURU" yapmıştır. Üstelik bu durum, çok yüksek faiz aldıkları için, bankaların da işine gelmektedir. Şöyle ki:
Ticarî, sanayi kredileri dışında vatandaşlara, İHTİYAÇ (konut, otomobil, beyaz eşya, v.s. gibi), KREDİLİ MEVDUAT, yeni adı DESTEK HESAP kredileriyle, KREDİ KARTI kapıları açıktır.
İhtiyaç kredileri uzun vadelidir ve faizleri düşüktür. Ayrıca teminata (Kefil veya ipotek) tabidir. Örnek:
120 veya 180 ay vadeli konut ve otomobil kredilerinin faiz oranı aylık, yüzde 1,5'tir.
Kredili mevduat veya destek hesaplarındaki krediler çok kısa vadelidir (aylık faiz ödemeli, azami 3 ay) ve aylık faiz oranları yüzde 4,8'dir. Genellikle küçük tacir, esnaf ve sanatkâr tarafından yaygın olarak kullanılır. Bu krediler için genellikle teminat istenmez. Çünkü, yüksek faiz geliri için risk göze alınır.
Kredi kartlarına gelince; bankaların en çok geçit verdiği kredi türüdür. Zira; bu kredilerin faizleri çok yüksektir ve vadeleri çok kısadır. Aylık faiz oranı, yüzde 5.75; yıllık, yüzde 65-70'tir. Üstelik teminat aranmadığı için sokakta da dağıtılmaktadır. Ayrıca "çifte kavrulmuş" denilecek tarzda yüksek verimlidir. Şöyle ki:
Nakit çekişlerde aylık faize ilâveten yüzde 3 oranında "nakit çekim ücreti" adı altında ilâve faiz alınmaktadır. Buna ilâveten kredi kartı ile satış yapan büyük, küçük işletmeler; genellikle, nakit sıkışıklıkları sebebiyle tahsilâtlarını, süresini beklemeden erken olarak ilgili bankadan yaparlar ve bunun için de yine, yüzde 3 oranında bir faiz öderler. Dolayısıyla kredi kartı kullandıran bankalar, yıllık yüzde 100 oranını aşan bir faiz geliri elde ederler. Bu rakamlar, 2008 yılı ve bugün için geçerlidir. 2008'den evvel kredi kartları faizleri, yıllık yüzde 120 ile yüzde 180 arasında seyrediyordu.
Vatandaşların gelir azlığı, beklenmedik zarurî ihtiyaçları (hastalık, iş kaybı, eğitim harcamaları,) v.s. gibi sebeplerle, bir kredi kartı canavarı doğmuştur. Bugün, vatandaşların kredi kartı borçlarının 40 milyar liraya ulaştığı ifade edilmektedir. Uygulanan yüksek faizler sebebiyle borçlar katlanmakta, gelir yetersizliği sebebiyle de vatandaşlar, acze düşmektedirler.
Ödenmeyen kredi kartları borçları sebebiyle bugün, bankaları zora sokan bir durum yoktur. Çünkü; hâlen, yüksek oranlı faiz uygulaması devam etmektedir. Herkes bir düşünmelidir:
120 veya 180 ay vadeli konut kredilerine aylık yüzde 1,5 oranında faiz uygulanırken; çok kısa vadeli kredi kartlarına aylık, en düşük yüzde 5.75 oranında faiz uygulanmaktadır. Bunun anlamı; yoksul kesimden, varlıklı kesime rant aktarmaktır.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu durum karşısında hükümet olarak size düşen görev, bu müthiş haksızlığı önlemek ve yoksul kesimin haklarını korumaktır. Zira; hiç kimse keyfî olarak borçlanmaz ve zor duruma düşmek istemez. Bankaların icra takipleri o kadar acımasızdır ki; insanın kanını dondurur. Evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar gibi insanların vazgeçilmezi olan eşyaları kaldırılmaktadır. Bilgisizlikten dolayı mal beyanında bulunmayanlar, hapis cezasına çarptırılmaktadır. Etrafa karşı mahcubiyetin verdiği eziklik de işin, cabasıdır.
Bu sebeple sistemi sorgulayarak, geçerli tedbirleri bulmak ve yürürlüğe koymak zorundasınız. Bir inceleme yaptırsanız; yüksek faiz uygulanmadığı takdirde, bugün icraya ve acze düşen vatandaşların, bankalardan alacaklı olduğu gerçeğine ulaşırsınız. Ayrıca; kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler olmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa, banka bilânçolarının pek parlak olmayacağı gerçeğine ulaşmış olursunuz. Zayıf kesimi ezen ve varlıklı kesime büyük rantlar sağlayan bir bankacılık sistemimizin varlığını görmüş olursunuz.
Artık; Türkiye'nin 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği kabul edilmeli ve "PARA TİCARETİNE" dayalı bu çarpık RANT MODELİ sorgulanmalı ve de ÜRETKEN BİR EKONOMİ MODELİNE geçilmelidir. Aksi halde Türkiye, kalıcı bir ekonomik istikrara kavuşamayacak ve krizlerden kurtulamayacaktır. Zaten iktisat ilminin, hiçbir zaman göz ardı edilmeyecek gerçek kuralı bellidir:
"ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE, POZİTİF YÜKSEK ORANLI REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SEKTÖRÜNÜ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR."
Bugüne kadar bu kurala uyulmadığı; KUR*FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret bir RANT modeli uygulandığı için Türkiye ve Türk milleti zora düşmüştür. İç ve dış borçların, ödenen faizlerin, dış ticaret, cari ve bütçe açıklarının gerçek sebebi de, budur.
Bu sebeple; bir an için Başbakan olmadığınızı; emekli veya bir işçi ve memur olduğunuzu farz ederek, kredi kartları konusunu, olması gereken zeminde inceletmenizde, her bakımdan fayda vardır. Ayrıca bu tarz bir inceleme, yürürlükteki para ve ekonomi politikalarının yanlışlığını ortaya koyacaktır.
Bilgilerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
9 Şubat 2009 Pazartesi
Salaklıkla, hainlik.
Sayın Rahmi TURAN
Hürriyet Gazetesi Yazarı 9 Şubat 2009
Sayın TURAN;
9 Şubat 2009 tarihli ve “Pavlov’un Köpekleri” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış husumetleri, bu kadar güzel tarif eden bir yazı yazdığınız için sizi, gönülden tebrik ederim.
Hz. Peygamberimiz, “Her doğan çocuk, selâmet-i fıtriye üzerine doğar.” Sözünü, bir hikmete istinaden söylemişlerdir. Bunun anlamı gayet açıktır:
Doğan her çocuk, hak ve hakikati, doğruları kabule müsait bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyeti işlemek, doğan çocuğun vatana, millete ve hatta bütün insanlık âlemine hayırlı bir fert olarak yetişmesini sağlamak, ancak ve ancak, karakterinin ulvî değerlerini üstün kılacak şekilde eğitilmesiyle mümkün olur.
Bu gerçeği, dini, siyasete alet ederek, kitleleri uyutan kişileri teşhir gayesiyle bir örnek vererek açıklamak istiyorum:
İslâm Dini’ne göre sokak köpeğinin avladığı et haramdır, yenmez. Fakat, av köpeğinin avladığı et helâldir ve yenir.
Acaba, neden?
İşte, gerçek sebebi:
Sokak köpeği, eğitilmemiştir. Av köpeği, eğitilmiştir. Onda, ilim vardır. Avladığı hayvanı yemek için içi titrer. Fakat, vaktiyle eğitim gördüğü için avını, sahibine teslim eder.
Bu örnek, aynı zamanda, İslâm Dini’nin ilme ve eğitime verdiği değeri de belirtir.
Bu yazıyı, siyasî ihtiras ve çıkarları uğruna yalan söyleyenlere, kamu malına tecavüz ederek kasalarını dolduranlara, Allah’ın bahşetmiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmayarak, zulüm vasıtası yapanlara ve halkı aldatarak, gerçekleri gizleyenlere ithaf ediyorum.
Ayrıca; salaklıkla, hainlik arasında çok ince bir çizgi olduğunu ve bu ince çizgide yürürken, hangi akla hizmet ettiğini bilmeyenleri, uyarmak istiyorum. Zira; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.İspatı da meydandadır:
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendisini besleyemeyip, fukaralaşmasıdır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Hürriyet Gazetesi Yazarı 9 Şubat 2009
Sayın TURAN;
9 Şubat 2009 tarihli ve “Pavlov’un Köpekleri” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış husumetleri, bu kadar güzel tarif eden bir yazı yazdığınız için sizi, gönülden tebrik ederim.
Hz. Peygamberimiz, “Her doğan çocuk, selâmet-i fıtriye üzerine doğar.” Sözünü, bir hikmete istinaden söylemişlerdir. Bunun anlamı gayet açıktır:
Doğan her çocuk, hak ve hakikati, doğruları kabule müsait bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyeti işlemek, doğan çocuğun vatana, millete ve hatta bütün insanlık âlemine hayırlı bir fert olarak yetişmesini sağlamak, ancak ve ancak, karakterinin ulvî değerlerini üstün kılacak şekilde eğitilmesiyle mümkün olur.
Bu gerçeği, dini, siyasete alet ederek, kitleleri uyutan kişileri teşhir gayesiyle bir örnek vererek açıklamak istiyorum:
İslâm Dini’ne göre sokak köpeğinin avladığı et haramdır, yenmez. Fakat, av köpeğinin avladığı et helâldir ve yenir.
Acaba, neden?
İşte, gerçek sebebi:
Sokak köpeği, eğitilmemiştir. Av köpeği, eğitilmiştir. Onda, ilim vardır. Avladığı hayvanı yemek için içi titrer. Fakat, vaktiyle eğitim gördüğü için avını, sahibine teslim eder.
Bu örnek, aynı zamanda, İslâm Dini’nin ilme ve eğitime verdiği değeri de belirtir.
Bu yazıyı, siyasî ihtiras ve çıkarları uğruna yalan söyleyenlere, kamu malına tecavüz ederek kasalarını dolduranlara, Allah’ın bahşetmiş olduğu nimetleri yerli yerinde kullanmayarak, zulüm vasıtası yapanlara ve halkı aldatarak, gerçekleri gizleyenlere ithaf ediyorum.
Ayrıca; salaklıkla, hainlik arasında çok ince bir çizgi olduğunu ve bu ince çizgide yürürken, hangi akla hizmet ettiğini bilmeyenleri, uyarmak istiyorum. Zira; Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmek üzeredir.İspatı da meydandadır:
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendisini besleyemeyip, fukaralaşmasıdır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
7 Şubat 2009 Cumartesi
Adalet değil, zulüm var.
Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr 1 Şubat 2009
Adalet değil, zulüm var!
ERGENEKON soruşturması ve Davos skandalı türündeki olaylar, aspirin gibi, ağrı kesiciler gibi, ülkemizin içinde bulunduğu diğer sancıları arka plana attı.Bir okur mektubu bana bunu anımsattı.
Kadim okurlarımdan Eczacı Hüsnü Akıncı, yıllardır, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve köşe yazarları dahil herkese mektuplar yazar, haksızlıkları, çarpıklıkları eleştirir, çözüm yollarını gösterir. (husnuakinci@gmail.com)...İşte onun, ülkemizin üzücü halini hatırlatan mektubu:
"Mantar gibi türeyen yeni iktidar zenginlerini kimler, nasıl yaratıyor?Bu zenginleri, kurulu ve denetleyemeyen sistem yaratıyor. Çünkü bu sistemde her türlü kanunsuzluk, meşru nizam haline getirilmiştir. Yürürlüğe konulan kanunlar, beraberinde adaleti sağlamamaktadır.Fikren geçmişe bir seyahate çıkarak Türkiye'nin son 28 yılını irdeleyecek olursak, bugün şahit olduğumuz yolsuzlukların, hırsızlıkların, usulsüzlüklerin ve yağmaların izlerine, geçmişte de rastlayabiliriz.Yürürlükteki demokrasi modelimiz, halkı depolitize etmiştir. Bu ortamda da şişirilmiş şöhretler, ülkenin kaderine hükmeder hale gelmiştir. Halk gerçekleri bilmediği için de, parlatılan şişirilmiş şöhretleri, avuçları patlayıncaya kadar alkışlamıştır.
Bu kurulu sistem, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormadığı için, hırsızlar, yalancılar ve ahlaksızlar, istedikleri gibi at oynatmışlar ve edindikleri servetler sebebiyle muteber adam olarak saygı görmüşlerdir.
Şayet bu sistem değişmez ve baştakilerin yolsuzluklarının hesabı sorulmazsa, bu soygunlar ve keyfilikler, sonsuza kadar devam edecektir.İktidar sahipleri ve yakınları, halkın gözü önünde birdenbire zenginleşmektedirler.
28-30 yaşındaki genç insanlar, gemilerin, villaların, fabrikaların sahibi olabilmektedir. On-on beş yıl evvel önemli bir varlığı olmayan siyasetçiler, yakınları ve yandaşları, birdenbire trilyonların sahibi oluveriyorlar.
Hiç kimse de 'Bunların parasını nereden buldun?' diye sormuyor veya soramıyor.
Acaba sorulması, bu sistemde hukuken mümkün müdür?
Hayır!
Bugünkü sistemde mümkün değildir. Çünkü bunun kılıfı, ustaca ve herkesi uyutacak şekilde hazırlanmıştır.
Nasıl mı?
İşte şöyle:
* * *Daha önce Vergi Usul Kanunu'nun 30/7. maddesi vardı. Bu maddeye göre kişiler, harcamalarının, satın aldıkları malların ve birikimlerinin kaynağını belgelemek zorundaydı. Gelir Vergisi Kanunu'nun 82/2. maddesine göre de, vergiye tabi gelirle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı ya da tasarruf edildiği tespit edilen mal ve haklar, safi irat kabul ediliyordu. Yani kişilerden hesap sorulabiliyordu.
Şimdi dikkat ediniz:
Bu iki yasa maddesi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden 66 gün sonra, 9 Ocak 2003 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 4783 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. AKP iktidarı döneminde kabul edilen 4783 sayılı kanunun 7. ve 9. maddelerine göre hiç kimseye 'Sen bu paraları nereden buldun? Bu serveti nasıl edindin?' diye, hukuken sorulamaz.
* * *Merak ediyorum:
Bu şartlarda hesap sormak, yolsuzlukları, usulsüzlükleri, hırsızlıkları önlemek ve temiz bir sistem kurmak mümkün müdür? Acaba kaç kişi bu gerçeğin farkındadır?Adaletin zıddı zulümdür. Adaletsizliğin kol gezdiği ve zulmün yaygınlaştığı bir ülkenin dirlik ve düzenliğe kavuştuğunu, yüceldiğini, milletin sulh, sükûn, huzur ve güvene kavuştuğunu gördünüz mü veya tarih kitaplarından okudunuz mu?"
rturan@hurriyet.com.tr 1 Şubat 2009
Adalet değil, zulüm var!
ERGENEKON soruşturması ve Davos skandalı türündeki olaylar, aspirin gibi, ağrı kesiciler gibi, ülkemizin içinde bulunduğu diğer sancıları arka plana attı.Bir okur mektubu bana bunu anımsattı.
Kadim okurlarımdan Eczacı Hüsnü Akıncı, yıllardır, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve köşe yazarları dahil herkese mektuplar yazar, haksızlıkları, çarpıklıkları eleştirir, çözüm yollarını gösterir. (husnuakinci@gmail.com)...İşte onun, ülkemizin üzücü halini hatırlatan mektubu:
"Mantar gibi türeyen yeni iktidar zenginlerini kimler, nasıl yaratıyor?Bu zenginleri, kurulu ve denetleyemeyen sistem yaratıyor. Çünkü bu sistemde her türlü kanunsuzluk, meşru nizam haline getirilmiştir. Yürürlüğe konulan kanunlar, beraberinde adaleti sağlamamaktadır.Fikren geçmişe bir seyahate çıkarak Türkiye'nin son 28 yılını irdeleyecek olursak, bugün şahit olduğumuz yolsuzlukların, hırsızlıkların, usulsüzlüklerin ve yağmaların izlerine, geçmişte de rastlayabiliriz.Yürürlükteki demokrasi modelimiz, halkı depolitize etmiştir. Bu ortamda da şişirilmiş şöhretler, ülkenin kaderine hükmeder hale gelmiştir. Halk gerçekleri bilmediği için de, parlatılan şişirilmiş şöhretleri, avuçları patlayıncaya kadar alkışlamıştır.
Bu kurulu sistem, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormadığı için, hırsızlar, yalancılar ve ahlaksızlar, istedikleri gibi at oynatmışlar ve edindikleri servetler sebebiyle muteber adam olarak saygı görmüşlerdir.
Şayet bu sistem değişmez ve baştakilerin yolsuzluklarının hesabı sorulmazsa, bu soygunlar ve keyfilikler, sonsuza kadar devam edecektir.İktidar sahipleri ve yakınları, halkın gözü önünde birdenbire zenginleşmektedirler.
28-30 yaşındaki genç insanlar, gemilerin, villaların, fabrikaların sahibi olabilmektedir. On-on beş yıl evvel önemli bir varlığı olmayan siyasetçiler, yakınları ve yandaşları, birdenbire trilyonların sahibi oluveriyorlar.
Hiç kimse de 'Bunların parasını nereden buldun?' diye sormuyor veya soramıyor.
Acaba sorulması, bu sistemde hukuken mümkün müdür?
Hayır!
Bugünkü sistemde mümkün değildir. Çünkü bunun kılıfı, ustaca ve herkesi uyutacak şekilde hazırlanmıştır.
Nasıl mı?
İşte şöyle:
* * *Daha önce Vergi Usul Kanunu'nun 30/7. maddesi vardı. Bu maddeye göre kişiler, harcamalarının, satın aldıkları malların ve birikimlerinin kaynağını belgelemek zorundaydı. Gelir Vergisi Kanunu'nun 82/2. maddesine göre de, vergiye tabi gelirle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı ya da tasarruf edildiği tespit edilen mal ve haklar, safi irat kabul ediliyordu. Yani kişilerden hesap sorulabiliyordu.
Şimdi dikkat ediniz:
Bu iki yasa maddesi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden 66 gün sonra, 9 Ocak 2003 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 4783 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. AKP iktidarı döneminde kabul edilen 4783 sayılı kanunun 7. ve 9. maddelerine göre hiç kimseye 'Sen bu paraları nereden buldun? Bu serveti nasıl edindin?' diye, hukuken sorulamaz.
* * *Merak ediyorum:
Bu şartlarda hesap sormak, yolsuzlukları, usulsüzlükleri, hırsızlıkları önlemek ve temiz bir sistem kurmak mümkün müdür? Acaba kaç kişi bu gerçeğin farkındadır?Adaletin zıddı zulümdür. Adaletsizliğin kol gezdiği ve zulmün yaygınlaştığı bir ülkenin dirlik ve düzenliğe kavuştuğunu, yüceldiğini, milletin sulh, sükûn, huzur ve güvene kavuştuğunu gördünüz mü veya tarih kitaplarından okudunuz mu?"
Göstermelik demokratlar.
Sayın Hasan CEMAL
Milliyet Gazetesi yazarı 7 Şubat 2009
Sayın CEMAL;
4 Şubat 2009 tarihli ve “Demirel haklı, ödetebilirler Türkiye’ye, ama, Nasıl?...” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Ne kadar saçmaladığınızı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni acz içersinde göstermek için elinizden geleni yaptığınızı kayıt düşmek için bu yazınızı, aşağıya aynen aktarıyorum.
Lütfen, hislerden âzâde ve kendi iradenizi ortaya koyarak bir de siz okuyunuz:
“Demirel, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla ilgili olarak, “Uluslararası meselelerde birtakım faturalar çıkar ve keserler faturayı, farkında bile olmazsın” demiş...Haklı Demirel.Kaç kere gidip geldiği için, kendi hayat tecrübesiyle sabit olan bu siyasal gerçeği çok iyi biliyor. Böyle bir tedirginliğin izleri yalnız Demirel’de değil, iş dünyasıyla basında, diplomatik çevrelerimizde de var.Evet, fena ödetebilirler.Ama nasıl, hangi koşullarda?Eğer ekonomik reformlara yan çizer de, Türkiye’yi 1970’lerdeki gibi 70 sente muhtaç edersen...Fena ödetirler tabii.Dış kredi musluklarını 1970’lerdeki gibi kısmaya başladıkları vakit bir anda elin kolun bağlanır.Eğer Kıbrıs sorununu çözmezsen, Kıbrıs’ta çözümün değil de sorunun yanında olursan, türlü çeşitli hesaplarla çözümsüzlüğe oynarsan...Fena ödetirler tabii.1970’lerdeki gibi Türkiye’ye silah ambargosu da koyarlar, Türkiye’nin altınlarını da rehnederler, elinden bir şey gelmez.Eğer Türkiye’nin demokrasi ve hukuk sorunlarını dert edinmezsen, askeri otoritenin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması gerçeğini yıllar yılı görmezlikten gelirsen...Fena ödetirler tabii.12 Mart 1971’de ya da 12 Eylül 1980’de olduğu gibi, Türkiye bir sabah vakti yine tank sesiyle uyandığında, Pentagon’un uçsuz bucaksız loş koridorlarından, “Nihayet yaptı bizim çocuklar!” diye sevinç çığlıkları kulağına çalınır ama çaresiz kalırsın.Eğer Kürt sorunu onca yıl askerin tekelinde kalır ve sen de bu sorunu yalnız terör ve yoksulluk olarak görmeye devam edersen... Meselenin insan hakları, hukuk ve demokrasi boyutlarına gözlerini kapamaya devam edersen...Fena ödetirler tabii.Aş ve iş sorununu çözmek için, Türkiye’yi kalkındırmak için gerekli kaynaklar özellikle 1980’lerden itibaren Güneydoğu ve Ege’de silahlanmaya harcanırsa, birden kendini öylesine bir kısır döngüde bulursun ki, dışarıya karşı elin kolun bağlanır, şaşırır kalırsın.Evet, fena ödetirler.Siyaset sahnemizde bu acı gerçeği, Türkiye’nin 70 sente muhtaç hale geldiği dönemi ve 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü Başbakan olarak yaşamış olan Sayın Demirel’den daha iyi bilen biri herhalde yoktur.Kısacası:Eğer ayakların yere sağlam basmıyorsa...Sorunlar yumağıyla baş edemiyorsan...Yumağı çözmek için önce hangi ucu çekeceğini bilemiyorsan...Bir ‘oyun plan‘ın yoksa...Demokrasiydi, hukuk devletiydi, özgürlükler düzeniydi, insan haklarıydı hiç derdin değilse...Günlük deyişle:Evinin içi çok dağınıksa...İşte o zaman, hiç kuşkun olmasın, faturayı bir anda keserler!Dün Demirel’e kesmişlerdi.Hem de kaç kez.”
Sayın CEMAL;
Evvelâ, bildiğiniz halde örtmeye çalıştığınız şu gerçekleri tekrar hatırlatmak istiyorum:
1-Türkiye, zaman, zaman sıkıntılı durumlara düşmüştür. Ama; hiçbir zaman 70 sente muhtaç olmamıştır. 1975 yılında, HAC konusunda yapılan tartışmalar üzerine Demirel’in, “70 sente de muhtaç olsak bu HAC Fârizası yerine getirilecektir” sözlerini, konuyu çarpıtacak şekilde Türkiye’yi, 70 sente muhtaç kalmış gibi gösterenler, aynı yıl, Türkiye’nin Afşin-Elbistan Termik santralleri için 20 yıl vadeli 1 milyar 400 milyon dolar dış kredi sağladığı gerçegini, her nedense görmezden gelmişlerdir. Ki; 12 Eylül 1980’de bu projenin A ve B üniteleri, elektrik üretiyordu. 12 Eylül 1980’den sonra gelen idareler, bu projenin C ve D ünitelerinin inşasını başaramamışlardır.
2-1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirilmiştir. Bu harekâtı haklı sebeplere dayanarak gerçekleştirdiğimiz bilinmesine rağmen ABD, 3 Mart 1975 tarihinde Türkiye’ye ambargo kararı almış ve uygulamaya koymuştur. Bu ambargoya rağmen Türkiye yoluna devam etmiş ve kimseye karşı eğilmemiştir. Her şeye ve her zorluğa rağmen hedefindeki projeleri gerçekleştirmiştir. İşte örnekler:
1965 yılında 4,5 milyar kilovat/saat olan elektrik enerjisi üretimini, 40 milyar kilovat/saate, 4milyon ton olan çimento üretimini 22 milyon tona; 1 milyon ton olan rafineri kapasitesini 36 milyon tona; 280 bin ton olan sıvı çelik üretimini 7 milyon tona çıkaran; hiç olmayan Petro-kimya tesisleriyle, saymakla bitiremeyeceğimiz sanayi tesislerini ve hizmete sunduğu altyapı tesislerini, 12 Eylül 1980 idaresine devreden iktidarları kötülemek, aslında, bu ülkeye yapılabilecek en büyük fenalıktır.
Merak ediyorum:
Bunları gerçekleştiren Türkiye’nin, 70 sente muhtaç olduğu söylenebilir mi?
3-Demokrasiye gelince:
Bazı noksanlıklarına ve bazı kesimlerin hazımsızlıklarına rağmen 12 Eylül öncesi Türkiye, 12 Eylül 1980 sonrasına nispetle çok daha HÜR VE DEMOKRAT bir ülkeydi. Halk, sistemin içindeydi ve söz sahibiydi. Asıl 12 Eylül 1980’den sonra Türkiye’de, halkı sistemin dışına iten ve siyasi parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren “GÖSTERMELİK BİR DEMOKRASİ” hüküm sürmektedir. Bu modelde DEVLET, tanınmaz hale gelmiştir ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyen, şişirilmiş şöhretler, KEYFİ İDARELERİYLE dâimâ, halkı aldatmışlardır.
4-Hiçbir zaman tasvip etmediğim ve olmaması gereken 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahalelerine gelince:
Bugün, gerçekte var olmayan demokrasi havarisi kesilenler, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettirmek için o günlerde meydana getirilen ve başkaları tarafından yönlendirilen PROVOKASYONLARIN içinde yer almışlardır. En başta siz, başkalarının bu hedeflerine hizmet etmediniz mi? Vaktiyle var olan demokrasiyi yıkmak için görev üstlenenler, acaba bugün, hangi hedefe bağlı kalarak, gerçekte olmayan bir demokrasiyi savunmak için, Türkiye’nin geçmişini inkâr etmektedirler? Aslında hedef bellidir: TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ yıpratmak ve tahrik etmektir. Belki de, bir darbenin yapılmasını sağlamaktır.
5-Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Avrupa Birliği sorunlarına gelince:
Geçmişte Türkiye’yi yönetenler, bu konularla ilgili olarak hangi yanlışı yaptılar?
Soruyu, şu şekilde de sorabilirim:
Size göre bu konuların çözümü nedir?
Ermenilerin iddialarını ve isteklerini tanıyalım mı?
Kıbrıs’tan vaz mı geçelim? Avrupa ülkelerinin bitmek, tükenmek bilmeyen isteklerine boyun mu eğelim?
Türkiye’nin bölünmesine razı mı olalım?
En önemlisi;
Siz: ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye üzerinde emellerinin olduğunu; Türkiye’nin üniter yapısını bozarak, Türkiye’yi bölmek için çalıştıklarını bilmeyecek kadar bilgisiz ve duyarsız olabilir misiniz? Siz; Büyük Ortadoğu Projesi’nin olmadığını söyleyebilir misiniz?
Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında çok ince bir çizginin olduğunu fark edemeyen ve hangi akla hizmet ettiğini anlayamayan bir toplum yapısı oluşturmak için mi gayret ediyorsunuz?
Bu sözlerime, tepki göstereceğinizi tahmin ediyorum. Çünkü; sizi, hiçbir zaman gerçek bir demokrat kabul etmedim. Gerçek bir demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olan ve gerçekte, bu görevini unutan basının mensubu olduğunuz için, demokratik haklarını kullanan bir vatandaş olarak, uyarmak gayesiyle bu mektubumu yazdım ve bundan sonra da yazmaya devam edeceğim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Milliyet Gazetesi yazarı 7 Şubat 2009
Sayın CEMAL;
4 Şubat 2009 tarihli ve “Demirel haklı, ödetebilirler Türkiye’ye, ama, Nasıl?...” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Ne kadar saçmaladığınızı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni acz içersinde göstermek için elinizden geleni yaptığınızı kayıt düşmek için bu yazınızı, aşağıya aynen aktarıyorum.
Lütfen, hislerden âzâde ve kendi iradenizi ortaya koyarak bir de siz okuyunuz:
“Demirel, Erdoğan’ın Davos çıkışıyla ilgili olarak, “Uluslararası meselelerde birtakım faturalar çıkar ve keserler faturayı, farkında bile olmazsın” demiş...Haklı Demirel.Kaç kere gidip geldiği için, kendi hayat tecrübesiyle sabit olan bu siyasal gerçeği çok iyi biliyor. Böyle bir tedirginliğin izleri yalnız Demirel’de değil, iş dünyasıyla basında, diplomatik çevrelerimizde de var.Evet, fena ödetebilirler.Ama nasıl, hangi koşullarda?Eğer ekonomik reformlara yan çizer de, Türkiye’yi 1970’lerdeki gibi 70 sente muhtaç edersen...Fena ödetirler tabii.Dış kredi musluklarını 1970’lerdeki gibi kısmaya başladıkları vakit bir anda elin kolun bağlanır.Eğer Kıbrıs sorununu çözmezsen, Kıbrıs’ta çözümün değil de sorunun yanında olursan, türlü çeşitli hesaplarla çözümsüzlüğe oynarsan...Fena ödetirler tabii.1970’lerdeki gibi Türkiye’ye silah ambargosu da koyarlar, Türkiye’nin altınlarını da rehnederler, elinden bir şey gelmez.Eğer Türkiye’nin demokrasi ve hukuk sorunlarını dert edinmezsen, askeri otoritenin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması gerçeğini yıllar yılı görmezlikten gelirsen...Fena ödetirler tabii.12 Mart 1971’de ya da 12 Eylül 1980’de olduğu gibi, Türkiye bir sabah vakti yine tank sesiyle uyandığında, Pentagon’un uçsuz bucaksız loş koridorlarından, “Nihayet yaptı bizim çocuklar!” diye sevinç çığlıkları kulağına çalınır ama çaresiz kalırsın.Eğer Kürt sorunu onca yıl askerin tekelinde kalır ve sen de bu sorunu yalnız terör ve yoksulluk olarak görmeye devam edersen... Meselenin insan hakları, hukuk ve demokrasi boyutlarına gözlerini kapamaya devam edersen...Fena ödetirler tabii.Aş ve iş sorununu çözmek için, Türkiye’yi kalkındırmak için gerekli kaynaklar özellikle 1980’lerden itibaren Güneydoğu ve Ege’de silahlanmaya harcanırsa, birden kendini öylesine bir kısır döngüde bulursun ki, dışarıya karşı elin kolun bağlanır, şaşırır kalırsın.Evet, fena ödetirler.Siyaset sahnemizde bu acı gerçeği, Türkiye’nin 70 sente muhtaç hale geldiği dönemi ve 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü Başbakan olarak yaşamış olan Sayın Demirel’den daha iyi bilen biri herhalde yoktur.Kısacası:Eğer ayakların yere sağlam basmıyorsa...Sorunlar yumağıyla baş edemiyorsan...Yumağı çözmek için önce hangi ucu çekeceğini bilemiyorsan...Bir ‘oyun plan‘ın yoksa...Demokrasiydi, hukuk devletiydi, özgürlükler düzeniydi, insan haklarıydı hiç derdin değilse...Günlük deyişle:Evinin içi çok dağınıksa...İşte o zaman, hiç kuşkun olmasın, faturayı bir anda keserler!Dün Demirel’e kesmişlerdi.Hem de kaç kez.”
Sayın CEMAL;
Evvelâ, bildiğiniz halde örtmeye çalıştığınız şu gerçekleri tekrar hatırlatmak istiyorum:
1-Türkiye, zaman, zaman sıkıntılı durumlara düşmüştür. Ama; hiçbir zaman 70 sente muhtaç olmamıştır. 1975 yılında, HAC konusunda yapılan tartışmalar üzerine Demirel’in, “70 sente de muhtaç olsak bu HAC Fârizası yerine getirilecektir” sözlerini, konuyu çarpıtacak şekilde Türkiye’yi, 70 sente muhtaç kalmış gibi gösterenler, aynı yıl, Türkiye’nin Afşin-Elbistan Termik santralleri için 20 yıl vadeli 1 milyar 400 milyon dolar dış kredi sağladığı gerçegini, her nedense görmezden gelmişlerdir. Ki; 12 Eylül 1980’de bu projenin A ve B üniteleri, elektrik üretiyordu. 12 Eylül 1980’den sonra gelen idareler, bu projenin C ve D ünitelerinin inşasını başaramamışlardır.
2-1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirilmiştir. Bu harekâtı haklı sebeplere dayanarak gerçekleştirdiğimiz bilinmesine rağmen ABD, 3 Mart 1975 tarihinde Türkiye’ye ambargo kararı almış ve uygulamaya koymuştur. Bu ambargoya rağmen Türkiye yoluna devam etmiş ve kimseye karşı eğilmemiştir. Her şeye ve her zorluğa rağmen hedefindeki projeleri gerçekleştirmiştir. İşte örnekler:
1965 yılında 4,5 milyar kilovat/saat olan elektrik enerjisi üretimini, 40 milyar kilovat/saate, 4milyon ton olan çimento üretimini 22 milyon tona; 1 milyon ton olan rafineri kapasitesini 36 milyon tona; 280 bin ton olan sıvı çelik üretimini 7 milyon tona çıkaran; hiç olmayan Petro-kimya tesisleriyle, saymakla bitiremeyeceğimiz sanayi tesislerini ve hizmete sunduğu altyapı tesislerini, 12 Eylül 1980 idaresine devreden iktidarları kötülemek, aslında, bu ülkeye yapılabilecek en büyük fenalıktır.
Merak ediyorum:
Bunları gerçekleştiren Türkiye’nin, 70 sente muhtaç olduğu söylenebilir mi?
3-Demokrasiye gelince:
Bazı noksanlıklarına ve bazı kesimlerin hazımsızlıklarına rağmen 12 Eylül öncesi Türkiye, 12 Eylül 1980 sonrasına nispetle çok daha HÜR VE DEMOKRAT bir ülkeydi. Halk, sistemin içindeydi ve söz sahibiydi. Asıl 12 Eylül 1980’den sonra Türkiye’de, halkı sistemin dışına iten ve siyasi parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getiren “GÖSTERMELİK BİR DEMOKRASİ” hüküm sürmektedir. Bu modelde DEVLET, tanınmaz hale gelmiştir ve DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmek isteyen, şişirilmiş şöhretler, KEYFİ İDARELERİYLE dâimâ, halkı aldatmışlardır.
4-Hiçbir zaman tasvip etmediğim ve olmaması gereken 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahalelerine gelince:
Bugün, gerçekte var olmayan demokrasi havarisi kesilenler, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettirmek için o günlerde meydana getirilen ve başkaları tarafından yönlendirilen PROVOKASYONLARIN içinde yer almışlardır. En başta siz, başkalarının bu hedeflerine hizmet etmediniz mi? Vaktiyle var olan demokrasiyi yıkmak için görev üstlenenler, acaba bugün, hangi hedefe bağlı kalarak, gerçekte olmayan bir demokrasiyi savunmak için, Türkiye’nin geçmişini inkâr etmektedirler? Aslında hedef bellidir: TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ yıpratmak ve tahrik etmektir. Belki de, bir darbenin yapılmasını sağlamaktır.
5-Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Avrupa Birliği sorunlarına gelince:
Geçmişte Türkiye’yi yönetenler, bu konularla ilgili olarak hangi yanlışı yaptılar?
Soruyu, şu şekilde de sorabilirim:
Size göre bu konuların çözümü nedir?
Ermenilerin iddialarını ve isteklerini tanıyalım mı?
Kıbrıs’tan vaz mı geçelim? Avrupa ülkelerinin bitmek, tükenmek bilmeyen isteklerine boyun mu eğelim?
Türkiye’nin bölünmesine razı mı olalım?
En önemlisi;
Siz: ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye üzerinde emellerinin olduğunu; Türkiye’nin üniter yapısını bozarak, Türkiye’yi bölmek için çalıştıklarını bilmeyecek kadar bilgisiz ve duyarsız olabilir misiniz? Siz; Büyük Ortadoğu Projesi’nin olmadığını söyleyebilir misiniz?
Yoksa siz; salaklıkla, hainlik arasında çok ince bir çizginin olduğunu fark edemeyen ve hangi akla hizmet ettiğini anlayamayan bir toplum yapısı oluşturmak için mi gayret ediyorsunuz?
Bu sözlerime, tepki göstereceğinizi tahmin ediyorum. Çünkü; sizi, hiçbir zaman gerçek bir demokrat kabul etmedim. Gerçek bir demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olan ve gerçekte, bu görevini unutan basının mensubu olduğunuz için, demokratik haklarını kullanan bir vatandaş olarak, uyarmak gayesiyle bu mektubumu yazdım ve bundan sonra da yazmaya devam edeceğim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
4 Şubat 2009 Çarşamba
Ziyan edilen zaman ve kaynaklar.
Sayın Bülent Eczacıbaşı
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı
İstanbul 27.12.2000
Konseyin son toplantısında yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini dikkatle okudum.
Teşhis ve uyarılarınızda haklısınız. Ama; “Bugüne kadar neredeydiniz?” dersem, ben de haklılık kazanırım. Zira Türkiye, 20 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan ve “Saadet Zinciri” olarak adlandırılan çarpık bir rant sistemi, reel ekonomiyi yere sermiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamıştır. Tabir caizse Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle,
ekonomiyi istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Kur-faiz makasına dayandırılan bu sistemle, Türkiye’nin önü tıkanmıştır.
Ne yazık ki; bu çarpık sistemden yararlananlar ve ülkenin varlığını aralarında bölüşenler, seslerini çıkarmamış ve bu sistemin yaşatılması için ellerinden gelen gayreti esirgememişlerdir. Sıcak para rantının bir gün ülkeyi yakacağı ve çaresiz duruma düşüreceği bilinirken; ekonomiyi, sadece bir finans olayı olarak algılayan ve kabullenen paralı kesim, sessizliğe bürünerek, ülke kaynaklarının ziyan olmasını görmezden gelmiştir.
Bu bakımdan sizleri, şikâyetlerinizden dolayı haklı bulmuyorum. Çünkü; henüz daha, gerçekleri görebilmiş ve çare üretecek duruma gelmiş değilsiniz.
Dikkatlerinize sunuyorum:
1- 20 yıl zarfında Amerikan doları, Türk parası karşısında 9000 kat değer kazanmıştır. Ve çare arayanlar ise; hala, “Kur, baskı altında tutulmaktadır.” diyerek feryat etmekte ve Tl.’nin değer kaybetmesini istemektedirler. Merak ediyorum:
Türk ekonomisi çok mu kötüydü ki; Tl. devamlı olarak değer kaybetti? Eğer ekonomi kötü idiyse; Türkiye, 20 yıl zarfında milli gelirini, 45 milyar dolardan, 210 milyar dolara nasıl çıkardı? Bunun anlamı açıktır:
Türkiye’de, yanlış kur politikası izlenmektedir.
2- Merkez Bankası’nın 12 Mayıs 2000 tarihli verilerine göre uluslar arası döviz rezervimiz, 37 milyar 194 milyon dolardır. Dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 12.905 milyar dolar.
Merkez Bankasında 24.194 milyar dolar.
Merkez Bankasının aynı tarihli verilerine göre ise, döviz mevduat hesaplarının toplamı
58 milyar 908 milyon dolardır. Dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 48.887 milyar dolar.
Merkez Bankasında 10.020 milyar dolar.
Bu verilere göre;
Sistemin döviz açığı 21.613 milyar dolar,
Bankalar sisteminin döviz açığı............................ 35.982 milyar dolardır.
Soruyorum:
Bu denli büyük bir döviz açık pozisyonlarının mevcut olduğu bir sistemde; ekonomi nasıl düzelir ve kim düzeltebilir? Bu çarpık sistemin ortadan kaldırılması için, paralı kesimin sorumluluk yüklenmesi ve fedakârlıkta bulunması gerekmez mi?
3- Kasım 2000 tarihi itibarı ile toplam banka mevduatı,45 katrilyon 755 trilyon liradır. Bu
toplam mevduatın sadece %5’i, vadesiz mevduattan oluşmuştur. % 95’ i, vadeli mevduattır.
Soruyorum:
Bu denli büyük oranda kaydi para üreten bir bankacılık sistemimiz varken; ekonomiyi, kim ve nasıl düzeltecektir? Bu çarpıklığın ortadan kaldırılması için paralı kesime sorumluluk düşmez mi?
Bankacılık sistemimizle ilgili bir çarpıklık daha:
Aktif toplamı 72 katrilyon liraya ulaşan bankacılık sistemimiz, topladığı 45 katrilyon liralık mevduata karşı, 20 katrilyon lira kredi plase etmiştir. Topladığı mevduatın % 50’sini, Devlet İç Borç senetlerinde, yani, sıcak para hareketinde kullanan bir bankacılık sistemiyle Türkiye, nasıl düze çıkabilir? Paralı kesim dayatınca, kriz çıkmaz mı? ( sizlerin kriz olarak ifade ettiği olay; bana göre, paralı kesimin dayatmasıdır. Ve doğru bir teşhistir.)
4-1980 yılında Türkiye’nin iç borç stoku. 100 milyon dolardı. Bu borç, 1987 yılı başında 4.6 milyar dolara ulaşmıştır. 1987 başından bu güne kadar anapara ve faiz ödemesi adı altında 416 milyar dolar ödeme yapıldığı halde; hala, 55 milyar dolar iç borç stokumuz mevcuttur. Kur-faiz makasında tanzim edilen ve tamamen sıcak para hareketine dayanan bu sistemde, Devlet iç borç senetlerine yatırım yapanlar, dolar bazında net, yıllık yüzde 45 oranında kazanç sağlamışlardır. Bu tatlı rantın cazibesi, hiç gereği yokken bir içborç bataklığı yaratmıştır. Bu tatlı ranttan, TÜSİAD üyeleri de, alabildiğine yararlanmıştır. Rantın cazibesi, bu çarpıklığın konuşulmasını engellemiştir. Hiçbir TÜSİAD üyesi, “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sistemini batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki gerçek iktisat kuralını görememiştir.
Soruyorum:
Bu çarpık ve tamamen paralı kesimin çıkarlarına hizmet eden sistem yaşatıldığı sürece; Türkiye ekonomisini, kim ve nasıl düzeltecektir? Düzelmesi için, paralı kesimin fedakârlığı ve sorumluluğu gerekmez mi?
Sayın Eczacıbaşı;
Türkiye, büyük ve güçlü bir ülkedir. Gücünün kanıtı ise; 20 yıldan beri süregelen yüksek oranlı enflasyona dayanabilmiş olmasıdır. Eğer Türkiye, iyi idare edilseydi ve paralı kesim sorumluluk taşıyarak üzerine düşeni yapsaydı; hiç şüphesiz Türkiye, bugün Avrupa para piyasasının hâkimi olurdu. Bugün dünya üzerinde; kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran, güçlü ve müreffeh bir Türkiye olurdu.
Henüz vakit geçmiş değildir. Türkiye, bunu yine başarabilir. Bunun da şartları vardır. İşte şartları:
1-Her kurum ve kuruluş ve her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BAELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayışında olacak!
2-Her kurum ve kuruluş ve herkes, REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyacak!
Maksadımı anlatabildiğimi zannediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı
İstanbul 27.12.2000
Konseyin son toplantısında yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini dikkatle okudum.
Teşhis ve uyarılarınızda haklısınız. Ama; “Bugüne kadar neredeydiniz?” dersem, ben de haklılık kazanırım. Zira Türkiye, 20 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan ve “Saadet Zinciri” olarak adlandırılan çarpık bir rant sistemi, reel ekonomiyi yere sermiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamıştır. Tabir caizse Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle,
ekonomiyi istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Kur-faiz makasına dayandırılan bu sistemle, Türkiye’nin önü tıkanmıştır.
Ne yazık ki; bu çarpık sistemden yararlananlar ve ülkenin varlığını aralarında bölüşenler, seslerini çıkarmamış ve bu sistemin yaşatılması için ellerinden gelen gayreti esirgememişlerdir. Sıcak para rantının bir gün ülkeyi yakacağı ve çaresiz duruma düşüreceği bilinirken; ekonomiyi, sadece bir finans olayı olarak algılayan ve kabullenen paralı kesim, sessizliğe bürünerek, ülke kaynaklarının ziyan olmasını görmezden gelmiştir.
Bu bakımdan sizleri, şikâyetlerinizden dolayı haklı bulmuyorum. Çünkü; henüz daha, gerçekleri görebilmiş ve çare üretecek duruma gelmiş değilsiniz.
Dikkatlerinize sunuyorum:
1- 20 yıl zarfında Amerikan doları, Türk parası karşısında 9000 kat değer kazanmıştır. Ve çare arayanlar ise; hala, “Kur, baskı altında tutulmaktadır.” diyerek feryat etmekte ve Tl.’nin değer kaybetmesini istemektedirler. Merak ediyorum:
Türk ekonomisi çok mu kötüydü ki; Tl. devamlı olarak değer kaybetti? Eğer ekonomi kötü idiyse; Türkiye, 20 yıl zarfında milli gelirini, 45 milyar dolardan, 210 milyar dolara nasıl çıkardı? Bunun anlamı açıktır:
Türkiye’de, yanlış kur politikası izlenmektedir.
2- Merkez Bankası’nın 12 Mayıs 2000 tarihli verilerine göre uluslar arası döviz rezervimiz, 37 milyar 194 milyon dolardır. Dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 12.905 milyar dolar.
Merkez Bankasında 24.194 milyar dolar.
Merkez Bankasının aynı tarihli verilerine göre ise, döviz mevduat hesaplarının toplamı
58 milyar 908 milyon dolardır. Dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 48.887 milyar dolar.
Merkez Bankasında 10.020 milyar dolar.
Bu verilere göre;
Sistemin döviz açığı 21.613 milyar dolar,
Bankalar sisteminin döviz açığı............................ 35.982 milyar dolardır.
Soruyorum:
Bu denli büyük bir döviz açık pozisyonlarının mevcut olduğu bir sistemde; ekonomi nasıl düzelir ve kim düzeltebilir? Bu çarpık sistemin ortadan kaldırılması için, paralı kesimin sorumluluk yüklenmesi ve fedakârlıkta bulunması gerekmez mi?
3- Kasım 2000 tarihi itibarı ile toplam banka mevduatı,45 katrilyon 755 trilyon liradır. Bu
toplam mevduatın sadece %5’i, vadesiz mevduattan oluşmuştur. % 95’ i, vadeli mevduattır.
Soruyorum:
Bu denli büyük oranda kaydi para üreten bir bankacılık sistemimiz varken; ekonomiyi, kim ve nasıl düzeltecektir? Bu çarpıklığın ortadan kaldırılması için paralı kesime sorumluluk düşmez mi?
Bankacılık sistemimizle ilgili bir çarpıklık daha:
Aktif toplamı 72 katrilyon liraya ulaşan bankacılık sistemimiz, topladığı 45 katrilyon liralık mevduata karşı, 20 katrilyon lira kredi plase etmiştir. Topladığı mevduatın % 50’sini, Devlet İç Borç senetlerinde, yani, sıcak para hareketinde kullanan bir bankacılık sistemiyle Türkiye, nasıl düze çıkabilir? Paralı kesim dayatınca, kriz çıkmaz mı? ( sizlerin kriz olarak ifade ettiği olay; bana göre, paralı kesimin dayatmasıdır. Ve doğru bir teşhistir.)
4-1980 yılında Türkiye’nin iç borç stoku. 100 milyon dolardı. Bu borç, 1987 yılı başında 4.6 milyar dolara ulaşmıştır. 1987 başından bu güne kadar anapara ve faiz ödemesi adı altında 416 milyar dolar ödeme yapıldığı halde; hala, 55 milyar dolar iç borç stokumuz mevcuttur. Kur-faiz makasında tanzim edilen ve tamamen sıcak para hareketine dayanan bu sistemde, Devlet iç borç senetlerine yatırım yapanlar, dolar bazında net, yıllık yüzde 45 oranında kazanç sağlamışlardır. Bu tatlı rantın cazibesi, hiç gereği yokken bir içborç bataklığı yaratmıştır. Bu tatlı ranttan, TÜSİAD üyeleri de, alabildiğine yararlanmıştır. Rantın cazibesi, bu çarpıklığın konuşulmasını engellemiştir. Hiçbir TÜSİAD üyesi, “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sistemini batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.” şeklindeki gerçek iktisat kuralını görememiştir.
Soruyorum:
Bu çarpık ve tamamen paralı kesimin çıkarlarına hizmet eden sistem yaşatıldığı sürece; Türkiye ekonomisini, kim ve nasıl düzeltecektir? Düzelmesi için, paralı kesimin fedakârlığı ve sorumluluğu gerekmez mi?
Sayın Eczacıbaşı;
Türkiye, büyük ve güçlü bir ülkedir. Gücünün kanıtı ise; 20 yıldan beri süregelen yüksek oranlı enflasyona dayanabilmiş olmasıdır. Eğer Türkiye, iyi idare edilseydi ve paralı kesim sorumluluk taşıyarak üzerine düşeni yapsaydı; hiç şüphesiz Türkiye, bugün Avrupa para piyasasının hâkimi olurdu. Bugün dünya üzerinde; kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran, güçlü ve müreffeh bir Türkiye olurdu.
Henüz vakit geçmiş değildir. Türkiye, bunu yine başarabilir. Bunun da şartları vardır. İşte şartları:
1-Her kurum ve kuruluş ve her fert, ANA KAİDELERE ve ANA BAELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayışında olacak!
2-Her kurum ve kuruluş ve herkes, REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyacak!
Maksadımı anlatabildiğimi zannediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
3 Şubat 2009 Salı
Siyaset ve millet
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
BAŞBAKAN ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 3 Şubat 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Bugün, siyasî partilerin TRT-3 kanalı tarafından naklen yayınlanan grup toplantılarını, dikkatle izledim. Temenni ve arzum şudur:
Naklen yapılan bu yayınlar, artık sona erdirilmelidir. Zira; bu toplantılar, siyasî amaçlı olarak yapıldığı için faydasızdır ve halk arasındaki kutuplaşmaları arttırmaktadır. Siyasî parti liderlerinin yaptıkları konuşmalar, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmamaktadır. Hem de lüzumsuz yere, halkı germektedir. Çünkü halk, sözün doğruluğuna veya yanlışlığına göre değil de; sözün, kimin tarafından söylendiğine göre değerlendirme yapmaktadır. Üstelik; liderlerin konuşmaları ufuk açıcı değildir ve hemen, hemen evvelce yapılan konuşmaların tekrarı niteliğindedir.
Örnekleri arz ediyorum:
Bugünkü konuşmanızda iki feribotu ve bir vapuru hizmete soktuğunuzu belirttiniz. Bunu da, çok büyük bir hizmetmiş gibi takdim ettiniz. Sizden evvel İstanbul’da vapurlar ve iskeleler yok muydu? Yolcu vapurları, deniz otobüsleri, araba vapurları hizmet vermiyor muydu? Zaten İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, bu işin reklâmını yeteri kadar yapıyor. İşte Belediyenin bir reklâm panosu:
“87 iskele, 74 vapurla yolcu taşımacılığında İDO’yu, 4 yıl zarfında, dünyanın en büyük şirketi haline getirdik!” Sanki, bütün vapurlar ve iskeleler, 4 yılda yapılmış gibi!..
İkinci husus ise; Türkiye’nin dış politika sorunlarının, meydan nutukları üslûbunda tartışılmasıdır. Bir ülkenin dış politikasını, bulunduğu coğrafyası belirler. Coğrafî özelliklerinin önemine göre de bir ülke, daimâ iç ve dış husumetlere maruzdur. Haklılık veya haksızlık, dış politikalar için pek önem arz etmez. Dış politikada geçerli hukuk, para ve silâhtan oluşan güce dayanır. Örnek:
Kıbrıs konusunda haklılığımız ve iyi niyetimiz, bütün dünya ülkeleri tarafından bilinmektedir. Ama; bu, hiçbir zaman lehimize kullanılmamış ve hattâ, her şey aleyhimize kullanılmıştır. Haksız durumdaki ve kötü niyetli Yunanistan, her plâtformda hak etmediği her şeyi almıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Müslüman ülkeler dâhil, bizden başka tanıyan ülke yoktur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. (3 Mart 1975).
Şubat 1967 ve 12 Aralık 1976’da Sovyetler Birliği ile yaptığımız “Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşmaları, başımıza dert açmıştır.
Dış politika ile ilgili olarak Fransa’nın ünlü Devlet Adamı De Gaulle, şu sözleriyle ünlüdür:
“Fransa’nın dış meseleleriyle ilgili, olarak bir beyanat vereceğim zaman günlerce düşünürüm; düşündüklerimi not ederim; bu notları, işin uzmanlarına vererek yazılı metin haline getirtirim. Konuşacağım zaman da; asla ve asla, o yazılı metnin dışına çıkmam.”
Sayın BAŞBAKAN;
Bir önemli hususu daha arz etmekte sakınca görmüyorum. O da şudur:
Hemen, hemen her konuşmanızda; “Türkiye, on yıllardır bir adım ileriye gitmemiş. Türkiye artık, o eski Türkiye değil. Onlar, gemiyi batırdı; biz, yüzdürüyoruz.”Eskiden su akar, Türk bakar” denirdi. Şimdi biz, bunu tersine çevirdik.” Sözlerini söylemektesiniz. Bu sözleriniz, aksini düşünenler olsa da, halk arasında gerginlik ve burukluk yaratmaktadır. Zira; sizden evvelki iktidarlar sizin iktidarınıza, önemli miktarda ve çok değerli varlıklar devretmişlerdir. Bu gerçeği inkâr etmek mümkün değildir. Alt yapısı ve sanayi tesisleriyle çok zengin bir varlık devraldınız. Bu varlıkların bazılarının yabancılara satışından 50 milyar dolar gelir de sağladınız. Barajlar, elektrik santralleri, otoyollar ve köprüler dahî, başlı başına önemli birer değerdir. İhracatta lider konumunda olan otomotiv sanayi dahî, size miras olarak bırakılan önemli varlıktır.
“Bu, nasıl gemi batırmadır, nasıl bir adım ileriye gitmemedir, nasıl bir akan suya bakmadır?”diye sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?
Unutulmamalıdır:
Boğaz köprüleriyle otoyollar, yılda 1000 km. lüks yol yapımına yetecek bir gelire sahiptir.
Elbette ki; iktidarda olmanız hasebiyle, siz de hizmete devam edeceksiniz. Bu hizmetleri yaparken geçmişi kötülemek ve inkâr etmek; kime, ne fayda sağlayacaktır? Hem de, iktidarınız döneminde fakirleşen ve borç yükü altında ezilen bir halk varken!...
Konuşmalarınızda; “İktidara geldiğimiz zaman raflarda bulduğumuz tozlu dosyaları açmaya başladığımız zaman, değişik çevrelerden, o malûm çevrelerden koro halinde itirazlar geldi.” ifadelerini kullanmaktasınız.
Bir Başbakan olarak örtülü konuşmanız doğru değildir. Çevreleri ve dosyaları da açıklamalısınız. Ki; biz vatandaşlar, doğru yolu bulalım ve değerlendirmelerimizi, ona göre yapalım. Kastınız;
Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen “ERGENEKON DAVASI” ise; bunu da bilmek isteriz. Zira; bu dava, yargı safhasındadır ve yoruma tabî tutulamaz.
2 Şubat gecesi Star Televizyonu’nda seyrettiğim ARENA programı, beni, hayrette bıraktı. İzlerken irkildim ve endişeye kapıldım. Kasetini buldurup izlemenizde, sayısız faydalar vardır. Zaten bu maksatla bu hususu, bilgilerinize ve takdirlerinize arz etmeyi uygun buldum.
Milletimizin yaradılışındaki özelliktir:
Bizim insanlarımız, idarecilerine karşı daimâ bağlı ve saygılıdırlar ve de, idarecilerinin sözlerine kıymet verirler. Hattâ, söz ve davranışlarını, hüccet (delil, vesika, senet, şâhit) kabul ederler. Milletimizin bu özelliğine binâen ülkeyi idare edenler, “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” Gerçeğine göre hareket etmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden, vatandaşlık görevini, eksiksiz biçimde yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
0216- 4181726
BAŞBAKAN ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 3 Şubat 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Bugün, siyasî partilerin TRT-3 kanalı tarafından naklen yayınlanan grup toplantılarını, dikkatle izledim. Temenni ve arzum şudur:
Naklen yapılan bu yayınlar, artık sona erdirilmelidir. Zira; bu toplantılar, siyasî amaçlı olarak yapıldığı için faydasızdır ve halk arasındaki kutuplaşmaları arttırmaktadır. Siyasî parti liderlerinin yaptıkları konuşmalar, vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmamaktadır. Hem de lüzumsuz yere, halkı germektedir. Çünkü halk, sözün doğruluğuna veya yanlışlığına göre değil de; sözün, kimin tarafından söylendiğine göre değerlendirme yapmaktadır. Üstelik; liderlerin konuşmaları ufuk açıcı değildir ve hemen, hemen evvelce yapılan konuşmaların tekrarı niteliğindedir.
Örnekleri arz ediyorum:
Bugünkü konuşmanızda iki feribotu ve bir vapuru hizmete soktuğunuzu belirttiniz. Bunu da, çok büyük bir hizmetmiş gibi takdim ettiniz. Sizden evvel İstanbul’da vapurlar ve iskeleler yok muydu? Yolcu vapurları, deniz otobüsleri, araba vapurları hizmet vermiyor muydu? Zaten İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, bu işin reklâmını yeteri kadar yapıyor. İşte Belediyenin bir reklâm panosu:
“87 iskele, 74 vapurla yolcu taşımacılığında İDO’yu, 4 yıl zarfında, dünyanın en büyük şirketi haline getirdik!” Sanki, bütün vapurlar ve iskeleler, 4 yılda yapılmış gibi!..
İkinci husus ise; Türkiye’nin dış politika sorunlarının, meydan nutukları üslûbunda tartışılmasıdır. Bir ülkenin dış politikasını, bulunduğu coğrafyası belirler. Coğrafî özelliklerinin önemine göre de bir ülke, daimâ iç ve dış husumetlere maruzdur. Haklılık veya haksızlık, dış politikalar için pek önem arz etmez. Dış politikada geçerli hukuk, para ve silâhtan oluşan güce dayanır. Örnek:
Kıbrıs konusunda haklılığımız ve iyi niyetimiz, bütün dünya ülkeleri tarafından bilinmektedir. Ama; bu, hiçbir zaman lehimize kullanılmamış ve hattâ, her şey aleyhimize kullanılmıştır. Haksız durumdaki ve kötü niyetli Yunanistan, her plâtformda hak etmediği her şeyi almıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Müslüman ülkeler dâhil, bizden başka tanıyan ülke yoktur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ABD, Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. (3 Mart 1975).
Şubat 1967 ve 12 Aralık 1976’da Sovyetler Birliği ile yaptığımız “Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşmaları, başımıza dert açmıştır.
Dış politika ile ilgili olarak Fransa’nın ünlü Devlet Adamı De Gaulle, şu sözleriyle ünlüdür:
“Fransa’nın dış meseleleriyle ilgili, olarak bir beyanat vereceğim zaman günlerce düşünürüm; düşündüklerimi not ederim; bu notları, işin uzmanlarına vererek yazılı metin haline getirtirim. Konuşacağım zaman da; asla ve asla, o yazılı metnin dışına çıkmam.”
Sayın BAŞBAKAN;
Bir önemli hususu daha arz etmekte sakınca görmüyorum. O da şudur:
Hemen, hemen her konuşmanızda; “Türkiye, on yıllardır bir adım ileriye gitmemiş. Türkiye artık, o eski Türkiye değil. Onlar, gemiyi batırdı; biz, yüzdürüyoruz.”Eskiden su akar, Türk bakar” denirdi. Şimdi biz, bunu tersine çevirdik.” Sözlerini söylemektesiniz. Bu sözleriniz, aksini düşünenler olsa da, halk arasında gerginlik ve burukluk yaratmaktadır. Zira; sizden evvelki iktidarlar sizin iktidarınıza, önemli miktarda ve çok değerli varlıklar devretmişlerdir. Bu gerçeği inkâr etmek mümkün değildir. Alt yapısı ve sanayi tesisleriyle çok zengin bir varlık devraldınız. Bu varlıkların bazılarının yabancılara satışından 50 milyar dolar gelir de sağladınız. Barajlar, elektrik santralleri, otoyollar ve köprüler dahî, başlı başına önemli birer değerdir. İhracatta lider konumunda olan otomotiv sanayi dahî, size miras olarak bırakılan önemli varlıktır.
“Bu, nasıl gemi batırmadır, nasıl bir adım ileriye gitmemedir, nasıl bir akan suya bakmadır?”diye sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?
Unutulmamalıdır:
Boğaz köprüleriyle otoyollar, yılda 1000 km. lüks yol yapımına yetecek bir gelire sahiptir.
Elbette ki; iktidarda olmanız hasebiyle, siz de hizmete devam edeceksiniz. Bu hizmetleri yaparken geçmişi kötülemek ve inkâr etmek; kime, ne fayda sağlayacaktır? Hem de, iktidarınız döneminde fakirleşen ve borç yükü altında ezilen bir halk varken!...
Konuşmalarınızda; “İktidara geldiğimiz zaman raflarda bulduğumuz tozlu dosyaları açmaya başladığımız zaman, değişik çevrelerden, o malûm çevrelerden koro halinde itirazlar geldi.” ifadelerini kullanmaktasınız.
Bir Başbakan olarak örtülü konuşmanız doğru değildir. Çevreleri ve dosyaları da açıklamalısınız. Ki; biz vatandaşlar, doğru yolu bulalım ve değerlendirmelerimizi, ona göre yapalım. Kastınız;
Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilen “ERGENEKON DAVASI” ise; bunu da bilmek isteriz. Zira; bu dava, yargı safhasındadır ve yoruma tabî tutulamaz.
2 Şubat gecesi Star Televizyonu’nda seyrettiğim ARENA programı, beni, hayrette bıraktı. İzlerken irkildim ve endişeye kapıldım. Kasetini buldurup izlemenizde, sayısız faydalar vardır. Zaten bu maksatla bu hususu, bilgilerinize ve takdirlerinize arz etmeyi uygun buldum.
Milletimizin yaradılışındaki özelliktir:
Bizim insanlarımız, idarecilerine karşı daimâ bağlı ve saygılıdırlar ve de, idarecilerinin sözlerine kıymet verirler. Hattâ, söz ve davranışlarını, hüccet (delil, vesika, senet, şâhit) kabul ederler. Milletimizin bu özelliğine binâen ülkeyi idare edenler, “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” Gerçeğine göre hareket etmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden, vatandaşlık görevini, eksiksiz biçimde yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
0216- 4181726
Siyaset ve Devlet.
Sayın Tansu Çiller
DYP Genel Başkanı
Ankara 19 Nisan 2000
Hürriyet Gazetesi Yazarı Pınar Türenç’le yapmış olduğunuz ve Hürriyet Gazetesi’nin 18/19 Nisan 2000 tarihli nüshalarında yayınlanan söyleşinizi dikkatle okudum. Ülke sorunlarıyla hiç ilgisi olmayan yüzeysel sorulara dahi, tutarlı ve ufuk çizici cevaplar verememişsiniz.
Sadece reklâma dayalı ve gündemde kalabilme amacını taşıyan bu gibi beyanlarla nereye kadar gidebileceğinizi merak ediyorum. Aslında âkibet bellidir; ama, yine de merak ediyorum.
Sebebine gelince:
Ülkenin gerçekten çimentosu konumunda olan tutarlı, hedefleri bilinen, her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran ve mazisinde utanılacak bir lekesi olmayan DYP gibi bir partiyi, “Yeni bir seçimde acaba,barajı aşabilir mi?” noktasına getirdikten sonra, siyasete devam etmemeniz gerekirdi. Aslında, CHP’nin seçim barajını aşamaması sebebiyle Meclis’e girebilmiş bir Genel Başkan olmanız sebebiyle, partiye gönül vermiş insanlarımızı rencide etmemek için suskun kalmanız daha hayırlı olurdu.
Medeniyetini taklide çalıştığınız ve bir zamanlar “İkinci Vatanım” dediğiniz Amerika’da siyasetin erdemi, bunu gerektirmektedir. Elbette ki Türkiye, en az Amerika’daki kadar bir siyaset erdemi ister. Çünkü siyaset, bir takım kişilerin egolarını tatmin eden bir vasıta değildir. Aksi halde; Türkiye, hiçbir zaman tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olamaz.
Kaderinizin bir cilvesi olarak esen bir rüzgârla geldiniz ve devrinizi tamamladınız. Siyaseti de, ülke idaresini de başaramadınız. Bu durum karşısında size düşen görev bellidir:
“Nehirler ters akar mı, akmaz mı?” tartışmasını bir kenara bırakarak özel hayatınıza dönmektir. Bu gerçek, en önemli göreviniz olmalıdır. Hattâ bu; sizi, en yüce makamlara getiren bu büyük millete karşı borcunuzdur.
Görüşlerim ve sözlerim hoşunuza gitmeyebilir. Yadırgamam. İddianız büyük olabilir. Size, iddianızı ispat etme fırsatı da verebilirim. Bunun yöntemi de bellidir:
İstediğiniz televizyon kanalında sizinle, Türkiye’nin meselelerini tartışmaya ve başarılarınızı ve başarısızlıklarınızı, her ferdin anlayacağı biçimde teşhir etmeye hazırım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
0216-4181726
DYP Genel Başkanı
Ankara 19 Nisan 2000
Hürriyet Gazetesi Yazarı Pınar Türenç’le yapmış olduğunuz ve Hürriyet Gazetesi’nin 18/19 Nisan 2000 tarihli nüshalarında yayınlanan söyleşinizi dikkatle okudum. Ülke sorunlarıyla hiç ilgisi olmayan yüzeysel sorulara dahi, tutarlı ve ufuk çizici cevaplar verememişsiniz.
Sadece reklâma dayalı ve gündemde kalabilme amacını taşıyan bu gibi beyanlarla nereye kadar gidebileceğinizi merak ediyorum. Aslında âkibet bellidir; ama, yine de merak ediyorum.
Sebebine gelince:
Ülkenin gerçekten çimentosu konumunda olan tutarlı, hedefleri bilinen, her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran ve mazisinde utanılacak bir lekesi olmayan DYP gibi bir partiyi, “Yeni bir seçimde acaba,barajı aşabilir mi?” noktasına getirdikten sonra, siyasete devam etmemeniz gerekirdi. Aslında, CHP’nin seçim barajını aşamaması sebebiyle Meclis’e girebilmiş bir Genel Başkan olmanız sebebiyle, partiye gönül vermiş insanlarımızı rencide etmemek için suskun kalmanız daha hayırlı olurdu.
Medeniyetini taklide çalıştığınız ve bir zamanlar “İkinci Vatanım” dediğiniz Amerika’da siyasetin erdemi, bunu gerektirmektedir. Elbette ki Türkiye, en az Amerika’daki kadar bir siyaset erdemi ister. Çünkü siyaset, bir takım kişilerin egolarını tatmin eden bir vasıta değildir. Aksi halde; Türkiye, hiçbir zaman tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olamaz.
Kaderinizin bir cilvesi olarak esen bir rüzgârla geldiniz ve devrinizi tamamladınız. Siyaseti de, ülke idaresini de başaramadınız. Bu durum karşısında size düşen görev bellidir:
“Nehirler ters akar mı, akmaz mı?” tartışmasını bir kenara bırakarak özel hayatınıza dönmektir. Bu gerçek, en önemli göreviniz olmalıdır. Hattâ bu; sizi, en yüce makamlara getiren bu büyük millete karşı borcunuzdur.
Görüşlerim ve sözlerim hoşunuza gitmeyebilir. Yadırgamam. İddianız büyük olabilir. Size, iddianızı ispat etme fırsatı da verebilirim. Bunun yöntemi de bellidir:
İstediğiniz televizyon kanalında sizinle, Türkiye’nin meselelerini tartışmaya ve başarılarınızı ve başarısızlıklarınızı, her ferdin anlayacağı biçimde teşhir etmeye hazırım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
0216-4181726
2 Şubat 2009 Pazartesi
Hatalı ve hasta model!
Sayın Rahmi Koç
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 11/04/2002
Sayın KOÇ;
Ford Otomotiv Sanayii’nin Olağan Genel Kurulu’nun ardından gazetecilerin sorularına ilginç cevaplar vermişsiniz. Örnek:
Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi tartışmalarına ilişkin bir soru üzerine, şu açıklamayı yapmışsınız:
“Bizler, her durumda ağlıyoruz. Tepkiyi gösteriyoruz. Karlarımız azalıyor, ihracatta bazı piyasaları kaybediyoruz, mal satamıyoruz... Öbür tarafta da, TL. kıymetlendiği zaman, ithalat nispeten daha ucuza geliyor. Orada da, seviniyoruz. O bakımdan kimin şapkasını giydiğimize bağlı TL. meselesi.”
Ülkenin anlı, şanlı ve de, ülke yönetimini etkisi altında tutan işadamlarının durumunu gayet net açıklayan, bundan daha tutarlı bir ifade bulunamaz. Evet; bu sözlerinizle, 20 yıldan beri ülkeyi kasıp, kavuran; üretken bir ekonomi modelini, rant esasına göre şekillendiren ve kur-faiz makasında yaratılan çarpık yapının varlığını tescil etmişsiniz
Bu görüşüm, doğru değil midir?
Sayın Koç;
Şikayet, insanın doğasında vardır. Hele; müstakbel nesilleri düşünmeyen ve sadece günlük çıkarlarını hedef alan kişiler, yeri, göğü inleterek feryat ederler. Ama; yarattıkları ve yaşattıkları çarpık modellerin; bir gün, kendilerini de inleteceğini, zamanında, asla ve asla düşünemezler.
Düşünebilme noktasına geldiklerinde ise; artık, çok geçtir ve iş, işten geçmiş olur
Bugün Türkiye, bu noktaya gelmiştir. Ve “İstanbul Yaklaşımı” adı verilen feryat, ülkenin ufkunu kaplamıştır.
Neden?
Çünkü; kur- faiz makasında yaratılan tatlı rant, ahlakı, fazileti ve en önemlisi ülkenin ve milletin çıkarlarını gözetmek gibi ulvi bir vatan sevgisini ortadan kaldırmıştır. Tabir caizse; paranın üstündeki yazı, bütün değerlerin önüne geçmiştir.
Hepinizin gayet iyi bildiği gerçek şudur:
20 yıldan beri yaşatılan modelde; ya ani kur artışları veya beklenmeyen büyük oranlı devalüasyonlar veya uzun süreli sabit kur uygulamaları ile büyük rantlar yaratılmış ve ülkenin varlık kumaşı doğranarak, bir avuç insan arasında paylaşılmıştır.
Bu modelin yaratıcıları ve yaşatıcıları, ithalat ve ihracatın tekelleri olduğu için de; model, yeteri kadar tartışılmamış ve siyasi iktidarlar, yanlış yönlendirilmiştir. Sistemin hakimi kişi ve guruplar, birbirleriyle kavgaya tutuştukları zaman da, “Kriz” adı verilen fiili durumlar, ülkeyi ve milleti perişan etmiştir. Bu noktaya gelindiği zaman da herkes, devletten şikayetçi olmuştur.
Ekonominin asıl derdi, özel sektörün açıkları olduğu halde; kabahat, daima devlette aranmış ve bu arayış sebebiyle, siyasi iktidarlar baskı altına alınarak, özel sektörün açıklarının faturası, devlete ödetilmiştir.
Neden?
Çünkü; döviz tacirleri, sıcak para rantçıları, enflasyon ve faiz lobileri, kara para sahipleri, öyle olmasını istemişlerdir de, ondan!...
Neticede de Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir.
Sayın Koç;
Ciddi yatırım yapacak güç elde etmek istiyorsanız ve artan nüfusa iş imkanları sağlamak istiyorsanız; evvela, Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımaya çalışınız. Zira; Türkiye’nin gücü ve Türk milletinin yaratıcılığı, işlerin düzelmesi için yeterlidir.
Ve biliniz ki; “DÖVİZ-FAİZ-BORSA” üçgeninde yaratılan RANT sistemi, Türkiye’yi güçsüz; Türk milletini de, çaresiz bırakmıştır. Çünkü bu sistem, “SOSYAL REFAH DEVLETİ” kavramını yıkmıştır.
Büyük Atatürk, ne güzel söylemiş:
“Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden kolay yaşamayı alışkanlık haline getiren milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkum olurlar!”
Ancak; bu gerçeği öğrenemeyen, anlayamayan ve hayata geçiremeyenler, dışarıdan gelecek dış kaynaklardan medet umarlar. Dış kaynak gelse dahi, gelen kaynağı, kendi aralarında bölüştükleri için, hedef gerçekleştiremezler. Türkiye’de öyle de olmuştur; gelen dış kaynaklar, kur-faiz makasında, bir avuç insan tarafından yağmalanmıştır ve dünya üzerinde, dış borçları sebebiyle taviz veren bir Türkiye yapısı ortaya çıkmıştır.
Hiç aklınızdan çıkarmayınız:
Her fert ve kuruluş, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayışında olduğu ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıdığı zaman Türkiye yücelir ve Türk milleti refaha ulaşır.
Şimdi; oturup, bir düşününüz: acaba siz, hangi noktadasınız ve görevinizi yerine getirdiniz mi?
Dolar ticaretini en güçlü ve en büyük sektör haline getiren para politikalarını hiç eleştirmediğiniz için, görevinizi yerine getirmediğinize ve sorumluluk taşımadığınıza inanıyorum.
İsteseniz de, bunu başaramazsınız. Zira; görevlendirdiğiniz ekonomistlerin ve iktisatçıların, paranın üstündeki yazıdan başka bir hedef gütmeyen kişilerden oluştuğuna inanıyorum.
Saygılarımla.
ECZ. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Hazine’nin 9 Nisan 2002 tarihinde gerçekleştirdiği ihaleye 3.9 katrilyon
liralık teklif veren grupların bulunduğu Türkiye’de, sermaye yokluğundan bahsetmek,
vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur.
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 11/04/2002
Sayın KOÇ;
Ford Otomotiv Sanayii’nin Olağan Genel Kurulu’nun ardından gazetecilerin sorularına ilginç cevaplar vermişsiniz. Örnek:
Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi tartışmalarına ilişkin bir soru üzerine, şu açıklamayı yapmışsınız:
“Bizler, her durumda ağlıyoruz. Tepkiyi gösteriyoruz. Karlarımız azalıyor, ihracatta bazı piyasaları kaybediyoruz, mal satamıyoruz... Öbür tarafta da, TL. kıymetlendiği zaman, ithalat nispeten daha ucuza geliyor. Orada da, seviniyoruz. O bakımdan kimin şapkasını giydiğimize bağlı TL. meselesi.”
Ülkenin anlı, şanlı ve de, ülke yönetimini etkisi altında tutan işadamlarının durumunu gayet net açıklayan, bundan daha tutarlı bir ifade bulunamaz. Evet; bu sözlerinizle, 20 yıldan beri ülkeyi kasıp, kavuran; üretken bir ekonomi modelini, rant esasına göre şekillendiren ve kur-faiz makasında yaratılan çarpık yapının varlığını tescil etmişsiniz
Bu görüşüm, doğru değil midir?
Sayın Koç;
Şikayet, insanın doğasında vardır. Hele; müstakbel nesilleri düşünmeyen ve sadece günlük çıkarlarını hedef alan kişiler, yeri, göğü inleterek feryat ederler. Ama; yarattıkları ve yaşattıkları çarpık modellerin; bir gün, kendilerini de inleteceğini, zamanında, asla ve asla düşünemezler.
Düşünebilme noktasına geldiklerinde ise; artık, çok geçtir ve iş, işten geçmiş olur
Bugün Türkiye, bu noktaya gelmiştir. Ve “İstanbul Yaklaşımı” adı verilen feryat, ülkenin ufkunu kaplamıştır.
Neden?
Çünkü; kur- faiz makasında yaratılan tatlı rant, ahlakı, fazileti ve en önemlisi ülkenin ve milletin çıkarlarını gözetmek gibi ulvi bir vatan sevgisini ortadan kaldırmıştır. Tabir caizse; paranın üstündeki yazı, bütün değerlerin önüne geçmiştir.
Hepinizin gayet iyi bildiği gerçek şudur:
20 yıldan beri yaşatılan modelde; ya ani kur artışları veya beklenmeyen büyük oranlı devalüasyonlar veya uzun süreli sabit kur uygulamaları ile büyük rantlar yaratılmış ve ülkenin varlık kumaşı doğranarak, bir avuç insan arasında paylaşılmıştır.
Bu modelin yaratıcıları ve yaşatıcıları, ithalat ve ihracatın tekelleri olduğu için de; model, yeteri kadar tartışılmamış ve siyasi iktidarlar, yanlış yönlendirilmiştir. Sistemin hakimi kişi ve guruplar, birbirleriyle kavgaya tutuştukları zaman da, “Kriz” adı verilen fiili durumlar, ülkeyi ve milleti perişan etmiştir. Bu noktaya gelindiği zaman da herkes, devletten şikayetçi olmuştur.
Ekonominin asıl derdi, özel sektörün açıkları olduğu halde; kabahat, daima devlette aranmış ve bu arayış sebebiyle, siyasi iktidarlar baskı altına alınarak, özel sektörün açıklarının faturası, devlete ödetilmiştir.
Neden?
Çünkü; döviz tacirleri, sıcak para rantçıları, enflasyon ve faiz lobileri, kara para sahipleri, öyle olmasını istemişlerdir de, ondan!...
Neticede de Türkiye; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir.
Sayın Koç;
Ciddi yatırım yapacak güç elde etmek istiyorsanız ve artan nüfusa iş imkanları sağlamak istiyorsanız; evvela, Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımaya çalışınız. Zira; Türkiye’nin gücü ve Türk milletinin yaratıcılığı, işlerin düzelmesi için yeterlidir.
Ve biliniz ki; “DÖVİZ-FAİZ-BORSA” üçgeninde yaratılan RANT sistemi, Türkiye’yi güçsüz; Türk milletini de, çaresiz bırakmıştır. Çünkü bu sistem, “SOSYAL REFAH DEVLETİ” kavramını yıkmıştır.
Büyük Atatürk, ne güzel söylemiş:
“Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden kolay yaşamayı alışkanlık haline getiren milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkum olurlar!”
Ancak; bu gerçeği öğrenemeyen, anlayamayan ve hayata geçiremeyenler, dışarıdan gelecek dış kaynaklardan medet umarlar. Dış kaynak gelse dahi, gelen kaynağı, kendi aralarında bölüştükleri için, hedef gerçekleştiremezler. Türkiye’de öyle de olmuştur; gelen dış kaynaklar, kur-faiz makasında, bir avuç insan tarafından yağmalanmıştır ve dünya üzerinde, dış borçları sebebiyle taviz veren bir Türkiye yapısı ortaya çıkmıştır.
Hiç aklınızdan çıkarmayınız:
Her fert ve kuruluş, ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayışında olduğu ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıdığı zaman Türkiye yücelir ve Türk milleti refaha ulaşır.
Şimdi; oturup, bir düşününüz: acaba siz, hangi noktadasınız ve görevinizi yerine getirdiniz mi?
Dolar ticaretini en güçlü ve en büyük sektör haline getiren para politikalarını hiç eleştirmediğiniz için, görevinizi yerine getirmediğinize ve sorumluluk taşımadığınıza inanıyorum.
İsteseniz de, bunu başaramazsınız. Zira; görevlendirdiğiniz ekonomistlerin ve iktisatçıların, paranın üstündeki yazıdan başka bir hedef gütmeyen kişilerden oluştuğuna inanıyorum.
Saygılarımla.
ECZ. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not: Hazine’nin 9 Nisan 2002 tarihinde gerçekleştirdiği ihaleye 3.9 katrilyon
liralık teklif veren grupların bulunduğu Türkiye’de, sermaye yokluğundan bahsetmek,
vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur.
1 Şubat 2009 Pazar
Şişirilmiş Şöhretler.
Sayın Mehmet Tezkan
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 16 Haziran 2002
15 Haziran 2002 tarihli ve “Halk, Kemal Derviş’i neden seviyor?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Bir süredir kafamı kurcalayan bir soru var.
Halk Derviş’i niye seviyor?..
Kemal Derviş politikacı değil. Attığı temel, yaptığı baraj, kurdelasını kestiği fabrika bile yok..
Yani, “Bu da benim eserim” dediği bir icraatı yok...
Peki o zaman halk neden seviyor?..” diyorsunuz ve şaşırmış görünüyorsunuz..
Sayın Tezkan;
Yaptığınız propagandayı anlarım. Ama, şaşırmış görünmenize aldanmam. Sebebine gelince:
Temel atan, baraj yapan, fabrika kurdelası kesen ve eserler veren kişiler, bu ülkede hep kötülenmişlerdir. Şişirilmiş şöhretler ise; ülkeye, zarar da verseler, hep övülmüşlerdir. Üstelik; halkın neyi sevip sevmeyeceği gayet iyi bilinirken; medya tarafından şişirilen şöhretlerle, daima halkın zihni karıştırılmıştır. Ekonomi, iktisat, tarih ve coğrafya bilgisinden yoksun kalemşorler, geçim gailesi altında ezilen halkı, daima yanıltmışlardır.
Bu örneklerden bir tanesi de, yere göğe sığdıramadığınız Kemal Derviş’tir.
Kurtarıcı olarak ilan edilen Kemal Derviş, 15 ay evvel göreve başladı. Bu müddet zarfında;
1 milyon 200 bin kişi, işini kaybetti.
15 bin fabrika, 400 bin küçük işyeri kapandı.
Yatırımlar durdu.
8-10 bankanın mutlak egemenliğini sağlamak için 22 banka kapatıldı.
İç borçlar, 39 katrilyon liradan, 126 katrilyon liraya yükseldi.
IMF’den temin edilen 33 milyar dolar buharlaştı.
Kur- Faiz makasında yaşatılan müthiş oyunla, FON bankaları ile Kamu Bankalarına aktarılan
60 katrilyon liralık Hazine Bonosu, kuş olup uçtu.
Halk, akıl almaz biçimde fakirleşti.
Yabancı finans kuruluşlarının alacakları, Hazine garantisi altına alındı.
Bu tabloya rağmen, “Halk, Kemal Derviş’i seviyor.” diyenler varsa; hiç şüphesiz, Kemal Derviş’in propagandistleridir. Ki; bu sayede, Kemal Derviş’i, siyasete hazırlamaktadırlar.
Zaten Kemal Derviş de, bu sevdaya kapılmış ve “Seçim tarihi belirlensin ki; herkes önünü görsün, belirsizlik, “ne olacak?” telaşı ortadan kalksın” demektedir. Medya desteği elindeyken, fırsatı kaçırmak istememektedir.
Bu da, gayet normaldir. Zira; çarpık sistemden yararlananlar, Kemal Derviş’i, alabildiğine parlatacaklardır.
Halk mı?
O da, ne demektir?
Türkiye’yi esir alan 8-10 banka ile 10-15 holding varken; halkın bir anlamı olur mu?
Şimdi siz, istediğiniz kadar “Kemal Derviş, Amerika’nın ve IMF’nin adamı değildir.” deyiniz; gerçekleri örtemezsiniz. Zira;
Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya ve Ortadoğu’da büyük hesapları olan Amerika, bu coğrafyada, kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran huzurlu, mutlu, hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran bir büyük Türkiye istemez.
Ya ne ister?
Amerika’nın istediği bellidir:
Kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç, “Otur” denilen yerde oturan, “Kalk” denen yerde kalkan; huzursuz, mutsuz, iç gailelerle boğuşan ve gerçek hedeflerinden uzaklaşan güçsüz bir Türkiye!..
Amerika’nın bu hedefini bilmeyenler, bildikleri halde söylemeyenler veya anlayamayanlar veya Türkiye’nin gerçek gücünü göremeyenler, IMF’den 33 milyar dolar temin edildi diye, Kemal Derviş’i, hak etmediği biçimde göklere çıkararak, parlatırlar.
Daima da, böyle olmuştur.
Sayın Tezkan;
Tarihin ibret dolu sayfalarında, tekzip edilemeyen gerçek şudur:
Övülmesi gerekenleri yermek, yerilmesi gerekenleri övmek, bir milletin yıkım sebebidir.
Şişirilmiş şöhret Kemal Derviş’i göklere çıkaracağınıza, Büyük Atatürk’ün şu ünlü sözlerini, tekrar, tekrar okuyunuz:
“Çalışmadan, üretmeden, öğrenmeden, kolay yaşamayı alışkanlık haline getiren milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkûm olurlar.”
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Not:
Unutulmamalıdır:
Yardım almaya alışanlar, zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 16 Haziran 2002
15 Haziran 2002 tarihli ve “Halk, Kemal Derviş’i neden seviyor?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Bir süredir kafamı kurcalayan bir soru var.
Halk Derviş’i niye seviyor?..
Kemal Derviş politikacı değil. Attığı temel, yaptığı baraj, kurdelasını kestiği fabrika bile yok..
Yani, “Bu da benim eserim” dediği bir icraatı yok...
Peki o zaman halk neden seviyor?..” diyorsunuz ve şaşırmış görünüyorsunuz..
Sayın Tezkan;
Yaptığınız propagandayı anlarım. Ama, şaşırmış görünmenize aldanmam. Sebebine gelince:
Temel atan, baraj yapan, fabrika kurdelası kesen ve eserler veren kişiler, bu ülkede hep kötülenmişlerdir. Şişirilmiş şöhretler ise; ülkeye, zarar da verseler, hep övülmüşlerdir. Üstelik; halkın neyi sevip sevmeyeceği gayet iyi bilinirken; medya tarafından şişirilen şöhretlerle, daima halkın zihni karıştırılmıştır. Ekonomi, iktisat, tarih ve coğrafya bilgisinden yoksun kalemşorler, geçim gailesi altında ezilen halkı, daima yanıltmışlardır.
Bu örneklerden bir tanesi de, yere göğe sığdıramadığınız Kemal Derviş’tir.
Kurtarıcı olarak ilan edilen Kemal Derviş, 15 ay evvel göreve başladı. Bu müddet zarfında;
1 milyon 200 bin kişi, işini kaybetti.
15 bin fabrika, 400 bin küçük işyeri kapandı.
Yatırımlar durdu.
8-10 bankanın mutlak egemenliğini sağlamak için 22 banka kapatıldı.
İç borçlar, 39 katrilyon liradan, 126 katrilyon liraya yükseldi.
IMF’den temin edilen 33 milyar dolar buharlaştı.
Kur- Faiz makasında yaşatılan müthiş oyunla, FON bankaları ile Kamu Bankalarına aktarılan
60 katrilyon liralık Hazine Bonosu, kuş olup uçtu.
Halk, akıl almaz biçimde fakirleşti.
Yabancı finans kuruluşlarının alacakları, Hazine garantisi altına alındı.
Bu tabloya rağmen, “Halk, Kemal Derviş’i seviyor.” diyenler varsa; hiç şüphesiz, Kemal Derviş’in propagandistleridir. Ki; bu sayede, Kemal Derviş’i, siyasete hazırlamaktadırlar.
Zaten Kemal Derviş de, bu sevdaya kapılmış ve “Seçim tarihi belirlensin ki; herkes önünü görsün, belirsizlik, “ne olacak?” telaşı ortadan kalksın” demektedir. Medya desteği elindeyken, fırsatı kaçırmak istememektedir.
Bu da, gayet normaldir. Zira; çarpık sistemden yararlananlar, Kemal Derviş’i, alabildiğine parlatacaklardır.
Halk mı?
O da, ne demektir?
Türkiye’yi esir alan 8-10 banka ile 10-15 holding varken; halkın bir anlamı olur mu?
Şimdi siz, istediğiniz kadar “Kemal Derviş, Amerika’nın ve IMF’nin adamı değildir.” deyiniz; gerçekleri örtemezsiniz. Zira;
Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya ve Ortadoğu’da büyük hesapları olan Amerika, bu coğrafyada, kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulan her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran huzurlu, mutlu, hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelmesini başaran bir büyük Türkiye istemez.
Ya ne ister?
Amerika’nın istediği bellidir:
Kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç, “Otur” denilen yerde oturan, “Kalk” denen yerde kalkan; huzursuz, mutsuz, iç gailelerle boğuşan ve gerçek hedeflerinden uzaklaşan güçsüz bir Türkiye!..
Amerika’nın bu hedefini bilmeyenler, bildikleri halde söylemeyenler veya anlayamayanlar veya Türkiye’nin gerçek gücünü göremeyenler, IMF’den 33 milyar dolar temin edildi diye, Kemal Derviş’i, hak etmediği biçimde göklere çıkararak, parlatırlar.
Daima da, böyle olmuştur.
Sayın Tezkan;
Tarihin ibret dolu sayfalarında, tekzip edilemeyen gerçek şudur:
Övülmesi gerekenleri yermek, yerilmesi gerekenleri övmek, bir milletin yıkım sebebidir.
Şişirilmiş şöhret Kemal Derviş’i göklere çıkaracağınıza, Büyük Atatürk’ün şu ünlü sözlerini, tekrar, tekrar okuyunuz:
“Çalışmadan, üretmeden, öğrenmeden, kolay yaşamayı alışkanlık haline getiren milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkûm olurlar.”
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Not:
Unutulmamalıdır:
Yardım almaya alışanlar, zamanla, buyruk almaya da alışırlar.
Değişmeyen düşünceler ve kalıplar.
Sayın Melih Aşık
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Mayıs 2001
18 Mayıs 2001 tarihli yazınızın,” Çağlayangil” başlığını taşıyan bölümünü okudum.
Kalıcı olsun diye kaydediyorum:
“Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in adına uydurulan bir kafiye vardı:
“İpleri Amerika’ya bağlayangil.”
Rahmetli yaşasaydı da şu Türkiye’yi Amerika’nın kucağına oturtup ülkeyi Washington’dan gelen talimatla yöneten milliyetçi, mukaddesatçı, liberal zevatı görseydi...
Kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?”
Sayın Aşık;
Hiç merak etmeyiniz; rahmetli Çağlayangil yaşasaydı, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmezdi. Zira; Çağlayangil, yaşarken de kendisine haksızlık yapıldığını ve maruz kaldığı çok yönlü husumetlerin mihraklarını gayet iyi biliyordu. Bu sebeple de; her haksızlığa ve husumete, sabırla ve metanetle göğüs geriyordu. Çünkü O;
Türkiye’yi ve Türk milletini çok iyi tanıyor; tarih ve coğrafya biliyor; dünya siyasi tarihini gayet iyi irdeliyor ve Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumunun önemini çok iyi anlıyordu. Bu özelliği sebebiyle de; her yerde, her masada Türkiye’yi savunuyor ve çıkarlarını çok iyi koruyordu. Dolayısıyla Gelişmiş Batı ülkeleri, hem Çağlayangil’den ve hem de içinde bulunduğu hükümetlerden rahatsızlık duyuyordu. Adalet Partisi’ni yıpratmak maksadıyla 1967 yılında başlayan ve 12 Eylül !980 darbesiyle son bulan anarşi ve terör olaylarının
tahrik ve teşvikçiliğini yapmışlardı. Kendilerine “68 Kuşağı” sıfatını yakıştıranlar da, sahneye konan oyunun figüranları olmuşlardır.
İşte; bu bilinen gerçekler karşısında “Çağlayangil, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?” sorusunu soracağınıza; “Bilerek veya bilmeyerek, Amerika’nın tuzağına düşen yaşayan figüranlar utanmazlar mı?” sorusunu sorsaydınız; çok daha şık olurdu ve Çağlayangil’in ruhunu şad ederdiniz...
Geçmişe fikren bir seyahate çıkınız ve hatırlayınız:
1966’da Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin kalkınmasında lazım olan kredilerde kısıntılara gitmişlerdi. Bunun üzerine Demirel 1967 Şubat ayında, daha önceleri sürdürülen temasları geliştirerek (Adnan Menderes’le başlayan temaslar), Rusya ile geniş bir ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması yapmıştı.
17 büyük projeyi kapsayan ve kliring sistemine göre yapılan arlaşmaya göre; 15 yıl vadeli, yüzde 2.5 faizle, kurulacak tesislerin karşılığı olarak Türkiye, dünya piyasalarında serbest dövizle satmakta zorluklarla karşılaştığı fındık, portakal, zeytin gibi malları veriyordu. Yani; para yerine mal...Böyle bir durum, Türkiye’nin işine geliyordu.
Rusya ile yapılan anlaşmalar, daima kendilerinden yana hükümetler arzulayan Amerika ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmişti.
İşte bu anlaşmalar, Türkiye’yi huzursuz eden sokak hareketlerini başlatmıştır. Tahrik ve tertipçileri de, Gelişmiş Batı ülkeleridir.
Geçmişte olup, bitenleri detaylı olarak anlatmaya lüzum yoktur. Ama; yaratılan kaos ortamına rağmen Türkiye, Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesindeki bütün projeleri gerçekleştirmiştir. Yalnız, bir projenin bir ayağı noksan kalmıştır ki; bu ayak, Türkiye’yi, maruz kaldığı bütün sıkıntılardan kurtaracaktı. Noksan kalan ayak, Trabzon’da kurulması ve 1986 yılında işletmeye açılması planlanan KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETRO KİMYA tesisleridir.
Bu projenin önemi, hem Rusya ve hem Türkiye açısından çok büyüktü. Bilindiği gibi Rusya, petrolünü dünya piyasalarına arz etmekte güçlük çekiyordu. Bu proje gerçekleşseydi; Rusya zorlukları aşacak ve Türkiye de, enerji sıkıntısı çekmeyecekti. Trabzon’daki rafineri boru hatları ile Kırıkkale, Aliağa, İzmit rafinerilerine ve Yumurtalık’a bağlanacaktı. Yani Rus Petrolü, Marmara Denizine, Ege Denizine ve Akdenize ulaşacaktı. Bu proje sayesinde Türkiye, enerji hususunda tek kapıya bağımlı kalmayacaktı ve petrol ambargolarına maruz kalmayacaktı. Bilmem ki; Kırıkkale Rafinerisini Romanya ile ve Aliağa Rafinerisi ve Petro Kimya tesislerini Rusya ile gerçekleştirdiğimizi hatırlatmaya lüzum var mıdır?
Sayın Aşık;
İşte bu büyük proje, Amerika’yı ürküttü. Ve Amerika düğmeye basarak, Türkiye’yi huzursuz bir ülke haline getirdi. Solcu hüviyetleriyle meydanlara çıkarak, bilerek veya bilmeyerek bu oyunda figüranlık yapan kişiler; milliyetçi ve mukaddesatçı mihraklar yaratmak gayesiyle “İpleri Amerika’ya bağlayangil” sloganını yaratıverdiler. Başarılı da oldular. Çünkü, kaos ortamında Komünist-Antikomünist tartışmaları, Adalet Partisi’ni zaafa uğratan hareket ve oluşumları sağladı.
Demirel’in 3 Ocak 1976 tarihindeki beyanatı, tarihi bir vesikadır. Demirel, şöyle diyordu:
“İngilteresi, Amerikası, Fransası, Sovyetlerle tam işbirliği halindeyken; Türkiye, neden tek kapıya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan elektrik santralleri alacağım. Yararım neyse, onu yapacağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası ve Avrupa Kalkınma Bankası mı? Hayır! Kısıtlı verdikleriyle yetinmek neden?.Yakında Japonlar gelecek, heyetle...Bir demir-çelik fabrikası da onlarla konuşacağım. Nereden bulursam, oradan alacağım elbette…”
Sayın Aşık;
O yıllarda elbette Türkiye’nin kaynakları kıttı. 1965’te Türkiye’nin 5 milyar dolar dış borcu vardı. Bütün ihracat geliri 500 milyon dolardı. Bu yokluğa rağmen Türkiye, büyük işler başarmıştı. Başarının büyüklüğünü anlamak isteyenler, 1965 Türkiye’si ile 1980 Türkiye’sinin envanterlerine bakmalıdırlar. Bu büyük işler başarılırken Türkiye, borç batağına da batmamıştır. 1980 yılındaki dış borç stoku, 12 milyar dolara ulaşmıştır. 1980 sonrası idarelere devrettiği varlığını, 7 milyar dolar borçlanarak meydana getirmiştir. Bu varlık; 50 milyar doların üstündedir ve 1980 sonrası idarelerin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Dış borcumuzu 120 milyar dolara ve iç borcumuzu 60 milyar dolara ulaştıran idareler, Çağlayangil’in de içinde bulunduğu idarelerin meydana getirdiği varlığı dahi koruyamamışlardır. Rafineri, petro kimya ve demirçelik tesislerine bir ilave yapamamışlardır.
Neden?
Çağlayangil’in de içinde bulunduğu iktidarlar, Türkiye’nin gerçek hedefini kovalamışlardır; bir projeyi gerçekleştirdikten sonra, yeni projelere yönelmişlerdir. Yöneldikleri hedef gayet açıktır:
Kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE...
Bu büyük hedefe karşılık Amerika ve Avrupa ülkelerinin de bir hedefi mevcuttur. O da şudur:
Kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç, “Otur” denilen yerde oturan, “Kalk” denen yerde kalkan; iç gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ve hedefini şaşırmış güçsüz bir TÜRKİYE...
Bir gazetenin köşesine yerleşip kalem oynatan kişiler bir düşünmelidirler:
Acaba, hangi hedefe yönelmişler?
Hedefin doğruluğu, bilgi ve gerçek analizlerle belirlenir. Zira; bilgisiz ve doğru histen mahrum olanlar, anlamadıklarına taparlar. Tapmak bir yana; kamuoyunu da yanıltarak, gelecek nesillerin istikballerini de mahvederler. Türkiye’de olduğu gibi...
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Eki:
Güneri Civaoğlu’nun 12 Mart 1978 tarihli yazısının bir sureti.
Tavsiyem:
Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar, Sorumlular” adlı kitabını okumalısınız.
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Mayıs 2001
18 Mayıs 2001 tarihli yazınızın,” Çağlayangil” başlığını taşıyan bölümünü okudum.
Kalıcı olsun diye kaydediyorum:
“Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in adına uydurulan bir kafiye vardı:
“İpleri Amerika’ya bağlayangil.”
Rahmetli yaşasaydı da şu Türkiye’yi Amerika’nın kucağına oturtup ülkeyi Washington’dan gelen talimatla yöneten milliyetçi, mukaddesatçı, liberal zevatı görseydi...
Kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?”
Sayın Aşık;
Hiç merak etmeyiniz; rahmetli Çağlayangil yaşasaydı, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmezdi. Zira; Çağlayangil, yaşarken de kendisine haksızlık yapıldığını ve maruz kaldığı çok yönlü husumetlerin mihraklarını gayet iyi biliyordu. Bu sebeple de; her haksızlığa ve husumete, sabırla ve metanetle göğüs geriyordu. Çünkü O;
Türkiye’yi ve Türk milletini çok iyi tanıyor; tarih ve coğrafya biliyor; dünya siyasi tarihini gayet iyi irdeliyor ve Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumunun önemini çok iyi anlıyordu. Bu özelliği sebebiyle de; her yerde, her masada Türkiye’yi savunuyor ve çıkarlarını çok iyi koruyordu. Dolayısıyla Gelişmiş Batı ülkeleri, hem Çağlayangil’den ve hem de içinde bulunduğu hükümetlerden rahatsızlık duyuyordu. Adalet Partisi’ni yıpratmak maksadıyla 1967 yılında başlayan ve 12 Eylül !980 darbesiyle son bulan anarşi ve terör olaylarının
tahrik ve teşvikçiliğini yapmışlardı. Kendilerine “68 Kuşağı” sıfatını yakıştıranlar da, sahneye konan oyunun figüranları olmuşlardır.
İşte; bu bilinen gerçekler karşısında “Çağlayangil, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?” sorusunu soracağınıza; “Bilerek veya bilmeyerek, Amerika’nın tuzağına düşen yaşayan figüranlar utanmazlar mı?” sorusunu sorsaydınız; çok daha şık olurdu ve Çağlayangil’in ruhunu şad ederdiniz...
Geçmişe fikren bir seyahate çıkınız ve hatırlayınız:
1966’da Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin kalkınmasında lazım olan kredilerde kısıntılara gitmişlerdi. Bunun üzerine Demirel 1967 Şubat ayında, daha önceleri sürdürülen temasları geliştirerek (Adnan Menderes’le başlayan temaslar), Rusya ile geniş bir ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması yapmıştı.
17 büyük projeyi kapsayan ve kliring sistemine göre yapılan arlaşmaya göre; 15 yıl vadeli, yüzde 2.5 faizle, kurulacak tesislerin karşılığı olarak Türkiye, dünya piyasalarında serbest dövizle satmakta zorluklarla karşılaştığı fındık, portakal, zeytin gibi malları veriyordu. Yani; para yerine mal...Böyle bir durum, Türkiye’nin işine geliyordu.
Rusya ile yapılan anlaşmalar, daima kendilerinden yana hükümetler arzulayan Amerika ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmişti.
İşte bu anlaşmalar, Türkiye’yi huzursuz eden sokak hareketlerini başlatmıştır. Tahrik ve tertipçileri de, Gelişmiş Batı ülkeleridir.
Geçmişte olup, bitenleri detaylı olarak anlatmaya lüzum yoktur. Ama; yaratılan kaos ortamına rağmen Türkiye, Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesindeki bütün projeleri gerçekleştirmiştir. Yalnız, bir projenin bir ayağı noksan kalmıştır ki; bu ayak, Türkiye’yi, maruz kaldığı bütün sıkıntılardan kurtaracaktı. Noksan kalan ayak, Trabzon’da kurulması ve 1986 yılında işletmeye açılması planlanan KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETRO KİMYA tesisleridir.
Bu projenin önemi, hem Rusya ve hem Türkiye açısından çok büyüktü. Bilindiği gibi Rusya, petrolünü dünya piyasalarına arz etmekte güçlük çekiyordu. Bu proje gerçekleşseydi; Rusya zorlukları aşacak ve Türkiye de, enerji sıkıntısı çekmeyecekti. Trabzon’daki rafineri boru hatları ile Kırıkkale, Aliağa, İzmit rafinerilerine ve Yumurtalık’a bağlanacaktı. Yani Rus Petrolü, Marmara Denizine, Ege Denizine ve Akdenize ulaşacaktı. Bu proje sayesinde Türkiye, enerji hususunda tek kapıya bağımlı kalmayacaktı ve petrol ambargolarına maruz kalmayacaktı. Bilmem ki; Kırıkkale Rafinerisini Romanya ile ve Aliağa Rafinerisi ve Petro Kimya tesislerini Rusya ile gerçekleştirdiğimizi hatırlatmaya lüzum var mıdır?
Sayın Aşık;
İşte bu büyük proje, Amerika’yı ürküttü. Ve Amerika düğmeye basarak, Türkiye’yi huzursuz bir ülke haline getirdi. Solcu hüviyetleriyle meydanlara çıkarak, bilerek veya bilmeyerek bu oyunda figüranlık yapan kişiler; milliyetçi ve mukaddesatçı mihraklar yaratmak gayesiyle “İpleri Amerika’ya bağlayangil” sloganını yaratıverdiler. Başarılı da oldular. Çünkü, kaos ortamında Komünist-Antikomünist tartışmaları, Adalet Partisi’ni zaafa uğratan hareket ve oluşumları sağladı.
Demirel’in 3 Ocak 1976 tarihindeki beyanatı, tarihi bir vesikadır. Demirel, şöyle diyordu:
“İngilteresi, Amerikası, Fransası, Sovyetlerle tam işbirliği halindeyken; Türkiye, neden tek kapıya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan elektrik santralleri alacağım. Yararım neyse, onu yapacağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası ve Avrupa Kalkınma Bankası mı? Hayır! Kısıtlı verdikleriyle yetinmek neden?.Yakında Japonlar gelecek, heyetle...Bir demir-çelik fabrikası da onlarla konuşacağım. Nereden bulursam, oradan alacağım elbette…”
Sayın Aşık;
O yıllarda elbette Türkiye’nin kaynakları kıttı. 1965’te Türkiye’nin 5 milyar dolar dış borcu vardı. Bütün ihracat geliri 500 milyon dolardı. Bu yokluğa rağmen Türkiye, büyük işler başarmıştı. Başarının büyüklüğünü anlamak isteyenler, 1965 Türkiye’si ile 1980 Türkiye’sinin envanterlerine bakmalıdırlar. Bu büyük işler başarılırken Türkiye, borç batağına da batmamıştır. 1980 yılındaki dış borç stoku, 12 milyar dolara ulaşmıştır. 1980 sonrası idarelere devrettiği varlığını, 7 milyar dolar borçlanarak meydana getirmiştir. Bu varlık; 50 milyar doların üstündedir ve 1980 sonrası idarelerin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Dış borcumuzu 120 milyar dolara ve iç borcumuzu 60 milyar dolara ulaştıran idareler, Çağlayangil’in de içinde bulunduğu idarelerin meydana getirdiği varlığı dahi koruyamamışlardır. Rafineri, petro kimya ve demirçelik tesislerine bir ilave yapamamışlardır.
Neden?
Çağlayangil’in de içinde bulunduğu iktidarlar, Türkiye’nin gerçek hedefini kovalamışlardır; bir projeyi gerçekleştirdikten sonra, yeni projelere yönelmişlerdir. Yöneldikleri hedef gayet açıktır:
Kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE...
Bu büyük hedefe karşılık Amerika ve Avrupa ülkelerinin de bir hedefi mevcuttur. O da şudur:
Kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç, “Otur” denilen yerde oturan, “Kalk” denen yerde kalkan; iç gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ve hedefini şaşırmış güçsüz bir TÜRKİYE...
Bir gazetenin köşesine yerleşip kalem oynatan kişiler bir düşünmelidirler:
Acaba, hangi hedefe yönelmişler?
Hedefin doğruluğu, bilgi ve gerçek analizlerle belirlenir. Zira; bilgisiz ve doğru histen mahrum olanlar, anlamadıklarına taparlar. Tapmak bir yana; kamuoyunu da yanıltarak, gelecek nesillerin istikballerini de mahvederler. Türkiye’de olduğu gibi...
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı
Eki:
Güneri Civaoğlu’nun 12 Mart 1978 tarihli yazısının bir sureti.
Tavsiyem:
Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar, Sorumlular” adlı kitabını okumalısınız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)