10 Şubat 2010 Çarşamba

Siyasî Tarihimiz iyi bilinmelidir.

Sayın Tevfik Diker
19-20. dönem Milletvekili
Ankara 9 Şubat 2010


Sayın Diker;


Vakit Gazetesi’ne yaptığınız değerlendirmeleri okudum. İki dönem Milletvekilliği yapan bir dostumun bu kadar yanılması ve bu denli yanlış değerlendirmeler yapması, gerçekten düşündürücüdür.


Değerlendirmelerinizin tamamına değinmeyeceğim; önemli gördüğüm hususlara değineceğim. Şöyle ki:


1- 28 Şubat 1997’de meydana gelen ve siyasî tarihimize “28 Şubat Süreci” olarak geçen olay, bir darbe ve bir askerî müdahale değildir. İşin özünde; Necmettin Erbakan’la Tansu Çiller’in rekabeti vardır. Hükümet ortağı olmalarına rağmen; karşılıklı söylemleri ve zıtlaşmaları, toplumu iyice germiştir. Bu gerginliklerin meydana getirdiği tertip, provokasyon ve ithamlar, Millî Güvenlik Kurulu’na taşınmıştır. Bu toplantıda, temel eğitimin 8 yıla çıkarılması tavsiyesi, İmam Hatip Liseleri’nin orta kısmının kapatılacağını gerekçe gösteren Erbakan’ın, direnmesine sebep olmuştur. Eğer, MGK’nın tavsiye kararı, bir askerî müdahale olsaydı; Erbakan’ın, 1 Mart günü istifa etmesi gerekirdi. Halbûki Erbakan, 135 gün sonra, “Baskılara dayanamıyorum.” diyerek istifa etmiştir. Faturayı askerlere çıkarmak isteyenler de, bugüne kadar Erbakan’ın, hangi baskılara maruz kaldığını, hiçbir zaman merak etmemişlerdir. Refah-Yol Koalisyon Hükümeti’nin, hangi pazarlıklara dayalı olarak kurulduğu gerçeğini, herkes görmezden gelmiştir.


2- Havuz Projesi’ne gelince: Çok övülen bu havuzun, sadece ismi vardır ve kamu bankaları arasında denenmiştir. Ancak; kamu bankalarının açıkları ve Hazine desteğine muhtaç olmaları sebebiyle, bir netice alınamamıştır. Ekonomiyi dikkatli izleyenler, 2001 krizinde, kamu bankalarının Hazine tarafından ödenmeyen görev zararlarının, 35 Katrilyon liraya ulaştığını görürler ve bu açıklar, Hazine’nin Merkez Bankası’na verdiği yaklaşık 50 Katrilyon liralık Devlet İç borç Senetleri’yle kapatılmıştır. Bugün Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu’nun Hazine’ye olan 40 milyar tutarındaki borcunun sebebi de budur. Ki; TMSF, 30 milyar lira tahsilât yapmasına rağmen bu borç, eksilmemiştir. Ayrıca; Erbakan zamanında Türkiye’nin iç ve dış borç stoku azalmamıştır. Erbakan, Mesut Yılmaz Hükümeti’ne, 61 katriyon (61 milyar) lira borç devretmiştir. Yani; D-8 Örneği Havuz Hesabı, basit bir siyasî propagandadan ibarettir.


3- 28 Şubat Süreci’nde Demirel, Yılmaz ve Cindoruk’un; MOSSAD, CIA ve CUNTACILARLA işbirliği yaptığı iddiası, Vakit Gazetesi’yle Din Tacirleri’nin ortaya attığı çirkin bir iftira ve ağır bir ithamdır. Ki; bu iftira ve ithamları doğru kabul ederek, ömürleri boyunca Demirel’e husumet besleyenlerin safında yer almanız, gerçekten bir talihsizliktir. Zîra; Demirel’in; iktidar olduğu bütün dönemlerde, uyguladığı ve Amerika’ya ters gelen ekonomi ve dış siyaset politikaları sebebiyle daimâ ABD, İsrail ve CIA’nın husumetlerine maruz kaldığını, herkesten fazla, sizin bilmeniz gerekirdi. İşte; geçmişe ait, düşündürücü bir örnek:


Güneri Civaoğlu’nun “12 Mart 1978 tarihli ve 12 MART VE AP-DEMİREL” başlığını taşıyan yazısın, bilgilerinize sunacağım. İşte, Güneri Civaoğlu’nun yazısı:


“12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 7 yıl geçmiş bulunuyor. Aradan geçen süre, olayın serinkanlı ve akılcı değerlendirmelerinin yapılmasına imkân vermiştir. O değerlendirmeler özellikle Türkiye’yi 12 Mart olayına getiren faktörler öne sürülürken, aslında, AP döneminin bir çeşit ibrası -aklanması- ortaya konmaktadır. AP’ye ve bu partinin başkanına yöneltilmiş suçlamaların tutarsızlığı, çok çarpıcı çizgilerle belirmektedir. Şöyle ki:


12 Mart için dört ana sebep sıralanmıştır. Bunlardan ilk ikisi ABD’nin 1965-1971 Türkiye’si iktidarını değerlendiriş tarzıdır. Ve Washington’un değerlendirmeleri üzerine yazılanlar doğru ise; Türkiye, 1965-1971 döneminde BAĞIMSIZ, ONURLU, KİŞİLİĞİ OLAN bir Dış Politikanın, kendi kendine ayakta kalabilir bir ekonominin sınırına dayanan gelişmeler, sıçramalar yapmıştır.


12 Mart’ta CIA varsa, 12 Mart’ta ABD varsa; bu, 65-71 döneminde Türkiye’nin gerçekleştirdiği sıçramalardan, gelişmelerden, vardığı ve dayandığı dış politika ve ekonomi düzeyi sınırına duyulan rahatsızlıklardandır. O zaman “ABD’nin adamı Morrison Süleyman” ya da “bağımlı dış politika” gibi çirkin ve ağır suçlamalar, boşlukta kalmıyor mu?


Gerçekten 1965-1971 arasındaki dönemin dış siyaset ve ekonomik gelişmeleri incelendiğinde, ilgi çekici bir AP iktidarı ve bir Başbakan DEMİREL imajı çizilmektedir. İşte, çarpıcı vaziyet alışlar:


* U-2 uçaklarının Sovyetler Birliği semalarında gözlem uçuşları yapmalarına izin verilmeyişi.
* Ortadoğu karıştığında, daha önceki uygulamaların tersine, İncirlik Üssü’nün, olaylara müdahale için ABD uçakları tarafından kullandırılmayışı.
* Üç yıl süren yoğun bir çalışmayla Türkiye-ABD arasındaki bütün ikili anlaşmaların bir bütün haline getirilişi. Böylece, dağınık ve kimsenin haberi olmayan metinlerle keyfi uygulamalara son veriliş.
*Arap-İsrail anlaşmazlığında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD ve bütün Batı blokuna rağmen, ARAP tezinin yanında yeralış.
*Ekonomide, iktisadî büyüme amacını, hürriyetler içinde sosyal adâlete dayandırarak, bütün dış kaynaklardan yararlanılması. Bu arada, Sovyetler Birliği teknolojisi ve sermayesinden de yararlanılarak, Anadolu’da 7 büyük projenin uygulama alanına konuluşu.


Eğer, 12 Mart’ta ABD’nin Ankara’daki bu vaziyet alışlardan rahatsızlığı varsa, o rahatsızlıklar, aynı zamanda bağımlı değil, milliyetçi, kişilik sahibi bir politikanın işaretleridir.


Aynı yargı, AP iktidarının haşhaş konusunda, ABD baskılarına karşı direnişi için de söz konusudur. Nixon, seçim şansını bir ölçüde, ABD gençliğini uyuşturucu maddeden kurtarma mücadelesine oturtmuştu. O yüzden, Türkiye üzerinde yoğun baskılar vardı, haşhaş ekiminin durdurulması için. Ve DEMİREL, o baskıları güçlükle fakat, inançla göğüslüyordu. Hatta bir defasında, ABD Büyükelçisi’ne kapıyı gösterecek kadar.


Ünlü Daily Telegraph Gazetesi’nin bir Pazar ekinde CIA’nın ihtilâlleri arasında 12 Mart da sayılmıştır. Eğer o iddia doğruysa, sanıyoruz bu 65-71 dönemi ile bağımlılık iddialarına karşı bir aklanma “İBRA” dır.”


Sayın Diker;


Türkiye’nin siyasî ve iktisadî tarihi iyi bilinmezse; halihazır yaşananları anlamak ve doğruları bulmak mümkün olamaz. Bu takdirde; olaylar ve kişiler, his terazisinde tartılarak, sempati veya antipati ölçüleri içersinde değerlendirilir; gerçeklerin üstü örtülerek, insanlar ve bilhassa, geçmişinden koparılmış gençler yanıltılır. Öyle an gelir ki; övülmesi gereken kişiler kötülenir; kötülenmesi gereken kişiler övülür. Zaten Türkiye; bu sebeplerden dolayı gerçek hedeflerinden uzaklaşmış ve olması gereken atılımları gerçekleştirememiştir. Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edemediği gerçeği bellidir ve bilinmektedir:


Övülmesi gereken kişilerin kötülenmesi; kötülenmesi gereken kişilerin övülmesi, bir milletin yıkım sebebidir.
Zaten bütün diktatörler, milletlerin bu zaafından istifade ederek ortaya çıkmışlar ve milletleri ezmişlerdir.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: