Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 20 Mart 2010
Sayın BAŞBAKAN;
Henüz daha kamuoyu tarafından ne olduğu ve nelerin yapılacağı hiç bilinmeyen “Demokratik Açılım” kapsamında, sinema ve sahne sanatçılarıyla buluştuğunuz kahvaltılı toplantıda; sanatçılara hitaben yaptığınız konuşmanızın televizyonlardan yayınlanan bölümlerini, dikkatle izledim.
Konuşmanızın en dikkat çekici bölümü; Yılmaz Güney örneğiyle 6-7 Eylül 1955 olaylarına yaklaşım tarzınızdır. Ki; bu hususlarda, danışmanlarınızın sizi yanıtlıklarına inanmaktayım. Şöyle ki:
1- Yılmaz Güney’in başrolü oynadığı flimlerde; senaryo ve roman yazarlarının tema olarak işledikleri AĞA-KÖYLÜ, FAKİR-ZENGİN konuları işlenmiştir. Bu flimlerde, daha ziyade Doğu ve Güneydoğu gerçekleri konu edilmiştir.
Bu flimlerde işlenen konular, Türkiye’nin her tarafı için geçerli olan mahrumiyetlerle ilgilidir. O dönemlerde, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde hiç baraj yoktur. Ulaşım ve altyapı sorunları, ülkenin her tarafı için geçerlidir. Eğitim ve sağlık sorunları, ülkenin her yerinde yetersizdir. Örnekler:
İstanbul, sadece Terkos Gölü’nden su alıyordu. Zeytinburnu ve çevresi, içme suyunu, Çırpıcı Çayırları’ndaki artezyen kuyularından sağlıyordu. 1966’yılına kadar Avcılar Köyü ve Firuzköy’de elektrik yoktu. Lise seviyesinde okul, sadece belirli illerde vardı. Hemen, hemen hiçbir ilçede ortaokul seviyesinde okul yoktu. Sarıyar Barajı ile Çatalağzı santrali hizmete girene kadar Bilecik, belediyenin kurduğu jeneratörden elektrik alıyordu. Türkiye’nin 6 üniversitesi vardı. E-5 yolu inşa edilmezden önce İstanbul’dan Ankara’ya veya Ankara’dan İstanbul’a gitmek, büyük bir meseleydi. BOĞAZİÇİ KÖPRÜSÜ, 1973 yılında hizmete açılmıştır.
Örnekleri her alanda çoğaltmak mümkündür ve örnekleri, herkesin irfanı halletmelidir. Ama; bugüne de bakılmalıdır. İmkânsızlıklara, zorluklara ve sıkıntılara rağmen Türkiye, kalkınma hamlesini gerçekleştirmiş ve iktidarınıza reddedilemeyecek derecede BÜYÜK BİR MİRAS devretmiştir. Bu durum; “Vaktiyle Yılmaz Güney flimlerindeki gerçekler dikkate alınsaydı; bugün Türkiye, bu durumda olmayacaktı” sözünüzü geçersiz kılar.
Kastınız DEMOKRATİK AÇILIM ise; buradaki teşhisiniz de yanlıştır. Zira; Türkiye’nin başına belâ edilen BÖLÜCÜ HAREKET, ayrı bir devlet peşindedir. Dün Yüksekova’da düzenlenen Nevruz gösterilerinde, ayrılıkçı hareketin sözcüleri, Ölmek var, dönmek yok” sözlerini söylemişlerdir. Bugün Van’da düzenlenen gösterilerde; bölücü hareketin militanları, “Kürdistan’dan defol TC.” pankartları açmışlardır. Yani; bölücü hareket, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, açık bir şekilde ve fütursuzca meydan okumaktadır.
2- 6-7 Eylül olayları, Türkiye’nin azınlıkları hedef alan bir hareketi değil, Türkiye üzerinde hedef ve projeleri olan dış ülkelerin yarattıkları bir provokasyondur ve o gün ülkeyi idare edenler, böyle bir provokasyon beklemedikleri için gafil avlanmışlardır.
Biraz açayım:
İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Türkiye ile Yunanistan, gayet iyi ve tutarlı dostluk köprüleri kurmuştur. Karşılıklı kültür anlaşmaları yapılmış; Türk üniversitelerine Yunanlı öğrenciler kabul edilmiş; Batı Trakya’daki Türk okullarında, Türk vatandaşı öğretmenler görevlendirilmiş; Yunan vatandaşı Rumların, Türkiye’de iş sahibi olmaları sağlanmıştır. 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar Yunanistan’ı ziyaret etmiştir ve Batı Trakya’da Rumların da iştirak ettiği ve coşku ile alkışladığı etkinlikler düzenlenmiştir. Bu ziyarette, Gümülcine’ye bir Türk lisesi kurulması kararlaştırılmış ve bu lise 1954 yılında “CELÂL BAYAR LİSESİ” adı altında öğretime açılmıştır.
1954 yılında Balkan Paktı kurulmuş ve Türkiye ile Yunanistan’ın, ebedî dostluk ve işbirliği hedef alınmıştır.
1955 Şubat ayında BAĞDAT PAKTI kurulmuştur. Hükümetler arası münasebetle sınırlı kalacağı varsayılan Bağdat Paktı, Türkiye, Irak, İran ve Pakistan halkları arasında müthiş bir coşku yaratmıştır. İşte; Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında oluşan bu yakınlık, emperyalist Batı ülkelerini ve bilhassa Amerika, İngiltere ve İsrail’i tedirgin etmiştir. Bu andan itibaren ibre ters işlemeye başlamış ve İngiltere, Kıbrıs konusun, her iki ülkenin de BİR NUMARALI GÜNDEMİ haline getirmiştir. Kıbrıs, iki ülke arasındaki dostluğu, düşmanlığa dönüştürmüş ve hem Türk halkını ve hem de Yunan halkını germiştir. Bu gerginlik, 6-7 Eylül olayları sebebiyle tam bir düşmanlığa dönüşmüştür.
Bütün bu olaylara rağmen Türk halkı ile Rum vatandaşlarımız arasında dostluk, hoşgörü ve münasebetler bozulmamıştır. Hatta, Türkiye’de faaliyette bulunan Yunan uyruklu Rumlar dahî tedirgin olmamışlar ve işlerine devam etmişlerdir. Bu dostane münasebetler, Makarios’un, Londra ve Zürih Anlaşmalarını ortadan kaldırarak, Kıbrıslı Türklere karşı başlattığı saldırı ve katliamlara kadar devam etmiştir. Kıbrıs’ta görevli Tabip Binbaşı’nın eşi ve çocuklarının hunharca katledilmesi de, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu vahşet, milletimizi iyice germiş ve ülkemizdeki Türk-Rum dostluğu zarar görmüştür. Devlet, asla ve asla Rumlara ve diğer azınlıklara baskı yapmamıştır. Halk arasındaki gerginlik, bazı Rumların, bilhassa varlıklı Rumların, kendiliklerinden ülkeyi terk etmelerine sebep olmuştur. 1964 Kararnamesiyle Türkiye dışına çıkarılan Rumlar, Türk vatandaşı Rumlar değil, Türkiye’de ticarî ve sınaî faaliyetlerde bulunan Yunan Vatandaşı Rumlardır. 1967 ortalarında başlayan sokak hareketleri, 1970’li yıllarda meydana gelen anarşi ve terör olayları bizleri tedirgin ettiği gibi gayrimüslim azınlıkları da tedirgin etmiştir ve bu sebeple azınlıklar kendi istekleriyle Türkiye’yi terk etmişlerdir. Burada ne devletin ve ne de milletin bir baskısı söz konusu değildir.
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye zor, önemli ve netameli bir coğrafyadadır. Gelişen iç ve dış olaylar, bizim inisiyatifimizde değildir. Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyanlar, iyi tarih ve coğrafya bilenler, dünya siyasî tarihini iyi irdelemesini başaranlar ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlayanlar; kendilerine şu soruyu sormalı ve düzgün bir cevabını aramalıdırlar:
Şayet Bağdat Paktı kurulduğu gündeki gibi devam edebilseydi ve Türkiye ile Yunanistan arasında oluşturulan dostluk ve işbirliği bozulmasaydı; Acaba bugün, bölgemiz nasıl olurdu? Balkanlara, Ortadoğu’ya ve Kafkaslara sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı hâkim olmaz mıydı? Böyle bir ortam, Amerika, İsrail ve İngiltere’nin işine gelir miydi? Büyük Ortadoğu Projesi gibi emperyal bir proje güdülebilir miydi? En önemlisi; Türkiye, bölgenin, her dediğini yaptıran BÜYÜK BİR GÜCÜ haline gelmez miydi?
Olaylara yaklaşım biçiminiz, danışmanlarınızın yetersizliğini göstermektedir. Bu yetersizlik, yaptığınız açıklamalarla hem sizi ve hem de Türkiye’yi, dünya nezdinde zora sokacak niteliktedir.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
20 Mart 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Sayın Hüsnü Akıncı hocam, yazılarınızdan ziyadesiyle istifade ettiğimizi belirtmek isterim. Elinize yüreğinize dlinize sağlık..
Bunalan ruhlarımıza adeta bir rahatlama ve güven veren uslubunuzla, ziyadesiyle ziyalandığımızı bu vesile ile tekrar saygılarımı sunar, kaleminize ve yüreğinize gerekli desteğin "milletin bizzatihi ruhu" (bundan emin olun)katkıda bulunacaktır.
Allaha emanet olun.
Yorum Gönder