1 Şubat 2009 Pazar

Değişmeyen düşünceler ve kalıplar.

Sayın Melih Aşık
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Mayıs 2001



18 Mayıs 2001 tarihli yazınızın,” Çağlayangil” başlığını taşıyan bölümünü okudum.
Kalıcı olsun diye kaydediyorum:

“Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in adına uydurulan bir kafiye vardı:
“İpleri Amerika’ya bağlayangil.”

Rahmetli yaşasaydı da şu Türkiye’yi Amerika’nın kucağına oturtup ülkeyi Washington’dan gelen talimatla yöneten milliyetçi, mukaddesatçı, liberal zevatı görseydi...

Kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?”

Sayın Aşık;

Hiç merak etmeyiniz; rahmetli Çağlayangil yaşasaydı, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmezdi. Zira; Çağlayangil, yaşarken de kendisine haksızlık yapıldığını ve maruz kaldığı çok yönlü husumetlerin mihraklarını gayet iyi biliyordu. Bu sebeple de; her haksızlığa ve husumete, sabırla ve metanetle göğüs geriyordu. Çünkü O;

Türkiye’yi ve Türk milletini çok iyi tanıyor; tarih ve coğrafya biliyor; dünya siyasi tarihini gayet iyi irdeliyor ve Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumunun önemini çok iyi anlıyordu. Bu özelliği sebebiyle de; her yerde, her masada Türkiye’yi savunuyor ve çıkarlarını çok iyi koruyordu. Dolayısıyla Gelişmiş Batı ülkeleri, hem Çağlayangil’den ve hem de içinde bulunduğu hükümetlerden rahatsızlık duyuyordu. Adalet Partisi’ni yıpratmak maksadıyla 1967 yılında başlayan ve 12 Eylül !980 darbesiyle son bulan anarşi ve terör olaylarının
tahrik ve teşvikçiliğini yapmışlardı. Kendilerine “68 Kuşağı” sıfatını yakıştıranlar da, sahneye konan oyunun figüranları olmuşlardır.

İşte; bu bilinen gerçekler karşısında “Çağlayangil, kendisine yapılan haksızlığa isyan etmez miydi?” sorusunu soracağınıza; “Bilerek veya bilmeyerek, Amerika’nın tuzağına düşen yaşayan figüranlar utanmazlar mı?” sorusunu sorsaydınız; çok daha şık olurdu ve Çağlayangil’in ruhunu şad ederdiniz...

Geçmişe fikren bir seyahate çıkınız ve hatırlayınız:

1966’da Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin kalkınmasında lazım olan kredilerde kısıntılara gitmişlerdi. Bunun üzerine Demirel 1967 Şubat ayında, daha önceleri sürdürülen temasları geliştirerek (Adnan Menderes’le başlayan temaslar), Rusya ile geniş bir ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması yapmıştı.

17 büyük projeyi kapsayan ve kliring sistemine göre yapılan arlaşmaya göre; 15 yıl vadeli, yüzde 2.5 faizle, kurulacak tesislerin karşılığı olarak Türkiye, dünya piyasalarında serbest dövizle satmakta zorluklarla karşılaştığı fındık, portakal, zeytin gibi malları veriyordu. Yani; para yerine mal...Böyle bir durum, Türkiye’nin işine geliyordu.

Rusya ile yapılan anlaşmalar, daima kendilerinden yana hükümetler arzulayan Amerika ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmişti.

İşte bu anlaşmalar, Türkiye’yi huzursuz eden sokak hareketlerini başlatmıştır. Tahrik ve tertipçileri de, Gelişmiş Batı ülkeleridir.

Geçmişte olup, bitenleri detaylı olarak anlatmaya lüzum yoktur. Ama; yaratılan kaos ortamına rağmen Türkiye, Rusya ile yapılan anlaşmalar çerçevesindeki bütün projeleri gerçekleştirmiştir. Yalnız, bir projenin bir ayağı noksan kalmıştır ki; bu ayak, Türkiye’yi, maruz kaldığı bütün sıkıntılardan kurtaracaktı. Noksan kalan ayak, Trabzon’da kurulması ve 1986 yılında işletmeye açılması planlanan KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETRO KİMYA tesisleridir.

Bu projenin önemi, hem Rusya ve hem Türkiye açısından çok büyüktü. Bilindiği gibi Rusya, petrolünü dünya piyasalarına arz etmekte güçlük çekiyordu. Bu proje gerçekleşseydi; Rusya zorlukları aşacak ve Türkiye de, enerji sıkıntısı çekmeyecekti. Trabzon’daki rafineri boru hatları ile Kırıkkale, Aliağa, İzmit rafinerilerine ve Yumurtalık’a bağlanacaktı. Yani Rus Petrolü, Marmara Denizine, Ege Denizine ve Akdenize ulaşacaktı. Bu proje sayesinde Türkiye, enerji hususunda tek kapıya bağımlı kalmayacaktı ve petrol ambargolarına maruz kalmayacaktı. Bilmem ki; Kırıkkale Rafinerisini Romanya ile ve Aliağa Rafinerisi ve Petro Kimya tesislerini Rusya ile gerçekleştirdiğimizi hatırlatmaya lüzum var mıdır?

Sayın Aşık;

İşte bu büyük proje, Amerika’yı ürküttü. Ve Amerika düğmeye basarak, Türkiye’yi huzursuz bir ülke haline getirdi. Solcu hüviyetleriyle meydanlara çıkarak, bilerek veya bilmeyerek bu oyunda figüranlık yapan kişiler; milliyetçi ve mukaddesatçı mihraklar yaratmak gayesiyle “İpleri Amerika’ya bağlayangil” sloganını yaratıverdiler. Başarılı da oldular. Çünkü, kaos ortamında Komünist-Antikomünist tartışmaları, Adalet Partisi’ni zaafa uğratan hareket ve oluşumları sağladı.

Demirel’in 3 Ocak 1976 tarihindeki beyanatı, tarihi bir vesikadır. Demirel, şöyle diyordu:

“İngilteresi, Amerikası, Fransası, Sovyetlerle tam işbirliği halindeyken; Türkiye, neden tek kapıya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan elektrik santralleri alacağım. Yararım neyse, onu yapacağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası ve Avrupa Kalkınma Bankası mı? Hayır! Kısıtlı verdikleriyle yetinmek neden?.Yakında Japonlar gelecek, heyetle...Bir demir-çelik fabrikası da onlarla konuşacağım. Nereden bulursam, oradan alacağım elbette…”

Sayın Aşık;

O yıllarda elbette Türkiye’nin kaynakları kıttı. 1965’te Türkiye’nin 5 milyar dolar dış borcu vardı. Bütün ihracat geliri 500 milyon dolardı. Bu yokluğa rağmen Türkiye, büyük işler başarmıştı. Başarının büyüklüğünü anlamak isteyenler, 1965 Türkiye’si ile 1980 Türkiye’sinin envanterlerine bakmalıdırlar. Bu büyük işler başarılırken Türkiye, borç batağına da batmamıştır. 1980 yılındaki dış borç stoku, 12 milyar dolara ulaşmıştır. 1980 sonrası idarelere devrettiği varlığını, 7 milyar dolar borçlanarak meydana getirmiştir. Bu varlık; 50 milyar doların üstündedir ve 1980 sonrası idarelerin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Dış borcumuzu 120 milyar dolara ve iç borcumuzu 60 milyar dolara ulaştıran idareler, Çağlayangil’in de içinde bulunduğu idarelerin meydana getirdiği varlığı dahi koruyamamışlardır. Rafineri, petro kimya ve demirçelik tesislerine bir ilave yapamamışlardır.

Neden?

Çağlayangil’in de içinde bulunduğu iktidarlar, Türkiye’nin gerçek hedefini kovalamışlardır; bir projeyi gerçekleştirdikten sonra, yeni projelere yönelmişlerdir. Yöneldikleri hedef gayet açıktır:
Kendi kendine yeterli, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş ve dünya üzerinde kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE...

Bu büyük hedefe karşılık Amerika ve Avrupa ülkelerinin de bir hedefi mevcuttur. O da şudur:
Kendi kendine yetersiz, daima başkalarına muhtaç, “Otur” denilen yerde oturan, “Kalk” denen yerde kalkan; iç gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ve hedefini şaşırmış güçsüz bir TÜRKİYE...

Bir gazetenin köşesine yerleşip kalem oynatan kişiler bir düşünmelidirler:

Acaba, hangi hedefe yönelmişler?

Hedefin doğruluğu, bilgi ve gerçek analizlerle belirlenir. Zira; bilgisiz ve doğru histen mahrum olanlar, anlamadıklarına taparlar. Tapmak bir yana; kamuoyunu da yanıltarak, gelecek nesillerin istikballerini de mahvederler. Türkiye’de olduğu gibi...

Saygılarımla.


Hüsnü Akıncı


Eki:
Güneri Civaoğlu’nun 12 Mart 1978 tarihli yazısının bir sureti.
Tavsiyem:
Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar, Sorumlular” adlı kitabını okumalısınız.

Hiç yorum yok: