Sayın Vahap MUNYAR
Hürriyet Gazetesi
İstanbul 30 Haziran 2009
Sayın MUNYAR;
28 Haziran 2009 Tarihli ve “Tohuma yüklenelim, Türkiye, Avrupa ve Ortadoğu’nun sebze-meyve bahçesi olsun!” Başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bayer Türk CEO’su ve Bayer HealthCare Genel Müdür SEBASTİAN GUTH’un, “Türkiye, Avrupa ve Ortadoğu’nun sebze-meyve bahçesine dönüşebilir. Bayer Türk olarak, Türkiye’de tarımın daha gelişmesi, verimlilik artışı için her çalışmaya varız. Türkiye tarıma yüklenmeli.” sözlerini okuyunca aklıma, 1957-58 yıllarında Türkiye’ye akıl satmaya gelen yabancıların (İngiliz, Fransız, Amerikalı) o günün gazetelerine manşet olan şu sözleri aklıma geldi:
“DOMATES SATSANIZ ZENGİN OLURSUNUZ!”
“AKDENİZ BÖLGESİNDEKİ ZEYTİNLİKLERİ AŞILASANIZ EKONOMİNİZİ DÜZELTİRSİNİZ!”
Evet; Tarım ve hayvancılık, bitmez, tükenmez ve iç pazarı büyüterek sanayileşmeye destek olan çok sağlam bir kaynaktır. Rahatlıkla, “Tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin sanayileşme ve dış pazarlarda rekabet şansları yoktur.” sözünü söylemek mümkündür. Zira; bir ülkenin dağları, yaylaları et, süt, yün ve deri deposudur; ovaları da, bitmez, tükenmez zenginlik kaynağıdır.
Türkiye, plânlı dönemde boş durmamış; tarım ve hayvancılığını geliştirmek için önemli projeleri devreye sokmuştur. Tohum İslâh İstasyonlarını, Devlet Üretme Çiftliklerini, Haralarını güçlendirmiş ve entegre bir çalışma başlatmıştır. Netice de alınmıştır. Detaya girmeyeceğim; ama, araştırmacılara, bu konuya eğilmelerini tavsiye ederim. SEK, ET ve BALIK KURUMU, ŞEKER ŞİRKETİ, ZİRAÎ DONATIM, BİRLİKLER, araştırma kapsamına alınırsa, gerçeklerin su yüzüne çıkacağı kesindir.
Türkiye, tarım ve hayvancılık atılımlarını yaparken sanayiyi de ihmâl etmemiştir. Büyük projelere yönelmiştir. Plân hedefleri doğrultusunda ne lâzım gelirse yapmıştır. Bu hususta da detaya lüzum görmüyorum. ERDEMİR, İSDEMİR, TÜPRAŞ, PETKİM, SEDİŞEHİR ALÜMİNYUM, bu atılımların eseridir. Üstelik; Türkiye, bu atılımları yaparken de, borç batağına saplanmamıştır.
Ne var ki:
12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’si, plân hedeflerinden uzaklaşmış; tarım ve hayvancılığımız yere serilmiştir. Kendimize ait sanayimizde de durum aynıdır. Örnek: ERDEMİR’de 2000 yılı için 10 milyon ton kapasite öngörülmüştü. İSDEMİR’i 10 milyon ton kapasiteye ulaştıracak anlaşma 12 Aralık 1976 tarihinde imzalanmıştır. Ama; bu hedefler, izlenmediği için gerçekleşmemiştir. TÜPRAŞ’ın kapasitesi de, PETKİM’in kapasitesi de artmamıştır. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve alt yapılarımız yabancıların eline geçmiştir. Bu dönemde Türkiye, iç ve dış borç batağına saplanmıştır ve fukaralıkla boğuşmaktadır.
Evet; Avrupa ve Ortadoğu’nun meyve-sebze pazarı olabiliriz. Ama; elde edeceğimiz gelir, yabancıların kâr transferlerinin yüzde birine erişmez. Sâdece, Avrupa ve Ortadoğu halkını beslemiş oluruz. Kaldı ki; bu Pazar payını da, yabancılar kapacaktır. Aynen Turizmde olduğu gibi. Halbuki Türkiye, kendi tohumunu üretecek bilgi, imkân ve teknolojiye sahiptir. Çukurova, Akdeniz, Ege üniversiteleri ile görüşenler, gerçekleri çok daha iyi anlar. Umarım; bu hususta ilk araştırmayı bizzat siz yaparsınız ve bilinmeyenleri, bilinir hale getirirsiniz. Metalûrjiden elde edilecek gelir, sebze-ve meyveden elde edilecek gelirin çok üstündedir.
Tarım Bakanı Mehdi Eker’in “Yıllarca bize “Türkiye, tarımda kendi kendine yeten ülke” dediler. Büyük bir yalanmış.” sözleri ise, gerçekten bir talihsizlik bilgisizliktir.
Geçek olan şudur:
Bugün Türkiye, tarım ve hayvancılıkta, 1980’nin çok gerisindedir. Endüstri bitkilerini ise, neredeyse öldürmek üzeredir. Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip Türkiye’nin kendi kendini besleyemez duruma düşmesi, her şeyden önce, Tarım Bakanı’nı düşündürmelidir. Nerede yanlış yapıldığını arayıp, bulmak, Tarım Bakanı’nın görevi alanındadır. 133 bin kilometre kare (Türkiye’nin altıda biri) toprağı olan Yunanistan’dan pamuk almamıza bir açıklama getirmelidir. Konfeksiyonluk deri sanayimiz yılda 85 milyon adet deri kullanmaktadır. Bunun 65 milyon adedini ithâl etmektedir. Bu durum da, Bakanı düşündürmelidir. Hâttâ, herkes düşünmelidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
30 Haziran 2009 Salı
29 Haziran 2009 Pazartesi
Hisler galip gelirse!......
Sayın Abdullah GÜL
CUMHURBAŞKANI
Ankara 30 Haziran 2009
Sayı CUMHURBAŞKANI;
Çin’deki temaslarınızı tamamlayarak yurda dönünce, İrticayla mücadele planı iddiasına ilişkin olarak “Kurumlar arasındaki uyumu bozmaya çalışanlar olabilir. Bunlara fırsat verilmemesi gerekiyor” şeklindeki sözleriniz, yerindedir ve doğrudur. Zira;
Türkiye, lüzumsuz yere ve gerçek maksadı kamuoyunca bilinmeyen tertip ve ithamlarla alabildiğine gerilmiştir. Bu gerginlik, DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmesiyle aşılabilir. Kurul, kurum, kural ve kavram kargaşası, ancak ve ancak, bu şekilde ortadan kaldırılabilir.
Öyle bir süreç yaşanmaktadır ki; kimin, neyi ve niçin yaptığı ve hangi hedefi güttüğü bilinmez hale gelmiştir. En önemli meseleler dahî, aklı, mantığı ve ilmi dışlayarak hislerin tahtında kamuoyuna sunulmaktadır. Bazı medya kuruluşlarının (Fethullah Gülen Cemaatine ait yayın kuruluşları, başta Taraf Gazetesi olmak üzere şimdilik iktidar yanlısı görüntü veren Vakit, Yeni Şafak, Bugün, Star, Sabah gazeteleri) tahrik edici ve akıl almaz yayınları, esasen geçim gailesi altında inleyen, şevk ve heyecanını kaybeden halk arasında kutuplaşmalara sebep olmaktadır.
1958 yılından beri Türkiye’nin meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden ve Türkiye’nin siyasî tarihini çok iyi bilen bir vatandaş olarak kanaat ve görüşüm şudur:
Gelişen bütün olaylar, FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ adı verilen bir oluşuma odaklanmıştır. Merak ediyorum:
Bu oluşum nedir? Bir sivil toplum örgütü müdür? Bir dernek midir? Yoksa, bir tarikat mıdır?
Şayet bir dernek veya sivil toplum örgütü ise; bu oluşumun bir genel merkezi ve resmî kayıtlı şubeleri olması gerekmez midir? Bu oluşumun, kimler tarafından ve nasıl yönetildiğinin ve yönlendirildiğinin bilinmesi gerekmez mi? Ülkemizde faaliyet gösteren bütün sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar ve hatta tarikatlar, devletin ilgili birimleri tarafından bilinmektedir ve faaliyetleri denetlenmektedir. Fethullah Gülen Cemaati adı verilen oluşumun bir kaydının olması ve devletin ilgili birimleri tarafından denetlenmesi gerekmez mi?
Bu cemaatle ilgili olarak bildiğimiz, tanıdığımız sâdece Fethullah Gülen Hoca’dır. Cemaatin, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni de hedef aldığı bilinmektedir. Bilinmeyen; Cemaatin yapısı ve idare şeklidir. Bu örgütün tepe yöneticileri kimlerdir, nerede oturmaktadırlar ve mali kaynakları nasıl oluşturulmuştur? Bunlar, halkın bilinmezleridir. Bu Cemaatin “Işık Evleri” adı verilen ve “Abiler” adı ile anılan kişiler tarafından yönetilen birimleri mevcuttur. Işık Evleri’nin faaliyetlerinin ve yöneticilerinin bilinmesi gerekmez mi?
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; Türkiye zordadır ve görünene göre bu zorluk, devam edecektir. Bu zorluğun aşılması, başta siz olmak üzere devleti, bir ahenk içersinde işletmekle görevli siyasî iktidarın gayret ve dirayetine bağlıdır ve sokağa taşan tartışmaların önlenmesi şarttır. Huzursuzluk yaratan ve kamuoyunu kutuplaştıran önemli meselelerin parti il ve ilçe kongrelerine taşınması, his ve heyecanın ayağa kaldırılması, hiçbir dönemde tutarlı bir yol olmamıştır. Zira; his ve heyecanı canlandırmak suretiyle bir toplumu ayağa kaldırmak kolaydır. Ama, his ve heyecanı doruk noktasına çıkmış bir toplumu oturtmak zordur.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye’nin, iç ve dış husumetlere maruz kaldığı ve kalacağı bilinmeyen bir husus değildir. Ki; bu gerçeği, Milletvekili olduğunuz dönemlerde yaptığınız konuşmalarınızda çok sık olarak dile getirmiş ve uyarılarda bulunmuştunuz. Muhalefette iken, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmemesi gerektiğini, dâimâ hatırlatmıştınız. Bugün, DEVLETİN en YÜCE makamındasınız. Bu Yüce Makamın gereği olarak Devletin ahenk içinde işletilmesini sağlamak, en önemli görevinizdir. Halk da sizden, bunu beklemektedir. Ayrıca halk, gereğini yapacağınıza da inanmaktadır. Danışmanlarınız, halkın nabzını ölçebiliyorsa, bu gerçeği görmüşlerdir.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
CUMHURBAŞKANI
Ankara 30 Haziran 2009
Sayı CUMHURBAŞKANI;
Çin’deki temaslarınızı tamamlayarak yurda dönünce, İrticayla mücadele planı iddiasına ilişkin olarak “Kurumlar arasındaki uyumu bozmaya çalışanlar olabilir. Bunlara fırsat verilmemesi gerekiyor” şeklindeki sözleriniz, yerindedir ve doğrudur. Zira;
Türkiye, lüzumsuz yere ve gerçek maksadı kamuoyunca bilinmeyen tertip ve ithamlarla alabildiğine gerilmiştir. Bu gerginlik, DEVLETİN, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmesiyle aşılabilir. Kurul, kurum, kural ve kavram kargaşası, ancak ve ancak, bu şekilde ortadan kaldırılabilir.
Öyle bir süreç yaşanmaktadır ki; kimin, neyi ve niçin yaptığı ve hangi hedefi güttüğü bilinmez hale gelmiştir. En önemli meseleler dahî, aklı, mantığı ve ilmi dışlayarak hislerin tahtında kamuoyuna sunulmaktadır. Bazı medya kuruluşlarının (Fethullah Gülen Cemaatine ait yayın kuruluşları, başta Taraf Gazetesi olmak üzere şimdilik iktidar yanlısı görüntü veren Vakit, Yeni Şafak, Bugün, Star, Sabah gazeteleri) tahrik edici ve akıl almaz yayınları, esasen geçim gailesi altında inleyen, şevk ve heyecanını kaybeden halk arasında kutuplaşmalara sebep olmaktadır.
1958 yılından beri Türkiye’nin meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden ve Türkiye’nin siyasî tarihini çok iyi bilen bir vatandaş olarak kanaat ve görüşüm şudur:
Gelişen bütün olaylar, FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ adı verilen bir oluşuma odaklanmıştır. Merak ediyorum:
Bu oluşum nedir? Bir sivil toplum örgütü müdür? Bir dernek midir? Yoksa, bir tarikat mıdır?
Şayet bir dernek veya sivil toplum örgütü ise; bu oluşumun bir genel merkezi ve resmî kayıtlı şubeleri olması gerekmez midir? Bu oluşumun, kimler tarafından ve nasıl yönetildiğinin ve yönlendirildiğinin bilinmesi gerekmez mi? Ülkemizde faaliyet gösteren bütün sivil toplum örgütleri, dernekler, vakıflar ve hatta tarikatlar, devletin ilgili birimleri tarafından bilinmektedir ve faaliyetleri denetlenmektedir. Fethullah Gülen Cemaati adı verilen oluşumun bir kaydının olması ve devletin ilgili birimleri tarafından denetlenmesi gerekmez mi?
Bu cemaatle ilgili olarak bildiğimiz, tanıdığımız sâdece Fethullah Gülen Hoca’dır. Cemaatin, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni de hedef aldığı bilinmektedir. Bilinmeyen; Cemaatin yapısı ve idare şeklidir. Bu örgütün tepe yöneticileri kimlerdir, nerede oturmaktadırlar ve mali kaynakları nasıl oluşturulmuştur? Bunlar, halkın bilinmezleridir. Bu Cemaatin “Işık Evleri” adı verilen ve “Abiler” adı ile anılan kişiler tarafından yönetilen birimleri mevcuttur. Işık Evleri’nin faaliyetlerinin ve yöneticilerinin bilinmesi gerekmez mi?
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; Türkiye zordadır ve görünene göre bu zorluk, devam edecektir. Bu zorluğun aşılması, başta siz olmak üzere devleti, bir ahenk içersinde işletmekle görevli siyasî iktidarın gayret ve dirayetine bağlıdır ve sokağa taşan tartışmaların önlenmesi şarttır. Huzursuzluk yaratan ve kamuoyunu kutuplaştıran önemli meselelerin parti il ve ilçe kongrelerine taşınması, his ve heyecanın ayağa kaldırılması, hiçbir dönemde tutarlı bir yol olmamıştır. Zira; his ve heyecanı canlandırmak suretiyle bir toplumu ayağa kaldırmak kolaydır. Ama, his ve heyecanı doruk noktasına çıkmış bir toplumu oturtmak zordur.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye’nin, iç ve dış husumetlere maruz kaldığı ve kalacağı bilinmeyen bir husus değildir. Ki; bu gerçeği, Milletvekili olduğunuz dönemlerde yaptığınız konuşmalarınızda çok sık olarak dile getirmiş ve uyarılarda bulunmuştunuz. Muhalefette iken, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmemesi gerektiğini, dâimâ hatırlatmıştınız. Bugün, DEVLETİN en YÜCE makamındasınız. Bu Yüce Makamın gereği olarak Devletin ahenk içinde işletilmesini sağlamak, en önemli görevinizdir. Halk da sizden, bunu beklemektedir. Ayrıca halk, gereğini yapacağınıza da inanmaktadır. Danışmanlarınız, halkın nabzını ölçebiliyorsa, bu gerçeği görmüşlerdir.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
27 Haziran 2009 Cumartesi
Provokatörler iş başında.
Sayın Hasan CEMAL
Milliyet Gazetesi Yazarı 15 Ocak 2009
Sayın Cemal;
Okuduğum bir kitaptan bir bölüm sunuyorum:
“Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiyeye’deki ANKARA ORDUEVİ’nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması’nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas’ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…”
Bu satırları sizin yazdığınız “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabınızdan aldım.
Belli ki; Türkiye’de meydana getirilen ve devlet birimleriyle ve Silâhlı Kuvvetleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan tertip, provokasyon ve husumetleri çok iyi bilmektesiniz. Vaktiyle içinde yer aldığınız tertip, provokasyon ve husumetlerin gerçek hedefinin askerleri kışkırtarak bir darbe yaptırmak olduğunu, itiraf etmişsiniz.
Merak ediyorum:
O günlerde sizinle birlikte hareket edenler, bugün, ne yapmaktadırlar ve nerelerdedirler?
Sizleri, darbe ortamının oluşması için kullananlar kimlerdi ve darbelerdeki hedefleri neydi?
Geçmişte yaşanan darbelerin veya müdahalelerin asıl amaç ve hedefleri neydi? Evet; darbeler ve müdahalelerle Türkiye, çok şey kaybetmiştir. Ama; bu olayların bir kazananı veya kazananları olmalıdır. Kazanan veya kazananlar kimlerdir?
EN ÖNEMLİSİ: Bugün darbe isteyenler ve darbe ortamını hazırlamak için çalışanlar kimlerdir? Misyon yükleyenler ve misyon yüklenenler, hangi ülkelerin kontrolündedir? Bugün siz ve arkadaşlarınız, neler yapmaktasınız? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; bildiklerim, takım halinde “KONTRGERİLLA” ifadelerini kullanarak yine ASKERLERİ tahrik etme gayretine girmişlerdir.
“Altmışsekiz Kuşağı” diye adlandırılan o günün MİSYONERLERİ, 28 ŞUBAT “Millî Güvenlik Kurulu Kararları’nı” dillerine dolayarak, o gün başaramadıklarını, yani, yaptıramadıkları DARBEYİ, bugün yaptırabilmek için, âdetâ çırpınmaktadırlar. Bu role de; kimin veya kimler için soyunduklarını da, ancak, kendileri bilmektedirler.
Kitabınızı okuyanlar, yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu zannederler. Ben, asla böyle düşünmüyorum. Hele; 14 Ocak 2009 tarihli “KONTRGERİLLA, SUSURLUK, SARIKIZ, AYIŞIĞI ve ERGENEKON NOTLARI” başlığını taşıyan yazınızı okuyunca, aksini düşünmem mümkün değildir.
Tuncay Güney gibi bir kişinin, Türkiye’nin gündemini belirlediği bir ortamda; geçmişte kaos, terör, provokasyon ve tertiplerde görev alanların, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek yüklendikleri MİSYONLARININ gereğini yapacakları kuvvetle muhtemeldir. Yine, söz konusu kitabınızdan örnek vereyim:
“MUSTAFA KUSEYRİ’NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü!”. Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak’taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
“Bak Hasan!” dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, “KUSEYRİ’Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş..”
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci’ye, Siyasal Bilgiler’in yanındaki Basın-Yayın’a gittim. Dışarıda öğrenciler, “KAHROLSUN FAŞİSTLER!” diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat’ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek’in “Beyaz” Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da, “ANAYASA’YA SAYGI” yürüyüşleri düzenlendi
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!”
Sayın; CEMAL;
KÜRESL SERMAYE’nin Ortadoğu’da, yeni bir yapılanma oluşturduğu günümüzde, bir takım senaryolar uydurularak ve bazı kişiler kullanılarak meydana getirilen olaylar üzerine; geçmişteki yaşananları gerçek yönleriyle değerlendirmeyerek, ASKERLERİ hedef alan yazılar yazmanızdaki sırrı, bir türlü çözemedim. Ne yapmak istediğinizi de, gerçekten anlayamadım. Sahi, sizin ve sizin gibi düşünenlerin maksat ve hedefleri nedir?
Samimi olarak ifade ediyorum: Beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum. Bunu istemek de, en tabii hakkımdır. Zira; yazdığınız köşe, gerçekte benim ve okuyucularınızın köşesidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı,
Milliyet Gazetesi Yazarı 15 Ocak 2009
Sayın Cemal;
Okuduğum bir kitaptan bir bölüm sunuyorum:
“Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiyeye’deki ANKARA ORDUEVİ’nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması’nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas’ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
“ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!”
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…”
Bu satırları sizin yazdığınız “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabınızdan aldım.
Belli ki; Türkiye’de meydana getirilen ve devlet birimleriyle ve Silâhlı Kuvvetleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan tertip, provokasyon ve husumetleri çok iyi bilmektesiniz. Vaktiyle içinde yer aldığınız tertip, provokasyon ve husumetlerin gerçek hedefinin askerleri kışkırtarak bir darbe yaptırmak olduğunu, itiraf etmişsiniz.
Merak ediyorum:
O günlerde sizinle birlikte hareket edenler, bugün, ne yapmaktadırlar ve nerelerdedirler?
Sizleri, darbe ortamının oluşması için kullananlar kimlerdi ve darbelerdeki hedefleri neydi?
Geçmişte yaşanan darbelerin veya müdahalelerin asıl amaç ve hedefleri neydi? Evet; darbeler ve müdahalelerle Türkiye, çok şey kaybetmiştir. Ama; bu olayların bir kazananı veya kazananları olmalıdır. Kazanan veya kazananlar kimlerdir?
EN ÖNEMLİSİ: Bugün darbe isteyenler ve darbe ortamını hazırlamak için çalışanlar kimlerdir? Misyon yükleyenler ve misyon yüklenenler, hangi ülkelerin kontrolündedir? Bugün siz ve arkadaşlarınız, neler yapmaktasınız? Bu soruyu özellikle soruyorum. Zira; bildiklerim, takım halinde “KONTRGERİLLA” ifadelerini kullanarak yine ASKERLERİ tahrik etme gayretine girmişlerdir.
“Altmışsekiz Kuşağı” diye adlandırılan o günün MİSYONERLERİ, 28 ŞUBAT “Millî Güvenlik Kurulu Kararları’nı” dillerine dolayarak, o gün başaramadıklarını, yani, yaptıramadıkları DARBEYİ, bugün yaptırabilmek için, âdetâ çırpınmaktadırlar. Bu role de; kimin veya kimler için soyunduklarını da, ancak, kendileri bilmektedirler.
Kitabınızı okuyanlar, yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu zannederler. Ben, asla böyle düşünmüyorum. Hele; 14 Ocak 2009 tarihli “KONTRGERİLLA, SUSURLUK, SARIKIZ, AYIŞIĞI ve ERGENEKON NOTLARI” başlığını taşıyan yazınızı okuyunca, aksini düşünmem mümkün değildir.
Tuncay Güney gibi bir kişinin, Türkiye’nin gündemini belirlediği bir ortamda; geçmişte kaos, terör, provokasyon ve tertiplerde görev alanların, bilerek veya bilmeyerek; isteyerek veya istemeyerek yüklendikleri MİSYONLARININ gereğini yapacakları kuvvetle muhtemeldir. Yine, söz konusu kitabınızdan örnek vereyim:
“MUSTAFA KUSEYRİ’NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. “Faşistler, Mustafa Kuseyri’yi öldürdü!”. Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak’taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
“Bak Hasan!” dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, “KUSEYRİ’Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş..”
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci’ye, Siyasal Bilgiler’in yanındaki Basın-Yayın’a gittim. Dışarıda öğrenciler, “KAHROLSUN FAŞİSTLER!” diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat’ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek’in “Beyaz” Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara’da, “ANAYASA’YA SAYGI” yürüyüşleri düzenlendi
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!”
Sayın; CEMAL;
KÜRESL SERMAYE’nin Ortadoğu’da, yeni bir yapılanma oluşturduğu günümüzde, bir takım senaryolar uydurularak ve bazı kişiler kullanılarak meydana getirilen olaylar üzerine; geçmişteki yaşananları gerçek yönleriyle değerlendirmeyerek, ASKERLERİ hedef alan yazılar yazmanızdaki sırrı, bir türlü çözemedim. Ne yapmak istediğinizi de, gerçekten anlayamadım. Sahi, sizin ve sizin gibi düşünenlerin maksat ve hedefleri nedir?
Samimi olarak ifade ediyorum: Beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum. Bunu istemek de, en tabii hakkımdır. Zira; yazdığınız köşe, gerçekte benim ve okuyucularınızın köşesidir.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı,
26 Haziran 2009 Cuma
Hedef nedir?
Sayın Mehmet ALTAN
Star Gazetesi Yazarı
İstanbul 26 Haziran 2009
Sayın ALTAN;
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un basın toplantısından sonra davet edildiğiniz televizyonlarda yine esip, gürlediniz.
Üslûbunuza, düşünce, fikir ve görüşlerinize alışık olduğumuz için, hiddetinizin ve feveranınızın sebebini sormaya lüzum görmüyorum. Ancak, şu gerçeği de belirtmeden geçemeyeceğim:
Evet; Genelkurmay Başkanı başbuğ’un, “ASİMETRİK PSİKOLOJİK SAVAŞ VARDIR.” sözü doğrudur ve olması da doğaldır. Zira; bu, bulunduğumuz coğrafyanın özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu bölgede hedef kovalayanlar, hiçbir zaman kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş, iç ve dış gailelerden arınmış, hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen huzurlu, mutlu ve refah içersinde yüzen güçlü bir BÜYÜK TÜRKİYE istemezler.
Onların istedikleri; kendi kendine yetersiz ve dâimâ başkalarına muhtaç, “OTUR!” denilen yerde oturan ve “KALK” denilen yerde kalkan, iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz bir ZAYIF TÜRKİYE’dir.
Başkalarının yaptıkları bizi incitmez. Ama, başkalarının dümen suyuna girerek, asimetrik psikolojik savaşa iştirak eden bizim insanlarımızın faaliyetleri, bizi incitir.
Biliyorum: Demokrasi ve AB standartları teranesiyle, bu yazdıklarıma itiraz edeceksiniz. Bu da, fikriyatınızın ve üstlendiğiniz misyonunuzun gereğidir. Çünkü; ailece Türk Silâhlı Kuvvetleri, hedefiniz olmuştur. Bugün 60’lı yıllardan ve babanızdan bahsettiğiniz için, hatırladığım bir olayı nakletmek istiyorum:
Babanız Çetin Altan, 60’lı ve 70’li yılların hızlı solcularındandı ve her zaman olduğu gibi askerlere ve günün iktidarına karşı yazılar yazıyordu. Bir gün, günün Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemâl Tural, bastonunu babanızın göbeğine doğru uzatarak babanıza, “Söyle bakalım, İslâm’ın şartı kaçtır?” diye sorunca, babanız, “Beştir Paşam.” Cevabını verdi. Bunun üzerine Tural, “Bilemedin. İslâm’ın şartı 6’dır. Altıncısı da, haddini bilmeyene haddini bildirmektir.” sözlerini söylemişti.
Belli ki; siz de babanızın etkisinde kalarak, aynı yoldan yürümektesiniz. Şimdi, esas konumuza gelelim:
Ülkemizde asimetrik psikolojik savaş vardır ve olanca şiddetiyle devam etmektedir. Bunun delili de, FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ adı verilen oluşuma bağlı yazılı ve görsel medyanın ve iktidar yanlısı etiketi taşıyan yazılı ve görsel medyanın, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alan tahrik edici ve yıpratıcı yayınlarıdır. Bu tarz yayınlar, AKP iktidarı ile birlikte hız kazanmış ve bugün zirveye ulaşmıştır. Yalan, iftira ve maksadı bilinmeyen isnatlarla dolu bu yayınlar, halkın efkârını karıştırmakta ve toplumu fırkalara ayırmaktadır. Demokrasi havarisi kesilen ve AB hayranı gözüken sizler de, bu faaliyetlere iştirak etmektesiniz.
Hedefi, niyeti, misyonu, teşkilât yapısı ve üst seviye yöneticileri kamuoyunca iyi bilinmeyen ve siyasî ve ticari faaliyetleri denetlenemeyen ve de “ FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ” adı verilen oluşum, alabildiğine ASİMETRİK PSİKOLOJİK SAVAŞI sürdürmektedir.
Gazetesi, radyosu, televizyonu olmayan Türk Silâhlı Kuvvetleri, elbette ki, bu saldırılar karşısında kendisini savunacak ve gerektiğinde görüş ve düşüncelerini kamuoyuna duyuracaktır. Askerlerin tavrı bellidir: Türkiye’yi karıştırarak bir darbe ortamı yaratmak isteyenlerin tuzağına düşmemek için olanca gayretleriyle, iyi işlemese de DEMOKRATİK REJİME sahip çıkacaklardır. Belki de askerlerin bu tavrı, “Niçin darbe yapmıyorlar?” diye, asimetrik psikolojik savaş verenlerin sinirlerini bozmaktadır ve çılgınlıklarını arttırmaktadır.
Şimdi, sorularımı soruyorum:
1-Fethullah Gülen Cemaati’ni, demokrasinin neresine oturtuyorsunuz?
2-AB hayaliyle insanlarımızı uyutmaya çalıştığınıza göre; milletvekili dokunulmazlıklarını, yolsuzlukları, AB kriterlerinin neresine koyuyorsunuz?
3-Halkı sistemin dışına iterek, siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren bir rejimi, gerçek bir demokrasiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
4-İşlemeyen KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİ, hangi mantık ölçüleri içersinde görmezden geliyorsunuz?
5-Gerçek bir demokrasi arayışı içersinde olamayacağınıza göre, aradığınız nedir?
6-Ta Amerika’dan istediği FETFAYI veren Fethullah Gülen’i hiç konu etmezken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları, niçin sinirinizi bozuyor?
7-Gayet samimi olarak soruyorum: Sizin, bizlerin bilmediği dış bağlantılı bir misyonunuz var mıdır?
8-Bu milletin sulh, sükûn, huzur ve güvene ihtiyacı vardır. Olmayan bir DARBE çığırtkanlığı yaparak, böyle bir ortamın sağlanmasını, niçin engelliyorsunuz?
9-En önemlisi: Bu ülkenin en akıllı, en tutarlı ve en demokratik insanı siz misiniz? Başkalarının doğruları ve söz hakları yok mudur?
Cevap verirseniz makbule geçer ve memnun olurum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Star Gazetesi Yazarı
İstanbul 26 Haziran 2009
Sayın ALTAN;
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un basın toplantısından sonra davet edildiğiniz televizyonlarda yine esip, gürlediniz.
Üslûbunuza, düşünce, fikir ve görüşlerinize alışık olduğumuz için, hiddetinizin ve feveranınızın sebebini sormaya lüzum görmüyorum. Ancak, şu gerçeği de belirtmeden geçemeyeceğim:
Evet; Genelkurmay Başkanı başbuğ’un, “ASİMETRİK PSİKOLOJİK SAVAŞ VARDIR.” sözü doğrudur ve olması da doğaldır. Zira; bu, bulunduğumuz coğrafyanın özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu bölgede hedef kovalayanlar, hiçbir zaman kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş, iç ve dış gailelerden arınmış, hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen huzurlu, mutlu ve refah içersinde yüzen güçlü bir BÜYÜK TÜRKİYE istemezler.
Onların istedikleri; kendi kendine yetersiz ve dâimâ başkalarına muhtaç, “OTUR!” denilen yerde oturan ve “KALK” denilen yerde kalkan, iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz bir ZAYIF TÜRKİYE’dir.
Başkalarının yaptıkları bizi incitmez. Ama, başkalarının dümen suyuna girerek, asimetrik psikolojik savaşa iştirak eden bizim insanlarımızın faaliyetleri, bizi incitir.
Biliyorum: Demokrasi ve AB standartları teranesiyle, bu yazdıklarıma itiraz edeceksiniz. Bu da, fikriyatınızın ve üstlendiğiniz misyonunuzun gereğidir. Çünkü; ailece Türk Silâhlı Kuvvetleri, hedefiniz olmuştur. Bugün 60’lı yıllardan ve babanızdan bahsettiğiniz için, hatırladığım bir olayı nakletmek istiyorum:
Babanız Çetin Altan, 60’lı ve 70’li yılların hızlı solcularındandı ve her zaman olduğu gibi askerlere ve günün iktidarına karşı yazılar yazıyordu. Bir gün, günün Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemâl Tural, bastonunu babanızın göbeğine doğru uzatarak babanıza, “Söyle bakalım, İslâm’ın şartı kaçtır?” diye sorunca, babanız, “Beştir Paşam.” Cevabını verdi. Bunun üzerine Tural, “Bilemedin. İslâm’ın şartı 6’dır. Altıncısı da, haddini bilmeyene haddini bildirmektir.” sözlerini söylemişti.
Belli ki; siz de babanızın etkisinde kalarak, aynı yoldan yürümektesiniz. Şimdi, esas konumuza gelelim:
Ülkemizde asimetrik psikolojik savaş vardır ve olanca şiddetiyle devam etmektedir. Bunun delili de, FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ adı verilen oluşuma bağlı yazılı ve görsel medyanın ve iktidar yanlısı etiketi taşıyan yazılı ve görsel medyanın, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alan tahrik edici ve yıpratıcı yayınlarıdır. Bu tarz yayınlar, AKP iktidarı ile birlikte hız kazanmış ve bugün zirveye ulaşmıştır. Yalan, iftira ve maksadı bilinmeyen isnatlarla dolu bu yayınlar, halkın efkârını karıştırmakta ve toplumu fırkalara ayırmaktadır. Demokrasi havarisi kesilen ve AB hayranı gözüken sizler de, bu faaliyetlere iştirak etmektesiniz.
Hedefi, niyeti, misyonu, teşkilât yapısı ve üst seviye yöneticileri kamuoyunca iyi bilinmeyen ve siyasî ve ticari faaliyetleri denetlenemeyen ve de “ FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ” adı verilen oluşum, alabildiğine ASİMETRİK PSİKOLOJİK SAVAŞI sürdürmektedir.
Gazetesi, radyosu, televizyonu olmayan Türk Silâhlı Kuvvetleri, elbette ki, bu saldırılar karşısında kendisini savunacak ve gerektiğinde görüş ve düşüncelerini kamuoyuna duyuracaktır. Askerlerin tavrı bellidir: Türkiye’yi karıştırarak bir darbe ortamı yaratmak isteyenlerin tuzağına düşmemek için olanca gayretleriyle, iyi işlemese de DEMOKRATİK REJİME sahip çıkacaklardır. Belki de askerlerin bu tavrı, “Niçin darbe yapmıyorlar?” diye, asimetrik psikolojik savaş verenlerin sinirlerini bozmaktadır ve çılgınlıklarını arttırmaktadır.
Şimdi, sorularımı soruyorum:
1-Fethullah Gülen Cemaati’ni, demokrasinin neresine oturtuyorsunuz?
2-AB hayaliyle insanlarımızı uyutmaya çalıştığınıza göre; milletvekili dokunulmazlıklarını, yolsuzlukları, AB kriterlerinin neresine koyuyorsunuz?
3-Halkı sistemin dışına iterek, siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren bir rejimi, gerçek bir demokrasiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
4-İşlemeyen KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİ, hangi mantık ölçüleri içersinde görmezden geliyorsunuz?
5-Gerçek bir demokrasi arayışı içersinde olamayacağınıza göre, aradığınız nedir?
6-Ta Amerika’dan istediği FETFAYI veren Fethullah Gülen’i hiç konu etmezken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları, niçin sinirinizi bozuyor?
7-Gayet samimi olarak soruyorum: Sizin, bizlerin bilmediği dış bağlantılı bir misyonunuz var mıdır?
8-Bu milletin sulh, sükûn, huzur ve güvene ihtiyacı vardır. Olmayan bir DARBE çığırtkanlığı yaparak, böyle bir ortamın sağlanmasını, niçin engelliyorsunuz?
9-En önemlisi: Bu ülkenin en akıllı, en tutarlı ve en demokratik insanı siz misiniz? Başkalarının doğruları ve söz hakları yok mudur?
Cevap verirseniz makbule geçer ve memnun olurum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
25 Haziran 2009 Perşembe
Gerçekler unutulmamalıdır.
Sayın Akif BEKİ
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 25 Haziran 2009
Sayın BEKİ;
25 Haziran 2009 tarihli ve “Gazeteci zar atar mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Şayet bir gazeteci; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımıyorsa, tarih ve coğrafya bilmiyorsa, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramamışsa ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlamamışsa; zar da atar, yeri geldiğinde takla da atar. Hattâ, paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayanlara, uşaklık da eder, kölelik de yapar.
Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz, “FİRAVUN’A iman edenler, FİRAVUN’dan 40 yıl evvel CEHENNEM’e gideceklerdir” hadis-i şerifleriyle, bütün insanlık âlemini uyarmıştır. İnsanlık tarihi boyunca tekzip edilemeyen gerçek de bellidir:
Her ZALİMİ, mazlum yetiştirir. Zirâ; uşaklık edenleri bulunmazsa; ZALİM, zulmünü yapamaz!
Bu elzem gerçekler bilinmezse; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir SİSTEM kurulur ve bu sistem, en uç noktasına kadar yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer.
İşte; bu gerçeklerden uzaklaşan toplumlarda, halkı aydınlatmakla ve doğru istikamette kamuoyu oluşturmakla görevli gazeteciler de, ZAR ATANLARDAN oluşur! Zar atarak kamuoyu oluşturmaya çalışan bu tip gazeteciler; kendi vücut iklimlerinde bulunan, sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen MÂNEVÎ varlığına danışmadan, her olayı, kendi işlerine geldiği gibi yorumlarlar ki; böyle bir durum, bir millet, bir ülke ve bir devlet için EN BÜYÜK TEHLİKEDİR. Çünkü bu durum, ihtiyatsızlık doğurur. Tarihen sabittir ki; tarih, ihtiyatsızlığa karşı gayet ACIMASIZ ve ZALİMDİR; ihtiyatsız yaşayan milletlerin ACI SONLARINI belgelemiştir.
Bu bakımdan Muğlâk yorumlarda bulunmanıza gerek yoktur; biraz tarih okumanız yeterlidir. Tarihten alacağınız dersle insanlarımızı, daha kolay ve isabetli bir şekilde bilgilendirmiş olursunuz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 25 Haziran 2009
Sayın BEKİ;
25 Haziran 2009 tarihli ve “Gazeteci zar atar mı?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Şayet bir gazeteci; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımıyorsa, tarih ve coğrafya bilmiyorsa, dünya siyasî tarihini irdelemesini başaramamışsa ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlamamışsa; zar da atar, yeri geldiğinde takla da atar. Hattâ, paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayanlara, uşaklık da eder, kölelik de yapar.
Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz, “FİRAVUN’A iman edenler, FİRAVUN’dan 40 yıl evvel CEHENNEM’e gideceklerdir” hadis-i şerifleriyle, bütün insanlık âlemini uyarmıştır. İnsanlık tarihi boyunca tekzip edilemeyen gerçek de bellidir:
Her ZALİMİ, mazlum yetiştirir. Zirâ; uşaklık edenleri bulunmazsa; ZALİM, zulmünü yapamaz!
Bu elzem gerçekler bilinmezse; baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir SİSTEM kurulur ve bu sistem, en uç noktasına kadar yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer.
İşte; bu gerçeklerden uzaklaşan toplumlarda, halkı aydınlatmakla ve doğru istikamette kamuoyu oluşturmakla görevli gazeteciler de, ZAR ATANLARDAN oluşur! Zar atarak kamuoyu oluşturmaya çalışan bu tip gazeteciler; kendi vücut iklimlerinde bulunan, sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen MÂNEVÎ varlığına danışmadan, her olayı, kendi işlerine geldiği gibi yorumlarlar ki; böyle bir durum, bir millet, bir ülke ve bir devlet için EN BÜYÜK TEHLİKEDİR. Çünkü bu durum, ihtiyatsızlık doğurur. Tarihen sabittir ki; tarih, ihtiyatsızlığa karşı gayet ACIMASIZ ve ZALİMDİR; ihtiyatsız yaşayan milletlerin ACI SONLARINI belgelemiştir.
Bu bakımdan Muğlâk yorumlarda bulunmanıza gerek yoktur; biraz tarih okumanız yeterlidir. Tarihten alacağınız dersle insanlarımızı, daha kolay ve isabetli bir şekilde bilgilendirmiş olursunuz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
23 Haziran 2009 Salı
Adâletsizlik giderilmelidir.
Sayın Hasan GERÇEKER
Yargıtay BAŞKANI
Ankara 17 Haziran 2009
Sayın BAŞKAN;
Haber Türk Gazetesi Yazarı Muharrem Sarıkaya’nı 9 Haziran 2009 tarihli yazısından okudum:
TBMM Adâlet Komisyonu Başkanlığı’na gönderdiğiniz yazıda görüşlerinizi, “Karşılıksız çek suçları, gerçek ve tüzel kişilerin ticarî ilişkilerinden kaynaklanan ve edimin yerine getirilmesine yönelik yaptırımları içermektedir. Bir ticarî ilişkiden kaynaklı borcun yerine getirilmemesi ve suç olarak tanımlanması mümkün görülmemektedir. Karşılıksız çıkan çek nedeniyle milyonlarca şikâyet ve soruşturma sonucu kamu davası açılmaktadır. Bu durum, Cumhuriyet savcılarının ve mahkemelerin ağır iş yükü altında kalmasına sebebiyet vermektedir. Bu nedenle çekin karşılıksız çıkması ile ilgili sorumluluk; suç olmaktan çıkartılarak, idarî para cezasına ve/veya idarî tedbiri gerektiren bir kabahat olarak düzenlenmelidir.” ifadeleriyle belirttiğiniz için bu mektubumu yazdım.
Ülkemizde, maalesef, beraberinde adâleti getirmeyen yasalar mevcuttur ve bu yüzden de Avrupa hukuk normlarına uymayan gariplikler yaşanmaktadır. Avrupa ülkelerinde borcundan dolayı kimse hapse girmemektedir. Bu yasalardan bir tanesi de, her dönemde tartışılan ve sıkıntı yaratan ÇEK YASASI’dır.
Piyasada vadeli işlemler için üç ödeme aracı kullanılmaktadır. Bunlar, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENEDİ ve ÇEK şeklindedir.
Açık hesap ve kambiyo senetlerinden oluşan borçlar ödenmediği takdirde; takibi, İCRA ve İFLÂS Kanunlarına göre yapılır ve TAZMİNAT, ADLÎ PARA CEZASI veya İDARÎ CEZA uygulanmaz.
Ödenmeyen ÇEK BORÇLARINDA ise, ayrıca ÇEK TAZMİNATI vardır ve ADLÎ PARA CEZASI uygulanır. Tabiatıyla ödeme güçlüğüne ve acze düşen kişiler, adlî para cezası sebebiyle cezaevine girmektedirler.
Bu durum da; çek ve senet borçlarının ödenememesi halinde, FARKLI ve ADÂLETSİZ bir uygulamanın varlığını göstermektedir ve bu adâletsizliğin hikmetini araştıran, sorgulayan çıkmamıştır.
Acaba bu adâletsizlik, Hükümetler üzerinde lobi oluşturan kesimlerin baskısı ile mi getirilmiştir?
Konuyu, biraz açmak istiyorum:
1-Her ne kadar kanunlarda çek vadesi yoksa da, yıllardan beri vadeli çek kullanımı piyasada yaygın olduğu için, teâmül haline gelmiştir. Bankalar dahî, vadeli müşteri çekleri karşılığı bazı müşterilerine kredi vermektedirler.
2-Bir türlü engellenemeyen büyük para sahibi TEFECİLER, resmî hüviyet kazanan FAKTÖRİNG şirketleri ve BANKALAR, vadeli çekler karşılığı para satmaktadırlar.
3-Herhangi bir sebeple çeki karşılıksız kalan insanlara karşı TEFECİLER, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİ ve BANKALAR, kanunların da kendilerine tanıdığı imkân ve güce dayanarak, gayet acımasız davranmaktadırlar.
Tefeciler ve Faktöring şirketleri, ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI imkânlarından yararlanarak ve bu imkânları tehdit aracı olarak kullanarak, haklarından fazlasını almaktadırlar ve tahsil imkânı kalmadığı takdirde borçluyu, cezaevine göndermektedirler.
Bankalar ise; üçüncü şahıslara ait çeklere karşı kredi verdiği müşterisinin zora düştüğünü sezdikleri anda, teminatta bulundurdukları üçüncü şahsa ait çekleri, vadelerine bakmaksızın tahsile koymaktadırlar. Bu imkândan yararlanarak kendi alacaklarını kurtarırken, bir anda üçüncü şahısları zora sokmaktadırlar ve hattâ birçok kişinin iflâslarına sebep olmaktadırlar.
Bu durum; ÇEK KANUNU DÜZENLEMESİNDE, TEFECİLERİN, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİNİN VE BANKALARIN, idare üzerindeki BASKILARININ olduğunu göstermektedir. Nitekim, yeni Çek Kanunu düzenlemesi için Adâlet Bakanlığı yetkililerinin, finans ve bankacılık kesiminden görüş aldıklarını, gazetelerde okudum Zaten ödenmeyen veya ödenemeyen senet ve çek borçları arasındaki adâletsiz uygulamanın varlığı, başka bir ihtimâli akla getirmez. Zira; çekler, para sahipleri tarafından acımasız bir silâh olarak kullanılmaktadır. Ticaret hayatıdır: Ticarette, ihtilafların çıkması, acze düşülmesi mukadderdir. Bunların çözüm yeri de, Hukuk Mahkemeleri’nin ve İcra, İflâs Mercilerinin olmalıdır. Zaten öyledir; ayrıcalık, sâdece çekler içindir.
Sayın BAŞKAN;
Yargının işi, yürürlükteki kanunları uygulamaktır. Yargı, beraberinde adâleti getirmeyen kanunları, elbette ki, yok farz edemez. Oluşturulan içtihâtlar da yine, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde oluşturulur.
Vatandaşların elinde ise hiçbir imkân yoktur. Zira; ADÂLETSİZ KANUNLARIN iptal istemi için ANAYASA MAHKEMESİNE götürülmesi, yine yargının yetkisindedir.
Bu mektubumla maksadımı ifade ettiğimi zannediyorum. Adâletsizliğin giderilmesi için gereken girişimlerde bulunacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Yargıtay BAŞKANI
Ankara 17 Haziran 2009
Sayın BAŞKAN;
Haber Türk Gazetesi Yazarı Muharrem Sarıkaya’nı 9 Haziran 2009 tarihli yazısından okudum:
TBMM Adâlet Komisyonu Başkanlığı’na gönderdiğiniz yazıda görüşlerinizi, “Karşılıksız çek suçları, gerçek ve tüzel kişilerin ticarî ilişkilerinden kaynaklanan ve edimin yerine getirilmesine yönelik yaptırımları içermektedir. Bir ticarî ilişkiden kaynaklı borcun yerine getirilmemesi ve suç olarak tanımlanması mümkün görülmemektedir. Karşılıksız çıkan çek nedeniyle milyonlarca şikâyet ve soruşturma sonucu kamu davası açılmaktadır. Bu durum, Cumhuriyet savcılarının ve mahkemelerin ağır iş yükü altında kalmasına sebebiyet vermektedir. Bu nedenle çekin karşılıksız çıkması ile ilgili sorumluluk; suç olmaktan çıkartılarak, idarî para cezasına ve/veya idarî tedbiri gerektiren bir kabahat olarak düzenlenmelidir.” ifadeleriyle belirttiğiniz için bu mektubumu yazdım.
Ülkemizde, maalesef, beraberinde adâleti getirmeyen yasalar mevcuttur ve bu yüzden de Avrupa hukuk normlarına uymayan gariplikler yaşanmaktadır. Avrupa ülkelerinde borcundan dolayı kimse hapse girmemektedir. Bu yasalardan bir tanesi de, her dönemde tartışılan ve sıkıntı yaratan ÇEK YASASI’dır.
Piyasada vadeli işlemler için üç ödeme aracı kullanılmaktadır. Bunlar, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENEDİ ve ÇEK şeklindedir.
Açık hesap ve kambiyo senetlerinden oluşan borçlar ödenmediği takdirde; takibi, İCRA ve İFLÂS Kanunlarına göre yapılır ve TAZMİNAT, ADLÎ PARA CEZASI veya İDARÎ CEZA uygulanmaz.
Ödenmeyen ÇEK BORÇLARINDA ise, ayrıca ÇEK TAZMİNATI vardır ve ADLÎ PARA CEZASI uygulanır. Tabiatıyla ödeme güçlüğüne ve acze düşen kişiler, adlî para cezası sebebiyle cezaevine girmektedirler.
Bu durum da; çek ve senet borçlarının ödenememesi halinde, FARKLI ve ADÂLETSİZ bir uygulamanın varlığını göstermektedir ve bu adâletsizliğin hikmetini araştıran, sorgulayan çıkmamıştır.
Acaba bu adâletsizlik, Hükümetler üzerinde lobi oluşturan kesimlerin baskısı ile mi getirilmiştir?
Konuyu, biraz açmak istiyorum:
1-Her ne kadar kanunlarda çek vadesi yoksa da, yıllardan beri vadeli çek kullanımı piyasada yaygın olduğu için, teâmül haline gelmiştir. Bankalar dahî, vadeli müşteri çekleri karşılığı bazı müşterilerine kredi vermektedirler.
2-Bir türlü engellenemeyen büyük para sahibi TEFECİLER, resmî hüviyet kazanan FAKTÖRİNG şirketleri ve BANKALAR, vadeli çekler karşılığı para satmaktadırlar.
3-Herhangi bir sebeple çeki karşılıksız kalan insanlara karşı TEFECİLER, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİ ve BANKALAR, kanunların da kendilerine tanıdığı imkân ve güce dayanarak, gayet acımasız davranmaktadırlar.
Tefeciler ve Faktöring şirketleri, ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI imkânlarından yararlanarak ve bu imkânları tehdit aracı olarak kullanarak, haklarından fazlasını almaktadırlar ve tahsil imkânı kalmadığı takdirde borçluyu, cezaevine göndermektedirler.
Bankalar ise; üçüncü şahıslara ait çeklere karşı kredi verdiği müşterisinin zora düştüğünü sezdikleri anda, teminatta bulundurdukları üçüncü şahsa ait çekleri, vadelerine bakmaksızın tahsile koymaktadırlar. Bu imkândan yararlanarak kendi alacaklarını kurtarırken, bir anda üçüncü şahısları zora sokmaktadırlar ve hattâ birçok kişinin iflâslarına sebep olmaktadırlar.
Bu durum; ÇEK KANUNU DÜZENLEMESİNDE, TEFECİLERİN, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİNİN VE BANKALARIN, idare üzerindeki BASKILARININ olduğunu göstermektedir. Nitekim, yeni Çek Kanunu düzenlemesi için Adâlet Bakanlığı yetkililerinin, finans ve bankacılık kesiminden görüş aldıklarını, gazetelerde okudum Zaten ödenmeyen veya ödenemeyen senet ve çek borçları arasındaki adâletsiz uygulamanın varlığı, başka bir ihtimâli akla getirmez. Zira; çekler, para sahipleri tarafından acımasız bir silâh olarak kullanılmaktadır. Ticaret hayatıdır: Ticarette, ihtilafların çıkması, acze düşülmesi mukadderdir. Bunların çözüm yeri de, Hukuk Mahkemeleri’nin ve İcra, İflâs Mercilerinin olmalıdır. Zaten öyledir; ayrıcalık, sâdece çekler içindir.
Sayın BAŞKAN;
Yargının işi, yürürlükteki kanunları uygulamaktır. Yargı, beraberinde adâleti getirmeyen kanunları, elbette ki, yok farz edemez. Oluşturulan içtihâtlar da yine, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde oluşturulur.
Vatandaşların elinde ise hiçbir imkân yoktur. Zira; ADÂLETSİZ KANUNLARIN iptal istemi için ANAYASA MAHKEMESİNE götürülmesi, yine yargının yetkisindedir.
Bu mektubumla maksadımı ifade ettiğimi zannediyorum. Adâletsizliğin giderilmesi için gereken girişimlerde bulunacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
DEVLET, kuralarına göre işletilmelidir.
Sayın Şükrü KIZILOT
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Haziran 2009
Sayın KIZILOT;
23 Haziran 2009 tarihli ve “Vergi kaçıran herkes hapse girecek!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye meselelerine gayet yabancı ve Türkiye’nin ekonomisini iyi bilmeyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek; Vergi kaçakçılığı yapanlar, bundan böyle hapis cezasını paraya çevirtemeyecekler, hapse girecekler. Bu yönde bir yasa değişikliği yapıyoruz.” demiş.
Merak ediyorum:
1-Acaba, vergi kaçıranları nasıl tespit edecekler? Zirâ; Maliye Bakanlığı, denetim birimlerini etkisiz hale getirmiştir. Piyasa denetimi diye bir şey kalmamıştır. Üstelik vergi kaçağı tespit edildiği zaman adamına göre işlem yapılmaktadır. Ayrıca; 3 Kasım 2002 seçimlerinden tam 66 gün sonra 9 Ocak 2003 tarihinde çıkarılan 4783 sayılı Kanunun 7.ci ve 9.uncu maddeleri yürürlükteyken, kimler hapse girecektir?
2-Kayıt dışı ve belgesiz faaliyet, alabildiğine yaygındır ve Maliye Bakanlığı, bu faaliyetlerin seyircisi durumundadır. Bu kuralsızlığa ve kanunsuzluğa, Belediyeler de katılmışlardır. İstanbul Belediyesi’ne ait Bel-Tur Şirketi, iskelelerdeki, vapurlardaki ve mesire yerlerindeki büfe ve kafeteryalardaki faaliyetlerini belgesiz olarak sürdürmektedirler. Halk otobüsleri artık bilet kesmemektedir.
3-Özel kişilere ait işletmeler de belgesiz çalışmaktadır. Bunların içinde öyle işletmeler vardır ki, âdetâ para basmaktadır. Merak eden lokantaları, meyhaneleri, sahillerdeki çay bahçelerini ve kafeteryaları, meydanlara kurulan büfeleri ve hatta tuvaletleri dolaşsın ve gerçeği, yakından görsün!
Asgarî ücretten dahî vergi alan bir devlet, sokağa hâkim olamıyor ve denetleyemiyorsa, gerçek fonksiyonunu yitirmiş demektir.
Geçenlerde bir arkadaşım Yunanistan’a gitmişti. Yunanistan’da gördüklerine şaşırmış. Zira; hiç kimse, belgesiz satış yapamıyormuş. Bir kafede çay içmiş. Garson çayı, kasa fişi ile birlikte getirince,
“Daha oturacağız ve çay içeceğiz. Hesabı, çıkarken alsanız olmaz mı?” diye sormuş. Garson “Mümkün değil. Her çayı veya satışını yaptığımız her şeyi kasa fişi ile getirmek zorundayız. Aksi halde çok büyük cezası vardır.” demiş. Bunu, gerçek fonksiyonunu yerine getiren devletin nasıl işletildiğine örnek olsun diye anlattım. Darısı bizim başımıza.
Evet; Maliye Bakanı istediği kanunları getirebilir ve istediği kuralları da koyabilir. Ama; getirdiği kanunları ve koyduğu kuralları işletemez veya işletmezse, bu kanunlar ve kurallar ne işe yarar? Üstelik bu zaaf, vergi kaçakçısının işine yarar. Çünkü; ÖTV ve KDV, kaçakçının cebine akar.
Bilgilendirmek için ve gerektiğinde ilgililere aktarırsınız diye yazdım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Haziran 2009
Sayın KIZILOT;
23 Haziran 2009 tarihli ve “Vergi kaçıran herkes hapse girecek!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Türkiye meselelerine gayet yabancı ve Türkiye’nin ekonomisini iyi bilmeyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek; Vergi kaçakçılığı yapanlar, bundan böyle hapis cezasını paraya çevirtemeyecekler, hapse girecekler. Bu yönde bir yasa değişikliği yapıyoruz.” demiş.
Merak ediyorum:
1-Acaba, vergi kaçıranları nasıl tespit edecekler? Zirâ; Maliye Bakanlığı, denetim birimlerini etkisiz hale getirmiştir. Piyasa denetimi diye bir şey kalmamıştır. Üstelik vergi kaçağı tespit edildiği zaman adamına göre işlem yapılmaktadır. Ayrıca; 3 Kasım 2002 seçimlerinden tam 66 gün sonra 9 Ocak 2003 tarihinde çıkarılan 4783 sayılı Kanunun 7.ci ve 9.uncu maddeleri yürürlükteyken, kimler hapse girecektir?
2-Kayıt dışı ve belgesiz faaliyet, alabildiğine yaygındır ve Maliye Bakanlığı, bu faaliyetlerin seyircisi durumundadır. Bu kuralsızlığa ve kanunsuzluğa, Belediyeler de katılmışlardır. İstanbul Belediyesi’ne ait Bel-Tur Şirketi, iskelelerdeki, vapurlardaki ve mesire yerlerindeki büfe ve kafeteryalardaki faaliyetlerini belgesiz olarak sürdürmektedirler. Halk otobüsleri artık bilet kesmemektedir.
3-Özel kişilere ait işletmeler de belgesiz çalışmaktadır. Bunların içinde öyle işletmeler vardır ki, âdetâ para basmaktadır. Merak eden lokantaları, meyhaneleri, sahillerdeki çay bahçelerini ve kafeteryaları, meydanlara kurulan büfeleri ve hatta tuvaletleri dolaşsın ve gerçeği, yakından görsün!
Asgarî ücretten dahî vergi alan bir devlet, sokağa hâkim olamıyor ve denetleyemiyorsa, gerçek fonksiyonunu yitirmiş demektir.
Geçenlerde bir arkadaşım Yunanistan’a gitmişti. Yunanistan’da gördüklerine şaşırmış. Zira; hiç kimse, belgesiz satış yapamıyormuş. Bir kafede çay içmiş. Garson çayı, kasa fişi ile birlikte getirince,
“Daha oturacağız ve çay içeceğiz. Hesabı, çıkarken alsanız olmaz mı?” diye sormuş. Garson “Mümkün değil. Her çayı veya satışını yaptığımız her şeyi kasa fişi ile getirmek zorundayız. Aksi halde çok büyük cezası vardır.” demiş. Bunu, gerçek fonksiyonunu yerine getiren devletin nasıl işletildiğine örnek olsun diye anlattım. Darısı bizim başımıza.
Evet; Maliye Bakanı istediği kanunları getirebilir ve istediği kuralları da koyabilir. Ama; getirdiği kanunları ve koyduğu kuralları işletemez veya işletmezse, bu kanunlar ve kurallar ne işe yarar? Üstelik bu zaaf, vergi kaçakçısının işine yarar. Çünkü; ÖTV ve KDV, kaçakçının cebine akar.
Bilgilendirmek için ve gerektiğinde ilgililere aktarırsınız diye yazdım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
21 Haziran 2009 Pazar
Yönetmek, bir sanattır.
Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara. 21 Haziran 2009
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Takdirinizin ne olduğunu bilemem; ama, Türkiye’nin zor günlere doğru hızla yol aldığını, rahatlıkla söyleyebilirim. Zira; halkın içinde yaşayan ve Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak arz ettiğim bu görüşüm, sokaktaki herkesin müştereğidir.
Bu durumdan çıkış, ayaküstü beyanatlarla gerçekleşmez; DEVLETİN, bir AHENK içinde ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmesiyle mümkün olur. DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ imiş gibi yönetilmesi, bunalımları derinleştirir ve Türkiye’yi ÇARESİZ bırakır.
Bu mektubumu, Karaman geziniz sırasında verdiğiniz beyanat sebebiyle yazmış bulunmaktayım. Beyanatınızın bir bölümünde, Taraf gazetesinde yayımlanan belgeyle ilgili olarak;
"Konuyla ilgili hukukî süreç işliyor. Bütün bunlarla ilgili hukukî süreç işliyor. Türkiye şeffaf bir ülkedir. Bu şeffaflık içinde bir yanlış varsa; hukuk yoluyla ortaya çıkar ve gereği yapılır. Yanlışlar yoksa; o zaman Türkiye’de kasıtlı yapanlar varsa, o da yanlış olduğu için o da ortaya çıkar, onlarla ilgili de gereken yapılır. Ama artık Türkiye’de hiçbir şey gizli kalmaz" ifadelerini kullanmışsınız.
DEVLETİ, ahenk içinde çalıştırmakla görevli CUMHURBAŞKANI olmanız hasebiyle bu sözleriniz, kamuoyunu tatmin etmez. Zira;
Türkiye, yeteri kadar şeffaf değildir ve bazı işleri, kasıtlı olarak yapanlar mevcuttur. Ve maalesef, kasıtlı yapılan işler, açığa çıkarılmamaktadır. Bu görüşümü, Türkiye’nin gündemini en fazla meşgûl ettiği için, üç basit örnekle açıklamak istiyorum:
1-Neredeyse iki yıldan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen ve ERGENEKON adı verilen dâvâ sürecinde; dâvânın mahkemede görüşülmesi anına kadar gizli kalması gereken iddia ve belgelerin, bazı basın organlarına sızdırılması, HUKUK DEVLETİ ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi, vatandaşlarımızı da rahatsız ve tedirgin etmektedir. Hele; telefon dinlemelerindeki belirsizlik ve kuralsızlık, vatandaşlarımızı, gerçekten endişeye düşürmektedir. Bu yanlışlığı ne düzelten vardır ve ne de hukukî yolları işleten vardır. Yanlışların düzeltilmesi için, gerekeni yapan da yoktur.
2-Yine Türkiye’nin gündeminde önemli bir yer tutan Zahit Akman konusu, hâlâ, gerginlik sebebi olarak kamuoyunu meşgûl etmektedir. Öylesine ki; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile RTÜK Başkanı Zahit Akman, siyasî rakiplermiş gibi, birbirleriyle ters düşmüşlerdir. Bu durumu da halkımız, şaşkın ve endişe ile izlemektedir.
3-Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar, Fethullah Gülen’in Onursal Başkanı olduğu “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın” düzenlediği ABANT PLÂTFORMU toplantısında;
“İçinde bulunduğumuz bu dönemde bile, hâlâ, BAAS REJİMİ özlemiyle Hükümeti devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi plânlıyorlar. Bu kişi ve gruplar, halkın iradesine karşı plân yapmaktan ne usanıyor, ne de utanıyor.” sözlerini söyleyerek, maksadını aşan ve devlet geleneği ile asla ve asla bağdaşmayan siyasî bir tavır ortaya koymuştur. Üstelik; Valinin bu konuşmasını, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç onaylamış ve kendisini tebrik etmiştir. Hiç kimse de Valiye, “NE HAKKIN VAR?” sorusunu sormamıştır. Sanki Türkiye’de BAAS REJİMİ özlemini duyanlar, hükümeti devirmeyi ve binlerce kişiyi yok etmeyi plânlayanlar varmış gibi, toplantıya katılanlar, onaylarcasına sessiz kalmışlardır. Hükümetin sessizliği ise, şaşırtıcıdır. Esasen Valinin, tam anlamıyla siyasallaşan Fethullah Gülen Cemaatinin düzenlediği bu toplantıya katılmaması gerekirdi.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Bunalımlara meydan vermemek, bunalımları iyi yönetmek, siyasî sanattır. Ülkemizin bilinen gerçeği ise bellidir: Hiç sebep yokken en tedirgin edici bunalımlar yaratılmaktadır ve bunalım meydana geldiği zaman da iyi yönetilmemektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kesinleşmemiş iddia ve olayları parti kongrelerine taşıması, bu gerçeğin ispatıdır. Bu durum karşısında, esasen zor hayat şartları ve iktisadî bunalım altında ezilen insanlarımız, “Gelecekten ümidimizi kaybettik.” derlerse, haksız duruma düşmezler. Herkes, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirileceği endişesini taşımaktadır. Bu endişenin giderilmesi ve gereğinin yapılması şarttır.
Gereğini yapacağınıza inanarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Cumhurbaşkanı
Ankara. 21 Haziran 2009
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Takdirinizin ne olduğunu bilemem; ama, Türkiye’nin zor günlere doğru hızla yol aldığını, rahatlıkla söyleyebilirim. Zira; halkın içinde yaşayan ve Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak arz ettiğim bu görüşüm, sokaktaki herkesin müştereğidir.
Bu durumdan çıkış, ayaküstü beyanatlarla gerçekleşmez; DEVLETİN, bir AHENK içinde ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmesiyle mümkün olur. DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ imiş gibi yönetilmesi, bunalımları derinleştirir ve Türkiye’yi ÇARESİZ bırakır.
Bu mektubumu, Karaman geziniz sırasında verdiğiniz beyanat sebebiyle yazmış bulunmaktayım. Beyanatınızın bir bölümünde, Taraf gazetesinde yayımlanan belgeyle ilgili olarak;
"Konuyla ilgili hukukî süreç işliyor. Bütün bunlarla ilgili hukukî süreç işliyor. Türkiye şeffaf bir ülkedir. Bu şeffaflık içinde bir yanlış varsa; hukuk yoluyla ortaya çıkar ve gereği yapılır. Yanlışlar yoksa; o zaman Türkiye’de kasıtlı yapanlar varsa, o da yanlış olduğu için o da ortaya çıkar, onlarla ilgili de gereken yapılır. Ama artık Türkiye’de hiçbir şey gizli kalmaz" ifadelerini kullanmışsınız.
DEVLETİ, ahenk içinde çalıştırmakla görevli CUMHURBAŞKANI olmanız hasebiyle bu sözleriniz, kamuoyunu tatmin etmez. Zira;
Türkiye, yeteri kadar şeffaf değildir ve bazı işleri, kasıtlı olarak yapanlar mevcuttur. Ve maalesef, kasıtlı yapılan işler, açığa çıkarılmamaktadır. Bu görüşümü, Türkiye’nin gündemini en fazla meşgûl ettiği için, üç basit örnekle açıklamak istiyorum:
1-Neredeyse iki yıldan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen ve ERGENEKON adı verilen dâvâ sürecinde; dâvânın mahkemede görüşülmesi anına kadar gizli kalması gereken iddia ve belgelerin, bazı basın organlarına sızdırılması, HUKUK DEVLETİ ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi, vatandaşlarımızı da rahatsız ve tedirgin etmektedir. Hele; telefon dinlemelerindeki belirsizlik ve kuralsızlık, vatandaşlarımızı, gerçekten endişeye düşürmektedir. Bu yanlışlığı ne düzelten vardır ve ne de hukukî yolları işleten vardır. Yanlışların düzeltilmesi için, gerekeni yapan da yoktur.
2-Yine Türkiye’nin gündeminde önemli bir yer tutan Zahit Akman konusu, hâlâ, gerginlik sebebi olarak kamuoyunu meşgûl etmektedir. Öylesine ki; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile RTÜK Başkanı Zahit Akman, siyasî rakiplermiş gibi, birbirleriyle ters düşmüşlerdir. Bu durumu da halkımız, şaşkın ve endişe ile izlemektedir.
3-Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar, Fethullah Gülen’in Onursal Başkanı olduğu “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın” düzenlediği ABANT PLÂTFORMU toplantısında;
“İçinde bulunduğumuz bu dönemde bile, hâlâ, BAAS REJİMİ özlemiyle Hükümeti devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi plânlıyorlar. Bu kişi ve gruplar, halkın iradesine karşı plân yapmaktan ne usanıyor, ne de utanıyor.” sözlerini söyleyerek, maksadını aşan ve devlet geleneği ile asla ve asla bağdaşmayan siyasî bir tavır ortaya koymuştur. Üstelik; Valinin bu konuşmasını, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç onaylamış ve kendisini tebrik etmiştir. Hiç kimse de Valiye, “NE HAKKIN VAR?” sorusunu sormamıştır. Sanki Türkiye’de BAAS REJİMİ özlemini duyanlar, hükümeti devirmeyi ve binlerce kişiyi yok etmeyi plânlayanlar varmış gibi, toplantıya katılanlar, onaylarcasına sessiz kalmışlardır. Hükümetin sessizliği ise, şaşırtıcıdır. Esasen Valinin, tam anlamıyla siyasallaşan Fethullah Gülen Cemaatinin düzenlediği bu toplantıya katılmaması gerekirdi.
Sayın CUMHURBAŞKANI;
Bunalımlara meydan vermemek, bunalımları iyi yönetmek, siyasî sanattır. Ülkemizin bilinen gerçeği ise bellidir: Hiç sebep yokken en tedirgin edici bunalımlar yaratılmaktadır ve bunalım meydana geldiği zaman da iyi yönetilmemektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kesinleşmemiş iddia ve olayları parti kongrelerine taşıması, bu gerçeğin ispatıdır. Bu durum karşısında, esasen zor hayat şartları ve iktisadî bunalım altında ezilen insanlarımız, “Gelecekten ümidimizi kaybettik.” derlerse, haksız duruma düşmezler. Herkes, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirileceği endişesini taşımaktadır. Bu endişenin giderilmesi ve gereğinin yapılması şarttır.
Gereğini yapacağınıza inanarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
20 Haziran 2009 Cumartesi
Taraf Gazetesi ve Gülen Cemaati.
Sayın Bülent ARINÇ
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 20 Haziran 2009
Sayın BAKAN;
FETHULLAH GÜLEN’İN onursal başkanı olduğu “GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI”’NIN düzenlediği “ABANT PLÂTFORMU” toplantısında yaptığınız konuşmanızın gazetelerde yayımlanan bölümlerini, dikkatle okudum.
Henüz daha gerçek olup olmadığı anlaşılmayan ve mahiyeti bilinmeyen ve Taraf Gazetesi’nde yayımlanan “HÜKÜMETE VE FETHULLAH GÜLEN HAREKETİNE KOMPLO BELGESİ”ni ileri sürerek, “Bu belge, halkın iradesine karşı, halkın seçimine, Anayasa’ya, demokrasiye karşı büyük bir ihanetten başka bir şey değildir.” ifadesini kullanmışsınız.
Bu ifadenizi yadırgamamak mümkün değildir. Hukukçu bir siyaset ve devlet adamı olmanız hasebiyle, henüz yargı safhasına dahî intikal etmemiş bir haber hakkında, bu kadar sert ve kesin ifadeler kullanmanız doğru değildir. Üstelik bu konuşmanızı, AKP lehine siyasî ağırlığını koyan ve “FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ” adı verilen bir oluşumun kurduğu ve kesin olarak kontrol ettiği bir vakıfta yapmanız, gerçek anlamda ANAYASA’YA aykırıdır. Sebebine gelince:
Fethullah Gülen’in bir sembol olarak önde gösterildiği ve perde arkasındaki tepe yöneticilerininin, Cemaât mensupları dâhil, kamuoyunca tanınmayan, bilinmeyen FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ, kendisini halktan tecrit etmiş bir oluşumdur ve siyasete, ağırlığını koymuş ve hiyerarşik bir sistem içinde hareket eden bir yapıya sahiptir. Tabir caizse, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığını izlemektedir. DİNDARLIĞI referans alması dahî, EVRENSEL değerlere sahip YÜCE İSLÂM DİNİ’NE de aykırıdır. SİYASÎ tercihte, mensuplarını belirli partilere yönlendirerek, cemaat mensuplarının İRADE VE HÜRRİYETLERİNE kısıtlama getirmesi, akla, mantığa ve ilme aykırıdır.
ÜNİVERSİTE REKTÖRLERİ hakkındaki, “Çok şükür ki; siyasî iktidardan hesap sormayı görev olarak bilen sayın rektörlerimiz gitti; yerine bilim ve teknoloji konuşan çok değerli rektörlerimiz geldi.” sözleriniz ise, gerçek bir demokrasinin ruhuna taban tabana zıttır. Zirâ; iktidarlara hesap sormak, her vatandaşın en önde gelen görevidir. Verdiği OY’un takipçiliğini yapmayan, yeri geldiğinde iktidarları eleştirmeyen kişiler, vatandaşlık görevlerini yerine getirmemiş ve iktidarların kötü yönetimlerine, keyfiliklerine, usulsüzlüklerine iştirak etmiş olurlar. Ayrıca bu husus, Yüce ve Evrensel İslâm Dini’nin kesin emridir. İşte senedim;
Hz. Ömer, Devlet Başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde; “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmezse ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!” sözlerini söylemiştir.
İştirak ettiğiniz Abant Plâtformu toplantısında demokrasiyle ve devlet gelenekleriyle asla ve asla bağdaşmayacak bir olay daha yaşanmıştır. O da, Bolu Valisi Halil İbtahim Akpınar’ın yaptığı konuşmasıdır. Vali Akpınar, “İçinde bulunduğumuz dönemde bile, hâlâ, BAAS REJİMİ özlemiyle HÜKÜMETİ devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi plânlıyorlar. Bu kişi ve gruplar, halkın iradesine karşı plân yapmaktan ne usanıyorlar ve ne de utanıyorlar.” sözlerini söyleyerek, ağır ve yakışıksız bir üslûpla siyasî beyanda bulunmuş ve DEVLET GELENEĞİNİ hiçe saymıştır. Yani; bir PARTİ VALİSİ olduğunu ispatlamıştır.
Sayın BAKAN;
Bu mektubumu, devlet ve siyaset adamlarının, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğini unutarak söyledikleri sözlerinin halkı gerdiğini ve kutuplaşmalara sebep olduğunu belirtmek için yazdım. Gerginliklerin ve kutuplaşmaların ağır ve telâfisi mümkün olmayan bir bedeli olur. Sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı ortadan kalkar ve birbirleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşur. Ne yazık ki; Türkiye, böyle bir süreçten geçmektedir. Bunun anlamını, herkesten çok sizin bilmeniz gerekir. Zira; dindar ve dindarlığı ile her zeminde övünen bir kişisiniz. Bu sebeple; ENFAL SURESİ’nin 46.cı Ayetini hatırlatmak zorundayım. İşte Ayetin meali:
“Allah’a ve Resulüne itaatten ayrılmayın. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku ve yılgınlık düşer, devletiniz elden gider. Ve sabırlı olun! Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Tarihin hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve herkes tarafından bilinmektedir:
Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edememişlerdir ve tarihten silinmişlerdir.
Yeri gelmişken bir hususu daha arz etmek istiyorum:
Her zaman ve her yerde olduğu gibi yine, ordu ile ilgili olarak, “ORDUNUN YENİ BİR YAPILANMA VE ANLAYIŞ İÇİNE GİRMESİ GEREKİR” sözlerini söylemişsiniz ki; bu gibi sözler, artık bıkkınlık ve gerginlik yaratmaktadır. Ordu ile ne alıp vereceğiniz var? Bunu, bir türlü anlayamıyorum. Bu hususta biraz düşünesiniz diye, Hz. Ali’nin askerler hakkındaki sözlerini hatırlatmakta fayda umuyorum.
Hz. Ali, Mısır Valisi Malik İbni Eşteri’ye gönderdiği emirnâmesinin bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
Asker; Allah’ın izniyle milletin kalesi, memleketin, milletin, valilerin şerefi, dinin izzeti, âsâyişin vasıtasıdır. Millet, ancak bunların sayesinde ayakta durabilir.”
Gerçek de, bu değil midir? Taraf Gazetesi ile Fethullah Gülen Cemaati el ele vererek, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik etmek ve yıpratmak için olanca güçleriyle çalışırlarken, sizin de bu kervana katılmanızı, kamuoyu endişe ve biraz da hiddetle karşılamaktadır.
Bu mektubumun sizi hiddetlendireceğini biliyorum. Ama; doğruları söylemek de, bir vatandaşlık görevimdir. Gerçek bir demokrasinin gereği de budur. Ülkeyi iyi idare etmediğiniz de bir gerçektir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 20 Haziran 2009
Sayın BAKAN;
FETHULLAH GÜLEN’İN onursal başkanı olduğu “GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI”’NIN düzenlediği “ABANT PLÂTFORMU” toplantısında yaptığınız konuşmanızın gazetelerde yayımlanan bölümlerini, dikkatle okudum.
Henüz daha gerçek olup olmadığı anlaşılmayan ve mahiyeti bilinmeyen ve Taraf Gazetesi’nde yayımlanan “HÜKÜMETE VE FETHULLAH GÜLEN HAREKETİNE KOMPLO BELGESİ”ni ileri sürerek, “Bu belge, halkın iradesine karşı, halkın seçimine, Anayasa’ya, demokrasiye karşı büyük bir ihanetten başka bir şey değildir.” ifadesini kullanmışsınız.
Bu ifadenizi yadırgamamak mümkün değildir. Hukukçu bir siyaset ve devlet adamı olmanız hasebiyle, henüz yargı safhasına dahî intikal etmemiş bir haber hakkında, bu kadar sert ve kesin ifadeler kullanmanız doğru değildir. Üstelik bu konuşmanızı, AKP lehine siyasî ağırlığını koyan ve “FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ” adı verilen bir oluşumun kurduğu ve kesin olarak kontrol ettiği bir vakıfta yapmanız, gerçek anlamda ANAYASA’YA aykırıdır. Sebebine gelince:
Fethullah Gülen’in bir sembol olarak önde gösterildiği ve perde arkasındaki tepe yöneticilerininin, Cemaât mensupları dâhil, kamuoyunca tanınmayan, bilinmeyen FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ, kendisini halktan tecrit etmiş bir oluşumdur ve siyasete, ağırlığını koymuş ve hiyerarşik bir sistem içinde hareket eden bir yapıya sahiptir. Tabir caizse, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığını izlemektedir. DİNDARLIĞI referans alması dahî, EVRENSEL değerlere sahip YÜCE İSLÂM DİNİ’NE de aykırıdır. SİYASÎ tercihte, mensuplarını belirli partilere yönlendirerek, cemaat mensuplarının İRADE VE HÜRRİYETLERİNE kısıtlama getirmesi, akla, mantığa ve ilme aykırıdır.
ÜNİVERSİTE REKTÖRLERİ hakkındaki, “Çok şükür ki; siyasî iktidardan hesap sormayı görev olarak bilen sayın rektörlerimiz gitti; yerine bilim ve teknoloji konuşan çok değerli rektörlerimiz geldi.” sözleriniz ise, gerçek bir demokrasinin ruhuna taban tabana zıttır. Zirâ; iktidarlara hesap sormak, her vatandaşın en önde gelen görevidir. Verdiği OY’un takipçiliğini yapmayan, yeri geldiğinde iktidarları eleştirmeyen kişiler, vatandaşlık görevlerini yerine getirmemiş ve iktidarların kötü yönetimlerine, keyfiliklerine, usulsüzlüklerine iştirak etmiş olurlar. Ayrıca bu husus, Yüce ve Evrensel İslâm Dini’nin kesin emridir. İşte senedim;
Hz. Ömer, Devlet Başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde; “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmezse ve o idareciler de, kendilerine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezlerse; ne o milletten ve ne de o idarecilerden hayır gelmez!” sözlerini söylemiştir.
İştirak ettiğiniz Abant Plâtformu toplantısında demokrasiyle ve devlet gelenekleriyle asla ve asla bağdaşmayacak bir olay daha yaşanmıştır. O da, Bolu Valisi Halil İbtahim Akpınar’ın yaptığı konuşmasıdır. Vali Akpınar, “İçinde bulunduğumuz dönemde bile, hâlâ, BAAS REJİMİ özlemiyle HÜKÜMETİ devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi plânlıyorlar. Bu kişi ve gruplar, halkın iradesine karşı plân yapmaktan ne usanıyorlar ve ne de utanıyorlar.” sözlerini söyleyerek, ağır ve yakışıksız bir üslûpla siyasî beyanda bulunmuş ve DEVLET GELENEĞİNİ hiçe saymıştır. Yani; bir PARTİ VALİSİ olduğunu ispatlamıştır.
Sayın BAKAN;
Bu mektubumu, devlet ve siyaset adamlarının, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğini unutarak söyledikleri sözlerinin halkı gerdiğini ve kutuplaşmalara sebep olduğunu belirtmek için yazdım. Gerginliklerin ve kutuplaşmaların ağır ve telâfisi mümkün olmayan bir bedeli olur. Sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı ortadan kalkar ve birbirleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşur. Ne yazık ki; Türkiye, böyle bir süreçten geçmektedir. Bunun anlamını, herkesten çok sizin bilmeniz gerekir. Zira; dindar ve dindarlığı ile her zeminde övünen bir kişisiniz. Bu sebeple; ENFAL SURESİ’nin 46.cı Ayetini hatırlatmak zorundayım. İşte Ayetin meali:
“Allah’a ve Resulüne itaatten ayrılmayın. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku ve yılgınlık düşer, devletiniz elden gider. Ve sabırlı olun! Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Tarihin hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve herkes tarafından bilinmektedir:
Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbirleriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edememişlerdir ve tarihten silinmişlerdir.
Yeri gelmişken bir hususu daha arz etmek istiyorum:
Her zaman ve her yerde olduğu gibi yine, ordu ile ilgili olarak, “ORDUNUN YENİ BİR YAPILANMA VE ANLAYIŞ İÇİNE GİRMESİ GEREKİR” sözlerini söylemişsiniz ki; bu gibi sözler, artık bıkkınlık ve gerginlik yaratmaktadır. Ordu ile ne alıp vereceğiniz var? Bunu, bir türlü anlayamıyorum. Bu hususta biraz düşünesiniz diye, Hz. Ali’nin askerler hakkındaki sözlerini hatırlatmakta fayda umuyorum.
Hz. Ali, Mısır Valisi Malik İbni Eşteri’ye gönderdiği emirnâmesinin bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
Asker; Allah’ın izniyle milletin kalesi, memleketin, milletin, valilerin şerefi, dinin izzeti, âsâyişin vasıtasıdır. Millet, ancak bunların sayesinde ayakta durabilir.”
Gerçek de, bu değil midir? Taraf Gazetesi ile Fethullah Gülen Cemaati el ele vererek, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik etmek ve yıpratmak için olanca güçleriyle çalışırlarken, sizin de bu kervana katılmanızı, kamuoyu endişe ve biraz da hiddetle karşılamaktadır.
Bu mektubumun sizi hiddetlendireceğini biliyorum. Ama; doğruları söylemek de, bir vatandaşlık görevimdir. Gerçek bir demokrasinin gereği de budur. Ülkeyi iyi idare etmediğiniz de bir gerçektir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
19 Haziran 2009 Cuma
İhtiras ve hayallerine yenik düşenler.
Sayın Hasan Celâl Güzel;
Radikal Gazetesi Yazarı
Sayın Güzel; 19 Haziran 2009
19 Haziran 2009 tarihli yazınızı okudum. "Bu ne şiddet ve bu ne celâl?" demekten kendimi alamadım. Zirâ; olmayan veya niyet edilmeyen bir darbe senaryoları yazanların tuzağına düşmüş vaziyettesiniz.
Basiretiniz bağlandığı için de, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirildiğini görememektesiniz veya görmezden gelmektesiniz.
Bu hengâmeler arasında, demokrasiye gerçek darbenin, 1983'te iktidara gelen Turgut Özal tarafından yapıldığını görmezden gelmektesiniz. Bu görüşüm belki sizi şaşırtabilir. Şaşırmamanız için, bir açıklama yapmak istiyorum:
1983 seçimlerinde ülke idaresini Turgut Özal'a bırakan askerler, yürürlüğe koydukları Seçim ve Siyasi Partiler kanunları ile parti liderlerinin diktatörlüklerine son veren düzenlemeler getirmişlerdi. Bu düzenlemelerle halk, kendi hür iradelerini tecelli ettirecek şekilde sistemin içine dâhil edilmişti. Her kademedeki seçimler (delege tespiti, parti kademelerindeki yöneticilerin belirlenmesi ve milletvekili adaylarının tespiti), partilere kayıtlı bütün üyelerin iştirakleriyle ve hâkim teminatında yapılacaktı. Ne var ki; İktidara gelen Turgut Özal, zaman içersinde bu kanunlarda değişiklik yaparak, Parti liderlerini tek seçici konumuna getirdi. 1987'den itibaren de genel başkanların istemediği kişiler, milletvekili veya parti yöneticisi ve hatta delege dahi olamadılar. Genel başkanların istediği kişiler, vasıflarına, ehliyet ve liyâkâtlarına bakılmaksızın milletvekili de oldular, devletin en üst kademelerinde görevler de aldılar. Haklarında ağır cezalık davalar olan kişiler dahi milletvekili ve bakan olabildiler. Şimdi soruyorum:
Askerlerin getirdiği bu kanunlar değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılabilseydi; bugün Türkiye, bu zor duruma düşer miydi? Bu sayede; aradığımız gerçek bir demokrasi kurulmaz mıydı?
Çarpık ve halkı dışlayan bu GÖSTERMELİK DEMOKRASİYİ savunacağınıza; Türkiye'nin tam anlamı ile HÜR VE DEMOKRAT bir ülke olması için çalışsanız, ülke için daha hayırlı bir hizmet yapmış olmaz mısınız?
Dilinize pelesenk ettiğiniz 28 Şubat Sürecinin, bir darbe girişimi olmadığını, Erbakan'ı, tekrar Başbakan olabilmek amacıyla yanıp tutuşan Tansu Çiller'in tuzağa düşürdüğünü ne zaman anlayacaksınız?
Taraf Gazetesi ile Gülen Cemaati" adı verilen oluşumun, kol kola girerek, ortalığı karıştırmak ve insanları fikren bölmek için ellerinden geleni yaptıklarını, ne zaman anlayacaksınız?
Beni tanırsınız ve fikriyatımı da çok iyi bilirsiniz. Ben de sizi, gayet iyi tanıyorum. Yüreğiniz, memleket aşkı ile atmaktadır. Ama, yüreğinizin atışlarına, basiretinizi eklemeyi beceremiyorsunuz. Bilgili olmanın yanında, düşünmesini de bilmenin şart olduğunu, anlayamıyorsunuz?
Öyle bir hâl sergiliyorsunuz ki; kendinizi, İHTİRAS VE HEVESLERİNE yenik düşmüş kişilerin hizmetkârı ve bedava avukatı konumuna düşürüyorsunuz.
Zahit Akman'ın herkese meydan okuyuşu, size bir anlam ifade etmiyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Radikal Gazetesi Yazarı
Sayın Güzel; 19 Haziran 2009
19 Haziran 2009 tarihli yazınızı okudum. "Bu ne şiddet ve bu ne celâl?" demekten kendimi alamadım. Zirâ; olmayan veya niyet edilmeyen bir darbe senaryoları yazanların tuzağına düşmüş vaziyettesiniz.
Basiretiniz bağlandığı için de, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirildiğini görememektesiniz veya görmezden gelmektesiniz.
Bu hengâmeler arasında, demokrasiye gerçek darbenin, 1983'te iktidara gelen Turgut Özal tarafından yapıldığını görmezden gelmektesiniz. Bu görüşüm belki sizi şaşırtabilir. Şaşırmamanız için, bir açıklama yapmak istiyorum:
1983 seçimlerinde ülke idaresini Turgut Özal'a bırakan askerler, yürürlüğe koydukları Seçim ve Siyasi Partiler kanunları ile parti liderlerinin diktatörlüklerine son veren düzenlemeler getirmişlerdi. Bu düzenlemelerle halk, kendi hür iradelerini tecelli ettirecek şekilde sistemin içine dâhil edilmişti. Her kademedeki seçimler (delege tespiti, parti kademelerindeki yöneticilerin belirlenmesi ve milletvekili adaylarının tespiti), partilere kayıtlı bütün üyelerin iştirakleriyle ve hâkim teminatında yapılacaktı. Ne var ki; İktidara gelen Turgut Özal, zaman içersinde bu kanunlarda değişiklik yaparak, Parti liderlerini tek seçici konumuna getirdi. 1987'den itibaren de genel başkanların istemediği kişiler, milletvekili veya parti yöneticisi ve hatta delege dahi olamadılar. Genel başkanların istediği kişiler, vasıflarına, ehliyet ve liyâkâtlarına bakılmaksızın milletvekili de oldular, devletin en üst kademelerinde görevler de aldılar. Haklarında ağır cezalık davalar olan kişiler dahi milletvekili ve bakan olabildiler. Şimdi soruyorum:
Askerlerin getirdiği bu kanunlar değiştirilmeseydi ve seçimler, bu kanunlara göre yapılabilseydi; bugün Türkiye, bu zor duruma düşer miydi? Bu sayede; aradığımız gerçek bir demokrasi kurulmaz mıydı?
Çarpık ve halkı dışlayan bu GÖSTERMELİK DEMOKRASİYİ savunacağınıza; Türkiye'nin tam anlamı ile HÜR VE DEMOKRAT bir ülke olması için çalışsanız, ülke için daha hayırlı bir hizmet yapmış olmaz mısınız?
Dilinize pelesenk ettiğiniz 28 Şubat Sürecinin, bir darbe girişimi olmadığını, Erbakan'ı, tekrar Başbakan olabilmek amacıyla yanıp tutuşan Tansu Çiller'in tuzağa düşürdüğünü ne zaman anlayacaksınız?
Taraf Gazetesi ile Gülen Cemaati" adı verilen oluşumun, kol kola girerek, ortalığı karıştırmak ve insanları fikren bölmek için ellerinden geleni yaptıklarını, ne zaman anlayacaksınız?
Beni tanırsınız ve fikriyatımı da çok iyi bilirsiniz. Ben de sizi, gayet iyi tanıyorum. Yüreğiniz, memleket aşkı ile atmaktadır. Ama, yüreğinizin atışlarına, basiretinizi eklemeyi beceremiyorsunuz. Bilgili olmanın yanında, düşünmesini de bilmenin şart olduğunu, anlayamıyorsunuz?
Öyle bir hâl sergiliyorsunuz ki; kendinizi, İHTİRAS VE HEVESLERİNE yenik düşmüş kişilerin hizmetkârı ve bedava avukatı konumuna düşürüyorsunuz.
Zahit Akman'ın herkese meydan okuyuşu, size bir anlam ifade etmiyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
18 Haziran 2009 Perşembe
Cah hırsı ve ahlâk
Sayın Akif BEKİ
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 18 Haziran 2009
Sayın Beki;
18 Haziran 2009 tarihli ve “ÜÇ ŞEYTANLA ANDIÇ KONUŞMASI” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bilmenizi isterim: ŞEYTAN’IN görevi zihinlere VESVESE aşılamaktır. Bunun haricinde Şeytan’ın bir görevi yoktur ve kötülük yapmaz. Zaten Bakara Suresi’nde, “Onlar Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman…”sözleriyle başlayan AYET, bunu işaret etmektedir. Açık ifadeyle; insanlara, ülkelere ve milletlere en büyük fenalık, ŞEYTAN SIFATLI insanlardan gelir. Bu sıfattaki kişiler, insanlık tarihi boyunca bütün cinayetlerin, bütün zulümlerin ve bütün kötülüklerin sebebi olmuşlardır. Zirâ; bunlar, oturdukları yerde fitne ve fesat dokuyarak, insanları bir birlerine düşürürler.
Bu girişten sonra, esas konumuza gelelim: Büyük bir gazetede yazdığınıza ve görüşlerinizi, doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın belirttiğinize göre, okuyucularınızın da söz haklarının olacağı gayet tabiidir. Evvelâ şu gerçeği belirtmek isterim:
Türkiye’nin ve Türk milletinin en büyük ihtiyacı; SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ortamı içerisinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki Türkiye, böyle bir zaman dilimini yakalayamamıştır. Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle, bu bölgede hedefleri olan dış güçler, buna imkân vermemişlerdir. Üstelik; Şeytan sıfatlı insanlarımız da, sebebi ne olursa olsun (İhanet veya gaflet), dış husumet odaklarına yardımcı olmuşlardır. Şayet Türkiye böylesine önemli bir zaman dilimini yakalayabilseydi; bu gün bölgede:
Kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulan veya kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran ve hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen HUZURLU, MUTLU, ve REFAH içinde yüzen BİR BÜYÜK TÜRKİYE olurdu.
Bu görüşümü kabul veya reddetmek hakkınızdır. Ama; elinizdeki imkân sebebiyle kamuoyunu yönlendirici, doğruluğuna veya yanlışlığına bakmaksızın fikir aşılayıcı yazılar yazdığınız için, benim yazacaklarıma da katlanmak zorundasınız. Şimdi dikkat ediniz:
1-26 yıldan beri ülkeyi, sivil irade yönetmektedir. Askerler, her olayı, tanınan yetkileri çerçevesinde izlemektedirler. Türk Siyasi tarihini ve dünya siyasi tarihini çok iyi bildikleri ve de bölgemizde gelişen olayları çok iyi analiz ettikleri için, bir darbe peşinde değildirler ve demokrasiye, içtenlikle sadıktırlar. Gerçek arayışları, halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatörler” konumuna getiren GÖSTERMELİK BİR DEMOKRASİ” değildir. Türkiye’de olup, bitenleri gayet iyi takip ettiğim için, rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Bugün askerler, yüksek eğitimleri sebebiyle herkesten fazla demokrattırlar.
2-Ne var ki; bölgenin büyük oyuncuları durumunda olan ve hedeflerini kovalayan dış güçler, askerlerin bu durumundan rahatsızlık duymaktadırlar ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik etmek ve yıpratmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Durmadan senaryolar üreterek, halkın, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne olan güvenini ortadan kaldırmak istemektedirler. Gerçek hedefleri ise; askerlere bir darbe yaptırmaktır. Bir darbe sonunda ise, Türkiye’de bir iç savaşın çıkacağına ve Türkiye’nin bölüneceğine inanmaktadırlar. İşte askerler, dış güçlerin hedeflerini gayet iyi bildikleri için, tahriklere kapılmayarak sabırlı davranmaktadırlar ve hazırlanan senaryoları bozmaktadırlar.
3-Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler. Bir milleti ve bir ülkeyi yıkmanın en kolay ve tutarlı yolu, insanlarını birbirlerine düşürmektir. Bu yolu seçenler, “Sizi böldüreceğiz.” demezler. Genellikle masumane görünen metotlara başvururlar. Milliyetçiliği, inançları, örf ve âdetleri kullanarak, kitlelerin iradesine ipotek koyarlar. Bunu içinde önderler yaratırlar ve onları parlatırlar. Helei bir toplum geçim gailesiyle boğuşuyorsa, bunu başarmak gayet kolay olur. Zirâ; geçim gailesiyle boğuşan bir toplum, şevk ve heyecanını kaybettiği için, büyük düşünemez ve hamle yapamaz.
4-Ülkemizde uzun yıllardan beri tartışılır hale gelen GÜLEN CEMAATİ konusuna, bu gerçekler tahtında bakmakta fayda vardır. Şöyle ki:
Fethullah Gülen Hoca, bu cemaati yönetecek kabiliyet ve dirayette değildir. Muhakkak surete bu cemaatin, kamuoyunca iyi bilinmeyen üst kademe yöneticileri vardır. Belki de, bu üst yöneticilerin esas niyetlerini, faaliyetlerini ve bağlantılarını, Fethullah Gülen Hoca da bilmiyordur. Bana göre cemaati oluşturan geniş kitle de gerçekleri bilmemektedir. Emir komuta hiyerarşik düzen içersinde, bir büyüklüğün meydana getirildiğini zannetmektedir. Mutlak olan gerçek de, etkili bir cemaatin meydana getirilmesidir. Ki, böyle bir oluşum, ülkemiz ve milletimiz için daimâ risk taşır; zıt mizaçların, bir mefkûre etrafında birleşmesine engel olur. Nitekim, Türkiye, böyle bir süreçten geçmektedir. Gülen Cemaati ile Taraf Gazetesi’nin ittifak içersinde hareket etmesi, her şeyden önce Cemaat mensuplarını düşündürmelidir. Zirâ; herhangi bir mesele hislerin tahtında değerlendirilirse; akıl, mantık ve ilim, mutlak surette yenik düşer. Unutulmamalıdır: CAH HIRSI, ahlâkın en üst seviyesine çıkmış insanların dahi ayağını kaydırır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 18 Haziran 2009
Sayın Beki;
18 Haziran 2009 tarihli ve “ÜÇ ŞEYTANLA ANDIÇ KONUŞMASI” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bilmenizi isterim: ŞEYTAN’IN görevi zihinlere VESVESE aşılamaktır. Bunun haricinde Şeytan’ın bir görevi yoktur ve kötülük yapmaz. Zaten Bakara Suresi’nde, “Onlar Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman…”sözleriyle başlayan AYET, bunu işaret etmektedir. Açık ifadeyle; insanlara, ülkelere ve milletlere en büyük fenalık, ŞEYTAN SIFATLI insanlardan gelir. Bu sıfattaki kişiler, insanlık tarihi boyunca bütün cinayetlerin, bütün zulümlerin ve bütün kötülüklerin sebebi olmuşlardır. Zirâ; bunlar, oturdukları yerde fitne ve fesat dokuyarak, insanları bir birlerine düşürürler.
Bu girişten sonra, esas konumuza gelelim: Büyük bir gazetede yazdığınıza ve görüşlerinizi, doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın belirttiğinize göre, okuyucularınızın da söz haklarının olacağı gayet tabiidir. Evvelâ şu gerçeği belirtmek isterim:
Türkiye’nin ve Türk milletinin en büyük ihtiyacı; SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ortamı içerisinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki Türkiye, böyle bir zaman dilimini yakalayamamıştır. Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle, bu bölgede hedefleri olan dış güçler, buna imkân vermemişlerdir. Üstelik; Şeytan sıfatlı insanlarımız da, sebebi ne olursa olsun (İhanet veya gaflet), dış husumet odaklarına yardımcı olmuşlardır. Şayet Türkiye böylesine önemli bir zaman dilimini yakalayabilseydi; bu gün bölgede:
Kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulan veya kurulacak her masaya eşit ağırlıkta oturmasını başaran ve hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen HUZURLU, MUTLU, ve REFAH içinde yüzen BİR BÜYÜK TÜRKİYE olurdu.
Bu görüşümü kabul veya reddetmek hakkınızdır. Ama; elinizdeki imkân sebebiyle kamuoyunu yönlendirici, doğruluğuna veya yanlışlığına bakmaksızın fikir aşılayıcı yazılar yazdığınız için, benim yazacaklarıma da katlanmak zorundasınız. Şimdi dikkat ediniz:
1-26 yıldan beri ülkeyi, sivil irade yönetmektedir. Askerler, her olayı, tanınan yetkileri çerçevesinde izlemektedirler. Türk Siyasi tarihini ve dünya siyasi tarihini çok iyi bildikleri ve de bölgemizde gelişen olayları çok iyi analiz ettikleri için, bir darbe peşinde değildirler ve demokrasiye, içtenlikle sadıktırlar. Gerçek arayışları, halkı sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatörler” konumuna getiren GÖSTERMELİK BİR DEMOKRASİ” değildir. Türkiye’de olup, bitenleri gayet iyi takip ettiğim için, rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Bugün askerler, yüksek eğitimleri sebebiyle herkesten fazla demokrattırlar.
2-Ne var ki; bölgenin büyük oyuncuları durumunda olan ve hedeflerini kovalayan dış güçler, askerlerin bu durumundan rahatsızlık duymaktadırlar ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni tahrik etmek ve yıpratmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Durmadan senaryolar üreterek, halkın, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne olan güvenini ortadan kaldırmak istemektedirler. Gerçek hedefleri ise; askerlere bir darbe yaptırmaktır. Bir darbe sonunda ise, Türkiye’de bir iç savaşın çıkacağına ve Türkiye’nin bölüneceğine inanmaktadırlar. İşte askerler, dış güçlerin hedeflerini gayet iyi bildikleri için, tahriklere kapılmayarak sabırlı davranmaktadırlar ve hazırlanan senaryoları bozmaktadırlar.
3-Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler. Bir milleti ve bir ülkeyi yıkmanın en kolay ve tutarlı yolu, insanlarını birbirlerine düşürmektir. Bu yolu seçenler, “Sizi böldüreceğiz.” demezler. Genellikle masumane görünen metotlara başvururlar. Milliyetçiliği, inançları, örf ve âdetleri kullanarak, kitlelerin iradesine ipotek koyarlar. Bunu içinde önderler yaratırlar ve onları parlatırlar. Helei bir toplum geçim gailesiyle boğuşuyorsa, bunu başarmak gayet kolay olur. Zirâ; geçim gailesiyle boğuşan bir toplum, şevk ve heyecanını kaybettiği için, büyük düşünemez ve hamle yapamaz.
4-Ülkemizde uzun yıllardan beri tartışılır hale gelen GÜLEN CEMAATİ konusuna, bu gerçekler tahtında bakmakta fayda vardır. Şöyle ki:
Fethullah Gülen Hoca, bu cemaati yönetecek kabiliyet ve dirayette değildir. Muhakkak surete bu cemaatin, kamuoyunca iyi bilinmeyen üst kademe yöneticileri vardır. Belki de, bu üst yöneticilerin esas niyetlerini, faaliyetlerini ve bağlantılarını, Fethullah Gülen Hoca da bilmiyordur. Bana göre cemaati oluşturan geniş kitle de gerçekleri bilmemektedir. Emir komuta hiyerarşik düzen içersinde, bir büyüklüğün meydana getirildiğini zannetmektedir. Mutlak olan gerçek de, etkili bir cemaatin meydana getirilmesidir. Ki, böyle bir oluşum, ülkemiz ve milletimiz için daimâ risk taşır; zıt mizaçların, bir mefkûre etrafında birleşmesine engel olur. Nitekim, Türkiye, böyle bir süreçten geçmektedir. Gülen Cemaati ile Taraf Gazetesi’nin ittifak içersinde hareket etmesi, her şeyden önce Cemaat mensuplarını düşündürmelidir. Zirâ; herhangi bir mesele hislerin tahtında değerlendirilirse; akıl, mantık ve ilim, mutlak surette yenik düşer. Unutulmamalıdır: CAH HIRSI, ahlâkın en üst seviyesine çıkmış insanların dahi ayağını kaydırır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
17 Haziran 2009 Çarşamba
Acaba, yanlışlık nerededir?
Sayın Durmuş YILMAZ
T.C. Merkez Bankası Başkanı
Ankara 17 Haziran 2009
Sayın BAŞKAN;
Bugün düzenlediğiniz basın toplantısını dikkatle izledim.
Haklı olarak, finans ve bankacılık kesimiyle ilgili görüşlerinizi ve tavsiyelerinizi belirttiniz.
Türkiye’nin ekonomisini yakından ve dikkatli takip eden bir vatandaş olarak, bugüne kadar gördüğüm gerçek şudur:
Ne zaman bir finansal kriz baş gösterse, herkes ayağa kalkıyor ve yeni arayışlara giriyor. Fakat, 29 yıldan beri dâimâ krizde olan geniş halk kitlelerinin dertlerini, sıkıntılarını, açmazlarını kimse konuşmuyor ve geçerli çözüm ve çareler aramıyor. Yani; bütün ekonomik faaliyetler, para ticaretine göre düzenleniyor. Ekonomi denince herkesin aklına, DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan bir RANT EKONOMİSİ geliyor.
Bu gerçeğe istinaden iki sorunun cevabını arıyorum. Bu hususta lütfeder de beni bilgilendirirseniz, merakım giderilecektir.
Sorularım şöyledir:
1-Bugün dolar kuru, Eylül 2002 yılındaki kura eşittir. Aradan geçen 7 yıllık zaman zarfında dolar kurunda inişler ve çıkışlar olmuştur. Dikkat edilirse; 1980’den 2002 yılına kadar geçen 22 yıllık süre zarfında, ani kur artışları, beklenmedik devâlüsayonların dışında dolar kurunda, belirli oranlarda artışlar meydana gelmiştir. 2002 yılından sonra da dolar kuru, çok değişik ve herkes tarafından tahmin edilemeyecek şekilde seyretmiştir.
Bu durumu nasıl izah edebilirsiniz ve bu durum, ekonomimizi nasıl etkilemiştir? Merkez Bankası’nın bu kur politikası doğru ve tutarlı mıdır? Bütün ekonomik faaliyetlerinin dolar kuruna endekslenmiş olması, tutarlı bir politika mıdır? 32 Sayılı KONVERTİBİLİTE KARARININ 4/C Maddesi yürürlükte olduğu halde; Hazine ve Merkez Bankası, bu maddenin hükümlerini niçin yerine getirmemiştir?
2-1967-82 yılları arası 1968=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1983-87 dönemi için 1978-79=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1988-94 yılları için 1987=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1995-2003 dönemi için 1994=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 2004 ve sonrası için 2003=100 Tüketici Fiyat Endeksi esas alınırsa;
1980 yılındaki 1 Liranın satın alma gücü, Mart 2009’da da 1 Liradır. Şubat 2009’da, 0.9966 lira idi. Bunun ne anlama geldiği, basit bir örnekle açıklanabilir. Şöyle ki:
1986 yılının Ocak ayında 300 Tl. maaş alan bir kişinin bugünkü maaşının, 2.831.265 TL. olması gerekmektedir. Bugünkü ücret politikasında bu, mümkün değildir. Açık ifadeyle halk, bugün aldığı ücretlere göre, 1986 yılının ücretlerinin çok gerisindedir. Satın alma gücü 8-10 kat azalmıştır. Zaten fukaralığın ve işsizliğin yaygınlaşması, bu gerçeği ispatlamaktadır.
Bu durumu nasıl izah edersiniz ve Türkiye, niçin bu duruma düşürülmüştür? Bu gerçekten hareketle; Türkiye’nin, 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA politikaları ile idare edildiği söylenebilir mi?
Halkın satın alma gücünü yükseltmek ve ekonomiyi üretken hale getirmek için, nasıl bir ekonomi ve para politikaları uygulanmalıdır?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
T.C. Merkez Bankası Başkanı
Ankara 17 Haziran 2009
Sayın BAŞKAN;
Bugün düzenlediğiniz basın toplantısını dikkatle izledim.
Haklı olarak, finans ve bankacılık kesimiyle ilgili görüşlerinizi ve tavsiyelerinizi belirttiniz.
Türkiye’nin ekonomisini yakından ve dikkatli takip eden bir vatandaş olarak, bugüne kadar gördüğüm gerçek şudur:
Ne zaman bir finansal kriz baş gösterse, herkes ayağa kalkıyor ve yeni arayışlara giriyor. Fakat, 29 yıldan beri dâimâ krizde olan geniş halk kitlelerinin dertlerini, sıkıntılarını, açmazlarını kimse konuşmuyor ve geçerli çözüm ve çareler aramıyor. Yani; bütün ekonomik faaliyetler, para ticaretine göre düzenleniyor. Ekonomi denince herkesin aklına, DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan bir RANT EKONOMİSİ geliyor.
Bu gerçeğe istinaden iki sorunun cevabını arıyorum. Bu hususta lütfeder de beni bilgilendirirseniz, merakım giderilecektir.
Sorularım şöyledir:
1-Bugün dolar kuru, Eylül 2002 yılındaki kura eşittir. Aradan geçen 7 yıllık zaman zarfında dolar kurunda inişler ve çıkışlar olmuştur. Dikkat edilirse; 1980’den 2002 yılına kadar geçen 22 yıllık süre zarfında, ani kur artışları, beklenmedik devâlüsayonların dışında dolar kurunda, belirli oranlarda artışlar meydana gelmiştir. 2002 yılından sonra da dolar kuru, çok değişik ve herkes tarafından tahmin edilemeyecek şekilde seyretmiştir.
Bu durumu nasıl izah edebilirsiniz ve bu durum, ekonomimizi nasıl etkilemiştir? Merkez Bankası’nın bu kur politikası doğru ve tutarlı mıdır? Bütün ekonomik faaliyetlerinin dolar kuruna endekslenmiş olması, tutarlı bir politika mıdır? 32 Sayılı KONVERTİBİLİTE KARARININ 4/C Maddesi yürürlükte olduğu halde; Hazine ve Merkez Bankası, bu maddenin hükümlerini niçin yerine getirmemiştir?
2-1967-82 yılları arası 1968=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1983-87 dönemi için 1978-79=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1988-94 yılları için 1987=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 1995-2003 dönemi için 1994=100 Tüketici Fiyat Endeksi, 2004 ve sonrası için 2003=100 Tüketici Fiyat Endeksi esas alınırsa;
1980 yılındaki 1 Liranın satın alma gücü, Mart 2009’da da 1 Liradır. Şubat 2009’da, 0.9966 lira idi. Bunun ne anlama geldiği, basit bir örnekle açıklanabilir. Şöyle ki:
1986 yılının Ocak ayında 300 Tl. maaş alan bir kişinin bugünkü maaşının, 2.831.265 TL. olması gerekmektedir. Bugünkü ücret politikasında bu, mümkün değildir. Açık ifadeyle halk, bugün aldığı ücretlere göre, 1986 yılının ücretlerinin çok gerisindedir. Satın alma gücü 8-10 kat azalmıştır. Zaten fukaralığın ve işsizliğin yaygınlaşması, bu gerçeği ispatlamaktadır.
Bu durumu nasıl izah edersiniz ve Türkiye, niçin bu duruma düşürülmüştür? Bu gerçekten hareketle; Türkiye’nin, 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA politikaları ile idare edildiği söylenebilir mi?
Halkın satın alma gücünü yükseltmek ve ekonomiyi üretken hale getirmek için, nasıl bir ekonomi ve para politikaları uygulanmalıdır?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
15 Haziran 2009 Pazartesi
Rantlar yükselirse, refah ortadan kalkar.
Sayın Ali BABACAN
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara. 15 Haziran 2009
Sayın BABACAN;
Bugün gerçekleştirdiğiniz basın toplantısını dikkatle izledim. Açıkladığınız kararların Türkiye’yi rahatlatmayacağını, bilâkis, mevcut iktisadî krizi daha da derinleştireceğini, rahatlıkla söyleyebilirim. Zira; konulara, iktisat ilminin gerçeklerini yok farzederek, finansal açıdan bakıyorsunuz. Bu da, Türkiye’nin ekonomisini iyi bilmediğiniz anlamına gelir.
İktisat ilminin tekzip edilemeyen gerçeği bilinmektedir:
“ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE POZİTİF REEL FAİZ UYGULAMASI, HER ŞEYDEN ÖNCE BANKALARI BATIRIR VE EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR.”
Bu gerçeği dikkate almayan iktidarınız, 2001 krizini iyi anlayamamış ve 2002 sonrasındaki finansal gelişmeleri başarı kabul ederek, yanlış ekonomi ve para politikalarını devam ettirmiştir.ve şimdi de “Küresel Kriz” ipine sarılarak, iktisadî başarısızlığını örtmeye çalışmaktadır.
Şu gerçeği, herkes kabullenmek zorundadır:
Türkiye, “Küresel Kriz” adı verilen finans oyunundan evvel de krizdeydi. Ne var ki; bu kriz, halkın krizi olduğu için paralı kesim, sesini çıkarmıyordu. İktidarınız da, DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan büyük RANT EKONOMİSİNİ, gerçek anlamda ekonomi zannettiği ve SICAK PARANIN rehavetine kapıldığı için, aslında olmayan icraatlarını başarı kabul ediyordu.
Bu görüşlerime itiraz edilebilir. Ama, bunu ispatı da vardır. İşte ispatı:
İktidara geldiğiniz zaman halkın bankalara olan toplam borcu (Kredi kartları, Tüketici ve ihtiyaç kredileri), 6 milyar 400 milyon lira idi. Bugün bu borç, 150 milyar liraya ulaşmıştır. Bu borcun 40 milyar lirasını da kredi kartı borçları oluşturmaktadır. Halk, keyfinden borçlanmayacağına göre; bu fiilî durum, halkın krizde olduğunu ispatlar.
Halkın krizde olduğu bu dönemde finans ve bankacılık kesimi, halkın sırtına basarak SANAL SAĞLAMLIĞA ulaşarak, krizi hafif atlatıldığına halkı inandırmaya çalışmıştır. Aslında finans ve bankacılık kesimi, SICAK PARA, KREDİ KARTLARI ve BANKACILIK HİZMETLERİNDEN ALINAN YÜKSEK ÜCRETLER sayesinde sağlam görünen yapıya kavuşmuştur. Yani bu kesim, halkın sırtına basarak yükselmiştir. Şayet kredi kartlarından alınan yüksek ve tefecilere rahmet okutturan faizler ve bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek ücretler olmasaydı, banka blânçoları zarar gösterirdi. Bugün sorun olan kredi kartlarına, mevduat faizlerinin bir misli oranında faiz uygulanmış olunsaydı; acze düşen ve icralık olan insanlarımızın, bankalardan alacaklı durumda olduğunu görmüş olurdunuz.
Bu gerçeğin üstü, “Kredi kartları bir nakit kullanım ve ödeme aracıdır. Bu kartlar, borcu borçla çevirme ve borcu öteleme aracı değildir. Kredi kartları, kredi değildir. Vatandaşlarmız, ihtiyaç kredilerine yönelmelidir.” sözleriyle örtülemez. Zira; kredi kartları, bankalar için çifte kavrulmuş tabir edilen büyük bir cansimidi olmuştur. Hem kart sahibinden yüksek faiz alınmış ve hem de, kredi ile satış yapan esnaf ve ticaret erbabından, yine yüksek oranda faiz elde edilmiştir. Zira; küçük esnaf ve ticaret erbabı, kredi kartı ile yaptıkları satışların tahsilâtını vade gününde değil, hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bunun için de, bankalara yüksek oranda faiz ödemektedirler. Bu sebepten dolayı bankalar, hiç teminat almadan kredi kartı vermişlerdir.ve kefil aramamışlardır. Tüketici kredisi almak ise, çok zordur. Mutlaka teminat ve kefil istenmektedir. Bu da gösteriyor ki; bankalar, tatlı faiz geliri için, belirli orandaki batağa razı olmuşlardır. Hesap edemedikleri de, batağın hızla yükselmesidir.
Bu gerçeği zamanında göremeyen, anlayamayan iktidarınız, ufukta kredi kartı faciası görününce, yeni tedbirlere başvurmaya karar vermiştir. Ki; bu tedbirler (faiz indirimi ve vade uzatımı) işe yaramayacak ve tıkanıklık, artarak devam edecektir. Çünkü, halkın parası yoktur. İşsizlik yaygınlaşmış, küçük esnaf ve ticaret erbabı çan çekişir hale gelmiş, çiftçi ve köylü, alınterinin karşılığını alamaz duruma düşmüştür. Elinde bir işi olanlar da, ücretleriyle geçinemez haldedir. Toplam nüfusumuzun ancak yüzde 10’luk kesimi rahattır. Bunlar da genellikle rant sınıfını oluşturmaktadır.
Sayın BABACAN;
Bu gerçeği zamanında görebilmiş olsaydınız ve gereken tedbirleri alsaydınız; finans ve bankacılık kesiminin halkı sömürmesine, halkın sırtına binerek yükselmesine engel olurdunuz ve de, bugünkü bunalıma meydan vermezdiniz.
Zaman, zaman bazı kişi ve kurumlar tarafından kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler eleştirilmiş ve tedbir alınması istenmiştir. Fakat ilgili Bakanlar, ve yetkililer, bu eleştirilere ve tedbir istemlerine. “MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZDIR.” cevabını vermişlerdir.
İktisatçı değilim, eczacı bir vatandaşım. Buna rağmen büyük bir iddiada bulunuyorum. İddiam da şudur:
Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Şayet bu yanlış yoldan dönülmezse; ekonomimiz düzelmeyecek, halkımız ve devletimiz borç yükünden kurtulamayacaktır.
Bu görüşümde o kadar ısrarlıyım ki; bu görüşümü, her yerde ve herkesle tartışırım. Şayet lütfeder de, bir televizyon programında benimle tartışmaya razı olursanız, görüşlerimin doğruluğunu ispatlamama imkân tanımış olursunuz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara. 15 Haziran 2009
Sayın BABACAN;
Bugün gerçekleştirdiğiniz basın toplantısını dikkatle izledim. Açıkladığınız kararların Türkiye’yi rahatlatmayacağını, bilâkis, mevcut iktisadî krizi daha da derinleştireceğini, rahatlıkla söyleyebilirim. Zira; konulara, iktisat ilminin gerçeklerini yok farzederek, finansal açıdan bakıyorsunuz. Bu da, Türkiye’nin ekonomisini iyi bilmediğiniz anlamına gelir.
İktisat ilminin tekzip edilemeyen gerçeği bilinmektedir:
“ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE POZİTİF REEL FAİZ UYGULAMASI, HER ŞEYDEN ÖNCE BANKALARI BATIRIR VE EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR.”
Bu gerçeği dikkate almayan iktidarınız, 2001 krizini iyi anlayamamış ve 2002 sonrasındaki finansal gelişmeleri başarı kabul ederek, yanlış ekonomi ve para politikalarını devam ettirmiştir.ve şimdi de “Küresel Kriz” ipine sarılarak, iktisadî başarısızlığını örtmeye çalışmaktadır.
Şu gerçeği, herkes kabullenmek zorundadır:
Türkiye, “Küresel Kriz” adı verilen finans oyunundan evvel de krizdeydi. Ne var ki; bu kriz, halkın krizi olduğu için paralı kesim, sesini çıkarmıyordu. İktidarınız da, DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan büyük RANT EKONOMİSİNİ, gerçek anlamda ekonomi zannettiği ve SICAK PARANIN rehavetine kapıldığı için, aslında olmayan icraatlarını başarı kabul ediyordu.
Bu görüşlerime itiraz edilebilir. Ama, bunu ispatı da vardır. İşte ispatı:
İktidara geldiğiniz zaman halkın bankalara olan toplam borcu (Kredi kartları, Tüketici ve ihtiyaç kredileri), 6 milyar 400 milyon lira idi. Bugün bu borç, 150 milyar liraya ulaşmıştır. Bu borcun 40 milyar lirasını da kredi kartı borçları oluşturmaktadır. Halk, keyfinden borçlanmayacağına göre; bu fiilî durum, halkın krizde olduğunu ispatlar.
Halkın krizde olduğu bu dönemde finans ve bankacılık kesimi, halkın sırtına basarak SANAL SAĞLAMLIĞA ulaşarak, krizi hafif atlatıldığına halkı inandırmaya çalışmıştır. Aslında finans ve bankacılık kesimi, SICAK PARA, KREDİ KARTLARI ve BANKACILIK HİZMETLERİNDEN ALINAN YÜKSEK ÜCRETLER sayesinde sağlam görünen yapıya kavuşmuştur. Yani bu kesim, halkın sırtına basarak yükselmiştir. Şayet kredi kartlarından alınan yüksek ve tefecilere rahmet okutturan faizler ve bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek ücretler olmasaydı, banka blânçoları zarar gösterirdi. Bugün sorun olan kredi kartlarına, mevduat faizlerinin bir misli oranında faiz uygulanmış olunsaydı; acze düşen ve icralık olan insanlarımızın, bankalardan alacaklı durumda olduğunu görmüş olurdunuz.
Bu gerçeğin üstü, “Kredi kartları bir nakit kullanım ve ödeme aracıdır. Bu kartlar, borcu borçla çevirme ve borcu öteleme aracı değildir. Kredi kartları, kredi değildir. Vatandaşlarmız, ihtiyaç kredilerine yönelmelidir.” sözleriyle örtülemez. Zira; kredi kartları, bankalar için çifte kavrulmuş tabir edilen büyük bir cansimidi olmuştur. Hem kart sahibinden yüksek faiz alınmış ve hem de, kredi ile satış yapan esnaf ve ticaret erbabından, yine yüksek oranda faiz elde edilmiştir. Zira; küçük esnaf ve ticaret erbabı, kredi kartı ile yaptıkları satışların tahsilâtını vade gününde değil, hemen ertesi günü yapmaktadırlar ve bunun için de, bankalara yüksek oranda faiz ödemektedirler. Bu sebepten dolayı bankalar, hiç teminat almadan kredi kartı vermişlerdir.ve kefil aramamışlardır. Tüketici kredisi almak ise, çok zordur. Mutlaka teminat ve kefil istenmektedir. Bu da gösteriyor ki; bankalar, tatlı faiz geliri için, belirli orandaki batağa razı olmuşlardır. Hesap edemedikleri de, batağın hızla yükselmesidir.
Bu gerçeği zamanında göremeyen, anlayamayan iktidarınız, ufukta kredi kartı faciası görününce, yeni tedbirlere başvurmaya karar vermiştir. Ki; bu tedbirler (faiz indirimi ve vade uzatımı) işe yaramayacak ve tıkanıklık, artarak devam edecektir. Çünkü, halkın parası yoktur. İşsizlik yaygınlaşmış, küçük esnaf ve ticaret erbabı çan çekişir hale gelmiş, çiftçi ve köylü, alınterinin karşılığını alamaz duruma düşmüştür. Elinde bir işi olanlar da, ücretleriyle geçinemez haldedir. Toplam nüfusumuzun ancak yüzde 10’luk kesimi rahattır. Bunlar da genellikle rant sınıfını oluşturmaktadır.
Sayın BABACAN;
Bu gerçeği zamanında görebilmiş olsaydınız ve gereken tedbirleri alsaydınız; finans ve bankacılık kesiminin halkı sömürmesine, halkın sırtına binerek yükselmesine engel olurdunuz ve de, bugünkü bunalıma meydan vermezdiniz.
Zaman, zaman bazı kişi ve kurumlar tarafından kredi kartlarına uygulanan yüksek faizler eleştirilmiş ve tedbir alınması istenmiştir. Fakat ilgili Bakanlar, ve yetkililer, bu eleştirilere ve tedbir istemlerine. “MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZDIR.” cevabını vermişlerdir.
İktisatçı değilim, eczacı bir vatandaşım. Buna rağmen büyük bir iddiada bulunuyorum. İddiam da şudur:
Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Şayet bu yanlış yoldan dönülmezse; ekonomimiz düzelmeyecek, halkımız ve devletimiz borç yükünden kurtulamayacaktır.
Bu görüşümde o kadar ısrarlıyım ki; bu görüşümü, her yerde ve herkesle tartışırım. Şayet lütfeder de, bir televizyon programında benimle tartışmaya razı olursanız, görüşlerimin doğruluğunu ispatlamama imkân tanımış olursunuz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
14 Haziran 2009 Pazar
Güç, kum gibidir.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan
Ankara 14 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
İnanan bir insan olduğunuzu bildiğim için; Hz. ÖMER’in, “Bir millet icabında emîrini acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de, kendisine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezse; ne o milletten ve ne de o emîrden hayır gelmez.” sözüne istinaden bu mektubumu yazmış bulunmaktayım.
Bulunduğumuz coğrafya netâmelidir. Tabir caizse Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi her biri birer volkan niteliğindeki üç arazi parçası arasındadır ve bu sebeple de dâimâ iç ve dış husumetlere maruz kalan bir ülkedir. Bu bölgede emelleri ve hedefleri olan Batı ülkeleri, Türkiye’yi huzursuz etmek ve gerçek hedeflerinden uzaklaştırmak için, her zaman ellerinden geleni yapmışlardır ve bundan sonra da yapacaklardır. Huzursuz, mutsuz ve bir birleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşturmak, dış husumet odaklarının yegâne hedefidir.
Bu sebepten dolayı ülkeyi yönetenlerin çok dikkatli olmaları ve zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmek için ellerinden geleni yapmaları şarttır. Aksi halde; siyasî, iktisadî ve askerî alanlarda büyük zorluklarla karşılaşacağımız pek tabiidir. Hele; ülkemizin her tarafında yabancı istihbarat birimlerinin elemanları dolaşırken ve yerli işbirlikçileriyle birlikte hareket ederken, KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaratılmaması imkânsızdır.
Türkiye’nin tuzağa düşmemesi ve provokasyonlara yenilmemesi, Siyasî iktidarın dikkatine becerisine ve basiretine bağlıdır. Bu hususta en büyük görev de ülkenin Başbakanı olarak size düşmektedir.
Üzülerek ifade etmek zorundayım:
Partinizin düzenlediği il ve ilçe kongrelerinde yaptığınız siyasî amaçlı konuşmalarınız, gerginlik ve kavram kargaşası yaratmaktadır. Parti kongreleri bir devlet hizmeti olmadığına ve bu kongrelerde partiye ait sorunların konuşulması gerektiğine göre; bu kongrelerde iç ve dış sorunlarımızla ilgili olarak hislere hitap etmek, siyasî amaç taşıdığı gibi, hem sizi ve hem de Türkiye’yi zora sokabilir. Nitekim bugün katıldığınız il kongresinde yaptığınız konuşma, bu görüşlerime örnek teşkil edecek niteliktedir.
Konuşmanızın bir bölümünde, Taraf Gazetesi’nde yayımlanan bir habere istinaden, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında hazırlandığı iddia edilen `AKP iktidarını devirme ve Gülen'i bitirme plânı' haberiyle ilgili olarak, bunun sorumluları hakkında dava açacağınızı söylediniz ve devam ederek, "Son günlerde üzerimizde oynanan oyunları görüyorsunuz. Biz de bu konuları araştırıyoruz. İlgililere gerekli davayı açacağız. AK Parti'ye karşı yapılan gayrihukûkî sürece seyirci kalamayız. Ne gerekiyorsa, yapacağız" dediniz.
Henüz daha mahiyeti belli olmayan ve ne maksatla ortaya atıldığı kamuoyunca bilinmeyen bir haberi konu ederek, hislere hitap etmeniz, doğru değildir ve devlet gelenekleriyle bağdaşmaz. Kaldı ki; Taraf Gazetesi’nin, yayın hayatına başladığı günden itibaren iktidarınızı destekler görüntüsü altında, devamlı olarak Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef aldığr ve Türk silâhlı Kuvvetleri’ni yıpratmak ve tahrik etmek istediği bilinmeyen bir husus değildir.
Ayrıca ülkenin Başbakanı olarak, ilgililerden ve yetkililerden her türlü bilgiyi alma hakkına sahipsiniz. Elinizde devletin gücü de mevcuttur. Bu imkân ve gücü kullanmak varken konuyu, partinizin il kongresine taşımanıza bir anlam vermek güçtür. Zira; bugün sizi destekler görünen Taraf Gazetesi’nin, yarın aleyhinize dönmeyeceğinin garantisi yoktur. Bu sebeple; bu gazetenin bir misyona hizmet ettiğini düşünseydiniz, çok daha isabetli davranmış olurdunuz. Çünkü, itham edilen Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir ve bu kurumun yıpratılması, tahrik edilmesi kimseye hayır getirmez.
Sayın BAŞBAKAN;
70 yaşımdayım. İkbal zamanlarım da oldu, idbâr zamanlarım da oldu. Hiçbir zaman da renge, kokuya, şöhrete meyletmedim. Demokratik haklarımı kullanarak, her zeminde ve her yerde görüş ve düşüncelerimi belirtmekten çekinmedim ve korkmadım. Siyaset ve devlet adamlarına görüş ve düşüncelerimi belirtirken “Acaba, başıma bir iş gelir mi?” diye çekinmedim. Gençliğimden beri Türkiye’nin meselelerini, zorluklarını, açmazlarını çok iyi takip ettim. Siyaset ve devlet adamlarının yaptıkları hataların ülkemizi ve milletimizi, nasıl zora soktuğunu yakinen gördüm. Devletin gücünü, sizin kadar yanlış kullanan bir Başbakan’a da hiç rastlamadım.
Evet; bugün ülkenin en güçlü adamısınız. Ama güç, avuç içine alınan kum gibidir, sıktıkça parmaklar arasından akıp, gider. Hüner, elde bulunan gücü, yerli yerinde kullanmaktır. Ancak o zaman sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı yaratılır.
Alkışlayanlarınızın ve elpençe divan duranlarınızın çok olduğu bir ortamda, doğruları, dosdoğru söyleyebilen insanların mevcut olduğunu belirtmek için bu mektubumu yazdım ve duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan
Ankara 14 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
İnanan bir insan olduğunuzu bildiğim için; Hz. ÖMER’in, “Bir millet icabında emîrini acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de, kendisine yöneltilen acı tenkitlere lâzım gelen alâkayı göstermezse; ne o milletten ve ne de o emîrden hayır gelmez.” sözüne istinaden bu mektubumu yazmış bulunmaktayım.
Bulunduğumuz coğrafya netâmelidir. Tabir caizse Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi her biri birer volkan niteliğindeki üç arazi parçası arasındadır ve bu sebeple de dâimâ iç ve dış husumetlere maruz kalan bir ülkedir. Bu bölgede emelleri ve hedefleri olan Batı ülkeleri, Türkiye’yi huzursuz etmek ve gerçek hedeflerinden uzaklaştırmak için, her zaman ellerinden geleni yapmışlardır ve bundan sonra da yapacaklardır. Huzursuz, mutsuz ve bir birleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşturmak, dış husumet odaklarının yegâne hedefidir.
Bu sebepten dolayı ülkeyi yönetenlerin çok dikkatli olmaları ve zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmek için ellerinden geleni yapmaları şarttır. Aksi halde; siyasî, iktisadî ve askerî alanlarda büyük zorluklarla karşılaşacağımız pek tabiidir. Hele; ülkemizin her tarafında yabancı istihbarat birimlerinin elemanları dolaşırken ve yerli işbirlikçileriyle birlikte hareket ederken, KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaratılmaması imkânsızdır.
Türkiye’nin tuzağa düşmemesi ve provokasyonlara yenilmemesi, Siyasî iktidarın dikkatine becerisine ve basiretine bağlıdır. Bu hususta en büyük görev de ülkenin Başbakanı olarak size düşmektedir.
Üzülerek ifade etmek zorundayım:
Partinizin düzenlediği il ve ilçe kongrelerinde yaptığınız siyasî amaçlı konuşmalarınız, gerginlik ve kavram kargaşası yaratmaktadır. Parti kongreleri bir devlet hizmeti olmadığına ve bu kongrelerde partiye ait sorunların konuşulması gerektiğine göre; bu kongrelerde iç ve dış sorunlarımızla ilgili olarak hislere hitap etmek, siyasî amaç taşıdığı gibi, hem sizi ve hem de Türkiye’yi zora sokabilir. Nitekim bugün katıldığınız il kongresinde yaptığınız konuşma, bu görüşlerime örnek teşkil edecek niteliktedir.
Konuşmanızın bir bölümünde, Taraf Gazetesi’nde yayımlanan bir habere istinaden, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında hazırlandığı iddia edilen `AKP iktidarını devirme ve Gülen'i bitirme plânı' haberiyle ilgili olarak, bunun sorumluları hakkında dava açacağınızı söylediniz ve devam ederek, "Son günlerde üzerimizde oynanan oyunları görüyorsunuz. Biz de bu konuları araştırıyoruz. İlgililere gerekli davayı açacağız. AK Parti'ye karşı yapılan gayrihukûkî sürece seyirci kalamayız. Ne gerekiyorsa, yapacağız" dediniz.
Henüz daha mahiyeti belli olmayan ve ne maksatla ortaya atıldığı kamuoyunca bilinmeyen bir haberi konu ederek, hislere hitap etmeniz, doğru değildir ve devlet gelenekleriyle bağdaşmaz. Kaldı ki; Taraf Gazetesi’nin, yayın hayatına başladığı günden itibaren iktidarınızı destekler görüntüsü altında, devamlı olarak Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef aldığr ve Türk silâhlı Kuvvetleri’ni yıpratmak ve tahrik etmek istediği bilinmeyen bir husus değildir.
Ayrıca ülkenin Başbakanı olarak, ilgililerden ve yetkililerden her türlü bilgiyi alma hakkına sahipsiniz. Elinizde devletin gücü de mevcuttur. Bu imkân ve gücü kullanmak varken konuyu, partinizin il kongresine taşımanıza bir anlam vermek güçtür. Zira; bugün sizi destekler görünen Taraf Gazetesi’nin, yarın aleyhinize dönmeyeceğinin garantisi yoktur. Bu sebeple; bu gazetenin bir misyona hizmet ettiğini düşünseydiniz, çok daha isabetli davranmış olurdunuz. Çünkü, itham edilen Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir ve bu kurumun yıpratılması, tahrik edilmesi kimseye hayır getirmez.
Sayın BAŞBAKAN;
70 yaşımdayım. İkbal zamanlarım da oldu, idbâr zamanlarım da oldu. Hiçbir zaman da renge, kokuya, şöhrete meyletmedim. Demokratik haklarımı kullanarak, her zeminde ve her yerde görüş ve düşüncelerimi belirtmekten çekinmedim ve korkmadım. Siyaset ve devlet adamlarına görüş ve düşüncelerimi belirtirken “Acaba, başıma bir iş gelir mi?” diye çekinmedim. Gençliğimden beri Türkiye’nin meselelerini, zorluklarını, açmazlarını çok iyi takip ettim. Siyaset ve devlet adamlarının yaptıkları hataların ülkemizi ve milletimizi, nasıl zora soktuğunu yakinen gördüm. Devletin gücünü, sizin kadar yanlış kullanan bir Başbakan’a da hiç rastlamadım.
Evet; bugün ülkenin en güçlü adamısınız. Ama güç, avuç içine alınan kum gibidir, sıktıkça parmaklar arasından akıp, gider. Hüner, elde bulunan gücü, yerli yerinde kullanmaktır. Ancak o zaman sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı yaratılır.
Alkışlayanlarınızın ve elpençe divan duranlarınızın çok olduğu bir ortamda, doğruları, dosdoğru söyleyebilen insanların mevcut olduğunu belirtmek için bu mektubumu yazdım ve duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
İşin doğrusu nasıl bulunacaktır?
Sayın Ferit ŞAHENK
Doğuş Grubu Başkanı
İstanbul 14 Haziran 2009
Sayın ŞAHENK;
Bu sabah tv8’de sizi dinledim.
Görüşleriniz ve analizleriniz hakkında bir şey söylemeyeceğim. Sadece, bazı soruları soracağım. Ki, bu sorulara vereceğiniz cevaplar, Türkiye meselelerini ne derece takip ettiğinizin ölçüsü olacaktır. İşte sorularım:
1-Size göre ekonomideki başarının ölçüsü nedir?
2-2001 ekonomik krizi niçin yaratılmıştır ve bu krizden sonra ülkemizde siyasî, ekonomik ve stratejik açıdan ne gibi değişiklikler olmuştur?
3-12 Eylül 1980’den sonra meydana gelen veya getirilen ekonomik krizlerin sebepleri neydi ve bu krizlerden en fazla hangi kesimler etkilenmiştir?
4-Küreselleşme size göre nedir ve küreselleşmenin kurallarını kim koymuştur ve de KÜRESEL SRMAYEYİ kim veya kimler kontrol etmektedir?
5-IMF’nin dünya ülkeleri hakkındaki hedefleri ve görevleri nedir ve de bu, ülkeleri nasıl etkilemektedir?
6-2001 krizinden nasıl bir ders alındı ve geleceğin daha iyi olacağına dair işaretler nelerdir? Ani bir kur artışı veya beklenmeyen bir devâlüasyonda, neler olur ve Türkiye, hangi yaptırımlarla karşı karşıya kalır?
7-Bankacılık sistemimiz, hangi ölçülere göre başarılıdır ve sağlam yapıdadır? Çok yüksek reel faizler (kredi kartları, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri ve mevduat karşılığı krediler) ve bankacılık hizmetlerinden alınan çok yüksek ücretler olmasaydı; bankacılık sisteminin durumu ve blânçoları ne olurdu?
8-İhracatta başarının ölçüsü nedir? İhracatımız arttığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ büyüyor, azaldığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ küçülüyor. Acaba, neden? Bunun gerçekçi bir ANALİZİNİ yapabilir misiniz?
9-Ekonomik ve sosyal şartlar yerine getirilse dahî, Türkiye’yi AVRUPA BİRLİĞİNE alırlar mı? Almazlarsa niçin almazlar? Şöyle de sorabilirim: Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üye olursa, bundan Avrupa Birliği nasıl etkilenir?
10-Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra aşırı miktarda borçlanmıştır ve 29 yıl zarfında çok büyük miktarda faiz ödemiştir. Açık ifadeyle iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Size göre, acaba, bunun sebebi nedir? Bu durum karşısında Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile idare edildiğini, hiç irdelediğiniz ve düşündüğünüz oldu mu?
11-Bir gerçektir: Finans ve bankacılık sistemimizle, önemli iktisadî değerlerimiz ve önemli altyapılarımız, yabancıların eline geçmiştir. Hattâ, perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Bunda; KUR-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan RANT EKONOMİSİNİN etkisi var mıdır? Böyle devam ederse; gelecekte, Türkiye’nin durumu ne olacaktır?
12-Yabancıların kâr transferleri her yıl artarak devam edecektir. Bu durumdan gelecekte, Türk milleti nasıl etkilenecektir?
13-Ülkemizde gelir dağılımı gayet adâletsizdir, işsizlik yaygındır, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Bu çarpıklıklar düzeltilmeden Türkiye’nin geleceği nasıl olacaktır?
14-Benim, 25 yıldan beri savunduğum görüşüm şudur: Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esîr edilmiştir. Bu görüşüme katılır mısınız?
15-Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’ndan sonra ülkemizde DÖVİZ TİCARETİ en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Ani kur artışları, beklenmedik devâlüasyonlar veya uzun süreli düşük kurlar, bazı kesimlere çok büyük kazançlar sağlamış ve geniş halk kitlelerini de zarara uğratmıştır. Neticede üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomi modeli ortaya çıkmıştır. Döviz ticareti devam ettiği sürece, Türkiye, ekonomik veya finansal krizlerden kurtulabilir mi?
16-Döviz kurlarının tespiti veya belirlenmesi kimlerin elindedir? T.C.Merkez Bankası gerçekten bağımsız mıdır? Yoksa, Newyork’a mı bağımlıdır? IMF ve Dünya Bankası’nın kur tayin ve tespitinde etkisi var mıdır?
Sayın ŞAHENK;
Programınızı dinlediğim için bu soruları sormak zorunda kaldım. Sorularıma açıklık getirecek ve sorularımı tartışacak derecede Türkiye ekonomisini yakından ve çok dikkatli biçimde izleyen bir eczacı vatandaşım. Umarım ki; bu mektubum elinize geçer ve sorularımı cevaplandırırsınız. Benim için ölçü, gerçek bir iktisatçı olan Joan Robinson’un şu ünlü sözüdür:
“İktisat bilmenin faydası, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Doğuş Grubu Başkanı
İstanbul 14 Haziran 2009
Sayın ŞAHENK;
Bu sabah tv8’de sizi dinledim.
Görüşleriniz ve analizleriniz hakkında bir şey söylemeyeceğim. Sadece, bazı soruları soracağım. Ki, bu sorulara vereceğiniz cevaplar, Türkiye meselelerini ne derece takip ettiğinizin ölçüsü olacaktır. İşte sorularım:
1-Size göre ekonomideki başarının ölçüsü nedir?
2-2001 ekonomik krizi niçin yaratılmıştır ve bu krizden sonra ülkemizde siyasî, ekonomik ve stratejik açıdan ne gibi değişiklikler olmuştur?
3-12 Eylül 1980’den sonra meydana gelen veya getirilen ekonomik krizlerin sebepleri neydi ve bu krizlerden en fazla hangi kesimler etkilenmiştir?
4-Küreselleşme size göre nedir ve küreselleşmenin kurallarını kim koymuştur ve de KÜRESEL SRMAYEYİ kim veya kimler kontrol etmektedir?
5-IMF’nin dünya ülkeleri hakkındaki hedefleri ve görevleri nedir ve de bu, ülkeleri nasıl etkilemektedir?
6-2001 krizinden nasıl bir ders alındı ve geleceğin daha iyi olacağına dair işaretler nelerdir? Ani bir kur artışı veya beklenmeyen bir devâlüasyonda, neler olur ve Türkiye, hangi yaptırımlarla karşı karşıya kalır?
7-Bankacılık sistemimiz, hangi ölçülere göre başarılıdır ve sağlam yapıdadır? Çok yüksek reel faizler (kredi kartları, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri ve mevduat karşılığı krediler) ve bankacılık hizmetlerinden alınan çok yüksek ücretler olmasaydı; bankacılık sisteminin durumu ve blânçoları ne olurdu?
8-İhracatta başarının ölçüsü nedir? İhracatımız arttığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ büyüyor, azaldığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ küçülüyor. Acaba, neden? Bunun gerçekçi bir ANALİZİNİ yapabilir misiniz?
9-Ekonomik ve sosyal şartlar yerine getirilse dahî, Türkiye’yi AVRUPA BİRLİĞİNE alırlar mı? Almazlarsa niçin almazlar? Şöyle de sorabilirim: Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üye olursa, bundan Avrupa Birliği nasıl etkilenir?
10-Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra aşırı miktarda borçlanmıştır ve 29 yıl zarfında çok büyük miktarda faiz ödemiştir. Açık ifadeyle iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Size göre, acaba, bunun sebebi nedir? Bu durum karşısında Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile idare edildiğini, hiç irdelediğiniz ve düşündüğünüz oldu mu?
11-Bir gerçektir: Finans ve bankacılık sistemimizle, önemli iktisadî değerlerimiz ve önemli altyapılarımız, yabancıların eline geçmiştir. Hattâ, perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Bunda; KUR-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan RANT EKONOMİSİNİN etkisi var mıdır? Böyle devam ederse; gelecekte, Türkiye’nin durumu ne olacaktır?
12-Yabancıların kâr transferleri her yıl artarak devam edecektir. Bu durumdan gelecekte, Türk milleti nasıl etkilenecektir?
13-Ülkemizde gelir dağılımı gayet adâletsizdir, işsizlik yaygındır, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Bu çarpıklıklar düzeltilmeden Türkiye’nin geleceği nasıl olacaktır?
14-Benim, 25 yıldan beri savunduğum görüşüm şudur: Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esîr edilmiştir. Bu görüşüme katılır mısınız?
15-Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’ndan sonra ülkemizde DÖVİZ TİCARETİ en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Ani kur artışları, beklenmedik devâlüasyonlar veya uzun süreli düşük kurlar, bazı kesimlere çok büyük kazançlar sağlamış ve geniş halk kitlelerini de zarara uğratmıştır. Neticede üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomi modeli ortaya çıkmıştır. Döviz ticareti devam ettiği sürece, Türkiye, ekonomik veya finansal krizlerden kurtulabilir mi?
16-Döviz kurlarının tespiti veya belirlenmesi kimlerin elindedir? T.C.Merkez Bankası gerçekten bağımsız mıdır? Yoksa, Newyork’a mı bağımlıdır? IMF ve Dünya Bankası’nın kur tayin ve tespitinde etkisi var mıdır?
Sayın ŞAHENK;
Programınızı dinlediğim için bu soruları sormak zorunda kaldım. Sorularıma açıklık getirecek ve sorularımı tartışacak derecede Türkiye ekonomisini yakından ve çok dikkatli biçimde izleyen bir eczacı vatandaşım. Umarım ki; bu mektubum elinize geçer ve sorularımı cevaplandırırsınız. Benim için ölçü, gerçek bir iktisatçı olan Joan Robinson’un şu ünlü sözüdür:
“İktisat bilmenin faydası, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
13 Haziran 2009 Cumartesi
Propaganda ve gerçekler.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 13 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
AKP Genel Merkezi AR-GE Başkanlığı “Siyaset Akademisi”nde yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini dikkatle okudum.
Partinizin siyasî propagandasını yapmanızı yadırgamak ve reddetmek mümkün değildir ve de, hakkınızdır.
Ancak; bu birime “Siyaset Akademisi” adının verilmesi, konuşmanızın içeriği dikkate alınırsa, doğru değildir. Zira; akademiler, propaganda amaçlı değil, bilimsel amaçlıdır. Bilimsel amaçlı çalışmalarda propaganda ve yönlendirme yoktur ve olamaz. Olduğu takdirde; halk kitleleri, Türkiye’nin siyasî tarihi hakkında bilgisiz kalırlar ve olaylara, hisleri doğrultusunda yaklaşırlar. Bu görüşümü, örnekle açıklamak istiyorum:
Konuşmanızın bir bölümünde, tarihten dersler çıkartılması gerektiğini vurgulayarak, Şeyh Edebali, Nizamül Mülk, Osman Gazi ve Mustafa Kemal Atatürk gibi devlet adamlarının bakış açılarından ve tavsiyelerinden örnekler verdiniz.
Siyasetçilerin halka inmesi gerektiğine dikkati çekerek, büyükşehirlerden başı uzatmadan siyaset yapılamayacağını vurguladınız ve "üzerinde Anadolu’nun tozu, toprağı olacak siyasetçiler arıyoruz. Sivas’ın ötesine geçmeden siyaset üretmeye çalışanlar var" dediniz.
Siyasetin küçük hedefleri kabul etmeyeceğini kaydederek, "küçük olsun, ama benim olsun anlayışıyla siyaset yapanlar orta ve uzun vadede kaybetmişlerdir. Bundan sonra da kaybetmeye mahkûmdurlar" diye konuştunuz.
AK Parti’nin bir "Türkiye partisi" olduğunu söyleyerek, "bir Türkiye partisi olmak noktasında geçmişten bu yana bunu yakalayan iki isim vardır Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde. İki lider var. Bir rahmetli Menderes bunu yakalamıştır, ikincisi rahmetli Özal bunu yakalamıştır" dediniz. Üçüncüsünün de, sizin partinizin olduğunu, dinleyenler, alkışlayarak ifade etmiş oldular.
Bilimsel olarak bakacak olursak; bu sözlerinizin, gerçekleri yansıtmadığını söyleyenlerin bulunacağını ve tepki göstereceğini söyleyebiliriz:
1-Şeyh Edebalî, Nizam-ül Mülk, Osman Gazi ve Mustafa Kemâl, siyasî mülâhazalardan arınarak, bir devlet geleneği oluşturmuşlardır. Ülkemizde faaliyet gösteren bütün siyasî partiler, sağlam gelenekleri korumuşlardır.
2-Her siyasetçi halkın içine inmiş ve Anadolu’nun tozlu, topraklı yollarında dolaşmıştır. Sivas’ın ötesine geçemeyen siyasetçimiz olmamıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza önemli varlıklar devredilemezdi.
3-Elbette ki siyasette, küçük hedeflere yönelenler olmuştur. Bunların varlığı, büyük hedefler peşinde koşan ve büyük eserler ve hizmetler veren siyasetçilerin inkâr edilmesine bahane edilemez.
4-Rahmetli Adnan Menderes, büyük hizmetler ve eserler veren büyük bir devlet ve siyaset adamıdır. Türkiye’nin ve dünyanın siyasetini iyi takip edemeyenler ve bilmeyenler, Menderes’in hakkını teslimde zorlanırlar.
5-Özal’a hayranlığınız olabilir veya siyasî konjönktür sebebiyle hayranıymış gibi bir görüntü verebilirsiniz. Ama; merhum Özal, belirttiğiniz vasıflarda olan bir siyaset adamı değildi. Zira; Özal, “Türkiye’ye çağ atlattık”, veya “Transformasyon, gelişim” gibi söylemlerle, para ticaretinin kapılarını açarak RANT EKONOMİSİNİN kurucusu olmuştur. Ki; bu modelde Türkiye, üretkenlikten uzaklaşmış ve iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Ne yazık ki bu model, halen sürdürülmekte ve hiç tartışılmamaktadır.
6-Sıralamayı yaparken, her zaman olduğu gibi, Süleyman Demirel’i yine görmezden gelmişsiniz. Halbûki Süleyman Demirel, konuşmanızda vasıflarını belirttiğiniz özelliklere sahip bir devlet ve siyaset adamıdır. Türkiye’ye kalıcı ve iktisadî değer üreten büyük eserler vermiştir. 1965-1980 Türkiye’sini varları ve yokları ile mukayese edebilenler bu gerçeği görürüler ve Süleyman Demirel’in hakkını teslim ederler.
7-Bir dikkat çekici husus da şudur: Sizi siyasete sokan, elinizden tutarak ikbal kapılarını açan Necmettin Erbakan’dan hiç söz etmeyişiniz, biraz şaşırtıcı olmuştur. Zira; her ne kadar bazı söylemleri, bazı kesimlere rahatsızlık vermiş olsa da Erbakan, gerçek anlamda vatanperver ve millî çıkarlarımızı gözeten bir devlet ve siyaset adamıdır. Emperyalizme de, samimî olarak direnmiştir.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu mektubumu, konuşmalarınızın halk arasında nasıl bir etki yaptığını belirtmek için yazdım. Bizim halkımız, hiçbir şeye aklı ermeyen, olayları takip etmeyen, insanların kıymetini bilmeyen bir halk değildir. Bazı konularda VEFASIZ davransa da, İDRAKİ yerinde bir halktır ve her sözün altındaki maksadı gayet iyi anlar. TESLİMİYETÇİ bir demokrasiyi dâimâ reddeder ve dâimâ TEMSİLİ bir demokrasinin özlemini çeker. Hilkatinde, DEVLETE itaat ve sadakat özellikleri vardır ve HÜKÜMETLERE, “DEVLET BABA” gözü ile bakar. Ve “YANLIŞLARDAN REFAH DOĞMAZ!” gerçeğini çok iyi bilir. Kanaat ve elzemi birleştirerek yaşar ve aza kanaat eder. Bunun bir sınırı olduğunu da, zamanı gelince herkese ispatlar. “HER ATEŞ YERİNİ KÜLE BIRAKIR.” gerçeğini de çok iyi bilir. Zaten milletimiz, bu özelliklere sahip olmasaydı, Tarih boyunca DEVLET OLMASINI başaramazdı.
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden ve de, DEMOKRATİK HAKLARINI kullanan bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 13 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
AKP Genel Merkezi AR-GE Başkanlığı “Siyaset Akademisi”nde yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini dikkatle okudum.
Partinizin siyasî propagandasını yapmanızı yadırgamak ve reddetmek mümkün değildir ve de, hakkınızdır.
Ancak; bu birime “Siyaset Akademisi” adının verilmesi, konuşmanızın içeriği dikkate alınırsa, doğru değildir. Zira; akademiler, propaganda amaçlı değil, bilimsel amaçlıdır. Bilimsel amaçlı çalışmalarda propaganda ve yönlendirme yoktur ve olamaz. Olduğu takdirde; halk kitleleri, Türkiye’nin siyasî tarihi hakkında bilgisiz kalırlar ve olaylara, hisleri doğrultusunda yaklaşırlar. Bu görüşümü, örnekle açıklamak istiyorum:
Konuşmanızın bir bölümünde, tarihten dersler çıkartılması gerektiğini vurgulayarak, Şeyh Edebali, Nizamül Mülk, Osman Gazi ve Mustafa Kemal Atatürk gibi devlet adamlarının bakış açılarından ve tavsiyelerinden örnekler verdiniz.
Siyasetçilerin halka inmesi gerektiğine dikkati çekerek, büyükşehirlerden başı uzatmadan siyaset yapılamayacağını vurguladınız ve "üzerinde Anadolu’nun tozu, toprağı olacak siyasetçiler arıyoruz. Sivas’ın ötesine geçmeden siyaset üretmeye çalışanlar var" dediniz.
Siyasetin küçük hedefleri kabul etmeyeceğini kaydederek, "küçük olsun, ama benim olsun anlayışıyla siyaset yapanlar orta ve uzun vadede kaybetmişlerdir. Bundan sonra da kaybetmeye mahkûmdurlar" diye konuştunuz.
AK Parti’nin bir "Türkiye partisi" olduğunu söyleyerek, "bir Türkiye partisi olmak noktasında geçmişten bu yana bunu yakalayan iki isim vardır Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde. İki lider var. Bir rahmetli Menderes bunu yakalamıştır, ikincisi rahmetli Özal bunu yakalamıştır" dediniz. Üçüncüsünün de, sizin partinizin olduğunu, dinleyenler, alkışlayarak ifade etmiş oldular.
Bilimsel olarak bakacak olursak; bu sözlerinizin, gerçekleri yansıtmadığını söyleyenlerin bulunacağını ve tepki göstereceğini söyleyebiliriz:
1-Şeyh Edebalî, Nizam-ül Mülk, Osman Gazi ve Mustafa Kemâl, siyasî mülâhazalardan arınarak, bir devlet geleneği oluşturmuşlardır. Ülkemizde faaliyet gösteren bütün siyasî partiler, sağlam gelenekleri korumuşlardır.
2-Her siyasetçi halkın içine inmiş ve Anadolu’nun tozlu, topraklı yollarında dolaşmıştır. Sivas’ın ötesine geçemeyen siyasetçimiz olmamıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza önemli varlıklar devredilemezdi.
3-Elbette ki siyasette, küçük hedeflere yönelenler olmuştur. Bunların varlığı, büyük hedefler peşinde koşan ve büyük eserler ve hizmetler veren siyasetçilerin inkâr edilmesine bahane edilemez.
4-Rahmetli Adnan Menderes, büyük hizmetler ve eserler veren büyük bir devlet ve siyaset adamıdır. Türkiye’nin ve dünyanın siyasetini iyi takip edemeyenler ve bilmeyenler, Menderes’in hakkını teslimde zorlanırlar.
5-Özal’a hayranlığınız olabilir veya siyasî konjönktür sebebiyle hayranıymış gibi bir görüntü verebilirsiniz. Ama; merhum Özal, belirttiğiniz vasıflarda olan bir siyaset adamı değildi. Zira; Özal, “Türkiye’ye çağ atlattık”, veya “Transformasyon, gelişim” gibi söylemlerle, para ticaretinin kapılarını açarak RANT EKONOMİSİNİN kurucusu olmuştur. Ki; bu modelde Türkiye, üretkenlikten uzaklaşmış ve iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Ne yazık ki bu model, halen sürdürülmekte ve hiç tartışılmamaktadır.
6-Sıralamayı yaparken, her zaman olduğu gibi, Süleyman Demirel’i yine görmezden gelmişsiniz. Halbûki Süleyman Demirel, konuşmanızda vasıflarını belirttiğiniz özelliklere sahip bir devlet ve siyaset adamıdır. Türkiye’ye kalıcı ve iktisadî değer üreten büyük eserler vermiştir. 1965-1980 Türkiye’sini varları ve yokları ile mukayese edebilenler bu gerçeği görürüler ve Süleyman Demirel’in hakkını teslim ederler.
7-Bir dikkat çekici husus da şudur: Sizi siyasete sokan, elinizden tutarak ikbal kapılarını açan Necmettin Erbakan’dan hiç söz etmeyişiniz, biraz şaşırtıcı olmuştur. Zira; her ne kadar bazı söylemleri, bazı kesimlere rahatsızlık vermiş olsa da Erbakan, gerçek anlamda vatanperver ve millî çıkarlarımızı gözeten bir devlet ve siyaset adamıdır. Emperyalizme de, samimî olarak direnmiştir.
Sayın BAŞBAKAN;
Bu mektubumu, konuşmalarınızın halk arasında nasıl bir etki yaptığını belirtmek için yazdım. Bizim halkımız, hiçbir şeye aklı ermeyen, olayları takip etmeyen, insanların kıymetini bilmeyen bir halk değildir. Bazı konularda VEFASIZ davransa da, İDRAKİ yerinde bir halktır ve her sözün altındaki maksadı gayet iyi anlar. TESLİMİYETÇİ bir demokrasiyi dâimâ reddeder ve dâimâ TEMSİLİ bir demokrasinin özlemini çeker. Hilkatinde, DEVLETE itaat ve sadakat özellikleri vardır ve HÜKÜMETLERE, “DEVLET BABA” gözü ile bakar. Ve “YANLIŞLARDAN REFAH DOĞMAZ!” gerçeğini çok iyi bilir. Kanaat ve elzemi birleştirerek yaşar ve aza kanaat eder. Bunun bir sınırı olduğunu da, zamanı gelince herkese ispatlar. “HER ATEŞ YERİNİ KÜLE BIRAKIR.” gerçeğini de çok iyi bilir. Zaten milletimiz, bu özelliklere sahip olmasaydı, Tarih boyunca DEVLET OLMASINI başaramazdı.
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden ve de, DEMOKRATİK HAKLARINI kullanan bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
8 Haziran 2009 Pazartesi
Yanlıştan refah doğmaz.
Sayın Ali BABACAN
Devlet Bakanı
Ankara 8 Haziran 2009
Sayın BAKAN;
Bu sabah NTV Tevizyonu’nda yayınlanan programda sizi, dikkatle dinledim.
Üzülerek ifade etmek isterim ki; ekonomi konusunda, sebeplerini hiç düşünmediğiniz “KÜRESEL KRİZ” olayına odaklandığınız için, Türkiye’nin ufkunu açacak, hedeflerinin takipçisi yapacak gerçeklerden uzak olduğunuzu gördüm.
Sizden beklediğim, “Ekonomik kriz nedir ve kimlere zarar vermektedir?” sorusuna, gerçekçi yaklaşımlarla cevap verebilmenizdi. Zira; Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra daimâ ekonomik krizlere maruz kalmıştır ve her kriz, orta tabakadan bir parça koparmıştır. Yani; aslında krizler, halkı ezmiştir. Varlıklı kesimde ise varlıkların veya servetlerin el değiştirmesine sebep olmuştur. Bu durumdan çıkan gerçek de, bellidir:
TÜRKİYE, 29 YILDAN BERİ YANLIŞ EKONOMİ VE PARA POLİTİKALARI İLE İDARE EDİLMEKTEDİR.
Bu gerçeği anlayabilmek, görebilmek ve gereken tedbirleri alabilmek için, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’si ile, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sinin varları ve yokları ile düzgün bir mukayesesinin yapılması şarttır. Maksadımı anlatmak için basit bir örneğin yeterli olacağına inanmaktayım. İşte örnek:
1965 yılında Türkiye’nin rafineri kapasitesi, 1 milyon ton/yıl kadardı. Bu kapasite, 12 Eylül 1980’de 32 milyon ton/yıl kapasitesine ulaşmıştı. Türkiye, bu yatırımı gerçekleştirirken, KARUN’UN HAZİNELERİNE sahip değildi. 1965 yılında fert başına millî geliri 400 dolar ve toplam ihracatı da, geleneksel tarım ürünlerinden oluşanı 500 milyon dolardı. MUSUL-KERKÜK-YUMURTALIK petrol boru hatları da, bu dönemde tesisi edilmişti
Aradan 29 yıl geçmiş olmasına rağmen rafineri kapasitemizde bir artış olmamıştır ve hatta rafinerilerimizin önemli miktardaki hissesi, yabancıların eline geçmiştir. Halbûki plân hedeflerine göre 2000 yılı için rafineri kapasitesi, 120 milyon ton/yıl olarak öngörülmüştür. Bu örneği, her alana emsâl göstererek geniş bir analiz yapılırsa; Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği ortaya çıkar.
Şimdi, NTV televizyonunda söylediğiniz bazı sözlerinizi inceleyelim ve irdeleyelim:
1-Vatandaşları, refah payını da vererek enflâsyona ezdirmediğinizi söylediniz. Bu sözlerinizin doğru olduğunu farz ederek, şu sorumun cevabını nereye oturtacaksınız?
2002 yılı sonu itibarı ile vatandaşlarımızın bankalara olan borcu (tüketici, ihtiyaç ve kredi kartları), 6,4 milyar liraydı. Bugün bu borç, 150 milyar liraya ulaşmıştır. Faiz yükü de, vatandaşların sırtına yüklenmiştir. Yani; vatandaşlar ağır bir borç yükü altında ezilmektedir. Şayet, vatandaşları enflâsyona ezdirmeseydiniz, vatandaşlar, bu borç yükü altına niçin girdiler? Vatandaşlar, keyif için mi, bu kadar boçlandılar?
2- Carî açığın 10 milyar doların altına düşeceğini ve bunun, kriz döneminde bir başarı olduğunu söylediniz. Tabii ki, carî açığın düşmesi, ülkemiz için memnuniyet vericidir. Türkiye’nin daha az borçlanacağının işaretidir. Ama; sormak zorundayım:
Carî açığın düşmesi bir başarı mıdır, yoksa, 6,5 yıl zarfında övündüğünüz ihracat artışının yanlışlığı mıdır? Biraz açayım:
Carî açığın düşmesi, ihracat dışı gelirlerin ve üretimin artışı neticesinde değildir. Açık, ithalâtın azalması sebebiyle düşmüştür. Bunun anlamı da açıktır:
Övündüğünüz ihracat, ithalâta dayalı ve “RE-EXPORT” denilen bir ihracattır ki; bu tarz ihracatta bir KATMA DEĞER yaratılmaz. Zaten, 600 milyar dolar tutarındaki bir millî gelirden, 120-130 milyar dolarlık bir ihracat doğmaz. En dengeli ekonomilerde dahî doğacak ihracat, 90 milyar dolardır. Bunun üstüne çıkan değer, borçlanmak ve dış ülkelere kaynak transfer etmek demektir.
3- “KRİZDE EN KÖTÜYÜ GÖRDÜK. ‘BUNDAN SORA DÜZELME OLACAK DEMEK İÇİN ÇOK ERKEN’ GELİŞMELERİ TAKİP EDECEĞİZ.” sözleriniz ise, tam anlamıyla doğrudur ve hatta eksiktir. Doğrusu, benim iddia ettiğim şu gerçekte mevcuttur:
TÜRKİYE, 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA politikaları ile idare edilmektedir. İspatı da, başta BANKALARIMIZ olmak üzere önemli İKTİSADÎ DEĞERLERİMİZ ve önemli ALTYAPI TESİSLERİMİZ yabancılara satıldığı halde; TÜRKİYE; rahatlamadı ve BORÇLARI ile FAİZ YÜKÜ arttı.
Evet; iktidarınız döneminde RANTA dönük bazı gelişmeler oldu. ŞEDDADÎ binalar, göklere yükseldi. Orta tabakayı eriten BÜYÜK ALIŞ-VERİŞ MERKEZLERİ kuruldu. Ama; Türkiye’yi ve Türk milletini topyekün kalkınmaya götürecek bir ekonomi modeli geliştirilemedi. Fukaralık ve işsizlik arttı. Bütçe açıkları ve faiz ödemeleri, DEVLETİ de, VATANDAŞLARI da zora soktu.
Sayın BAKAN;
Hüner; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulan; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen huzurlu, mutlu, iç ve dış gailelerden arınmış REFAH içinde yüzen bir BÜYÜK TÜRKİYE meydana getirebilmektedir. Bu hedefe de, yürürlükteki EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile ulaşılamaz!
Türkiye’nin meselelerini yakından ve çok dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Devlet Bakanı
Ankara 8 Haziran 2009
Sayın BAKAN;
Bu sabah NTV Tevizyonu’nda yayınlanan programda sizi, dikkatle dinledim.
Üzülerek ifade etmek isterim ki; ekonomi konusunda, sebeplerini hiç düşünmediğiniz “KÜRESEL KRİZ” olayına odaklandığınız için, Türkiye’nin ufkunu açacak, hedeflerinin takipçisi yapacak gerçeklerden uzak olduğunuzu gördüm.
Sizden beklediğim, “Ekonomik kriz nedir ve kimlere zarar vermektedir?” sorusuna, gerçekçi yaklaşımlarla cevap verebilmenizdi. Zira; Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra daimâ ekonomik krizlere maruz kalmıştır ve her kriz, orta tabakadan bir parça koparmıştır. Yani; aslında krizler, halkı ezmiştir. Varlıklı kesimde ise varlıkların veya servetlerin el değiştirmesine sebep olmuştur. Bu durumdan çıkan gerçek de, bellidir:
TÜRKİYE, 29 YILDAN BERİ YANLIŞ EKONOMİ VE PARA POLİTİKALARI İLE İDARE EDİLMEKTEDİR.
Bu gerçeği anlayabilmek, görebilmek ve gereken tedbirleri alabilmek için, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’si ile, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sinin varları ve yokları ile düzgün bir mukayesesinin yapılması şarttır. Maksadımı anlatmak için basit bir örneğin yeterli olacağına inanmaktayım. İşte örnek:
1965 yılında Türkiye’nin rafineri kapasitesi, 1 milyon ton/yıl kadardı. Bu kapasite, 12 Eylül 1980’de 32 milyon ton/yıl kapasitesine ulaşmıştı. Türkiye, bu yatırımı gerçekleştirirken, KARUN’UN HAZİNELERİNE sahip değildi. 1965 yılında fert başına millî geliri 400 dolar ve toplam ihracatı da, geleneksel tarım ürünlerinden oluşanı 500 milyon dolardı. MUSUL-KERKÜK-YUMURTALIK petrol boru hatları da, bu dönemde tesisi edilmişti
Aradan 29 yıl geçmiş olmasına rağmen rafineri kapasitemizde bir artış olmamıştır ve hatta rafinerilerimizin önemli miktardaki hissesi, yabancıların eline geçmiştir. Halbûki plân hedeflerine göre 2000 yılı için rafineri kapasitesi, 120 milyon ton/yıl olarak öngörülmüştür. Bu örneği, her alana emsâl göstererek geniş bir analiz yapılırsa; Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeği ortaya çıkar.
Şimdi, NTV televizyonunda söylediğiniz bazı sözlerinizi inceleyelim ve irdeleyelim:
1-Vatandaşları, refah payını da vererek enflâsyona ezdirmediğinizi söylediniz. Bu sözlerinizin doğru olduğunu farz ederek, şu sorumun cevabını nereye oturtacaksınız?
2002 yılı sonu itibarı ile vatandaşlarımızın bankalara olan borcu (tüketici, ihtiyaç ve kredi kartları), 6,4 milyar liraydı. Bugün bu borç, 150 milyar liraya ulaşmıştır. Faiz yükü de, vatandaşların sırtına yüklenmiştir. Yani; vatandaşlar ağır bir borç yükü altında ezilmektedir. Şayet, vatandaşları enflâsyona ezdirmeseydiniz, vatandaşlar, bu borç yükü altına niçin girdiler? Vatandaşlar, keyif için mi, bu kadar boçlandılar?
2- Carî açığın 10 milyar doların altına düşeceğini ve bunun, kriz döneminde bir başarı olduğunu söylediniz. Tabii ki, carî açığın düşmesi, ülkemiz için memnuniyet vericidir. Türkiye’nin daha az borçlanacağının işaretidir. Ama; sormak zorundayım:
Carî açığın düşmesi bir başarı mıdır, yoksa, 6,5 yıl zarfında övündüğünüz ihracat artışının yanlışlığı mıdır? Biraz açayım:
Carî açığın düşmesi, ihracat dışı gelirlerin ve üretimin artışı neticesinde değildir. Açık, ithalâtın azalması sebebiyle düşmüştür. Bunun anlamı da açıktır:
Övündüğünüz ihracat, ithalâta dayalı ve “RE-EXPORT” denilen bir ihracattır ki; bu tarz ihracatta bir KATMA DEĞER yaratılmaz. Zaten, 600 milyar dolar tutarındaki bir millî gelirden, 120-130 milyar dolarlık bir ihracat doğmaz. En dengeli ekonomilerde dahî doğacak ihracat, 90 milyar dolardır. Bunun üstüne çıkan değer, borçlanmak ve dış ülkelere kaynak transfer etmek demektir.
3- “KRİZDE EN KÖTÜYÜ GÖRDÜK. ‘BUNDAN SORA DÜZELME OLACAK DEMEK İÇİN ÇOK ERKEN’ GELİŞMELERİ TAKİP EDECEĞİZ.” sözleriniz ise, tam anlamıyla doğrudur ve hatta eksiktir. Doğrusu, benim iddia ettiğim şu gerçekte mevcuttur:
TÜRKİYE, 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA politikaları ile idare edilmektedir. İspatı da, başta BANKALARIMIZ olmak üzere önemli İKTİSADÎ DEĞERLERİMİZ ve önemli ALTYAPI TESİSLERİMİZ yabancılara satıldığı halde; TÜRKİYE; rahatlamadı ve BORÇLARI ile FAİZ YÜKÜ arttı.
Evet; iktidarınız döneminde RANTA dönük bazı gelişmeler oldu. ŞEDDADÎ binalar, göklere yükseldi. Orta tabakayı eriten BÜYÜK ALIŞ-VERİŞ MERKEZLERİ kuruldu. Ama; Türkiye’yi ve Türk milletini topyekün kalkınmaya götürecek bir ekonomi modeli geliştirilemedi. Fukaralık ve işsizlik arttı. Bütçe açıkları ve faiz ödemeleri, DEVLETİ de, VATANDAŞLARI da zora soktu.
Sayın BAKAN;
Hüner; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulan; hedef kovalayan ve her hedefi gerçekleştirdikten sonra yeni hedeflere yönelen huzurlu, mutlu, iç ve dış gailelerden arınmış REFAH içinde yüzen bir BÜYÜK TÜRKİYE meydana getirebilmektedir. Bu hedefe de, yürürlükteki EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile ulaşılamaz!
Türkiye’nin meselelerini yakından ve çok dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
6 Haziran 2009 Cumartesi
Üretmeyen ekonomi
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 6 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Açıkladığınız ve yürürlüğe konan YENİ TEŞVİK SİSTEMİNİN hedef alınan rahatlığı sağlamayacağına ve netice vermeyeceğine inanmaktayım. Bu görüşümün sebebi de, Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır. Bu müddet zarfında Türkiye, KUR-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan ve sâdece PARA TİCARETİNE dayanan bir modele esir edilmiş ve ÜRETKEN bir ekonomi modelinden uzaklaştırılmıştır. Yani; yığınakta hata yapılmıştır ve bu hatada ısrar edilmektedir.
Bu gerçeği, basit bir araştırma ile ispatlamak ve doğru bir ekonomi modeline yönelmek mümkündür. Yapılacak iş gayet basittir:
Türkiye’nin 12 Eylül 1980 sabahındaki iç ve dış borçları ile bugünkü iç ve dış borçlarını mukayese etmek ve 29 yıl zarfında ödenen faizleri belirlemektir. Bu mukayese, yapılan büyük hatayı açığa çıkaracak ve üretken bir modele geçişi sağlayacaktır.
Açıkladığınız yeni TEŞVİK SİSTEMİNİN ana hatları; a-Kurumlar Vergisini 81 ilde yüzde 2 ilâ yüzde 10 arasında indirmek. b-5 yıl süreyle 3 ilâ 5 puan arasında faiz desteği sağlamak. c-SSK priminin işveren hissesinin bir süre Hazine tarafından karşılanması. d-Geçici istihdam imkânlarının sağlanması. şeklindedir.
Bu tedbirler, belki bir süre için bazı kesimlere geçici bir rahatlık sağlayabilir; ama, ülkeyi ve milleti topyekün bir kalkınmaya götüremez. Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomimize ivme kazandıramaz.
Dolaylı vergilerin ve başta akaryakıt olmak üzere enerji fiyatlarının yüksekliği, dünya piyasalarında Türkiye’ye rekabet gücü kazandıramamış ve Türkiye’yi, ithalâta mahkûm etmiştir. Bu modelde orta tabaka erimiş, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Geniş kitlelerin satınalma güçleri ortadan kalkmıştır. Öyle bir noktadayız ki: Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendisini besleyemez duruma düşmüştür. İhtiyacı olan yemeklik yağı dahî üretememektedir. Bu durum, mecburi olarak kırsal kesimden büyük şehirlere göçü kamçılamış ve sosyal yapımızda büyük yaralar açmıştır.
Rant ağırlıklı bu modelde para, muayyen ellerde toplanmış ve geniş kesimler çaresiz kalmıştır. Geniş kitleler, dâimâ ekonomik sıkıntılara maruz kalmıştır. 4 Haziran 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan bir kamuoyu araştırması, bu gerçeği, gözler önüne sermiştir. Ankette;
“Dünyada ve ülkemizde yaşanan Küresel Ekonomik Krizin, sizin yaşantınızda etkisi oldu mu?” sorusuna:
Yüzde 60,5 oranında EVET, yüzde 9,7 oranında HAYIR, yüzde 21,2 oranında KISMEN cevabı verilmiş. FİKRİM YOK diyenlerin oranı da, yüzde 8,6 dır.
Bu araştırma, nüfusumuzun ancak yüzde 10’luk bir kesiminin rahat olduğunu ispatlamaktadır. 4 Aralık 2009 tarihinde yaptığınız konuşmanızda söylediğiniz, “Kriz varsa, çare de vardır kampanyasını destekliyoruz. ‘Harcanacak para yok!’ diyenler yanılıyor. Kusura bakmayın arkadaşlar, para var. ‘Para yok’ diye bir şey yok.” Sözlerinizin muhatabı da, bu, yüde 10’luk kesimdir. “Var” dediğiniz para, bu kesimin elindedir. Bu kesim için harcamanın sınırı yoktur. Çünkü; yatarken, uyurken, gezerken, eğlenirken, tatil yaparken, hiç çalışmadan ve hiç alın teri dökmeden rahat gelir elde etmektedirler.
Toplam banka mevduatlarının, toplam menkul değerlerin ve emlâk varlığının analizi, bu gerçeği doğrulayacaktır. Örnek:
1 Haziran 2009 tarihi itibarı ile toplam banka mevduatı, 471 milyar 475 milyon liradır.. Bu mevduatın yüzde 80’i de azdan az bir kesimin elindedir. Ayrıca bankaların elindeki menkul değerlerin miktarı da, 218 milyar 505 milyon liradır. Bunun yüzde 70’ini de Devlet İç Borç Senetleri oluşturmaktadır.
Sayın BAŞBAKAN;
Öyle bir modele geçilmelidir ki; Türkiye ve Türk milleti, topyekün bir kalkınmaya götürülsün. Türkiye’nin elinde bu güç ve imkânlar vardır. Ama; bu gücü ve imkânları 29 yıldan beri kullanan çıkmamıştır. Bunu başarabilmek için alınacak tedbirler de bellidir:
-Dolar ticaretini sonlandırmak. Ağustos 1989 tarihinde yürürlüğe konan 32 Sayılı KONVERTİBİLİTE KARARININ gözden geçirilmesi ve bazı uygulamaların yeniden düzenlenmesi.
-Halkı ezen ve güçsüzleştiren DOLAYLI VERGİLERİN kaldırılması veya halkı rahatsız etmeyecek şekilde oranlarının düşürülmesi.
-Başta akaryakıt olmak üzere ENERJİ fiyatlarını düşürülmesi. (Enerji, tüketim malı değil, endirekt üretim vasıtasıdır.)
-Tedâvüldeki Türk parası miktarının, olması gereken seviyeye çıkarılması. (1984 yılı başından itibaren tedâvüldeki Türk parası azaltılarak, yabancı paralar tedâvüle sokulmuştur. Bu durum da döviz ticaretini doğurmuştur. Döviz ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline getirilmiştir. Bu yüzden de Türkiye aşırı borçlanmış ve nahak yere faiz ödemiştir.)
-Bankalara çeki-düzen verilmeli ve halkı soyan uygulamaları sonlandırılmalıdır. Merkez Bankası’nın fonlamaları, üretime ve istihdama matuf uzun ve orta vadeli krediler için kullanılmalıdır. (Banka blânçolarının analizi, ışık tutmaya yeterlidir.)
-Kayıtdışı işlemleri önleyecek tedbirler alınmalı ve denetim birimleri güçlendirilmelidir.
-İhracât teşvikleri gözden geçirilmeli ve HAYALÎ İTHALÂTLA; HAYALÎ İHRACÂTI engelleyecek ciddî tedbirler getirilmelidir. (Ölçüsüz ve denetimsiz teşvikler, yerli üreticilerin rekabet gücünü ortadan kaldırmaktadır ve bu yola başvuranları ödüllendirmektedir.)
Ülke meselelerini dikkatli biçimde ve yakından izleyen bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım. Görüşlerimi ispatlamaya da hazırım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 6 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Açıkladığınız ve yürürlüğe konan YENİ TEŞVİK SİSTEMİNİN hedef alınan rahatlığı sağlamayacağına ve netice vermeyeceğine inanmaktayım. Bu görüşümün sebebi de, Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır. Bu müddet zarfında Türkiye, KUR-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan ve sâdece PARA TİCARETİNE dayanan bir modele esir edilmiş ve ÜRETKEN bir ekonomi modelinden uzaklaştırılmıştır. Yani; yığınakta hata yapılmıştır ve bu hatada ısrar edilmektedir.
Bu gerçeği, basit bir araştırma ile ispatlamak ve doğru bir ekonomi modeline yönelmek mümkündür. Yapılacak iş gayet basittir:
Türkiye’nin 12 Eylül 1980 sabahındaki iç ve dış borçları ile bugünkü iç ve dış borçlarını mukayese etmek ve 29 yıl zarfında ödenen faizleri belirlemektir. Bu mukayese, yapılan büyük hatayı açığa çıkaracak ve üretken bir modele geçişi sağlayacaktır.
Açıkladığınız yeni TEŞVİK SİSTEMİNİN ana hatları; a-Kurumlar Vergisini 81 ilde yüzde 2 ilâ yüzde 10 arasında indirmek. b-5 yıl süreyle 3 ilâ 5 puan arasında faiz desteği sağlamak. c-SSK priminin işveren hissesinin bir süre Hazine tarafından karşılanması. d-Geçici istihdam imkânlarının sağlanması. şeklindedir.
Bu tedbirler, belki bir süre için bazı kesimlere geçici bir rahatlık sağlayabilir; ama, ülkeyi ve milleti topyekün bir kalkınmaya götüremez. Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomimize ivme kazandıramaz.
Dolaylı vergilerin ve başta akaryakıt olmak üzere enerji fiyatlarının yüksekliği, dünya piyasalarında Türkiye’ye rekabet gücü kazandıramamış ve Türkiye’yi, ithalâta mahkûm etmiştir. Bu modelde orta tabaka erimiş, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Geniş kitlelerin satınalma güçleri ortadan kalkmıştır. Öyle bir noktadayız ki: Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendisini besleyemez duruma düşmüştür. İhtiyacı olan yemeklik yağı dahî üretememektedir. Bu durum, mecburi olarak kırsal kesimden büyük şehirlere göçü kamçılamış ve sosyal yapımızda büyük yaralar açmıştır.
Rant ağırlıklı bu modelde para, muayyen ellerde toplanmış ve geniş kesimler çaresiz kalmıştır. Geniş kitleler, dâimâ ekonomik sıkıntılara maruz kalmıştır. 4 Haziran 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan bir kamuoyu araştırması, bu gerçeği, gözler önüne sermiştir. Ankette;
“Dünyada ve ülkemizde yaşanan Küresel Ekonomik Krizin, sizin yaşantınızda etkisi oldu mu?” sorusuna:
Yüzde 60,5 oranında EVET, yüzde 9,7 oranında HAYIR, yüzde 21,2 oranında KISMEN cevabı verilmiş. FİKRİM YOK diyenlerin oranı da, yüzde 8,6 dır.
Bu araştırma, nüfusumuzun ancak yüzde 10’luk bir kesiminin rahat olduğunu ispatlamaktadır. 4 Aralık 2009 tarihinde yaptığınız konuşmanızda söylediğiniz, “Kriz varsa, çare de vardır kampanyasını destekliyoruz. ‘Harcanacak para yok!’ diyenler yanılıyor. Kusura bakmayın arkadaşlar, para var. ‘Para yok’ diye bir şey yok.” Sözlerinizin muhatabı da, bu, yüde 10’luk kesimdir. “Var” dediğiniz para, bu kesimin elindedir. Bu kesim için harcamanın sınırı yoktur. Çünkü; yatarken, uyurken, gezerken, eğlenirken, tatil yaparken, hiç çalışmadan ve hiç alın teri dökmeden rahat gelir elde etmektedirler.
Toplam banka mevduatlarının, toplam menkul değerlerin ve emlâk varlığının analizi, bu gerçeği doğrulayacaktır. Örnek:
1 Haziran 2009 tarihi itibarı ile toplam banka mevduatı, 471 milyar 475 milyon liradır.. Bu mevduatın yüzde 80’i de azdan az bir kesimin elindedir. Ayrıca bankaların elindeki menkul değerlerin miktarı da, 218 milyar 505 milyon liradır. Bunun yüzde 70’ini de Devlet İç Borç Senetleri oluşturmaktadır.
Sayın BAŞBAKAN;
Öyle bir modele geçilmelidir ki; Türkiye ve Türk milleti, topyekün bir kalkınmaya götürülsün. Türkiye’nin elinde bu güç ve imkânlar vardır. Ama; bu gücü ve imkânları 29 yıldan beri kullanan çıkmamıştır. Bunu başarabilmek için alınacak tedbirler de bellidir:
-Dolar ticaretini sonlandırmak. Ağustos 1989 tarihinde yürürlüğe konan 32 Sayılı KONVERTİBİLİTE KARARININ gözden geçirilmesi ve bazı uygulamaların yeniden düzenlenmesi.
-Halkı ezen ve güçsüzleştiren DOLAYLI VERGİLERİN kaldırılması veya halkı rahatsız etmeyecek şekilde oranlarının düşürülmesi.
-Başta akaryakıt olmak üzere ENERJİ fiyatlarını düşürülmesi. (Enerji, tüketim malı değil, endirekt üretim vasıtasıdır.)
-Tedâvüldeki Türk parası miktarının, olması gereken seviyeye çıkarılması. (1984 yılı başından itibaren tedâvüldeki Türk parası azaltılarak, yabancı paralar tedâvüle sokulmuştur. Bu durum da döviz ticaretini doğurmuştur. Döviz ticareti, en büyük ve en kârlı sektör haline getirilmiştir. Bu yüzden de Türkiye aşırı borçlanmış ve nahak yere faiz ödemiştir.)
-Bankalara çeki-düzen verilmeli ve halkı soyan uygulamaları sonlandırılmalıdır. Merkez Bankası’nın fonlamaları, üretime ve istihdama matuf uzun ve orta vadeli krediler için kullanılmalıdır. (Banka blânçolarının analizi, ışık tutmaya yeterlidir.)
-Kayıtdışı işlemleri önleyecek tedbirler alınmalı ve denetim birimleri güçlendirilmelidir.
-İhracât teşvikleri gözden geçirilmeli ve HAYALÎ İTHALÂTLA; HAYALÎ İHRACÂTI engelleyecek ciddî tedbirler getirilmelidir. (Ölçüsüz ve denetimsiz teşvikler, yerli üreticilerin rekabet gücünü ortadan kaldırmaktadır ve bu yola başvuranları ödüllendirmektedir.)
Ülke meselelerini dikkatli biçimde ve yakından izleyen bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım. Görüşlerimi ispatlamaya da hazırım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
5 Haziran 2009 Cuma
Çek Kanunu ve Lobiler.
Sayın Ahmet İYİMAYA
TBMM Adâlet Komisyonu Başkanı
Ankara 5 Haziran 2009
Sayın Başkan;
Çek Kanunu ile ilgili hususların Komisyonunuzda görüşüleceğini öğrendiğim için bu mektubumu yazdım.
Ülkemizde vadeli işlemler, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENETİ, ÇEK araçları ile yapılmaktadır.
Ödenmeyen veya ödenemeyen AÇIK HESAP ve KAMBİYO SENETİ borçları, Hukuk Mahkemeleri ve İcra-İflâs Kanunlarına göre takip edilmektedir.
Ödenmeyen veya ödenemeyen açık hesap ve kambiyo senedi borçları için, tazminat ve ADLÎ PARA cezaları yoktur.
Ödenmeyen veya ödenemeyen çek borçları için ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI uygulanmaktadır. Ve adlî para cezası, hapis cezası ile sonlanmaktadır. Belki yüzbinlerce insan, bu uygulama gereği hapse girmektedir. (Yargıtay’da 75 bin adet çek dosyasının bulunduğunu Adâlet Bakanı açıkladı.)
Çek kullananlar için uygulanan bu cezaların adâletsiz bir uygulama olduğu kesindir. Bir kimsenin borcundan dolayı hapse girmesi, Avrupa Hukuk normlarına da uygun değildir.
Ülkemizde insanların zora düşmesi, kendi beceriksizliklerinden değildir. Ekonomik krizler, DEVLETİN, vatandaşlara olan borçlarını zamanında ödememesi ve hatta çok geçiktirmesi, piyasa da zincirleme etki yaparak, vatandaşların ödeme güçlüğüne düşmelerine sebep olmaktadır. Ve hattâ, birçok kişi batarak iflâs etmektedir. Örnek:
Devletin ilâç ve sağlık hizmetlerine ait borçlarını zamanında ödememesi, Bazı eczanelerin ve sağlık kurumlarının batmasına sebep olmaktadır.
Tarım kesimine ve müteaahitlere olan borçların da zamanında ödenmemesi, piyasada zincirleme tıkanıklıklara sebep olmaktadır. Ve birçok kişinin batmasına, çek kullananların hapse düşmesine sebep olmaktadır.
Hal böyle olunca sâdece çeklere, çek tazminatı ve adlî para cezasının uygulanması, düşündürücüdür. Üstelik bu suç, “Şikâyete bağlı suç” olarak belirlendiği için, alacaklıların, borçlular üzerinde baskı kurmasına ve hattâ zulmetmesine fırsat vermektedir.
Bu uygulamanın, bankaların, finans kurumlarının, resmî tefeci konumundaki bazı faktoring şirketlerinin ve bir türlü önlenemeyen büyük para sahibi tefecilerin, baskın lobi faaliyetleri sebebiyle getirildiğine inanmaktayım. Zira; Çek Kanunundaki bu adâletsizlik, bu kesimler için, büyük bir baskı gücü olarak kullanılmaktadır. Tefeciler ve bazı faktoring şirketleri, tahsilâtta gayet acımasız davranmaktadırlar ve haklarından fazlasını tahsil ederek, ocaklar söndürmektedirler.
Bu uygulama bankalar için de çok caziptir. Örnek; çek karşılığı olarak kredi kullandırdıkları müşterilerinin, herhangi bir sebeple zora düştüğünü sezdikleri anda, ellerinde teminat olarak bulundurdukları üçüncü şahısların çeklerini hemen tahsile vererek, birçok kişiyi zora sokmaktadırlar ve hattâ iflâslarına sebep olmaktadırlar. Gazetelerden okuduğuma göre; çek tahsilâtında da vade uygulaması getirilecekmiş. Bu yeterli değildir. Bu, yine baskın lobinin aldatmacası olarak algılanmalıdır. Çek borçları da, İcra-İflâs Kanunlarına tabi olmalıdır.
Bu gerçeği gayet iyi bildiğinize inandığım için bu mektubumu yazdım.
Talebim de, çekler için uygulanan ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZALARININ kaldırılması ve çek borçlularına da, İCRA-İFLÂS KANUNLARI HÜKÜMLERİNİN uygulanmasının sağlanmasıdır. Kambiyo senedi borçları ile çek borçlarının tahsilindeki adâletsizliğin giderilmesidir. Bu sayede borcundan dolayı hapiste yatanları, cezası kesinleşen kaçak yaşayanları ve devam eden davaları sebebiyle “Acaba, ne zaman hapse gireceğim?” korkusu taşıyanları kurtarmış ve onlara hayat hakkı tanımış olursunuz.
Komisyon olarak gereğini yapacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
TBMM Adâlet Komisyonu Başkanı
Ankara 5 Haziran 2009
Sayın Başkan;
Çek Kanunu ile ilgili hususların Komisyonunuzda görüşüleceğini öğrendiğim için bu mektubumu yazdım.
Ülkemizde vadeli işlemler, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENETİ, ÇEK araçları ile yapılmaktadır.
Ödenmeyen veya ödenemeyen AÇIK HESAP ve KAMBİYO SENETİ borçları, Hukuk Mahkemeleri ve İcra-İflâs Kanunlarına göre takip edilmektedir.
Ödenmeyen veya ödenemeyen açık hesap ve kambiyo senedi borçları için, tazminat ve ADLÎ PARA cezaları yoktur.
Ödenmeyen veya ödenemeyen çek borçları için ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI uygulanmaktadır. Ve adlî para cezası, hapis cezası ile sonlanmaktadır. Belki yüzbinlerce insan, bu uygulama gereği hapse girmektedir. (Yargıtay’da 75 bin adet çek dosyasının bulunduğunu Adâlet Bakanı açıkladı.)
Çek kullananlar için uygulanan bu cezaların adâletsiz bir uygulama olduğu kesindir. Bir kimsenin borcundan dolayı hapse girmesi, Avrupa Hukuk normlarına da uygun değildir.
Ülkemizde insanların zora düşmesi, kendi beceriksizliklerinden değildir. Ekonomik krizler, DEVLETİN, vatandaşlara olan borçlarını zamanında ödememesi ve hatta çok geçiktirmesi, piyasa da zincirleme etki yaparak, vatandaşların ödeme güçlüğüne düşmelerine sebep olmaktadır. Ve hattâ, birçok kişi batarak iflâs etmektedir. Örnek:
Devletin ilâç ve sağlık hizmetlerine ait borçlarını zamanında ödememesi, Bazı eczanelerin ve sağlık kurumlarının batmasına sebep olmaktadır.
Tarım kesimine ve müteaahitlere olan borçların da zamanında ödenmemesi, piyasada zincirleme tıkanıklıklara sebep olmaktadır. Ve birçok kişinin batmasına, çek kullananların hapse düşmesine sebep olmaktadır.
Hal böyle olunca sâdece çeklere, çek tazminatı ve adlî para cezasının uygulanması, düşündürücüdür. Üstelik bu suç, “Şikâyete bağlı suç” olarak belirlendiği için, alacaklıların, borçlular üzerinde baskı kurmasına ve hattâ zulmetmesine fırsat vermektedir.
Bu uygulamanın, bankaların, finans kurumlarının, resmî tefeci konumundaki bazı faktoring şirketlerinin ve bir türlü önlenemeyen büyük para sahibi tefecilerin, baskın lobi faaliyetleri sebebiyle getirildiğine inanmaktayım. Zira; Çek Kanunundaki bu adâletsizlik, bu kesimler için, büyük bir baskı gücü olarak kullanılmaktadır. Tefeciler ve bazı faktoring şirketleri, tahsilâtta gayet acımasız davranmaktadırlar ve haklarından fazlasını tahsil ederek, ocaklar söndürmektedirler.
Bu uygulama bankalar için de çok caziptir. Örnek; çek karşılığı olarak kredi kullandırdıkları müşterilerinin, herhangi bir sebeple zora düştüğünü sezdikleri anda, ellerinde teminat olarak bulundurdukları üçüncü şahısların çeklerini hemen tahsile vererek, birçok kişiyi zora sokmaktadırlar ve hattâ iflâslarına sebep olmaktadırlar. Gazetelerden okuduğuma göre; çek tahsilâtında da vade uygulaması getirilecekmiş. Bu yeterli değildir. Bu, yine baskın lobinin aldatmacası olarak algılanmalıdır. Çek borçları da, İcra-İflâs Kanunlarına tabi olmalıdır.
Bu gerçeği gayet iyi bildiğinize inandığım için bu mektubumu yazdım.
Talebim de, çekler için uygulanan ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZALARININ kaldırılması ve çek borçlularına da, İCRA-İFLÂS KANUNLARI HÜKÜMLERİNİN uygulanmasının sağlanmasıdır. Kambiyo senedi borçları ile çek borçlarının tahsilindeki adâletsizliğin giderilmesidir. Bu sayede borcundan dolayı hapiste yatanları, cezası kesinleşen kaçak yaşayanları ve devam eden davaları sebebiyle “Acaba, ne zaman hapse gireceğim?” korkusu taşıyanları kurtarmış ve onlara hayat hakkı tanımış olursunuz.
Komisyon olarak gereğini yapacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
3 Haziran 2009 Çarşamba
Muhalefetsiz demokrasi olmaz.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 3 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye’nin en büyük ihtiyacı SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ortamı içinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimidir.
Ne yazık ki Türkiye, böyle bir zaman dilimini ele geçirememiştir ve bu yüzden de çok şeyler kaybetmiştir ve hattâ, gerçek hedeflerinden uzaklaşmıştır.
Bu eksikliğin birçok sebebi olmakla birlikte, siyaset ve devlet adamlarımızın ihtirasları, keyfilikleri, kendi doğruları dışında başka görüşleri reddetmeleri en büyük sebeptir.
Siyaset ve devlet adamlarımızın tutum ve davranışları milletimizi kutuplara ayırmış ve devamlı olarak birbirleriyle kavga eden bir yapı oluşturmuştur. Bu yapı sebebiyle “ZIT MİZAÇLARI BİR MEFKÛRE ETRAFINDA BİRLEŞTİRECEK” bir gayret unutulmuştur. Tarihin ibret alınacak sayfalarında kayıtlı olan gerçek bellidir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, dışa karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bu gerçek Kur’an’da, Enfal Suresi’nin 46. Ayetinde gayet net bir şekilde belirtilmiş ve insanlar uyarılmıştır. İşte Ayetin mânâsı:
“Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Sürtüşüp çekişmeyin, tartışıp bölünmeyin. Sonra içinize korku düşer-devletiniz- elden gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Sayın BAŞBAKAN;
Üzülerek ifade edeyim ki; hangi vesileyle ilgili olursa olsun; yaptığınız konuşmalarınız, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili sunumlarınız, herkesi suçlayan hitabet tarzınız, övünmeleriniz, gönülleri birleştirici değildir. Dün, Partinizin Meclis Grubunda yaptığınız konuşmanız da böyledir.
Bugün, Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi olayı, toplumu kamplaştıran bir olay haline getirilmiştir. Bu olayda kamuoyunun dikkatini çeken ve kamuoyunu tereddüde düşüren husus, mayınların, arazi kullanımı karşılığında temizlenmek istenmesindeki ısrardır.
İnsanlarımız haklı olarak birbirlerine şu soruları sormaktadır:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mayınları hizmet karşılığı olarak temizletmekten aciz midir?
Türk Silâhlı Kuvvetleri bu işi niçin yapamasın?
İktidar partisi, mayınların arazi kullanımı karşılığında ihale edilmesinde niçin ısrar ediyor?
İktidarın bu ısrarı olmasaydı, acaba, bu tartışmalar yapılır mıydı?
“Organik tarım yapılacak ve istihdam sağlanacak” sözleri de, kamuoyunu tatminden uzaktır. Zira; Türkiye genelinde tarım ve hayvancılık çökmüştür. Tarımla uğraşanlar, emeklerinin karşılığını alamadıkları için, üretimden uzaklaşmışlardır. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki; Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendisini besleyememektedir ve gıda maddelerinde dışa bağımlı hale gelmiştir. Kırsal kesimin güçsüzleştirilmesi sebebiyle insanlarımız, mecburi olarak büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu da, toplumun sosyal yapısını bozmuştur.
Şu hususu da belirtmekte beis görmüyorum:
Partinizin Grup toplantısında yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde söylediğiniz “Muhalefetin nasıl bir PARANOYA içinde olduğunu, nasıl bir HAYAL DÜNYASINDA gezdiğini, iddialarının ne kadar ASILSIZ olduğunu, eleştirilerinin ne kadar ÖLÇÜSÜZ bir kampanyayla yürütüldüğünü, en hassas olduğumuz noktalarda HEDEF alındığımızı ifade edin. AK PARTİYE, AK PARTİ İKTİDARINA karşı İNSAFSIZ ve ÖLÇÜSÜZ bir kampanyanın SÜRDÜRÜLDÜĞÜNÜ anlatın.” Sözleriniz, yatıştırıcı değil, birtakım gerginlik yaratıcı sözlerdir. Zira; halkımız, muhalefetsiz bir demokrasinin olamayacağına inanmaktadır. Zaten demokrasiyi güzel yapan da, muhalefet kurumunun olmasıdır. Çünkü; iktidar her rejimde vardır. Ama; muhalefet, sâdece ve sâdece demokrasilerde vardır.
Belki bu mektubum hoşunuza gitmeyebilir ve belki de kızgınlığınıza sebep olabilir. “GÜÇ, avuç içine alınan kum gibidir. Sıktıkça parmaklar arasından akıp gider.”gerçeğine inanmış bir vatandaş olarak, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, en önemli vatandaşlık görevi addettiğim için bu mektubumu yazdım. Takdir veya tekdir, ülkenin başbakanı olarak iradenize tabidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 3 Haziran 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye’nin en büyük ihtiyacı SULH, SÜKÛN, HUZUR ve GÜVEN ortamı içinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimidir.
Ne yazık ki Türkiye, böyle bir zaman dilimini ele geçirememiştir ve bu yüzden de çok şeyler kaybetmiştir ve hattâ, gerçek hedeflerinden uzaklaşmıştır.
Bu eksikliğin birçok sebebi olmakla birlikte, siyaset ve devlet adamlarımızın ihtirasları, keyfilikleri, kendi doğruları dışında başka görüşleri reddetmeleri en büyük sebeptir.
Siyaset ve devlet adamlarımızın tutum ve davranışları milletimizi kutuplara ayırmış ve devamlı olarak birbirleriyle kavga eden bir yapı oluşturmuştur. Bu yapı sebebiyle “ZIT MİZAÇLARI BİR MEFKÛRE ETRAFINDA BİRLEŞTİRECEK” bir gayret unutulmuştur. Tarihin ibret alınacak sayfalarında kayıtlı olan gerçek bellidir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, dışa karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bu gerçek Kur’an’da, Enfal Suresi’nin 46. Ayetinde gayet net bir şekilde belirtilmiş ve insanlar uyarılmıştır. İşte Ayetin mânâsı:
“Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Sürtüşüp çekişmeyin, tartışıp bölünmeyin. Sonra içinize korku düşer-devletiniz- elden gider. Ve sabırlı olun; çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Sayın BAŞBAKAN;
Üzülerek ifade edeyim ki; hangi vesileyle ilgili olursa olsun; yaptığınız konuşmalarınız, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili sunumlarınız, herkesi suçlayan hitabet tarzınız, övünmeleriniz, gönülleri birleştirici değildir. Dün, Partinizin Meclis Grubunda yaptığınız konuşmanız da böyledir.
Bugün, Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi olayı, toplumu kamplaştıran bir olay haline getirilmiştir. Bu olayda kamuoyunun dikkatini çeken ve kamuoyunu tereddüde düşüren husus, mayınların, arazi kullanımı karşılığında temizlenmek istenmesindeki ısrardır.
İnsanlarımız haklı olarak birbirlerine şu soruları sormaktadır:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mayınları hizmet karşılığı olarak temizletmekten aciz midir?
Türk Silâhlı Kuvvetleri bu işi niçin yapamasın?
İktidar partisi, mayınların arazi kullanımı karşılığında ihale edilmesinde niçin ısrar ediyor?
İktidarın bu ısrarı olmasaydı, acaba, bu tartışmalar yapılır mıydı?
“Organik tarım yapılacak ve istihdam sağlanacak” sözleri de, kamuoyunu tatminden uzaktır. Zira; Türkiye genelinde tarım ve hayvancılık çökmüştür. Tarımla uğraşanlar, emeklerinin karşılığını alamadıkları için, üretimden uzaklaşmışlardır. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki; Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, kendi kendisini besleyememektedir ve gıda maddelerinde dışa bağımlı hale gelmiştir. Kırsal kesimin güçsüzleştirilmesi sebebiyle insanlarımız, mecburi olarak büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu da, toplumun sosyal yapısını bozmuştur.
Şu hususu da belirtmekte beis görmüyorum:
Partinizin Grup toplantısında yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde söylediğiniz “Muhalefetin nasıl bir PARANOYA içinde olduğunu, nasıl bir HAYAL DÜNYASINDA gezdiğini, iddialarının ne kadar ASILSIZ olduğunu, eleştirilerinin ne kadar ÖLÇÜSÜZ bir kampanyayla yürütüldüğünü, en hassas olduğumuz noktalarda HEDEF alındığımızı ifade edin. AK PARTİYE, AK PARTİ İKTİDARINA karşı İNSAFSIZ ve ÖLÇÜSÜZ bir kampanyanın SÜRDÜRÜLDÜĞÜNÜ anlatın.” Sözleriniz, yatıştırıcı değil, birtakım gerginlik yaratıcı sözlerdir. Zira; halkımız, muhalefetsiz bir demokrasinin olamayacağına inanmaktadır. Zaten demokrasiyi güzel yapan da, muhalefet kurumunun olmasıdır. Çünkü; iktidar her rejimde vardır. Ama; muhalefet, sâdece ve sâdece demokrasilerde vardır.
Belki bu mektubum hoşunuza gitmeyebilir ve belki de kızgınlığınıza sebep olabilir. “GÜÇ, avuç içine alınan kum gibidir. Sıktıkça parmaklar arasından akıp gider.”gerçeğine inanmış bir vatandaş olarak, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, en önemli vatandaşlık görevi addettiğim için bu mektubumu yazdım. Takdir veya tekdir, ülkenin başbakanı olarak iradenize tabidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)