27 Şubat 2010 Cumartesi

Adâlet olmazsa, demokrasi de olmaz.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 27 Şubat 2010



Sayın BAŞBAKAN;



Kim, ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; Türkiye, zordadır ve bunalımdadır. Devletin kurumları arasındaki gerginlik ve olmaması gereken zıtlaşmalar, esasen sıkıntıda olan ve istikbale ümitle bakamayan geniş halk kitlelerinin morallerini bozmaktadır.


Zorlukları aşmak ve bunalımlara meydan vermemek, her şeyden önce, Hükümetlere düşen en önemli bir görevdir. Zîra; bütün ülkelerde, devleti bir ahenk içinde işletme görevi Hükümetlere verilmiştir.


Bu bakımdan; Devleti idare etmek bir san’at olduğuna göre; her şeyden önce kendi tutum ve davranışlarınızı ve idare tarzınızı sorgulamak zorundasınız. Millî iradeden söz ederek devamlı surette MUHALEFETİ eleştirmeniz ve DEVLETİN KURUMLARINI hedef almanız doğru değildir ve meydana gelen gerginlikleri ortadan kaldırmaz.


Dün, İl Başkanları toplantısında yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde, “Statüko, bu ülkeye dar geliyor. Mevcut yapı, bu ülkenin ufkuna dar geliyor. Engelli demokrasi, milletin kaderi değil. Çağdaş normların gerisinde kalan bir hukuk, bu ülkenin kaderi değil. Türkiye, değişmek zorunda. Türkiye, Prangalarından, ağırlıklarından, zincirlerinden kurtulmak zorunda ve kurtulacağız.” ifdelerini kullandınız. Ama;


Statükonon, ülkenin ufkuna dar gelen mevcut yapının, engelli demokrasinin, çağdaş hukuk normlarının gerisinde kalan hukukun, Türkiye’nin prangalarının, ağırlıklarının, zincirlerinin ne olduğunu da, açık bir şekilde belirtmediniz.


Gerçek olan şudur:


Türkiye, 30 yıldan beri engelli bir demokrasi ile idare edilmektedir. Bunun sorumlusunun 12 Eylül idaresi olduğu düşünülse de; aslında en büyük sorumlusu, 1983’ten itibaren ülkeyi yöneten SİYASÎ İKTİDARLARDIR. Eğer; 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra düzenlenen Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları değiştirilmeseydi; bu duruma düşmeyecek ve tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT BİR ÜLKE olacaktı. İktidarınız, sekizinci yılına girdiği halde; Türkiye’yi tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke haline getirecek hiçbir düzenleme yapmadınız. Milletvekili adaylarını yargı teminatı altında halk belirlemedikçe; yüksek oranlı seçim barajları korundukça; Milletvekili dokunulmazlıkları kürsü masuniyetiyle sınırlandırılmadıkça; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, gerçek bir demokrasinin ölçülerine göre işletilmedikçe; HUKUK DA, DEMOKRASİ DE, çağdaş normların dışında kalır ve Türkiye, değişemez, prangalarından, zincirlerinden, ağırlıklarından kurtulamaz ve de, bu ülkenin ufkuna dar gelen mevcut yapı; bunalım, devlet bunalımı haline gelinceye kadar devam eder.



Sayın BAŞBAKAN;


Tarihen sabittir ki:


ADÂLETİ gözeten ve hâkim kılan MİLLETLER ve DEVLETLER, tarihte iz bırakan muhteşem medeniyetler kurmuşlardır. Bu gerçeğe uymayan milletler ve devletler, birikmiş “AHLARIN” vebaliyle mânevî vücutlarını kamburlaştırmışlar ve tarih sahnesinden silinmişlerdir. Yükselişlerin sebebi adâlettir, çöküşlerin sebebi adâletsizliktir. Zîra; Adâlet, her şeyi yerli yerinde kullanmak ve her şeyin hakkını vermektir. FAZİLET, milletlerin hayatıdır. FAZİLET DE, adâletten ibarettir. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz;


“Adâlet ve zulüm meselelerinde Hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbidir. Fertleri âdil olan milletlerin Hükümetleri ÂDİL, fertleri zalim olan milletlerin Hükümetleri ZALİM olur.” diye buyurmuşlardır.


Adâlet, evvelâ insanın kendisinden başlar. Bunun en güzel örneğini de, Hz. Ali vermiştir. Şöyle ki:


Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında, bir Yahudi, Hz. Ali’den davacı olmuş. Davaya bakan Hz. Ömer, Hz. Ali’ye, o günün âdeti üzerine övme mânasına gelen künyesiyle hitap edince; Hz. Ali, “Adâleti temsil edemedin Ya Ömer! Bu davranışınla adâleti zedeledin! Bana, ismimle hitap edecektin!” diyerek, Hz. Ömer’e gücenmiştir. Hz. Ali’nin bu tavrı ve ikazı, KUR’AN’IN emri icabıdır. Zîra; İslâm’a göre;


Gerek vazife hususunda, gerek hak hususunda ve gerekse adâlet hususunda herkes eşittir ve imtiyazlı bir sınıfı veya kişisi yoktur. Makamı, mevkii, vazifesi ve konumu ne olursa olsun; herkes, yaptıklarının hesabını vermek zorundadır. İşte, GERÇEK DEMOKRASİ budur. Ne yazık ki; Milletvekillerinin sınırsız dokunulmazlıkları sebebiyle, gerçek demokrasinin 14 asır gerisindeyiz.
Bir örnek de, Amerika’dan:


Amerika’da Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen BİR KANUN, Cumhuriyet Senatosu’nda da görüşülür. Senato kabul ettikten sonra; kanun, üç kişiden oluşan YÜKSEK MAHKEMECE onaylandıktan sonra yürürlüğe girer. Hiç kimse de; “Yargı, Yürütmeye engel oluyor.” diye yorumda bulunmaz. Demokratik her ülkenin hükümetleri, yargının denetimine tabidir.


Bilmem ki; bu ülkenin BAŞBAKANI olarak, bu gerçekler doğrultusunda kendinizi sorguladığınız oldu mu?


Hükümetlerin icraatları eleştirilemez diye bir kural yoktur ve eleştiriler, bir engel olarak değerlendirilemez. Aksi halde; hakkı kuvvette arayanlar, CÂH (makam) HIRSLARINA yenik düşerek, kuvvetin, hak da olduğu gerçeğini unuturlar ve “Evet efendimcilerin” tuzağına düşerler.


Partililerinizin alkışlarının bol olduğu, çıkarcıların övgülerinin yüksek olduğu bir ortamda; doğruları, dosdoğru söyleyebilecek kişilerin mevcudiyetini hatırlatmak için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerim arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: