Sayın Hasan CEMÂL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Şubat 2010
Sayın CEMÂL;
19 Şubat 2010 tarihli ve “Bu yargıyla Demokrasi olmaz!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Evet; Türkiye, yıllardan beri çalkantı, kriz ve huzursuzluk ortamında zaman tüketerek, gerçek hedeflerinden uzaklaşmış; ekonomide ve siyasette istikrarını kaybetmiştir. Ama; bu altüst oluşun, 28 Şubat olayıyla ilgisi yoktur. Aslında Türkiye; 12 Mart 1971 müdahalesiyle siyasî ve iktisadî alanlarda bunalıma düşmüş ve o günden beri de, bu bunalımı aşamamıştır.
60’li yılların sonlarından itibaren meydana getirilen iktisadî ve siyasî bunalımlar, ülkeyi 12 Mart 1971 müdahalesine ve 12 Eylül 1980 Askerî İhtilâli’ne götürmüştür. Askerî dönemin akabinde kısıtlı, yasaklı ve baskıcı bir ortamda 1983 yılında demokrasiye geçilmiştir. Ama; ülke yönetimini devralan Siyasî İktidar, keyfiliği benimseyerek ve Tek Adam anlayışına göre ülkeyi yöneterek Türkiye’nin SİYASETİNİ ve EKONOMİSİNİ tanınmaz hale getirmiştir. 1983’ten bugüne kadar geçen süre zarfında, tek başına iktidar ANAP ve AKP’ye nasip olmuştur. Bu her iki parti de DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ kabulleniş ve anlayışıyla yönetmiştir. İşte; gerçek bunalımın sebebi de, budur ve bu gerçeği kabullenmeyenler veya görmeyenler, devletin kurumlarını, demokrasinin engeli olarak değerlendirmişler ve daimâ, halkı aldatmışlardır.
Bu gerçekler dikkate alındığı takdirde; değerlendirmelerin, 12 Mart 1971 askerî müdahalesine göre yapılmasında zaruret vardır. Şöyle ki:
27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra Türkiye, çabuk toparlanmış ve hem siyaseten ve hem de iktisaden istikrara kavuşmuştu. 1965 seçimleriyle tek başına iktidara gelen Adâlet Partisi, geçmişle hesaplaşmayı bir tarafa bırakarak, topyekûn bir kalkınma hamlesini başlatmış ve önemli mesafeler de almıştır. 1969 seçimlerinde tekrar tek başına iktidara gelen Adâlet Partisi, meydana getirilen provokasyonların, sokak hareketlerinin yarattığı kaos ve huzursuzluklar bahane edilerek, 12 Mart 1971 askerî müdahalesiyle, iktidardan uzaklaştırılmıştır. O günden beri de Türkiye, dirlik ve düzenliğini kaybetmiş ve muhtaç olduğu sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşamamıştır. Bu sebepten dolayı; eğer bir hesaplaşma yapılacaksa, 12 Mart 1971 olayı sorgulanmalı ve geçerli çözümler, sonraki gelişmeler dikkate alınarak yapılmalıdır.
Bu gerçeği, size ve Cengiz Çandar’a hatırlatmak zorundayım. Zîra; Bugün demokrasi savunuculuğunu üstlenmiş gibi görünen sizler; 12 Mart 1971’de Devleti, sokağa mağlûp ettiren olayların içinde bulundunuz ve aktif roller üstlendiniz. Bunu da, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabınızda, açık bir şekilde itiraf ettiniz. İşte, kitabınızdan dikkat çekici ve ibret verici bir bölüm:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Kitabınızda, bir önemli konuyu daha yazmışsınız. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
Sayın CEMÂL;
Vaktiyle, meşru bir iktidara karşı bir askerî müdahalenin sağlanması için oluşturulan tahrik, tertip ve provokasyonların içinde aktif rol üstlendiğiniz ve bunu da bizzat itiraf ettiğinize gore; asıl hesap, size sorulmalıdır ve bu hareketlerinizden dolayı yargılanmanız gerekmektedir. Zîra; bu gibi suçlarda, zaman aşımı yoktur. Ayrıca; Türkiye’nin siyasî ve iktisadî istikrarını, bird aha düzelmeyecek şekilde bozan 12 Mart 1971 müdahalesine sebep olan kaos ortamını yarattığınız için, sorumlu tutulmalısınız ve hesaba çekilmelisiniz.
Merakım da şudur:
O günlerde yaptığınız eylemler; bir askerî darbenin meydana getirilmesi hedefini amaçlamıştır ve bu eylemler, hedefine ulaşmıştır. Bugün yaptıklarınız veya yapmak istedikleriniz; acaba, bir darbe ortamının sağlanması için askeri kışkırtmanın, tahrik etmenin değişik bir yöntemi midir? Bir askerî darbenin meydana gelmesini, acaba, bölgemizde hedefleri, projeleri ve plânları olan başkaları mı istemektedir? Darbe olmasını arzu edenler, Türkiye’nin iç çatışmalara maruz kalacağını ve neticede Türkiye’nin bölüneceğini mi hesaplamaktadırlar?
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bir darbe niyetinde olmadığı her bakımdan bellidir. 2002 sonu ve 2003 başı darbe hazırlıklarının yapıldığı, iki yıldan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilmiştir. Ortaya atılan iddia, belge ve ithamlar, bir gazetecinin bizatihi ulaşabileceği bir husus değildir. Belli ki; bazı belge, bilgi ve iddialar, kökü dışarıda olan bir istihbarat teşkilâtının, gayet dikkatli bir şekilde hazırladığı ve Taraf Gazetesi vasıtasıyla servise sunduğu bir plâna dayanmaktadır. Aksi olsaydı; darbe hazırlığıyla itham edilen ordu, o günlerde darbe yapardı ve bu darbeyi, kimse de engelleyemezdi.
Acaba birileri, Siyasî İktidarı tahrik ederek tuzağa mı düşürmek istiyor? Askerin düşmediği bu tuzağa, Siyasî İktidar düşerse; ülkeye de, millete de yazık olmaz mı? Amerika’nın, kendi çıkarları için hiçbir siyasî iktidara acımayacağı, bilinen bir gerçek değil midir?
Geçmişteki yaşananlardan tecrübe kazandığınızı ve yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu farz edelim; acaba bugün, siz de mi tuzağa düşürülüyorsunuz?
Düzgün ve tutarlı bir cevap bekliyorum. İsterseniz beni, “Tecrübe konuşuyor” programına davet edebilirsiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
22 Şubat 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder