28 Şubat 2010 Pazar

Yalancılık, ülenin ufkunu karartır.

Sayın Derya Sazak, Fehmi Koru,
Mustafa Erdoğan, Fuat Keyman,
Politik Açılım Programı
TRT-Televizyonu
İstanbul 28 Şubat 2010



Sayın Program yapımcısı ve konuklar;


Taraf Gazetesi tarafından Türkiye’nin gündemine çarpık bir şekilde ve maksatlı olarak oturtulan DARBE KORKUSU senaryoları üzerine meydana gelen gelişmeler karşısında, bilerek veya bilmeyerek yaptığınız tutarsız yorumlarınız sebebiyle sizleri, kınamamak mümkün değildir.


Size tavsiyem şudur:


Şayet samimi kişilerseniz ve vatani bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanıyorsanız; her şeyden önce hislerinizi bir tarafa bırakarak olayları; aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdeleyerek halkı, doğru biçimde aydınlatmak zorundasınız. Aksi halde; paranın üzerindeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayan zavallıların safında yeralmış gibi bir görüntü vermiş olursunuz.


İnsaf ile düşününüz:


CIA veya MOSSAD ajanı olduğu hemen, hemen kesinleşen Tuncay Güney’in itiraflarına dayalı olarak açılan Ergenekon adı verilen dâvâ, üçüncü yılını doldurmak üzeredir ve henüz ortaya somut bir delil konulmamıştır. Öylesine ki; hapishane, neyle suçlandığı belli olmayan kişilerle doludur. İthamlar, isnatlar, sorgulama ve yargılama şekli baştan aşağıya EVRENSEL HUKUK KURALLARINA aykırıdır. Bu çarpıklığı açık bir şekilde dile getireceğinize ve gerçeklerin açığa çıkması için gayret sarfedeceğinize; “Yargı bağımsızdır, adâlete güvenilmelidir” gibi yuvarlak ve beylik sözlerle kamuoyunu yanıltmaya çalışmanız, gerçekten düşündürücü ve ibret vericidir.


Eveleyip, gevelemeyiniz: Hem kamuoyu ve hem de devletin kurumları bölünmüştür. Olaylar, akıl almaz bir şekilde siyasî hedefler istikametinde gelişmektedir. Açık ifadeyle; bir birleriyle kavga eden bir toplum yapısı oluşmuştur. Bunun sebebi de; sizin gibi kişilerin ve taraflı medya kuruluşlarının tutarsız yorumlarıdır.


Bilim adamı veya basın mensubu olarak sizler, bu denli politize olursanız ve iktidar savunulucuğu yaparsanız; bu millet, doğruları nasıl öğrenecek ve nasıl doğru karar verecektir?


Ülkenin iyi idare edilmediği; keyfiliğin, adâletsizliğin ve kuralsızlığın bunalım doğurduğu bir gerçektir. Bu sebeple; his terazinize, biraz da siyasî iltidarı oturtarak tartmanızda fayda vardır. Bunu yapamıyorsanız; devletin televizyonundan elinizi çekiniz.


Ekte; Başbakan Erdoğan’a yazdığım 27 Şubat 2010 tarihli mektubumun suretini bilgilerinize, tetkiklerinize sunuyorum. Acaba, bir yorumunuz olacak mıdır? Bunu özellikle belirtiyorum. Zira; 28 Şubat süreci bir darbe veya askeri müdahale değildir. Bu gerçeği ispata da hazırım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı


Eki:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdığım 27 Şubat 2010 tarihli mektubum.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Adâlet olmazsa, demokrasi de olmaz.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 27 Şubat 2010



Sayın BAŞBAKAN;



Kim, ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; Türkiye, zordadır ve bunalımdadır. Devletin kurumları arasındaki gerginlik ve olmaması gereken zıtlaşmalar, esasen sıkıntıda olan ve istikbale ümitle bakamayan geniş halk kitlelerinin morallerini bozmaktadır.


Zorlukları aşmak ve bunalımlara meydan vermemek, her şeyden önce, Hükümetlere düşen en önemli bir görevdir. Zîra; bütün ülkelerde, devleti bir ahenk içinde işletme görevi Hükümetlere verilmiştir.


Bu bakımdan; Devleti idare etmek bir san’at olduğuna göre; her şeyden önce kendi tutum ve davranışlarınızı ve idare tarzınızı sorgulamak zorundasınız. Millî iradeden söz ederek devamlı surette MUHALEFETİ eleştirmeniz ve DEVLETİN KURUMLARINI hedef almanız doğru değildir ve meydana gelen gerginlikleri ortadan kaldırmaz.


Dün, İl Başkanları toplantısında yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde, “Statüko, bu ülkeye dar geliyor. Mevcut yapı, bu ülkenin ufkuna dar geliyor. Engelli demokrasi, milletin kaderi değil. Çağdaş normların gerisinde kalan bir hukuk, bu ülkenin kaderi değil. Türkiye, değişmek zorunda. Türkiye, Prangalarından, ağırlıklarından, zincirlerinden kurtulmak zorunda ve kurtulacağız.” ifdelerini kullandınız. Ama;


Statükonon, ülkenin ufkuna dar gelen mevcut yapının, engelli demokrasinin, çağdaş hukuk normlarının gerisinde kalan hukukun, Türkiye’nin prangalarının, ağırlıklarının, zincirlerinin ne olduğunu da, açık bir şekilde belirtmediniz.


Gerçek olan şudur:


Türkiye, 30 yıldan beri engelli bir demokrasi ile idare edilmektedir. Bunun sorumlusunun 12 Eylül idaresi olduğu düşünülse de; aslında en büyük sorumlusu, 1983’ten itibaren ülkeyi yöneten SİYASÎ İKTİDARLARDIR. Eğer; 1982 Anayasası’nın kabulünden sonra düzenlenen Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları değiştirilmeseydi; bu duruma düşmeyecek ve tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT BİR ÜLKE olacaktı. İktidarınız, sekizinci yılına girdiği halde; Türkiye’yi tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke haline getirecek hiçbir düzenleme yapmadınız. Milletvekili adaylarını yargı teminatı altında halk belirlemedikçe; yüksek oranlı seçim barajları korundukça; Milletvekili dokunulmazlıkları kürsü masuniyetiyle sınırlandırılmadıkça; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, gerçek bir demokrasinin ölçülerine göre işletilmedikçe; HUKUK DA, DEMOKRASİ DE, çağdaş normların dışında kalır ve Türkiye, değişemez, prangalarından, zincirlerinden, ağırlıklarından kurtulamaz ve de, bu ülkenin ufkuna dar gelen mevcut yapı; bunalım, devlet bunalımı haline gelinceye kadar devam eder.



Sayın BAŞBAKAN;


Tarihen sabittir ki:


ADÂLETİ gözeten ve hâkim kılan MİLLETLER ve DEVLETLER, tarihte iz bırakan muhteşem medeniyetler kurmuşlardır. Bu gerçeğe uymayan milletler ve devletler, birikmiş “AHLARIN” vebaliyle mânevî vücutlarını kamburlaştırmışlar ve tarih sahnesinden silinmişlerdir. Yükselişlerin sebebi adâlettir, çöküşlerin sebebi adâletsizliktir. Zîra; Adâlet, her şeyi yerli yerinde kullanmak ve her şeyin hakkını vermektir. FAZİLET, milletlerin hayatıdır. FAZİLET DE, adâletten ibarettir. Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz;


“Adâlet ve zulüm meselelerinde Hükümetler, cemiyeti teşkil eden fertlerin mesleğine tâbidir. Fertleri âdil olan milletlerin Hükümetleri ÂDİL, fertleri zalim olan milletlerin Hükümetleri ZALİM olur.” diye buyurmuşlardır.


Adâlet, evvelâ insanın kendisinden başlar. Bunun en güzel örneğini de, Hz. Ali vermiştir. Şöyle ki:


Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında, bir Yahudi, Hz. Ali’den davacı olmuş. Davaya bakan Hz. Ömer, Hz. Ali’ye, o günün âdeti üzerine övme mânasına gelen künyesiyle hitap edince; Hz. Ali, “Adâleti temsil edemedin Ya Ömer! Bu davranışınla adâleti zedeledin! Bana, ismimle hitap edecektin!” diyerek, Hz. Ömer’e gücenmiştir. Hz. Ali’nin bu tavrı ve ikazı, KUR’AN’IN emri icabıdır. Zîra; İslâm’a göre;


Gerek vazife hususunda, gerek hak hususunda ve gerekse adâlet hususunda herkes eşittir ve imtiyazlı bir sınıfı veya kişisi yoktur. Makamı, mevkii, vazifesi ve konumu ne olursa olsun; herkes, yaptıklarının hesabını vermek zorundadır. İşte, GERÇEK DEMOKRASİ budur. Ne yazık ki; Milletvekillerinin sınırsız dokunulmazlıkları sebebiyle, gerçek demokrasinin 14 asır gerisindeyiz.
Bir örnek de, Amerika’dan:


Amerika’da Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen BİR KANUN, Cumhuriyet Senatosu’nda da görüşülür. Senato kabul ettikten sonra; kanun, üç kişiden oluşan YÜKSEK MAHKEMECE onaylandıktan sonra yürürlüğe girer. Hiç kimse de; “Yargı, Yürütmeye engel oluyor.” diye yorumda bulunmaz. Demokratik her ülkenin hükümetleri, yargının denetimine tabidir.


Bilmem ki; bu ülkenin BAŞBAKANI olarak, bu gerçekler doğrultusunda kendinizi sorguladığınız oldu mu?


Hükümetlerin icraatları eleştirilemez diye bir kural yoktur ve eleştiriler, bir engel olarak değerlendirilemez. Aksi halde; hakkı kuvvette arayanlar, CÂH (makam) HIRSLARINA yenik düşerek, kuvvetin, hak da olduğu gerçeğini unuturlar ve “Evet efendimcilerin” tuzağına düşerler.


Partililerinizin alkışlarının bol olduğu, çıkarcıların övgülerinin yüksek olduğu bir ortamda; doğruları, dosdoğru söyleyebilecek kişilerin mevcudiyetini hatırlatmak için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerim arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

25 Şubat 2010 Perşembe

Milli serveti azaltmak, başarı değildir.

Sayın Binali YILDIRIM
Ulaştırma Bakanı
Ankara 25 Şubat 2010


Sayın BAKAN;


Ankara Sanayi Odası’nın Meclis toplantısında, Türk Telekom’un ÖELLEŞTİRİLMESİ konusuna değinerek, “Türk Telekom’u satmasaydık; şimdi, elimize bir KİT daha olacaktı. Türk Telekom’a her yıl para verip, demiryolları gibi ayakta tutmaya çalışacaktık.” ifadelerini kullanmışsınız. Ayrıca;


Türk Telekom’u alan Oger Telekom’un, şirketin ikinci halka arzının yapılması halinde, şirket sermayesinin yüzde 10’u kadar hisse almak istediğinin hatırlatılması üzerine de şunları söylemişsiniz:


“Yüzde 10 değil, daha fazla düşünüyoruz; blok da olur, halka arz da olur; onun kararını, henüz vermiş değiliz. Yüzde 10’dan fazlasını tercih ederiz. Orada bunu yaparken de, konjonktürün ve borsa şartlarının, kamuoyu yararı bakımından oluşması lâzım. Önce talep toplanıp, durum görüşülecek.”


Şu hususlar, merak edilir:


1- Türk Telekom, gayet iyi kâr eden ve kazanarak yatırım yapan ve de istihdam sağlayan önemli bir kuruluşumuzdu. Satılmasaydı; devlete hangi yükleri getirecekti? Türk Telekom’un, demiryollarına benzerliği nedir?
2- Türk Telekom’a, hangi ölçülere göre ve nasıl ve kimler değer biçmiştir?
3- Oger Telekom’un, Türk Telekom’un yüzde 70 oranındaki hissesine sahip olduğu zaman, zaman gazetelerde haber olarak yer almaktadır. Bu, doğru mudur?
4- Türk Telekom’un elinde kalan hisselerini, blok olarak satarsanız, Oger Telekom’u mu tercih edeceksiniz? Kamuoyu yararına oluşacak konjonktür ve borsa şartları nedir?
5- Başlangıçta Türk Telekom’un yüzde 55 hissesini, Harrirî ailesine satmıştınız. Bu hisseler, halen Harrirî ailesinin elinde midir; Yoksa, bu hislerin yüzde 50’si, Suudî Oger’e mi satılmıştır? Satıldıysa, hangi değer üzerinden satılmıştır?


Sayın BAKAN;


Mayıs 2008’de, gazetelere yansıyan haberlere dayanarak arz ediyorum:


23 milyon abonesi olan Türk Telekom'un yüzde 55 hissesi, Hariri ailesine, 12 milyar dolar değer üzerinden 6,1 milyar dolara satılmıştır. 2008 yılında da yüzde 15 hissesi, yine 12 milyar dolar değer üzerinden satılmıştır.


10 milyon abonesi olan Yunan Telekom'un yüzde 20 hissesi 2008 yılında, Alman Telekom'a, 23 milyar dolar değer üzerinden satıldı. Bu satışta Yunanistan, öyle şartlar kabul ettirmiştir ki; son söz, Yunanistan’a bırakılmıştır. Almanların görevlendireceği yönetim kurulu üyelerine ve üst seviye yöneticilerine, Yunanca konuşma şartı getirilmiştir.


Hariri ailesi, satın aldığı Türk Telekom'un hisselerinin yüzde 50'sini 2008 yılında, Suudi Oger'e, 22,5 milyar dolar değer üzerinden 6,7 milyar dolara satmıştır. Açık ifadeyle Hariri ailesi, aldığı hisselerin yarısını satmak suretiyle verdiği parayı geri almış oldu. Böylece; yüzde 37,5 oranındaki hisseye, bedava sahip olmuş oldu. Üstelik; her yıl aldığı kâr payı da, avantası oldu. Yani; altın yumurtlayan bir tavuk, yabancılara ikram edildi. Ayrıca; Türk Telekom’a, İngilizce muhasebe hakkı tanındı ve Genel Müdürlük Makamına, bir İngiliz atandı.


İnce hesaplara pek aklım ermez. Ama; "Türk Telekom'un özelleştirilmesindeki fayda nedir?" diye, sormadan edemiyorum. Ayrıca; basındaki haberlere göre; Türk Telekom'da, özelleştirilmezden önce 51 bin olan çalışan sayısı, 35 bine düşürülmüştür. Yani Devlet, 16 bin kişinin muhtasar vergilerini ve Sosyal Güvenlik primlerini de kaybetmiştir. Merak ediyorum:


Bugün sâdece ismi Türk olan Türk Telekom, abonelerinden her ay, 11,15 lira sabit ücret almaktadır. Bu sabit ücretlerin yıllık tutarı;


23.000.000 x 11,15= 2.564.500.000 liradır. (2 milyar 564 milyon 500 bin lira). Bunun karşılığı da, 1 milyar 700 milyon dolardır.


Merak edilir:


Bu durumdaki bir Türk Telekom mu, devlete yük haline gelmişti de, apar-topar özelleştirildi?


Yeniden bir Türk Telekom kurulmaya niyet edilse; böylesine büyük bir kuruluşu, acaba, kaç milyar dolara kurabilirsiniz?


Madem ki; KİT’lerden bu denli şikâyetçiydiniz de; devlete daha ağır yük getiren ve Sayıştay Denetimi dışında tutulan BELEDİYE ŞİRKETLERİNİ, TOPLU KONUT İDARESİNİ, ÖZELLEŞTİRME İDARESİNİ, TASARRUF MEVDUAT SİGORTA FONUNU, niçin vücuda getirdiniz ve özel ve olağan üstü yetkilerle donattınız?


Başta bankalarımız ve finans kuruluşlarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizin ve önemli altyapı tesislerimizin yabancılara veya yabancı ortaklı kişilere satılmasının, milletimize ve ülkemize ne faydası vardır veya olmuştur? Başarı, bunun neresindedir? Bu gerçeklerin üstü, “Yükten kurtulduk.” ifadeleriyle örtülebilir mi?


Demokratik Haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

24 Şubat 2010 Çarşamba

DEVLET, bir bütündür, Parti DEVLETİ haline getirilemez!

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 23 Şubat 2010


Sayın CUMHURBAŞKANI;


Çok mânâ ifade edeceği için geçmişteki bir olayı hatırlatmak istiyorum:



Süleyman DEMİREL Cumhurbaşkanı seçildiği zaman, “Şu andan itibaren siyasî kimliğimi attım ve partimle ilişiğimi kestim. Bundan sonra bana tevdi edilen bu yüce görevi, geriye bakmadan ifa edeceğim” sözlerini söylemişti. Çünkü; yürürlükteki Anayasa, “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin, varsa partisi ile işliği kesilir.” hükmünü getirmiştir.



Gerçekten de Süleyman DEMİREL, Cumhurbaşkanlığı döneminde bu taahhüdünü yerine getirmiştir ve partisiyle ilişkisini tamamen kesmiştir. Hattâ, bu kararlığı ve görev anlayışı sebebiyle, partili bazı arkadaşları, “Parti ile ilişkisini kesti, bizi orta yerde bıraktı ve gitti” eleştirileriyle, kendisine gücenmişlerdir.



Süleyman DEMİREL, doğrusunu yapmıştır ve herkese, “DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ” haline getirilemeyeceğini, getirilmemesi gerektiğini hatırlatmıştır. Bu sebepten dolayıdır ki; Demirel’e en muhalif kişiler dahî, CUMHURBAŞKANI SÜLEYMAN DEMİREL’İ takdir ederek övmüşlerdir.



Bugün ülkemizde, ağır bir bunalım yaşanmaktadır ve bu ağır bunalımın DEVLET BUNALIMI haline dönüşme ihtimali vardır. Bu bunalımın tek sebebi de; DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline dönüştürülme ARZU ve GAYRETİDİR. Bu haksız gayret, Devletin ORGANLARI ve KURUMLARI arasındaki ahengini ve düzenini, bir daha düzeltilmesi zor bir şekilde bozmuştur; Kurum, kurul, kuram ve kavram kargaşası yaratmıştır. Ayrıca; bu durum, birbirleriyle zıtlaşan bir toplum yapısı oluşturmuştur.



Bu sebeple; bu ağır bunalım, getirilmesi düşünülen “YARGI REFORMU” ile düzeltilemez. Bu reformdan maksat; Yüksek Yargı Organlarının, Siyasî İktidarın arzu, istek ve projeleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesiyse; o zaman mevcut bunalım, daha da derinleşir.



Bunalımı aşmanın tek yolu; Anayasa’nın amir hükümlerine uyarak DEVLETİ, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre İŞLETMEKTİR. Yani; vazgeçilmez ve vazgeçilmesi mümkün olmayan “KUVVETLER AYRILIĞI” ilkesini hayata geçirmektir. Bu da ancak; Yasama ve denetleme görevini HÜR İRDESİYLE yerine getirebilecek TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ile sağlanır. Siyasî iktidarın, Hükümetin ve Başbakan’ın mutlak hâkimiyetinde olan bir Meclis, böyle bir görevi yerine getiremez. Zîra; Meclis’in kabul ettiği bir kanun, şayet beraberinde ADÂLETİ DE GETİRMİYORSA; gerçek anlamda bir HUKUK DEVLETİ kurulamaz.



Bugün Türkiye, bunun sıkıntısını çekmektedir ve bu sebeple de, bunalıma düşmüştür. Sıradan bir vatandaş olarak genellikle Meclis’teki müzakereleri, televizyondan izliyorum ve gerçekten üzülüyorum. Muhalefetin öneri, teklif ve uyarıları, hiçbir zaman dikkate alınmamaktadır. Muhalefetin verdiği her öneri ve teklifleri, dâimâ reddedilmektedir. Zabıtlara, “kabul edenler; kabul etmeyenler; reddedilmiştir” ifadeleri geçmektedir. Denetim mekanizması ise, hiç çalıştırılmamaktadır. Bu sebeple de; beraberinde adâleti getirmeyen kanunlar, yürürlüğe girmektedir. Yargı tartışmalarının gerçek sebebi de, budur. Örnekler:



1- Özel yetkili savcı ve hâkim yasalarını Meclis kabul etmiştir. Ama; uygulamalardaki eksiklikler, keyfilikler ve uyumsuzluklar, yargıyı tartışılır hale getirmiştir.



2- Askerlerin sivil mahkemelerde de yargılanmasını sağlayan yasayı, Meclis kabul etmiştir ve Zât-âliniz de, “gerekli düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır” şerhini koyarak, bu kanunu imzaladınız. Anayasa Mahkemesi, bu yasanın bazı maddelerini iptal edince; Anayasa Mahkemesi tartışılır hale gelmiştir. Bu kanun, Hükümet, asker gerginliğine sebep olmuştur ve bunalım doğurmuştur. Tartışmalar, yargı üzerinde yoğunlaşmıştır.



3- Yeni Çek Kanunu, altı aya süreyle tartışılarak çıkartılmıştır. Eskisinden farklı olmayan bu kanun, beraberinde büyük bir adâletsizliği de getirmiştir. Devlete ait borçlar dâhil, hiçbir borca getirilmeyen hapis cezası, tekrar getirilmiştir. Bu kanun çıkartılırken; hiç kimse, bir türlü önlenemeyen tefecilerin, bazı faktoring şirketlerinin ve bankaların müştereken oluşturdukları baskın bir lobinin varlığını düşünmemiştir. “Çeke güvenilirliği sağlama” adı altında tefecilere, faktoring şirketlerine ve bankalara, bir baskı aracının verildiği gerçeğini, kimse aklına getirmemiştir. Çek karnelerini bankaların sattığını ve bunun karşılığında büyük gelir sağladığını gören çıkmamıştır. Borçlunun hapis yatmasıyla, alacaklının alacağının ödenmeyeceğini gören olmamıştır. Kişiler arasında olan bir hukukun, niçin Devlet HUKUKU haline getirildiğini, hiç kimse sorgulamamıştır. Hem de; Yargıtay Başkanı’nın defalarca yaptığı açık uyarıya rağmen, işin hukukî yönü, dikkate alınmamıştır.



Sayın CUMHURBAŞKANI;



DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmediği takdirde; vatandaşların Devlete sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU da ortadan kalkar. Bu durum da; bir MİLLET, bir ÜLKE ve bir DEVLET için en büyük TEHLİKEDİR. Tarih, bu duruma düşmüş veya düşürülmüş Milletlerin, ülkelerin ve devletlerin acı sonlarını belgeleyen İBRET LEVHALARI ile doludur.



Başta Zat-ı âliniz olmak üzere herkes düşünmelidir:



Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye, gıda maddelerinde dahî, başkalarına muhtaç hale gelmiştir. İşsizlik, fukaralık, çaresizlik, Milletin çok büyük bir kesimini ateşten bir gömlek gibi kuşatmıştır. Sokaklar, pırıl, pırıl ve gözlerinden zekâ fışkıran diplomalı, diplomasız genç işsizlerle doludur. Tarım ve hayvancılığımız çökmüştür ve bu alandaki üretim, 1980 öncesinin çok gerisine düşmüştür. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz yabancıların eline geçmiştir. Tabir caizse Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmiştir. Türkiye, her yıl 60 milyar lira faiz ödemektedir. Üstelik; toplumsal huzursuzluklar, halkı küstürmüş, bıktırmış ve şevkini kaybettirmiştir.



Bu durum, Türkiye’nin iyi idare edilmediğinin göstergesidir. Bıkmış, küstürülmüş ve şevkini kaybetmiş bir tolumun hamle yapması, hedef kovalaması ve istikbale güvenle bakması mümkün olamayacağına göre; bu durumu tersine çevirecek çareler aramak, tedbirler bulmak ve ahengi sağlamak, size düşen en büyük görevdir.



Yargı reformundan Ziyade; Türkiye’nin, iyi idare edilmeye, kurumlar arası ahenge, dirlik ve düzenliğe ihtiyacı vardır. Türkiye’yi, dâimâ başkaları karıştırmış, huzursuz etmiş ve hedeflerinden uzaklaştırmıştır. Bir TARAF GAZETESİ, eğer Türkiye’nin gündemini belirliyorsa ve en önemli kurumumuz olan TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’Nİ hedef alıyorsa; herkesin çok düşünmesi ve nelerin yapılmak istendiğini anlaması gerekir.



Ülke meselelerini dikkatli ve yakından izleyen bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.



Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

22 Şubat 2010 Pazartesi

Kim, ne yapmak istiyor ve neyi hedefliyor?

Sayın Hasan CEMÂL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Şubat 2010


Sayın CEMÂL;


19 Şubat 2010 tarihli ve “Bu yargıyla Demokrasi olmaz!” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Evet; Türkiye, yıllardan beri çalkantı, kriz ve huzursuzluk ortamında zaman tüketerek, gerçek hedeflerinden uzaklaşmış; ekonomide ve siyasette istikrarını kaybetmiştir. Ama; bu altüst oluşun, 28 Şubat olayıyla ilgisi yoktur. Aslında Türkiye; 12 Mart 1971 müdahalesiyle siyasî ve iktisadî alanlarda bunalıma düşmüş ve o günden beri de, bu bunalımı aşamamıştır.
60’li yılların sonlarından itibaren meydana getirilen iktisadî ve siyasî bunalımlar, ülkeyi 12 Mart 1971 müdahalesine ve 12 Eylül 1980 Askerî İhtilâli’ne götürmüştür. Askerî dönemin akabinde kısıtlı, yasaklı ve baskıcı bir ortamda 1983 yılında demokrasiye geçilmiştir. Ama; ülke yönetimini devralan Siyasî İktidar, keyfiliği benimseyerek ve Tek Adam anlayışına göre ülkeyi yöneterek Türkiye’nin SİYASETİNİ ve EKONOMİSİNİ tanınmaz hale getirmiştir. 1983’ten bugüne kadar geçen süre zarfında, tek başına iktidar ANAP ve AKP’ye nasip olmuştur. Bu her iki parti de DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ kabulleniş ve anlayışıyla yönetmiştir. İşte; gerçek bunalımın sebebi de, budur ve bu gerçeği kabullenmeyenler veya görmeyenler, devletin kurumlarını, demokrasinin engeli olarak değerlendirmişler ve daimâ, halkı aldatmışlardır.
Bu gerçekler dikkate alındığı takdirde; değerlendirmelerin, 12 Mart 1971 askerî müdahalesine göre yapılmasında zaruret vardır. Şöyle ki:
27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra Türkiye, çabuk toparlanmış ve hem siyaseten ve hem de iktisaden istikrara kavuşmuştu. 1965 seçimleriyle tek başına iktidara gelen Adâlet Partisi, geçmişle hesaplaşmayı bir tarafa bırakarak, topyekûn bir kalkınma hamlesini başlatmış ve önemli mesafeler de almıştır. 1969 seçimlerinde tekrar tek başına iktidara gelen Adâlet Partisi, meydana getirilen provokasyonların, sokak hareketlerinin yarattığı kaos ve huzursuzluklar bahane edilerek, 12 Mart 1971 askerî müdahalesiyle, iktidardan uzaklaştırılmıştır. O günden beri de Türkiye, dirlik ve düzenliğini kaybetmiş ve muhtaç olduğu sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşamamıştır. Bu sebepten dolayı; eğer bir hesaplaşma yapılacaksa, 12 Mart 1971 olayı sorgulanmalı ve geçerli çözümler, sonraki gelişmeler dikkate alınarak yapılmalıdır.
Bu gerçeği, size ve Cengiz Çandar’a hatırlatmak zorundayım. Zîra; Bugün demokrasi savunuculuğunu üstlenmiş gibi görünen sizler; 12 Mart 1971’de Devleti, sokağa mağlûp ettiren olayların içinde bulundunuz ve aktif roller üstlendiniz. Bunu da, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabınızda, açık bir şekilde itiraf ettiniz. İşte, kitabınızdan dikkat çekici ve ibret verici bir bölüm:


"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Kitabınızda, bir önemli konuyu daha yazmışsınız. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
Sayın CEMÂL;
Vaktiyle, meşru bir iktidara karşı bir askerî müdahalenin sağlanması için oluşturulan tahrik, tertip ve provokasyonların içinde aktif rol üstlendiğiniz ve bunu da bizzat itiraf ettiğinize gore; asıl hesap, size sorulmalıdır ve bu hareketlerinizden dolayı yargılanmanız gerekmektedir. Zîra; bu gibi suçlarda, zaman aşımı yoktur. Ayrıca; Türkiye’nin siyasî ve iktisadî istikrarını, bird aha düzelmeyecek şekilde bozan 12 Mart 1971 müdahalesine sebep olan kaos ortamını yarattığınız için, sorumlu tutulmalısınız ve hesaba çekilmelisiniz.
Merakım da şudur:
O günlerde yaptığınız eylemler; bir askerî darbenin meydana getirilmesi hedefini amaçlamıştır ve bu eylemler, hedefine ulaşmıştır. Bugün yaptıklarınız veya yapmak istedikleriniz; acaba, bir darbe ortamının sağlanması için askeri kışkırtmanın, tahrik etmenin değişik bir yöntemi midir? Bir askerî darbenin meydana gelmesini, acaba, bölgemizde hedefleri, projeleri ve plânları olan başkaları mı istemektedir? Darbe olmasını arzu edenler, Türkiye’nin iç çatışmalara maruz kalacağını ve neticede Türkiye’nin bölüneceğini mi hesaplamaktadırlar?
Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bir darbe niyetinde olmadığı her bakımdan bellidir. 2002 sonu ve 2003 başı darbe hazırlıklarının yapıldığı, iki yıldan beri Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline getirilmiştir. Ortaya atılan iddia, belge ve ithamlar, bir gazetecinin bizatihi ulaşabileceği bir husus değildir. Belli ki; bazı belge, bilgi ve iddialar, kökü dışarıda olan bir istihbarat teşkilâtının, gayet dikkatli bir şekilde hazırladığı ve Taraf Gazetesi vasıtasıyla servise sunduğu bir plâna dayanmaktadır. Aksi olsaydı; darbe hazırlığıyla itham edilen ordu, o günlerde darbe yapardı ve bu darbeyi, kimse de engelleyemezdi.
Acaba birileri, Siyasî İktidarı tahrik ederek tuzağa mı düşürmek istiyor? Askerin düşmediği bu tuzağa, Siyasî İktidar düşerse; ülkeye de, millete de yazık olmaz mı? Amerika’nın, kendi çıkarları için hiçbir siyasî iktidara acımayacağı, bilinen bir gerçek değil midir?
Geçmişteki yaşananlardan tecrübe kazandığınızı ve yaptıklarınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuzu farz edelim; acaba bugün, siz de mi tuzağa düşürülüyorsunuz?
Düzgün ve tutarlı bir cevap bekliyorum. İsterseniz beni, “Tecrübe konuşuyor” programına davet edebilirsiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

21 Şubat 2010 Pazar

Politik açılımda taraflı yorumla

Politik Açılım Programı


TRT-1 Televizyonu

İstanbul 21 Şubat 2010


Sayın Derya Sazak,

Sayın Fehmi Koru,

Sayın Mustafa Erdoğan,

Sayın Fuat Keyman.
Sayın Derya Sazak ve Program Konukları;

Programınızı dikkatle izliyorum. Neye karşılık olduğunu bilemem; ama, taraflı yorumlar yaptığınız gün gibi aşikârdır. Merak ettiğim husus ise, şudur:
Sizler; halkı aydınlatmak, doğruları öğretmek ve düzgün bir kamuoyu oluşturmak için mi halkın huzuruna çıkıyorsunuz veya siyasî amaçla, doğruları çarpıtarak, halkı aldatmaya mı çalışıyorsunuz?

“Hakk’a sarıl, iyiliği emret, cahilden, yani doğru hislerden merhum bulunandan yüz çevir!” evrensel kuralına göre, bu soruları sormak zorundayım. Zîra; devletin bir televizyonunda program yapıyorsunuz ve bu programı, siyasî amaçlarınız, aldığınız talimatlar veya yaranmak ve çıkar hedefleriniz için kullanamazsınız. Sizler; DEVLET kavramı ile HÜKÜMET kavramına düzgün bir açıklık kazandırmak zorundasınız.
Aksi Halde; zihinlerimizde hasıl olan kargaşa ve kavram kargaşalarının sorumlusu olursunuz.

Ekte; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığım mektuplarımın suretlerini bilgilerinize, tetkiklerinize ve dikkatlerinize sunuyorum.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

0216-4181726

Sanat açılımı mı, demokratik açılım mı ?

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN


Başbakan ve AKP Genel Başkanı

Ankara 20 Şubat 2010

Sayın BAŞBAKAN;


Demokratik Açılım çerçevesinde, Beşiktaş’taki ofisinizde sanatçılara verdiğiniz kahvaltılı toplantıda söylediğiniz;

“Sanatçılarımız, engin yürekleriyle ülkemizin meselelerine elatsınlar, elini taşın altına koysunlar. Bunu arzuluyor, bunu diliyoruz. Zira sizin türkü ve şarkılarınız, sağır duvarları aşacak güce sahiptir. Böyle güzide bir toplulukla bir araya gelmekten çok büyük bir heyecan ve memnuniyet duyduğumu özellikle ifade etmek istiyorum” sözlerinizi, gazetelerde okudum.
Merak ediyorum:
Kendi aralarında dahî fakir birliği sağlayamayan sanatçılardan beklentileriniz nedir ve sanatçılar, ülkemizin meselelerine hangi yöntemi kullanarak elatacaklardır? Acaba sanatçılarımız;


Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanıyorlar mı? Tarih ve coğrafya biliyorlar mı? Dünya siyasî tarihini irdeleyebilecek bilgilere sahip midirler? En önemlisi; dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlayabilmişler midir? Türkiyenin maruz kaldığı ve bundan sonar da maruz kalacağı iç ve dış odakların husumetlerini anlayabilmişler midir?

Şu gerçeği de arz etmek zorundayım:
Nerede olursa olsun, hangi kökene ve görüşe mensup olursa olsun; vatandaşlar arasında düşmanlık, soğukluk, kin, nefret ve husumet yoktur ve herkes, dostane ilişkiler içinde hayatlarını sürdürmektedir. Vatandaşlarımız arasında öylesine sağlam sevgi bağları oluşmuştur ki; bugüne kadar hiçbir güç, tahrik, fitne ve fesat, bu sevgi bağını koparamamıştır. Ne var ki; bazı fitne ve fesat odakları, ayrılıkçı hedef güdenler ve ayrılıkçılığı körükleyenler, Türkiye’yi ve milletimizi huzursuz etmek, insanlar arasına kin, nefret, fitne ve fesat tohumları atmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu gerçeği doğrulayacak en güzel örnek de, Alevî-Sünnî tartışmalarıdır.

Ülkenin hiçbir yerinde ve vatandaşlar arasında Alevî-Sünnî tartışması yoktur ve herkes, kardeşlik ve dostluk bağlarıyla hayatlarını sürdürmektedirler. Alevî ve Sünnî tartışması, yanlış yorumlarda bulunan üst seviyedeki insanlar arasında vardır ve böyle bir tartışma, halk arasında yoktur.

Dillerden düşürülmeyen ve yapay olarak yaratılan Kürt sorunu da öyledir. Günlük hayatta, vatandaşlar arasında bir ayrılık, kavga, çekişme ve düşmanlık yoktur. Herkes, sevgi bağlarıyla hayatlarını sürdürmektedir. Ama; ayrılıkçı ideoloji güdenlerin dışında herkes, PKK’nın varlığından, hedeflerinden ve faaliyetlerinden rahatsızdır ve Doğu ve Güneydoğu’daki insanlarımız, PKK’nın baskısı, tehdidi ve korkusu altındadır.

Şayet aksi olsaydı; bugüne kadar Türkiye, çok acı ve üzücü olaylara sahne olurdu.

Merak ettiğim husus da şudur:

Bu gerçekler ortadayken ve bilinirken; henüz daha mahiyeti ve hedefi kamuoyunca iyi bilinmeyen veya kamuoyuna iyi anlatılmayan Demokratik Açılımdan beklenen nedir ve bu ad altında neler yapılmak istenmektedir?

Sayın BAŞBAKAN;

Hedef demokratikleşmeyese ve Türkiye’yi tam anlamıyla Hür ve democrat bir ülke haline getirmekse; bunun, tek yolu, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarını, halkı sistemin içine çekecek şekilde değiştirmektir. Ön Seçim şartı getirilmedikçe, seçim barajı kaldırılmadıkça; Türkiye’nin demokratikleşmesi, sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına kavuşması, asla ve asla mümkün değildir. 12 Eylül 1980 Askerî müdahalesinin üzerinden 30 yıl geçmiştir. Ama; bu müddet zarfında Türkiye demokratikleşememiş ve muhtaç olduğu huzura, dirlik ve düzenliğe kavuşamamıştır. Bunun sorumlusu da, “Temsilde adâlet ve yönetimde istikrar” formül ve iddiasını ortaya atarak, seçim sistemini tanınmaz hale getiren Turgut Özal’dır. Ne hikmetse; bugüne kadar bu çarpık ve gerçek demokrasiyle asla bağdaşmayacak bu göstermelik sistemi değiştirmek kimsenin aklına gelmemiştir. İktidarınız, sekizinci yılına girmiş olmasına rağmen; bu hususta, siz de gereken düzenlemeyi yapmadınız ve bu çarpık sistemin devamına karar verdiniz.

Eğer ben de bir sanatçı olsaydım ve davetinize katılsaydım; hiç çekinmeden, korkmadan bu gerçekleri, açık bir şekilde görüşlerinize arz ederdim.

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

0216-4181726

18 Şubat 2010 Perşembe

Devlet, parti devleti yapılmamalıdır

Sayın Abdullah GÜL
Cumhurbaşkanı
Ankara 18 Şubat 2010


Sayın CUMHURBAŞKANI;


Bu mektubumu, inanan Müslüman bir Cumhurbaşkanı olduğunuz için, Hz. Ömer’in devlet başkanı seçildiği gün yaptığı konuşmasının bir bölümünde söylediği, “Bir millet icabında emîrini (idarecisini) acı, acı tenkit etmezse ve o emîr de, kendisine yöneltilen acı tenkitlere gereken alâkayı göstermezse; o emîrden ve o milletten hayır gelmez” sözlerine istinaden yazdım.


Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; bugün ülkemizdeki bunalım ve gerginlik, had safhadadır. Hiç beklenmedik zamanlarda, meydana gelen beklenmedik ve gerçek hedefleri iyi bilinmeyen olaylar, huzursuzluk ve gerginlik yaratmaktadır. Bunun en son örneği, Yargı ile Hükümet arasındaki gerginliktir. Her ne kadar; “Bu, bir fasit dairedir, kısır bir döngüdür; Türkiye’nin, bundan süratli bir şekilde çıkması gerekir. Bunun için yapılması gereken şey, gayet açıktır; çok süratli bir yargı reformu yapmak gerekir. Yargı reformu yapılırken; bu çıkmaz sokak ya da kısır döngü, daha derinleştirici bir şekilde olmamalıdır.” demiş olsanız da; bu bunalım, YARGI REFORMU temennileriyle geçiştirilebilecek bir BUNALIM değildir. Zîra; bu bunalım, Siyasî İktidarın Devleti, bir PARTİ DEVLETİ haline getirebilme arzu ve gayretleri sebebiyle doğmuştur. Bu sebeple de; DEVLETİN İŞLETİLİŞ şekli bozulmuş ve KEYFİLİK, kurumlar ve kuruluşlar arasında ve hattâ, kurum ve kuruluşların kendi içlerinde istenmeyen ve uygun olmayan zıtlaşmalar meydana getirmiştir.


Bu fasit daireden ve kısır döngüden, YARGI RFEORMU ile çıkmak mümkün değildir. Yargı, en nihayet yürürlükteki kanunlara göre karar vermek zorundadır. Eğer Kanunlar, beraberinde adâleti getirmiyorsa; yargının yapabileceği bir şey yoktur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereleri izleyen herkes, bu gerçeği, kabullenmek zorunda kalır. Şöyle ki:


Bugün, Siyasî İktidarın, dolayısıyla Hükümetin arzu etmediği bir Kanun teklifi veya tasarısı, TBMM’nin gündemine gelemez, gelse de, kanunlaşamaz. Siyasî İktidarın, dolayısıyla Hükümetin arzu ettiği her Kanun tasarısı veya teklifi, TBMM’nin gündemine gelir ve kolayca kanunlaşır. Kanunların, beraberinde adâleti getirip, getirmediğine bakılmaz. Açık ifadeyle; Başbakan ne derse, o olur. Gerçek fiilî durum, budur. Bu gerçeği ifade etmekten de, hiç kimse, çekinmemelidir. Bu bakımdan herkes, “Türkiye, bir HUKUK DEVLETİ mi, yoksa bir KANUN DEVLETİ mi olacaktır?” sorusunu sormalı ve bu sorunun, düzgün bir cevabını bulmalıdır.


Sayın CUMHURBAŞKANI;


DEVLET, bir kavramdır ve DEVLETİN ilmî tarifi, “Bir hükümet idaresindeki siyasî bir topluluktur.” şeklindedir. Bu tarife göre Hükümetlerin görevleri; Devleti, ana kaidelere ve ana belgelere göre işletmektir. Şayet Devlet, Siyasî İktidarların siyasî hesap, çıkar, hedef ve ihtiraslarına göre idare edilirse; her türlü bunalım, çaresizlik ve kargaşa kaçınılmazdır. Zîra; bu takdirde, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” anlayışı, kabullenişi ve ayırımcılığı, devletin başını kemiren bir canavara dönüşür ve “Sosyal Hukuk Devleti” esası ortadan kalkar. İşte Türkiye, “Sosyal Hukuk Devleti” esasından uzaklaşılması sebebiyle sıkıntıda ve zordadır.


Ülkenin Cumhurbaşkanı olarak size düşen asıl görev; Devletin, “Sosyal Hukuk Devleti” esasına göre yönetilmesini sağlamak ve devlet organları arasındaki ahengi korumak ve de Kuvvetler Ayrılığı İlkesine işlerlik kazandırmaktır.


Milletvekili dokunulmazlıkları, kürsü masuniyetiyle sınırlandırılmadıkça,
TOKİ, TMSF, BELEDİYE ŞİRKETLERİ, ÖZELLEŞTİRME İDARESİ gibi,


devlet içinde, devlet haline getirilen kuruluşların faaliyetleri denetlenmedikçe ve bu kuruluşlara, sınırsız yetkiler tanındıkça,
Yargının bağımsızlığı tam anlamıyla sağlanmadıkça,
Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’nı, milleti sistemin içine çekecek şekilde yeniden düzenlemedikçe;


“Sosyal Hukuk Devleti” anlayışını hayata geçirmek ve ülkeyi ve milleti rahatlatmak, zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirmek imkânsızdır.


Meydana gelen veya getirilen bunalımlar sebebiyle büyük bir üzüntü duyan bir vatandaş olarak, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 17 Şubat 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Hz. Peygamberimiz, “Bir saat adâletle hükmetmek, bir yıllık ibadete denktir. Ve biliniz ki: Bir millet ve bir ülke için en büyük tehlike; İdare edenlerin İHTİRASLARI ve ADÂLETSİZLİKLERİYLE, zenginlerin HASİSLİKLERİ VE MERHAMETSİZLİKLERİDİR. Dikkat ediniz: Bir millet icabında KÜFÜRLE devam edebilir. Ama, ADÂLETSİZLİKLE asla ve asla devam edemez!” diye buyurmuşlardır. Hz. Peygamberimiz, bu buyruğu ile ADÂLETİN ÖNEMİNİ, kesin bir şekilde belirtmiştir.


Fatih Sultan Mehmet Sırbistan’ı fethettiği zaman yayınladığı bildiride; “Müslüman, Hristiyan, Musevî, Dinli, Dinsiz herkese duyurulur: Biz buraya, ALLAH’ın BUYRUĞUNU duyurmaya ve ADÂLETİ SAĞLAMAYA geldik.” ifadelerini kullanmıştır. Dikkat edilirse Fatih, ADÂLETİN sağlanacağına dair, KESİN TEMİNAT vermiştir.


Kanunî Sultan Süleyman zamanında, esîr düşerek 5 yıllık KÜREK CEZASINA çarptırılan bir İspanyol Denizci, bu cazsını Haliç Tersanesi’nde çalışarak tamamlamış ve İspanya’ya dönünce; hatıralarını 5 ciltlik kitapta toplayarak yayınlamıştır. Hatıralarının en önemli konusunu, şu ifadeleriyle belirtmiştir: “Osmanlı Devleti’nin kudret ve haşmetini, hiç kimse KILIÇ KUVVETİNDE aramasın. Bu kudret ve haşmetin tek sebebi, gayet mükemmel çalışan ADÂLET SİSTEMİNİN olmasıdır.. Beş yıl kaldığım İstanbul’da en uzun dâvâ, 33 gün sürmüştür. Ki; bu nitelikteki bir dâvâ İspanya’da olsaydı; hiç şüphesiz, dededen toruna intikal ederdi.” 15.nci Asır’da yapılan bu gözlem ve tespit, ADÂLETİN ÖNEMİNİ belirtmektedir.


Tarih, adâleti sağlayan milletlerin nasıl yüceldiğini; adâletten ayrılan milletlerin nasıl çöktüğünü belirten belgelerle doludur.


Bugün ülkemiz ve milletimiz zorda ve sıkıntıdadır. Bu zorluk ve sıkıntının sebebi; ülkemizde, gerçek bir demokrasinin icabı ve şartı olan KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİN çalıştırılmamasıdır. Bu sebepten dolayı da; Devletin ORGANLARI ve KURUMLARI arasında düzensizlik ve zıtlaşmalar meydana gelmiştir. KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM KARGAŞASI, hem ülkenin ve hem de milletin DİRLİK ve DÜZENLİĞİNİ bozmuştur. Bunun neticesinde de; ADÂLETSİZLİK ve PERİŞANLIK yaygınlaşmış; ümitsizlik, çaresizlik, keyfilik, sorumsuzluk, haksızlık, zıtlaşma ve düzensizlik, toplumun her kesimini, ATEŞTEN BİR GÖMLEK gibi kuşatmıştır.


Sayın BAŞBAKAN;


Devleti, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre bir AHENK içinde işletmek, HÜKÜMETLERİN görevidir. Üzülerek ifade etmek isterim ki; İktidarınız, 8 yıllık zaman zarfında bu işi başaramamış ve DEVLETİN GÜCÜNÜ, yanlış ve SİYASÎ amaçlı kullanmıştır. DEVLETİ de, bir PARTİ DEVLETİ gibi yönetmiştir. Bu anlayış ve kabulleniş devam ettiği sürece de; halkın isteklerine ve dertlerine çare bulunamaz; milletimiz sulh, sükûn, huzur ve güvene kavuşamaz. Zaten; Türkiye’nin hem siyaseten ve hem de iktisaden zorda olması, bu gerçeği, inkâr edilemeyecek derecede ispatlamaktadır. Bankalara olan kredi borcunu ödeyemeyen 3 milyon 250 bin kişinin icra takibinde olması, İKTİDARINIZI, çok ve hattâ derin, derin düşündürmelidir.


Gerçekleri açık bir şekilde söyleyebileceklerin olmadığın varsayarak ve demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

14 Şubat 2010 Pazar

Ordu, Niçin Hedeftedir?

Sayın Derya SAZAK
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 14 Şubat 2010


Sayın SAZAK;


14 Şubat 2010 tarihli ve “Başbuğ’a düşen” başlığını taşıyan yazınızı okudum.


Yılların gazetecisi ve köşe yazarı olan sizden, böylesine tutarsız, gayesiz, gerçeklerden uzak ve hatta özü olmayan bir yazı beklemiyordum. Size göre; Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Sabrımız taşıyor” sözlerine açıklık getirmek isterken, yeni bir polemiğe yol açmış!


Ne polemiğidir bu? İki üç yıldan beri, bazı odaklar, bazı oluşumlar, akla ve hayale sığmayacak bir şekilde tutarsız, akılalmaz gerçek olmayan isnat, iftira ve ithamlarla Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçerken; İlker Başbuğ’un bazı açıklamalarda bulunması, normal ve hatta şart değil midir? Bu açıklamaların neresi siyasete müdahaledir?


Hatırlamanız lâzımdır: Geçen sene, İngiltere Genelkurmay Başkanı, “İngiltere’nin gerçek olmayan bilgilere dayanarak Irak Savaşı’na katılması, büyük bir hataydı.” açıklamasını yapmıştır ve hiç kimse de, “Asker, siyasete müdahale ediyor.” yorumunda bulunmamıştır.


Birkaç gün evvel gazetelerde okumuşsunuzdur: Yunanistan Başbakanı, ekonomik sıkıntılar sebebiyle AB’dan alacakları yardım konusunda “Millî egemenliğimiz elden gitti” açıklamasını yapınca; bir kuvvet komutanı, hükümeti, gayet sert bir şekilde eleştirmiştir ve bu eleştiriyi hiç kimse, demokrasiye müdahale olarak değerlendirmemiştir.


Bize gelince:


Amirallere suikast Plânı, Kafes Eylem Plânı, Balyoz Plânı, Koç Müzesi’ndeki denizaltıdaki patlayıcılar gibi, henüz daha içyüzleri bilinmeyen; araştırmaların, soruşturmaların, yargı safhalarının nasıl sonuçlanacağı belli olmayan konular bahane edilerek, bazı kişi, odak ve oluşumlar, akıl almaz bir şekilde Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçerek, tahrik ve aşağılama yarışına girişmişlerdir. Bazı gazetelerin başlıkları, Televizyonların anonsları, “Hükümeti ve Gülen Cemaati’ni Bitirme Eylem Plânları” olmuştur. Kanun gereği, hazırlık soruşturmalarının gizliliği esasken; doğruluğuna veya yanlışlığına bakılmaksızın itham, isnat ve iftiraları, bazı medya kuruluşları, gazete sayfalarına ve ekranlara taşıyarak, halkın efkârını karıştırmışlar ve halkın zihninde korku ve şüphelerin belirmesine sebep olmuşlardır.


En akıllı zannedilen yazarlar, çizerler, gazeteciler, fikir adamları ve akademisyenler dahî, “Hükümete karşı olabilecek bir hareketi veya müdahaleyi anladık da; bu iddialara, GÜLEN CEMAATİ’Nİ bitirme ibarelerini kim, niçin ve hangi maksatla ekledi?” diye bir soruyu sormamışlardır? Gülen Cemaati, dokunulmaz, faaliyetleri denetlenemez, hedefleri araştırılamaz istisnaî bir devlet kuruluşu mudur?


Sayın SAZAK;


Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen imza konusu, hâlâ açıklığa kavuşturulmuş değildir. Adlî Tıp Kurulu’nun, imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğuna dair yediye karşı dört oyla verdiği karar, tartışmalıdır. Teknik bir konuda tahmine dayalı görüş beyanları, akla, mantığa, ilme ve hukuka ne derece uygundur? Bu kararın, ittifakla verilmesi gerekmez mi? Sonra; Çetin Doğan’ın açıklamalarının kamuoyunu tatmin etmediğini nereden biliyorsunuz? Hukukçular dahî bu konularda, hem fikir değildir? Televizyonlarda yapılan tartışmalar, iç karartıcıdır. Sağlıklı bir aklın sahibi olan herkes, kendisine “İnsan, kendi ordusuna bu derece saldırır mı?” sorusunu sormaktadır.


Özden Örnek, günlüklerin kendisine ait olmadığını söylemektedir. 2002 sonunda ve 2003 başında bir darbe hazırlığı yapıldığını söyleyenler, kendilerine “Madem hazırlık vardı da, bu darbe niçin yapılmamıştır? Darbeyi kim önlemiştir?” sorusunu sormamışlardır. Belli ki birileri, ortalığa bir darbe öcüsü salarak, ülkenin ve milletin dirlik ve düzenliğini bozmak istemektedir. Âdetâ birileri, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bir darbe yapmasını arzu eder bir görüntü vermektedir.


Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri ve önemi sebebiyle Türkiye’nin başı derttedir. Irak, İran ve Afganistan’da meydana gelen gelişmeler, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Üstelik Türkiye, ayrılıkçı bir teröre maruzdur. İktisadî sıkıntılar had safhadadır. Kim, ne derse desin ve nasıl bir yorumda bulunursa bulunsun; Siyasî İktidar, ülkeyi iyi yönetememiştir ve bundan sonra da yönetemeyeceği belli olmuştur. Kim tarafından, niçin ve hangi hedefe yönelik olarak yaratıldığı kamuoyunca iyi bilinmeyen bunalımları da, yönetememiştir.


Dikkat ediniz: Ordu, 27 yıldan beri kışlasındadır ve ülkeyi sivil iktidarlar yönetmektedir. Ortaya salınan DARBE ÖCÜSÜNÜN hangi maksada matuf olduğunu, herkesten fazla sizin bilmeniz gerekir. Kendinizi 28 Şubat saplantısından kurtararak, gerçeklere yönelseniz; bu ülkeye ve bu millete iyilik etmiş olursunuz.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

11 Şubat 2010 Perşembe

Üretmeyen ekonomiden rafah çıkmaz.

Sayın Ali BABACAN
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 11 Şubat 2010


Sayın BAKAN;


İstanbul Sanayi Odası’nın düzenlediği “İstanbul Sanayi Forumu” toplantısında yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini okudum.


Her zaman ve her yerde belirttiğiniz gibi; Türkiye’nin; zamanında doğru adımlar atıldığı için bu krizde, finans sektörü ve genel finansal yapı olarak krizi en az problemle atlatan ülkelerin başında geldiğini ifade etmektesiniz.


Merak ediyorum:


Ekonomi denince aklınıza sadece ve sadece, finans ve bankacılık sektörleri mi geliyor? Döviz-Faiz-Borsa üçgeninden ibaret olan ŞAHANE RANT SİSTEMİNİ, ekonomi mi zannediyorsunuz? Sizi; reel sektör, halkın durumu ve üretim ilgilendirmiyor mu? Hafif ve az problemle atlatıldığını ifade ettiğiniz krizin, halkı ezdiğini, perişan ettiğini ve borç batağına sapladığını, görmezden mi geliyorsunuz?


Evet; belirttiğiniz gibidir: Küresel olarak adlandırılan bu krizde; Bankacılık ve finans sektörü, sağlammış gibi görünen bir yapıya kavuşmuştur. Ama; neye karşılık bu yapı oluşmuştur? Bunu irdelemek, analiz etmek ve gerçeklere yönelmek aklınıza gelmiyor mu? Bankaların kredi kartlarından, tüketici ve ihtiyaç kredilerinden, esnafın ve küçük çaplı işletmelerin kullandıkları mevduat karşılığı kredilerinden çok yüksek oranlı reel faiz geliri elde ettiklerini, bankacılık hizmetlerinden çok yüksek ve halkın gücünü aşan yüksek ücret aldıklarını, hiç düşündüğünüz oldu mu? İktisat İlminin, “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde, yüksek oranlı reel faiz uygulaması, eninde sonunda bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar” şeklindeki temel kuralını yok mu farz ediyorsunuz?


Sayın BAKAN;


Açlık sınırı, 850 liraya; yoksulluk sınırı, 2 bin 600 liraya yükselmiştir. Çalışanların, emekli, dul ve yetimlerin aldıkları ücretler de bilinmektedir. Ki; bu kesimler, yoksulluk sınırının altındadır. Bu kesimleri, nasıl ve hangi programla rahata kavuşturacaksınız?


İşsizlik, toplumun huzurunu bozacak ve insanları ümitsizliğe sev edecek tarzda yaygınlaşmıştır. Sokaklar, umutsuz, çaresiz ve tutunacak dal arayan genç işsizlerle doludur. Bu yaygın ve kangren haline gelen işsizliğe, nasıl bir çare bulacaksınız?


Tarım ve hayvancılık çökmüştür ve Türkiye, gıda maddeleri ithâl eden bir duruma düşmüştür. Bu duruma, nasıl bir çare bulacaksınız?


Geniş halk kitleleri, borç batağına saplanmıştır ve 2 milyon kişi, bankaların haciz kıskacı altındadır. İcra dairelerindeki dosyalar, konacak yer olmadığı için koridorlara taşmıştır. Halk, durduk yerde ve keyfî olarak borçlanmayacağına göre; bu durum, iktidarınızın, iktisaden başarısız olduğunun göstergesi değil midir?


Devletin borç stoku (iç ve dış), 2009 sonu itibarıyla 320 milyar dolara yükselmiştir. Özel sektörün dış borcu, 177 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’nin iç ve dış borç stoku, 500 milyar dolardır. Bütçe; 2008 yılında 17,5 milyar lira; 2009 yılında 63 milyar lira açık vermiştir. Bütçenin; 2010 yılında 51 milyar lira açık vereceği öngörülmüştür. 2002 yılında 51 milyar lira, 2009 yılında da 55,5 milyar lira faiz ödemiştir ve 2010 yılı için faiz ödemesi, 56,750 milyar lira olarak öngörülmüştür. Böyle bir bütçeyle Türkiye’yi rahatlatmak ve halkı huzur ve refaha kavuşturmak, işsizliğe ve zorluklara çare bulmak, ekonomiyi üretken hale getirmek, nasıl mümkün olacaktır? Parlak sözler söylemekle ve hayalî gelecek vaat etmekle sorunlar çözülebilseydi; bugün Türkiye, bu hale düşer miydi?


İktidara geldiğiniz zaman, Türkiye’nin iç ve dış borç stoku, 221 milyar dolardı. 7 Yıllık iktidarınız döneminde Türkiye’nin borçlarını, 280 milyar dolar artırdınız. Üstelik; bu dönemde, 30 milyar doların üstünde özelleştirme geliri sağladınız.Yani; millî servetimizi azalttınız ve yabancıların, her yıl yapacakları kâr transferlerinin yükünü de, gelecek nesillerin sırtına yüklediniz. Dikkatlerinize arz ediyorum:


Özel sektörün, 2002 yılı sonunda 43 milyar dolar tutarındaki dış borcu, 2009 sonunda, 177 milyar dolara yükselmiştir. Bu borç, yatırımlara dönüşmediğine göre; sıcak para rantında kullanılmadığını söyleyebilir misiniz? Düşük kur, yüksek faiz sayesinde, finanasal krizin, hafif atlatılmasının gerçek sebebi, bu değil midir? Bunun anlamı, yükün, halkın sırtına yüklendiği mânâsına gelmez mi? Şişirilen bu balonun patlamayacağını, söyleyebilir misiniz?


Bu gerçekler tahtında, hâlâ, geçmiş iktidarları kötülemeye devam edecek misiniz? Bundan sonra, hangi program ve tedbirlerle ekonomiyi düze çıkaracaksınız?


Türkiye’deki gelişmeleri dikkati ve yakından izleyen bir vatandaş olarak, demokratik haklarımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

10 Şubat 2010 Çarşamba

Siyasî Tarihimiz iyi bilinmelidir.

Sayın Tevfik Diker
19-20. dönem Milletvekili
Ankara 9 Şubat 2010


Sayın Diker;


Vakit Gazetesi’ne yaptığınız değerlendirmeleri okudum. İki dönem Milletvekilliği yapan bir dostumun bu kadar yanılması ve bu denli yanlış değerlendirmeler yapması, gerçekten düşündürücüdür.


Değerlendirmelerinizin tamamına değinmeyeceğim; önemli gördüğüm hususlara değineceğim. Şöyle ki:


1- 28 Şubat 1997’de meydana gelen ve siyasî tarihimize “28 Şubat Süreci” olarak geçen olay, bir darbe ve bir askerî müdahale değildir. İşin özünde; Necmettin Erbakan’la Tansu Çiller’in rekabeti vardır. Hükümet ortağı olmalarına rağmen; karşılıklı söylemleri ve zıtlaşmaları, toplumu iyice germiştir. Bu gerginliklerin meydana getirdiği tertip, provokasyon ve ithamlar, Millî Güvenlik Kurulu’na taşınmıştır. Bu toplantıda, temel eğitimin 8 yıla çıkarılması tavsiyesi, İmam Hatip Liseleri’nin orta kısmının kapatılacağını gerekçe gösteren Erbakan’ın, direnmesine sebep olmuştur. Eğer, MGK’nın tavsiye kararı, bir askerî müdahale olsaydı; Erbakan’ın, 1 Mart günü istifa etmesi gerekirdi. Halbûki Erbakan, 135 gün sonra, “Baskılara dayanamıyorum.” diyerek istifa etmiştir. Faturayı askerlere çıkarmak isteyenler de, bugüne kadar Erbakan’ın, hangi baskılara maruz kaldığını, hiçbir zaman merak etmemişlerdir. Refah-Yol Koalisyon Hükümeti’nin, hangi pazarlıklara dayalı olarak kurulduğu gerçeğini, herkes görmezden gelmiştir.


2- Havuz Projesi’ne gelince: Çok övülen bu havuzun, sadece ismi vardır ve kamu bankaları arasında denenmiştir. Ancak; kamu bankalarının açıkları ve Hazine desteğine muhtaç olmaları sebebiyle, bir netice alınamamıştır. Ekonomiyi dikkatli izleyenler, 2001 krizinde, kamu bankalarının Hazine tarafından ödenmeyen görev zararlarının, 35 Katrilyon liraya ulaştığını görürler ve bu açıklar, Hazine’nin Merkez Bankası’na verdiği yaklaşık 50 Katrilyon liralık Devlet İç borç Senetleri’yle kapatılmıştır. Bugün Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu’nun Hazine’ye olan 40 milyar tutarındaki borcunun sebebi de budur. Ki; TMSF, 30 milyar lira tahsilât yapmasına rağmen bu borç, eksilmemiştir. Ayrıca; Erbakan zamanında Türkiye’nin iç ve dış borç stoku azalmamıştır. Erbakan, Mesut Yılmaz Hükümeti’ne, 61 katriyon (61 milyar) lira borç devretmiştir. Yani; D-8 Örneği Havuz Hesabı, basit bir siyasî propagandadan ibarettir.


3- 28 Şubat Süreci’nde Demirel, Yılmaz ve Cindoruk’un; MOSSAD, CIA ve CUNTACILARLA işbirliği yaptığı iddiası, Vakit Gazetesi’yle Din Tacirleri’nin ortaya attığı çirkin bir iftira ve ağır bir ithamdır. Ki; bu iftira ve ithamları doğru kabul ederek, ömürleri boyunca Demirel’e husumet besleyenlerin safında yer almanız, gerçekten bir talihsizliktir. Zîra; Demirel’in; iktidar olduğu bütün dönemlerde, uyguladığı ve Amerika’ya ters gelen ekonomi ve dış siyaset politikaları sebebiyle daimâ ABD, İsrail ve CIA’nın husumetlerine maruz kaldığını, herkesten fazla, sizin bilmeniz gerekirdi. İşte; geçmişe ait, düşündürücü bir örnek:


Güneri Civaoğlu’nun “12 Mart 1978 tarihli ve 12 MART VE AP-DEMİREL” başlığını taşıyan yazısın, bilgilerinize sunacağım. İşte, Güneri Civaoğlu’nun yazısı:


“12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 7 yıl geçmiş bulunuyor. Aradan geçen süre, olayın serinkanlı ve akılcı değerlendirmelerinin yapılmasına imkân vermiştir. O değerlendirmeler özellikle Türkiye’yi 12 Mart olayına getiren faktörler öne sürülürken, aslında, AP döneminin bir çeşit ibrası -aklanması- ortaya konmaktadır. AP’ye ve bu partinin başkanına yöneltilmiş suçlamaların tutarsızlığı, çok çarpıcı çizgilerle belirmektedir. Şöyle ki:


12 Mart için dört ana sebep sıralanmıştır. Bunlardan ilk ikisi ABD’nin 1965-1971 Türkiye’si iktidarını değerlendiriş tarzıdır. Ve Washington’un değerlendirmeleri üzerine yazılanlar doğru ise; Türkiye, 1965-1971 döneminde BAĞIMSIZ, ONURLU, KİŞİLİĞİ OLAN bir Dış Politikanın, kendi kendine ayakta kalabilir bir ekonominin sınırına dayanan gelişmeler, sıçramalar yapmıştır.


12 Mart’ta CIA varsa, 12 Mart’ta ABD varsa; bu, 65-71 döneminde Türkiye’nin gerçekleştirdiği sıçramalardan, gelişmelerden, vardığı ve dayandığı dış politika ve ekonomi düzeyi sınırına duyulan rahatsızlıklardandır. O zaman “ABD’nin adamı Morrison Süleyman” ya da “bağımlı dış politika” gibi çirkin ve ağır suçlamalar, boşlukta kalmıyor mu?


Gerçekten 1965-1971 arasındaki dönemin dış siyaset ve ekonomik gelişmeleri incelendiğinde, ilgi çekici bir AP iktidarı ve bir Başbakan DEMİREL imajı çizilmektedir. İşte, çarpıcı vaziyet alışlar:


* U-2 uçaklarının Sovyetler Birliği semalarında gözlem uçuşları yapmalarına izin verilmeyişi.
* Ortadoğu karıştığında, daha önceki uygulamaların tersine, İncirlik Üssü’nün, olaylara müdahale için ABD uçakları tarafından kullandırılmayışı.
* Üç yıl süren yoğun bir çalışmayla Türkiye-ABD arasındaki bütün ikili anlaşmaların bir bütün haline getirilişi. Böylece, dağınık ve kimsenin haberi olmayan metinlerle keyfi uygulamalara son veriliş.
*Arap-İsrail anlaşmazlığında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD ve bütün Batı blokuna rağmen, ARAP tezinin yanında yeralış.
*Ekonomide, iktisadî büyüme amacını, hürriyetler içinde sosyal adâlete dayandırarak, bütün dış kaynaklardan yararlanılması. Bu arada, Sovyetler Birliği teknolojisi ve sermayesinden de yararlanılarak, Anadolu’da 7 büyük projenin uygulama alanına konuluşu.


Eğer, 12 Mart’ta ABD’nin Ankara’daki bu vaziyet alışlardan rahatsızlığı varsa, o rahatsızlıklar, aynı zamanda bağımlı değil, milliyetçi, kişilik sahibi bir politikanın işaretleridir.


Aynı yargı, AP iktidarının haşhaş konusunda, ABD baskılarına karşı direnişi için de söz konusudur. Nixon, seçim şansını bir ölçüde, ABD gençliğini uyuşturucu maddeden kurtarma mücadelesine oturtmuştu. O yüzden, Türkiye üzerinde yoğun baskılar vardı, haşhaş ekiminin durdurulması için. Ve DEMİREL, o baskıları güçlükle fakat, inançla göğüslüyordu. Hatta bir defasında, ABD Büyükelçisi’ne kapıyı gösterecek kadar.


Ünlü Daily Telegraph Gazetesi’nin bir Pazar ekinde CIA’nın ihtilâlleri arasında 12 Mart da sayılmıştır. Eğer o iddia doğruysa, sanıyoruz bu 65-71 dönemi ile bağımlılık iddialarına karşı bir aklanma “İBRA” dır.”


Sayın Diker;


Türkiye’nin siyasî ve iktisadî tarihi iyi bilinmezse; halihazır yaşananları anlamak ve doğruları bulmak mümkün olamaz. Bu takdirde; olaylar ve kişiler, his terazisinde tartılarak, sempati veya antipati ölçüleri içersinde değerlendirilir; gerçeklerin üstü örtülerek, insanlar ve bilhassa, geçmişinden koparılmış gençler yanıltılır. Öyle an gelir ki; övülmesi gereken kişiler kötülenir; kötülenmesi gereken kişiler övülür. Zaten Türkiye; bu sebeplerden dolayı gerçek hedeflerinden uzaklaşmış ve olması gereken atılımları gerçekleştirememiştir. Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edemediği gerçeği bellidir ve bilinmektedir:


Övülmesi gereken kişilerin kötülenmesi; kötülenmesi gereken kişilerin övülmesi, bir milletin yıkım sebebidir.
Zaten bütün diktatörler, milletlerin bu zaafından istifade ederek ortaya çıkmışlar ve milletleri ezmişlerdir.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

9 Şubat 2010 Salı

Başarısızlığın sorumlusu kimdir?



Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 9 Şubat 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Partinizin bugünkü Meclis Grubu Toplantısında yaptığınız konuşmanızı, dikkatle ve düşünerek izledim. Şu gerçeği, açık olarak belirtmekte bir sakınca görmüyorum:


Her konuşmanızda değindiğiniz gibi Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi göstermeniz, hem doğru değildir ve hem de tutarsızdır. Zîra; 2002 yılında devraldığınız varlığın dökümü ortaya konduğu zaman, cevap vermekte zorlanırsınız. Her şeyi kapsayacak şekilde vereceğim enerji örneği, geçmiş iktidarları kötüleme gerekçesini ortadan kaldırır.


2002 yılında 187 milyar kilovat/saat elektrik enerjisini ve elektrik dağıtım ve iletişim şebekesini hazır buldunuz. Acaba, “7.ci yılını tamamlayan ve 8.ci yılına basan iktidarınız döneminde elektrik enerjisine ne kadar katkınız oldu?” diye sorulursa; vereceğiniz cevabınız ne olur?


Üniversiteler konusunu da, “Devlette devamlılık esastır” gerçeğine aykırı bir şekilde siyasî amaç gütmektesiniz. Şöyle ki:


1965 yılında Türkiye’nin 6 üniversitesi vardı. 1980 yılında üniversite sayısı, 27 adede çıkmıştır. 12 Eylül İdaresi ve sonrası siyasî iktidar, üniversiteleri “Anarşi ve terör sebebi” addettiği için, 1991 sonuna kadar ancak 2 üniversite kurulmuş ve üniversite sayısı, 29 adede yükselmiştir. 1992-2002 yıları arasında ülkeyi idare eden siyasî iktidarlar, üniversite kuruluşuna hız vermişler ve 58 yeni üniversite kurarak iktidarınıza, 87 üniversite devretmişlerdir.


Konuşmanızda, Osmaniye’de kurulacak 1 milyar dolar tutarındaki tesisi, sanki sizden evvelki iktidarlar, hiçbir şey yapmamışlar gibi, övünçle gündeme taşıdınız. Ama; Türk-Telekom’dan, Tüpraş’tan, Petkim’den, Erdemir’den, İsdemir’den, Köprüler’den, Otoyolar’dan otomobil fabrikalarından, Tekel’den hiç bahsetmediniz.


Şu da bir gerçektir ki: Sizden evvelki iktidarlar, yatırımları, millî serveti artıracak şekilde gerçekleştirmişlerdir. İktidarınız ise; bazı yatırımları gerçekleştirirken, millî serveti azaltmıştır. Kendi ifadenizle; 50 milyar dolar özelleştirme yaptığınızı, zaman, zaman belirtmektesiniz. Bu durum karşısında; “Sattığınız millî varlıklarımızı, acaba, 100 milyar dolara tekrar geri kazandırabilir misiniz?” diye sorulsa, acaba, cevabınız ne olur?


Sayın BAŞBAKAN;


Övünmek ve muhalefeti suçlamak, siyasetin tabiatında vardır. Ancak; övünürken veya muhalefeti suçlarken ölçü kaçırılırsa; bundan sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı çıkmaz ve bir birleriyle zıtlaşan bir toplum yapısı oluşur. Siyasî iktidar olarak asıl üzerinde duracağınız konu, milletin ne derece rahat olduğu ve geleceğe güvenle bakıp, bakmadığı olmalıdır. Şöyle ki:


Açlık sınırı, 850 liraya; yoksulluk sınırı, 2 bin 600 liraya yükselmiştir. Çalışanların, emekli, dul ve yetimlerin aldıkları ücretler de bilinmektedir. Ki; bu kesimler, yoksulluk sınırının altındadır. Bu kesimleri, nasıl ve hangi programla rahata kavuşturacaksınız?


İşsizlik, toplumun huzurunu bozacak ve insanları ümitsizliğe sev edecek tarzda yaygınlaşmıştır. Sokaklar, umutsuz, çaresiz ve tutunacak dal arayan genç işsizlerle doludur. Bu yaygın ve kangren haline gelen işsizliğe nasıl bir çare bulacaksınız?

Tarım ve hayvancılık çökmüştür ve Türkiye, gıda maddeleri ithâl eden bir duruma düşmüştür. Bu duruma, nasıl bir çare bulacaksınız?


Geniş halk kitleleri, borç batağına saplanmıştır ve 2 milyon kişi, bankaların haciz kıskacı altındadır. İcra dairelerindeki dosyalar, konacak yer olmadığı için koridorlara taşmıştır. Halk, durduk yerde ve keyfî olarak borçlanmayacağına göre; bu durum, iktidarınızın iktisaden başarısız olduğunun göstergesi değil midir?


Devletin borç stoku, 2009 sonu itibarıyla 300 milyar dolara yükselmiştir. Bütçe; 2008 yılında 17,5 milyar lira; 2009 yılında 63 milyar lira açık vermiştir. Bütçenin; 2010 yılında 51 milyar lira açık vereceği öngörülmüştür. 2002 yılında 51 milyar lira, 2009 yılında da 55,5 milyar lira faiz ödemiştir ve 2010 yılı için faiz ödemesi, 56,750 milyar lira olarak öngörülmüştür. Böyle bir bütçeyle Türkiye’yi rahatlatmak ve halkı huzur ve refaha kavuşturmak, işsizliğe ve zorluklara çare bulmak, ekonomiyi üretken hale getirmek, nasıl mümkün olacaktır? Parlak sözler söylemekle ve hayalî gelecek vaat etmekle sorunlar çözülebilseydi; bugün Türkiye, bu hale düşer miydi?


Gerçekleri dile getirmek ve ülkeyi muhalefetin idare etmediğini belirtmek için demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınızı ummaktayım.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

7 Şubat 2010 Pazar

Gerçeklerin üstü örtülmemelidir.

Sayın Derya SAZAK,
Sayın Fuat KEYMAN,
Sayın Mustafa ERDOĞAN,
Politik Açılım Programı
TRT-1 Televizyonu
İstanbul 7 Şubat 2010










Sayın Program Yapımcısı Derya SAZAK;


Sizler, memleket meselelerini mi tartışıyorsunuz? Yoksa, bir siyasî veya ideolojik amaca yönelik olarak halkın beynini mi yıkamaya çalışıyorsunuz?


Programı açarken dahî, “DEVLETÇİ ve ASKRECİ” ifadesini kullanarak, programda temsilcisi bulunmayan siyasî partileri itham etmeye hakkınız var mıdır? Sizler, DEVLET ve HÜKÜMET kavramlarının ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar bilgisiz, ülke meselelerinden habersiz olmayacak kadar sorumsuz ve siyasetin bir vasıta olduğunu anlamayacak kadar basiretsiz kişiler misiniz?


Ne kadar güçlü olursa olsun; her iktidarın bir siyasî ömrü vardır. “Millî İrade” adı altında ülkeyi, keyfî bir şekilde yöneten bir iktidarın icraatlarını eleştirmek, irdelemek ve yanlışlarını ortaya koymak varken; muhalefet partilerinin geleceklerini konuşmak, akla, mantığa, ilme ve vicdana uygun düşer mi? Kaldı ki; programınıza, eleştiri yağmuruna tuttuğunuz muhalefet parti temsilcilerini davet edemeyecek kadar korkak davrandığınıza göre; sizleri samimi, doğru ve vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandığınızı kabul etmemiz mümkün olabilir mi?


Ülkenin çözüm bekleyen çok önemli meseleleri varken; dedikodulara dayalı haber, yorum ve varsayımlara dayalı olarak kitleleri, YANLI bir SİYASETE yönlendirmek için gayret etmenizin tutarlı bir tarafı olabilir mi? Ülkenin durumuna bir bakınız:


Fukaralık ve işsizlik yaygınlaşmış; borç içinde yüzen halkın beli kamburlaşmış; tarım ve hayvancılık çökmüş; ellerinde bir işi olanlar dahî, aldıkları ücretlerle geçinemez duruma düşmüş; emekliler, dul ve yetimler, Türkiye tarihinde görülmemiş bir şekilde perişan olmuş; küçük esnaf ve sanatkârlar, küçük tacir ve sanayiciler, neredeyse tasfiye edilmiş; buna karşılık ülkenin kaynakları, belirli bir zümrenin istifadesine sunulmuş; 2009 sonu itibariyle devletin iç ve dış borç stoku 300 milyar dolara (450 milyar liraya) ulaşmış; hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı toplumun çok büyük bir kesimini, ateşten bir gömlek gibi kuşatmıştır. Uygulanan keyfî, tutarsız, sorumsuz iktisadî politikalar sebebiyle; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta, perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Yani; Türkiye, iktisaden tam anlamıyla bağımsızlığını kaybetmiştir.


Bu önemli konular dururken; muhalefete don-gömlek biçmek, size kalan önemeli bir görev midir?


Üstelik; aklın, mantığın, ilmin ve vicdanın kabul etmeyeceği bu sorumsuz davranışlarınızı, Devletin Televizyonunda sergilemektesiniz. Bunu yaparken, kamuoyuna hesap vermek zorunda olduğunuzu düşünmüyor musunuz? Her programda, olamayan ve olması mümkün olmayan bir DARBE KORKUSUNU ortaya atarak, halk efkârını karıştırmak isteyişinizin sebebi ve hikmeti nedir acaba?


Bu sebeplerden dolayı sizleri kınamak, yaptıklarınızın yanlış olduğunu hatırlatmak, önde gelen bir vatandaşlık görevimdir. İtirazınız varsa; bir programınıza beni de davet ediniz ve konuları, halkın önünde tartışalım. Hem de, işin içine hiç siyaset katmadan Türkiye’nin sorunlarını, hedeflerini ve açmazlarını konuşalım. Bilmem ki, cesaretiniz olur mu?


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı


Sayın KEYMAN;


Osmaniye’de açılan bir fabrikayı, önemli bir yatırım olarak takdim ederken ve Anadolu’ya açılım olarak değerlendirirken; bir de, kaybettiklerimizi konuşmalısınız. Meselâ, Türk Telekom’un, bedava denecek bir bedelle yabancılara satıldığını açıklamalısınız.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Herkes, gerçek niyetini açıklamalıdır.

Sayın Fehmi KORU
Yenişafak Gazetesi Yazarı
İstanbul 6 Şubat 2010


Sayın KORU;


6 Şubat 2010 tarihli ve “Kıymetini bilelim” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle dâimâ iç ve dış odakların bitmez, tükenmez husumetlerine maruz kalan Türkiye’nin, iktisaden ve siyaseten zorda olduğu bir dönemde; gazeteci olduğunuzu unutarak, siyasî taraflılığınız düşündürücü, moral bozucu ve ümit kırıcıdır.
Yıllardan beri his istismarına dayalı türban ve darbe konularını, ısıtıp, ısıtıp siyasî amaçlı kamuoyu oluşturma gayretleriniz, bu ülkenin ve bu milletin hayrına değildir. Açık ve dürüst olmakta fayda vardır:
1-Şayet, 1967’den itibaren türban, siyasî amaçlı olarak kullanılmasaydı; bugün, bu tartışmalar yapılmayacaktı. Daha açık ifadeyle; halkın dinî hisleri siyasete alet edilmeseydi; Türkiye, sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına, yıllarca evvel kavuşmuş olacaktık. Zaten; tarih boyunca hangi siyasî irade, iktidar hırsıyla dini, siyasete âlet etmişse; o ülkenin ve milletin huzuru, dirlik ve düzenliği bozulmuştur. Örnek: Şam Valisi Muaviye’nin, devlet idaresini ele geçirmek için, Hz. Aliye karşı, halkın dinî hislerini kullanmasıdır. Sıffin harbinde askerlerinin mızraklarına Kur’an sayfaları taktırması; buna mukabil, Hz. Ali’nin ordusundaki askerlerin, “Biz Kur’an’a kılıç çekmeyiz” diyerek, savaşı terk etmeleri; İslâm âlemi’ni, ALEVÎ ve SÜNNÎ olarak ikiye bölmüştür. Bu bölünme, bugün dahî devam etmektedir ve Müslümanlar arasındaki kan dökülmesinin sebebidir. Osmanlı Devleti, DİNİ, SİYASETE ÂLET ETMEDİĞİ için, uzun yıllar üç kıt’ada hakimiyetini sürdürmüştür.
2-Askerî darbeler sona erdiği ve ihtimâl dâhilinde olmadığı ve de ülkeyi, 27 yıldan beri sivil iktidarlar yönettiği halde; darbe olmayan 28 Şubat’ı bahane ederek, ortalığa darbe korkusu salacak şekilde yazılar yazmanız da anlamsızdır. 28 Şubat aslında, hükümet ortağı Tansu Çiller’in, ne pahasına olursa olsun; tekrar, Başbakan olabilmek için verdiği bir mücadeledir. Aksi olsaydı; Başbakan Necmettin Erbakan, 1 Mart 1997 tarihinde istifa etmiş olurdu. Kâhin olmaya gerek yoktur: Refah-Yol Hükümeti’nin, hangi pazarlıkların üzerine kurulduğunu bilen herkes, bu gerçeği kabullenirler. Sır da değildir: Necmettin Erbakan, 135 gün sonra, “Baskılara dayanamıyorum” diyerek istifa ederken, maruz kaldığı baskıları da açıklamamıştır. Şu gerçeğe dikkatinizi çekmek isterim:
Tansu Çiller, Refah Partisi ve Necmettin Erbakan hakkında çok ağır sözler söylemiştir ve ithamlarda bulunmuştur. İşte, sözleri ve ithamları:
“Refah Partisi ile koalisyon yapmayız. DYP, lâikliğin teminatıdır.” (27/12/1995)
“Erbakan ile işbirliği yapıp, Cumhuriyeti yıkmak isteyen kadrolar, bugün Anavatan Partisi’ndedir.” (19/12/1995)
“Bir tarafta GERİCİLİK, TUTUCULUK, yani; Yılmaz ve Erbakan var; diğer tarafta, biz varız.” (16/11/1995)
“Refah Partisi, PKK gibi; ellerinde harita, Türkiye’yi bölmüşler.” (10/08/1995)
“Erbakan’ın adil düzeni, Fidel Kastro düzeni, Mao düzeni, Mercümekçi düzeni. Kadayıfçı Erbakan’a inanmayın.” (12/11/1995)

“Erbakan, demokrasiye ve hür Türkiye’ye karşıdır.” (15/11/1995)

“Refah Partisi’nin iktidara gelmemesi için elimden geleni yaptım. Biz, koltuk sevdasıyla hareket etmedik. Başbakanlık uğruna Refah Partisi’yle koalisyona girmedik. Bu çizgiyi, devam ettireceğim.” (25/2/1996)

“Biz, Refah Partisi ile koalisyona girmeyiz. Bu tip koalisyonların müzakeresine bile oturmayız.” (19/2/1996)

“Sayın Erbakan, bir takım şeyleri yaparsa ilkesiz olur, partisini gayri meşru ilân eder. Şimdi, ilk muhalefet başkanı olacağım. Kamuoyu görmeli ki; Çiller, koltuğa değil, ilkelere bağlı.” (17/2/1996)

“Refah Partisi iktidarı ülke için çok zararlı; bunun, engellemesi gerekir.” (16/2/1996)

“Mesut Yılmaz, seçimlerden önceki “Refah Partisi ile koalisyon yapmam.” Taahhüdüne bağlı kalmalı.” (11/1/1996)

“Lâkliğin teminatı biziz, demokrasinin teminatı, TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’dir.” (4 Mart 1997)


Sayın KORU;


Tansu Çiller bu sözleri söylediği ve ağır ithamlarda bulınduğu zaman, nasıl bir tepki verdiğinizi bilmiyorum. Ama; REFAH-YOL HÜKÜMETİ’nin, Tansu Çiller’i YÜCE DİVANA göndermeme pazarlıkları üzerine kurulduğunu, o günleri gören herkes bilmektedir. Tansu Çiller, hükümet kurulduktan sonar, “Boynumdaki üç düğümden kurtuldum” sözünü, boşuna mı söylemiştir? Eğer, Refah-Yol Hükümeti’nin kuruluşundan sonara, Erbakan’ın geçmiş yıllara ait söylemlerini içeren kasetleri, piyasaya sürülmüştür. Bu kasetlerin, Tansu Çiller tarafından piyasaya sürülmediğini söyleyebilir misiniz? DİKKAT EDİNİZ:
Tansu Çiller, Lâikliğin teminatı biziz, demokrasinin teminatı da, Türk Silâhlı Kuvvetleri’dir.” sözünü, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısından dört gün sonara, yani 4 Mart 1997 tarihinde söylemiştir.
28 Şubat 1997 Millî Güvenlik Kurulu toplantısından sonara, Tansu Çiller’in eşi Özer Çiller’in; kendisine muhalefet eden Milletvekillerine, “Boşuna bizimle uğraşmayınız; zîra, bizimle başa çıkamazsınız. Gazetelerin birinci sayfasını biz finanse ediyoruz.” sözlerini söylediği, herkes tarafından bilinmektedir.
Başbakan Necmettin Erbakan istifa ederken, “Baskılara dayanamıyorum” sözünü söylerken, bu baskıların, nereden geldiğini düşünmeniz gerekmez miydi? Demektir ki; Erbakan, Tansu Çiller’in baskılarına ancak, 135 gün dayanabilmiş!
Bu gerçekleri bildiğinize adım kadar eminim. Buna rağmen, 28 Şubatı dilinize dolayarak, bugün ortalığa olmayan ve olması mümkün olmayan bir DARBE KORKUSU salmanızın ve bu bahane ile devamlı surette Türk Silâhlı Kuvvetlleri’ni hedef almanızın sebebi nadir acaba? Kamuoyunun bilmediği bir misyonunuz mu vardır? Bir siyasî amaç mı gütmektesiniz?
Gerçekten merak ediyorum. Bu hususta beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum ve hatta size, minnettar kalırım.
Şayet imkân olursa ve bir engel yoksa, “POLİTİK AÇILIM PROGRAMINIZA konuk olmak isterim.


Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

5 Şubat 2010 Cuma

Devlet, kurallarına göre yönetilmelidir.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 5 Şubat 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Hemen, hemen her konuşmanızda, “Yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü” sözlerini söyleyerek, hitap ettiğiniz kitlelerin his ve heyecanını canlı tutmaya çalışmaktasınız. Bu, siyasetin icabı olarak doğal hakkınızdır. Ancak; ölçü kaçarsa, YARATANIN, YARATILANA hesap soracağını unutturmuş olursunuz. Şöyle ki;


Allah, kullarına ömür, hayat, sayılı nefes, irade ve hürriyet sıfatları başta olmak üzere makam, mevki, servet, kuvvet, para v.s gibi varlıkları kapsayan sayısız nimetler vermiştir. Bunun karşılığında da kullarına, verdiği nimetlerin şükrünü eda etmelerini (yerinde kullanılmasını) emretmiştir. Bunu da sözle değil, hakkını vererek yerine getirilmesini istemiştir. Bunun, yollarını da, Kur’an’da beyan etmiştir. Birkaç örnek:


Makamın şükrü, ADÂLETTİR.
Güzelliğin şükrü, İFFET ve NAMUSTUR.
Kuvvetin şükrü, ZALİMDEN MAZLUMA İNEN YUMRUĞA SİPER OLMAKTIR.
İrade ve Hürriyet sıfatlarının şükrü, KULA, KULLUK ETMEMEKTİR.
Servetin, paranın şükrü, ÜLKENİN, MİLLETİN ve HATTA BÜTÜN İNSANLIK ÂLEMİNİN HAYRI İÇİN KULLANMAKTIR.
Hayatın şükrü, İLERDE HESABI SORULMAK ÜZERE ALLAH TARAFINDAN VERİLEN ÖDÜNÇ BİR SERMAYE OLDUĞUNU KABULLENMEK ve İCABINI YERİNE GETİRMEKTİR.


Bu Mektubumu yazış sebebim de, şudur:


Bugün partinizin Kadın Kolları Toplantısında yaptığınız konuşmanızı, televizyonlardan dinledim. Bu konuşmanızda yine, iktidar döneminizi överek, Türkiye’yi 2002 yılından başlattınız ve muhalefeti de, sert bir üslûpla eleştirdiniz. Merak ettiğim husus da, şudur:


Yunus Emre, “Yaratılmışı severiz, yaratandan ötürü” sözünü, gönülleri birleştirmek için söylemiştir. Zîra; gönül ayrılıkları ve insanların bir birlerine düşmeleri sebebiyle, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılacağını görmüştür. Öyle de olmuştur. Tarihen sabittir ki: Yıkılan Anadolu Selçuklu Devleti’nin enkazı üzerinden; Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlâna Celâleddin Rumî’nin, sevgiye dayalı birleştirici telkinleri doğrultusunda, Osmanlı Devleti doğmuştur.


Şimdi siz; bir taraftan Yunus Ermenin sözünü ölçü alırken, diğer taraftan muhalefet partilerini ağır bir üslûpla eleştirirken, gönüllerin kırılacağını, insanların bir birleriyle zıtlaşacaklarını, hiç hesaba katmıyor musunuz? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmesi gereken konuları, niçin meydanlara taşıma gayretine girmektesiniz? Hür bir zeminde ve açık bir şekilde yapılmayan tartışmalarda, iyi bilgilendirilmeyen halk, kimin doğru söylediğine, nasıl karar verecektir? Unutulmamalıdır: Kamuoyu yoklamaları, CHP ve MHP’nin oy toplamlarının yüzde 47 seviyesine ulaştığını göstermektedir. Basit bir örnek;


Merkez Bankası döviz rezervini, iktidarınız döneminde 30 milyar dolardan, 70 milyar dolara çıkardığınızı ifade ettiniz. Bu durum karşısında “Özelleştirmelerden elde ettiğiniz 50 milyar doları (Bizzat sizin beyanınız) nereye koydunuz?” sorusu sorulsa; acaba, cevabınız ne olur?


Sayın BAŞBAKAN;


Kim ne derse desin ve kim, nasıl yorumlarsa yorumlasın; geniş halk kitleleri zordadır, sıkıntıdadır ve borç içinde yüzmektedir. Çalışanların, emeklilerin, dul ve yetimlerin aldıkları ücretler bellidir ve bu ücretlerle geçinmeleri mümkün değildir. Tarım kesimi, iyice çökmüştür; esnaf, sanatkâr ve küçük ticaret erbabı ve sanayici, gayet zordadır. İcra dairelerindeki dosya sayısı dehşet verici seviyelere ulaşmıştır. Evlerdeki buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonlar ve bilgisayarlar haciz altındadır ve satışa sunulmak üzere götürülmektedir. Sokaklar, genç işsizlerle doludur. Buna mukabil; halkın ancak yüzde 10’luk bir bölümü rahattır ve her şart altında rahat tüketim imkânına sahiptir. İktidarınız da dâhil, uzun yıllardan beri DEVLET, bir TİCARETHANE gibi yönetildiği için, SOSYAL DEVLET İLKESİ terk edilmiştir. Özelleştirmeler, usulüne ve amacına uygun bir şekilde yapılmadığı için; önemli iktisadî değerlerimiz, ya yabancıların eline geçmiş veya tasfiye edilmiştir. Bunun ağır bedelini, yalnız bugün yaşayan nesil değil, gelecek nesiller de ödeyecektir. Açık ifadeyle; VAHŞİ KAPİTALİZM, milleti ezmiş, geçmiştir. Yüksek oranlı dolaylı vergiler, kimsede takat bırakmamıştır.


Parti toplantılarında alkışlayanlarınızın çok olduğu bir dönemde; çekinmeden doğruları söyleyebilecek kişilerin olduğunu belirtmek için, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

4 Şubat 2010 Perşembe

Türkiye'yi idare etmek kolay değildir.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 3 Şubat 2010


Sayın BAŞBAKAN;


Bugün, basın mensuplarına yaptığınız açıklamalarınızı dikkatle dinledim. Söylediğiniz sözleriniz hakkında bir yorum yapmayacağım. Ancak, şu önemli hususu belirtmek isterim:
Türkiye’nin muhtaç olduğu en önemli husus; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimidir. Ne yazık ki Türkiye, sebebi ne olursa olsun, böyle bir zaman dilimini yakalayamamıştır. Bundan sonra da yakalayabileceğini zannetmiyorum.
Bugün ülkeyi yöneten iktidarın Başbakanı’sınız. Bu bakımdan; sözleriniz, davranışlarınız ve ülkeyi idare ediş tarzınız, devlet organları arasındaki ahengin sağlanmasında ve milletin huzurunun temininde en büyük etkendir. Bu sebeple; Ülkenin Başbakanı olarak, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğine göre hareket etmek zorundasınız.
Sorunları, zorlukları ve hedefleri büyük olan Türkiye’yi yönetmek kolay değildir. Bu bakımdan ülkeyi idare eden siyaset adamlarının, hesapta yanılmamaları şarttır. Zîra; hesapta yanılmanın doğal sonucu, başarısızlıktır.
Lider olabilmek de, kolay değildir. Lider olabilmenin önemli şartlarından biri de, toplumun ölçülerine uyabilmektir. Liderin sözleri, davranışları ve kavgaları, temsil ettiği kitlelerin ölçülerine, isteklerine, eğilimlerine cevap verebilmelidir. Sabır, sinir dayanıklılığı, deneylerden ders alabilmenin yanında; ölçülü rekabet, inisiyatifi elde tutmak ve kendine güvenmek, bir demokratik liderde aranan başlıca niteliklerdir.
Kim ne derse desin; bugün Türkiye, zordadır. Bıkmış, küstürülmüş ve şevkini kaybetmiş geniş halk kitleleri; günlük maişetlerini temindeki zorluklara rağmen sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı istemektedir. Lüzumsuz, kısır ve dar tartışmaların yarattığı belirsiz ortam, halkın ümitlerini kırmaktadır ve moralini bozmaktadır.
Bu bakımdan; her fırsatta televizyonlara çıkarak, sert ve kırıcı bir hitabet tarzı ile siyasî konuşmalar yapmanızın doğru olmadığını, vatandaşlık haklarımın gereği olarak hatırlatmakta beis görmemekteyim. iştirâk ettiğiniz toplantılarda, toplantının gündemiyle ilgili olan konularda konuşmanızın, sayısız faydaları olacaktır. Her toplantıda, muhalefeti eleştirmeniz de doğru değildir. Zîra; muhalefet müessesesi, sadece ve sadece GERÇEK DEMOKRASİLERDE vardır ve muhalefet de, MİLLÎ İRADENİN bir parçasıdır.
Tarihî bir gerçektir:
Birkaç asırdan beri ülkemizde meydana gelen huzursuzluklar, din tartışmaları esasına göre meydana gelmiştir. Dinli- Dinsiz tartışmaları, milletimize çok şeyler kaybettirmiştir. Sultan II. Abdülhamid’i tahtan indiren kaos ve kargaşa, “Şeriat elden gidiyor.” gösterileriyle başlatılmıştır. Abdülhamid’in HÂL FERMANININ müsveddesini de, büyük bir din âlimi Kabul edilen Elmalılı Hamdi Efendi yazmıştır.
Dinli-Dinsiz tartışmaları yapılmıştır. Ama, hiç kimse de, Yüce ve Evrensel olan İslâm Dini’nin ne olduğunu anlatmamıştır. Büyük Kitap Kur’an mezarlık kitabı yapılmış; Yüce İslâm Dini şekilciliğe ve sadece taat ve ibadete hapsedilmiştir. Hz. Peygamberimizin nübüvvet kuvvetiyle 23 senede ta’lim ettiği DİNİ, mahallenin imam efendisi veya muezzin efendisi, yaz tatillerinde 2-3 ayda öğrettiğini zannetmiştir. 5-6 yıllık İmam-Hatip Liselerinden veya medreselerden mezun olanlar da kendilerini, din âlimi zannetmişlerdir. Neticede de Tarikat şeyhleri, cemaat liderleri, geniş halk kitlelerini kendilerine tabî hale getirerek, sorgulamasını unutan bir dindar kesim oluşturmuşlardır.
Zavallı saf beşeriyeti, DİNİN RUHİYETINDAN bihaber, metninden de anlamadan yürüyen şaşkın, taşkın, dışı hoş, içi boş sofular DİNDEN; haris, hasis, vurguncu, maddeden başka bir şey tanımayanlar da HAYATTAN nefret ettirmişlerdir.
Bugün Müslümanlar İslâm Dini’nin safiyetlerinden ve özünden o kadar uzaklaşmışlardır ki; dalâlet içinde yüzenler bile onlarla eğlenmek cür’etini göstermişler; onları, akılsızlıkla, kabiliyetsizlikle itham etmek cesaretinde bulunmuşlardır.
Yüce ve evrensel İslâm Dini Müslümanlara, nefislerinin hayırlarını ayak altına almalarını, FAZİLETİ, MENFAATE tercih etmelerini, “evvelâ CÂNÂN, sonar CAN” diyerek kalplerini ve kalıplarını birleştirip aynı maksatla çalışmalarını emrettiği halde; iman iddiasında bulunanlar dahî, bu emirlerin icabına uymamaktadırlar ve TARİKAT ve CEMAAT oluşumları sebebiyle kendi aralarında zıtlaşmaktadırlar.
Yine Yüce ve evrensel İslâm Dini, “âlemin nizamı YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET ile kaimdir. İnsanlar, Yüksek AHLÂK ve FAZİLET ile kalplerini, fikirlerini aydınlatmazlarsa, Ahlâk ve fazileti terk ederek HASİS MENFAATLER sebebiyle HAKKI iptâl ederlerse; DÜNYA ve AHİRET hayatlarını mahvederler.” esasını kesin kural olarak ortaya koymuştur. Bu iki esas hayata geçirilseydi; Özel imtiyazlar ortadan kalkar ve rüşvet kapıları kapanır, adâlet meydana gelir; adâlet de emniyeti sağlardı. Onun için Hz. Peygamberimiz, “Rüşvet bir kapıdan girerse, emniyet, derhal pencereden çıkar” diye buyurmuşlardır.
Yine bu büyük Din, “Bir gün adâlet icra etmek, yetmiş sene ibadet etmekten hayırlıdır.” diye emretmiştir. Bu sebeplerden dolayı, AHLÂK, FAZİLET ve ADÂLET gözetilmediği takdirde; ne imanın, ne dindarlığın ve ne de taat ve ibadetin bir mânâsı olmaz. Zaten Hz. Peygamberimizin, Hıra Dağı’ndan tek başına İslâm Dini’ni ilân ettiği zaman ilk emirleri şöyledir:
1- ACİZ İNSAN PUTUNA tapılmayacaktır. Yani; KULA, KULLUK edilmeyecektir.
2- FUKARA inletilmeyecek ve GARİPLERİN SIRTINA binilmeyecektir.
3- ACİZLER, GÜÇSÜZLER, itilip, kakılmayacaktır.
4- HERKES HAKKINI, serbestçe alacaktır.
Sayın BAŞBAKAN;


İslâm Dini’nde imtiyazlı bir sınıf yoktur ve gerek VAZİFE hususunda, gerek ADÂLET hususunda ve gerekse HAK hususunda herkes eşittir ve herkes, yaptıklarının hesabını vermek zorundadır. Şayet HAK ve VAZİFE kavramları ortadan kaldırılırsa, yani;VAZİFESİNİ yapan HAKKINI alamazsa, yahut; VAZİFE yapmadan HAK talep ederse; o toplumun, inancı ne olursa olsun, huzur bulması, saadete erişmesi ve muhabbet içersinde yaşaması mümkün olamaz. Zîra; bu takdirde, adam kayırmalar, rüşvetler, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” anlayışına göre ayırımlar, bir kurt gibi toplumu içten kemirerek çürütür ve de; toplumun ZAYIFLARI, toplumun KUVVETLİLERİNDEN serbestçe HAKLARINI alamadıkları için, her sahada ZULÜM payidâr olur.
Bu sebeple; yaptığınız konuşmalarınızda, DİNİ ve DİNDARLIĞI esas alırken ve ÖLÇÜ Kabul ederken, bu gerçekleri dile getirirseniz, çok daha isabetli davranmış ve toplumu aydınlatmış olursunuz. Temennim de şudur:
İslâmda, İMTİYAZLI BİR SINIFIN olmadığını; HAK, VAZİFE ve ADÂLET hususnda herkesin EŞİT olduğunu, HALKA ve BÜTÜN CİHANA Kabul ettirmek için, SINIRSIZ MİLLETVEKİLİ DOKUNULMAZLIĞINI kaldırırsanız ve MEŞVERET ESASINA uygun düşecek biçimde SEÇİM ve SİYASÎ PARTİLER KANUNLARINI değiştirerek, milletin HÜR İRADESİNİN serbestçe TECELLÎSİNE imkân tanırsanız; bu BÜYÜK ÜLKEYE ve bu YÜCE MİLLETE, tarihin sayfalarına ALTIN HARFLERLE geçecek BÜYÜK BİR İYİLİK yapmış olursunuz.
Demokratik haklarımı kullanarak ve vatandaşlık görevlerimin icabı olarak, duygu düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınızı umuyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı

2 Şubat 2010 Salı

İktisadî çöküşün gerçek sebebi.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 2 Şubat 2010


Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Meclis Grubu toplantısında yaptığınız konuşmanızı, büyük bir dikkatle izledim.
Sert bir üslûpla muhalefeti hedef alan konuşmanız, alıştığımız ve bundan evvelki konuşmalarınızda belirttiğiniz hususların tekrarı mahiyetindedir. Yine; Türkiye’yi 2002 yılından başlattınız ve sizden evvelki iktidarları statükoculukla ve popülistlikle suçladınız. Bunu yaparken de; devraldığınız varlıkları hiç hesaba katmadınız.
Konuşmanızın dikkat çekici bölümlerinden biri de, para basma konusudur. Sanki, sizden evvelki iktidarların ekonomiyi, para basarak yürütmüşler gibi bir izlenim vermeye çalıştınız. Bana göre en büyük yanılgınız da budur. Öyle zannediyorum ki; ekonomi danışmanlarınız, ilgili bakanlarınız ve bürokratlarınız, bu hususta sizi, yanlış bilgilendirmişlerdir. Şöyle ki:
12 Eylül 1980’i milât kabul edersek; o günden bugüne kadar geçen süre içersinde ülkeyi idare edenler, para basmak bir yana; ekonominin ihtiyacı olan parayı piyasaya vermemişler ve yabancı paraları tedavüle sokarak, dolar ticaretini en büyük ve en kârlı sektör haline getirmişlerdir
Bu sistemin kurucusu da, yere, göğe sığdıramadığınız Turgut Özal’dır. 12 Aralık 1983 tarihinde yürürlüğe konan Türk Parasının Kıymetinin Korunması Hakkındaki Kanunda yapılan değişiklik, 1987 yılında Hazine ile Merkez Bankası arasında imzalanan Protokol (Ki; bu protokol, Merkez Bankası’nın Hazine’yi fonlamayacağını içermektedir), Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite kararı; Türkiye’nin ekonomisini, rant esasına göre şekillendirerek, üretkenlikten uzaklaştırmıştır. Aradan geçen 30 yıl zarfında, Türkiye’nin ekonomisi tasfiye edilmiş ve başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve hatta perakende ticaretimiz, yabancıların eline geçmiştir. Üstelik; bu dönem zarfında Türkiye, 600 milyar doları aşkın faiz ödemiş ve iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Bu gerçeğin üstü de, “Aman, para basılmasın, sonra enflâsyon olur.” aldatmacasıyla örtülmüştür. İktidarınız da, aynı modelde karar kıldığı için, başarısızdır ve bu sebeple de şikâyetler, had safhadadır.
İsterseniz; 12 Eylül 1980’i milât kabul ederek, bir araştırma yaptırabilirsiniz. Devletin kayıtları elinizdedir. 12 Eylül sabahı 12,5 milyar dolar olan dış borçların, yok denecek kadar olan iç borçların, hangi tarihlerden itibaren büyüdüğünü ve bugün, hangi seviyelere ulaştığını, kolaylıkla tespit ettirebilirsiniz. Şöyle bir mukayese de yaptırabilirsiniz:
1965 yılında Türkiye’nin, geleneksel tarım ürünlerine dayalı ihracatı, 500 milyon dolardı ve fert başına millî geliri, 400 dolardı. Bir askeri müdahaleye ve istikrarsız geçen 1970’li yıllara rağmen; 15 yıl zarfında, fert başına millî gelirimizin 1600 dolara, ihracatımızın 3,5 milyar dolara nasıl yükseldiğini tespit ettirebilirsiniz.
1965’te 4 milyon ton olan çimento üretiminin 22 milyon tona; 4,5 milyar kilovat/saat olan elektrik üretiminin 36 milyar kilovat/saate; 280 bin ton olan sıvı çelik üretiminin 8 milyon tona; 1 milyon ton olan rafineri kapasitesinin 32 milyon tona nasıl ve hangi ekonomi ve para politikaları sayesinde yükseltildiğini ve saymakla bitirilemeyecek kalkınma ve yatırım hamlelerinin nasıl gerçekleştirildiğini tespit ettirebilirsiniz.
Bu işin anahtarı da, tedavüldeki kâğıt para miktarıdır. Bunun tespiti de gayet kolaydır. Şöyle ki:
Tedavüldeki para miktarını, millî gelire ve Bütçe büyüklüğüne oranlamak yeterlidir. Bu tespitte; tedavüldeki para miktarının Millî gelire oranının yüzde 10; Bütçe büyüklüğüne oranının da yüzde 30 olduğu görülecektir. Bu tespitte bir şey daha görülecektir: 1985’den itibaren bu oranlar küçülmüştür. Bugün oran; Bütçe büyüklüğüne göre yüzde 12, Milli gelire göre yüzde 4 seviyesindedir.
İşte Türkiye, para basılmaması sebebiyle iç ve dış borç batağına saplanmıştır ve yabancılara varlık satışları sebebiyle millî servetimizde azalma olmuştur. Kazananlar ise, KUR-FAİZ makasında oynayan dolar tacirleridir.
Sayın BAŞBAKAN;
Hemen, hemen her konuşmanızda, Zorunlu Tasarruf ve Konut Edindirme Yardım Fonundan bahsetmektesiniz. Bu fonlar, yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle geçmiş iktidarların getirdiği çarpık uygulamalardır. Bu ödemeleri yaptığınız için övünürken; diğer taraftan İşsizlik Sigorta Fonunu görmezden gelmektesiniz. Bu fondan Bütçeye yapılan aktarmalar, günün birinde sizin için de tenkit konusu yapılacaktır.
İfade etmekte beis görmüyorum:
Türkiye, 30 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edilmektedir. Bu yanlış model Türkiye’yi, finans ve bankacılık kesimiyle Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esîr edilmiştir. Yani; ülkenin kaynakları, belirli bir zümreye ikram edilmiştir. Orta tabakanın erimesinin, işsizliğin, fukaralığın, çaresizliğin, yatırımsızlığın, üretimsizliğin ve istikrarsızlığın gerçek sebebi budur.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi, vatandaşlık görevi olarak addettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı