Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
BAŞBAKAN ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 28 Aralık 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Ankara Altındağ’da, partinizin adaylarını açıkladığınız toplantıda yaptığınız konuşmanızı, büyük bir dikkatle dinledim. Aşağıda belirttiğim ifadeleriniz dikkat çekici ve düşündürücüdür:
“Altı yıl zarfında sâdece Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’ndan ihtiyaç sahiplerine, 5 katrilyon lira kaynak aktarıldı.
81 il merkezinde, kömürlerin fakirlere ulaştırılması için, 10 bin kişi istihdam ediliyor, 90 bin adet kamyona iş veriliyor.
Doğu illerimizde ithâl kömür fiyatları, normal artış göstermiştir. Biz, 550 liraya ve iki taksitle vermeye başladık.
Göreve geldiğimizde, 9 ilde doğalgaz dağıtılıyordu. Şimdi 6 yılda, 63 ilde doğalgaz var.
FARELERİN BİLE AÇ GEZDİĞİ BİR HAZİNEYİ DEVRALDIK.
IMF’ye borç 23 milyar dolardı. Şimdi, 8,5 milyar dolar. Bu borcu, biz ödedik.”
Bu sözleri de, iktidarınızı övmek ve başarılı göstermek için kullandınız. Eğer, bu saydıklarınızı, bir iktidar başarısı olarak kabul edersek; zihinlerimizde hâsıl olan aşağıdaki soruların da, cevaplandırılması gerekir:
1- 6 yıl zarfında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’ndan ihtiyaç sahiplerine aktardığınız 5 katrilyon lira, neredeyse, Türk-Telekom’un ilk etapta satılan yüzde 55 hissesinin satış bedeline eşittir.
Acaba, Türk-Telekom hisselerini, nihaî çözüm getirmeyen bir sosyal harcama için fedâ etmek, tutarlı bir icraat mıdır ve bu sosyal faaliyetler için daha tutarlı bir kaynak bulunamaz mıydı?
2- Kömür dağıtımı için istihdam edilen 10 bin kişi, daimi kadrolu mudur? Bu kişiler istihdam edilirken, hangi usul uygulanmıştır?
90 bin adet kamyona iş verilirken, hangi kriterler gözetilmiştir?
Doğu illerimizde dağıtılan ithâl kömürler nereden ve hangi şartlarda alınmıştır? Bu işler için ihale yapılmış mıdır? Ülkemiz, zengin kömür yataklarına sahiptir. Kömür ithâl edeceğinize, yerli üretimi niçin arttırmadınız?
3- Göreve geldiğinizde 9 ilde doğalgaz dağıtıldığı doğrudur. Unutulmamalıdır ki; İran ve Rusya doğalgazı sizden önceki iktidarlar tarafından getirilmiş ve depolama tesisleri kurulmuş ve de illere dağıtımı sağlayacak ana boru hatları döşenmişti.
Doğalgaz getirilmeseydi, boru hatları döşenmeseydi ve depolama tesisleri yapılmasaydı; doğalgaz dağıtımını 63 ile yaygınlaştırabilir miydiniz? Veya, sıfırdan başlasaydınız, 6 yıl zarfında kaç ile doğalgaz götürebilirdiniz?
4- “Farelerin bile aç gezdiği bir hazine devraldık” sözünüz doğru mudur? Bir konuşmanızda, “6 yıl zarfında 50 milyar dolarlık özelleştirme yaptık” sözünü söylemiştiniz. Özelleştirilerek satılan varlıklar, iktidarınızın meydana getirdiği varlıklar değildir. Bu varlık, size devredilen bir hazine değil midir?
5- İktidara geldiğiniz zaman IMF’ye 23 milyar dolar borcumuzun olduğu ve 15 milyar doların iktidarınızın zamanında ödendiği doğrudur. Ama; 6 yıl zarfında, iç ve dış borçlar, 500 milyar dolara yaklaşmıştır. İktidara geldiğiniz zaman bu borç, 220 milyar dolardı. Borçları, 6 yıl zarfında bir misli arttırırken, IMF’ye ödenen 15,5 milyar dolar, övünç vasıtası yapılabilir mi?
Sayın BAŞBAKAN;
Siyasetçi değilim. Bu ülkede yaşayan ve ülke sorunların dikkatle izleyen bir vatandaşım. Siyasî amaçlı övmeleri veya yermeleri, uygun bulmuyorum. Bir ülkenin geçmişini kötülemenin, hiç kimseye fayda getirmeyeceğinin de bilincindeyim.
Elbette övünmek ve iktidar dönemini başarılı göstermek, siyasetin tabiatında vardır. Ama; bu, hiç kimseyi incitmeden, rencide etmeden yapılmalıdır. Bu bakımdan; geçmiş iktidarları eleştirirken;
“Bizden evvelki iktidarlar da bu ülkeye hizmet etmişler, eserler vermişler ve varlık meydana getirmişlerdir. Ama, YEŞERTİLEN AĞAÇLAR, DAHA FAZLA MEYVE VERMELİYDİ. Biz; bu eksiği tamamlıyor ve eserlere eserler katıyoruz.” demeliydiniz. Ve hattâ, örnekler vererek, “ İskenderun Demir- çelik tesisi gibi bir tesisi, Atatürk Barajı gibi bir barajı ve Tüpraş gibi bir rafineri ve petrokimya tesisini, 6 yıl zarfında hizmete sokmayı başardık “ demeliydiniz. Zira; Türkiye’nin gerçek ihtiyacı bellidir ve bilinmektedir;
En büyük ihtiyacımız, SULH, SÜKUN, HUZUR VE GÜVEN ORTAMI İÇERSİNDE GEÇİREBİLECEĞİMİZ 15-20 YILLIK BİR ZAMAN DİLİMİDİR. Ne yazık ki; böyle bir zaman dilimini, Devlette devamlılığı gözetmeyen ve kısır çekişmeler yaratan siyaset ve devlet adamları yüzünden, hiçbir zaman yakalayamadık. Bu gerçeği göremeyenler, zirvedeki çekişme ve kavgaların, halka da yansıyacağı gerçeğini anlayamadılar. Menfaatler kesilince DOSTLUKLARIN, kuvvetli DÜŞMANLIĞA dönüşeceği gerçeğine göre hareket edemediler.
Parti toplantılarında alkışlayanlarınızın ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” diyerek tezahüratta bulunanlarınızın çok olduğu günümüzde, doğruları söyleyebilme cesaretine sahip kişilerin bulunabileceğini hatırlatmak için, demokratik haklarımı kullanarak bu mektubumu yazmış bulunmaktayım.
Dikkate alacağınızı ummaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
28 Aralık 2008 Pazar
2000 yılına göre Değişen nedir? (Yazı tarihi düzeltilmiştir.)
Sayın Güneri Civaoğlu
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
20 Aralık 1999
17 Aralık 1999 tarihli ve " Genel Müdürün Şoförü" başlığını taşıyan yazınızı okudum..Maliye Bakanı Sümer Oral'ın söyledikleri doğrudur. Yani; devlet yönetiminde istenmeyen ve herkesçe bilinmeyen bir israf vardır. Ama, bu; devleti tıkayacak, kamu açıklarına sebep olabilecek ve enflasyonu azdıracak cinsten bir israf değildir.
Dikkatleri bu noktaya yoğunlaştırmak, gerçekleri görmemek veya görememek anlamına gelir. Zaten; 2000 yılı bütçesinin hedeflerine bakacak olursak, bu gerçeği net bir şekilde görürüz.
İşte, 2000 yılı taslak bütçenin rakamları:
PERSONEL GİDERLERİ..............................10 KATRİLYON TL
FAİZ GİDERLERİ......................................... 22 KATRİLYON TL.
CARİ HARCAMALARI................................... 4 KATRİLYON TL.
DİĞER TRANSFERLER................................10 KATRİLYON TL.
YATIRIMLAR..................................................2,5 KATRİLYON TL.
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ................................ .48,4 KATRİLYON TL
.
BÜTÇE GELİRLERİ.......................................32 KATRİLYON TL
.
BÜTÇE AÇIĞI ...............................................16 KATRİLYON TL,
Dikkatlerinize arz ediyorum:
Bir an için bir formül bulunduğunu ve cari harcamaların sıfırlandığını farz edelim. Böyle bir formüle rağmen, bütçe açığının kapanmadığı görülecektir.
Yani; dikkatleri sadece "israf" olarak nitelenen kalemlere çekmenin, bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye'nin asıl derdi, iç borç faizleridir. 2000 yılında ödenmesi gereken iç borç faizinin miktarı yaklaşık 46 milyar dolardır ki; bu açığı personel ve cari giderlerinden yapılacak kısıntılarla gidermek mümkün değildir.
Hesap ortadadır:
2000 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken iç borç stoku, 33 katrilyon liradır (bu günkü kura göre 63,5 milyar dolar).
Bu büyüklükteki iç borcun faizi 22 katrilyon lirada kalamaz. En iyimser bir yaklaşımla 30 katrilyon lirayı bulacaktır. (57 milyar dolar) Yani; 2000 yılı bütçesinde ön görülen iç borç faizi ödemesi, bütçe hedefini aşacaktır.
Diğer bir ifadeyle, 2000 yılı bütçesi açığı, ön görülenden daha büyük olacaktır. Ayrıca; 48,5 katrilyon lira ( 85 milyar dolar) büyüklüğünde ön görülen 2000 yılı bütçesinde yatırımlara 2,5 katrilyon lira ( 4,3 milyar dolar) tutarında pay ayrılması, başta maliye bakanı olmak üzere herkesi düşündürmelidir. Bu rakam, 46 milyar dolar faiz ödemesinin yanında bir hiçtir.
Bu bakımdan Maliye Bakanı Sümer Oral, iç borç faizlerini düşünmeli ve bir çare bulmalıdır. İşin dehşetini bir örnekle izah edeyim. Dün, Kargamış Barajı işletmeye açıldı. Yapımı 3,5 yıl süren bu baraj, yılda 650 milyon kilovat/saat enerji üretecektir. Bu baraj, 165 milyon dolara mal olmuştur.
Şimdi, dikkat ediniz: Barajın maliyeti 165 milyon dolar. Yani; yaklaşık 82, 5 trilyon lira. Bir günlük iç borç faizi, 56 trilyon.
Yani; koca baraja 1,5 günlük iç borç faizi kadar para harcanmış...
Bu çarpıklık ülkeyi yönetenleri düşündürmelidir. Çünkü Türkiye'nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca ihtiyacı yoktur.
Belimizi büken iç borç, KUR- FAİZ makasıyla kasıtlı ve bankacılık ve finans kesimine rant sağlamak için yaratılmıştır. 1984 yılı başından beri yürürlüğe konulan para politikaları yanlıştır.
Ve bu yanlışlıkta Merkez Bankası ile Hazine rol üstlenmiştir.
Merkez Bankası, 1984 başından beri, ekonominin ihtiyacı olan kağıt parayı piyasaya sürmemiş; Hazine de olması gereken paranın yerine devlet iç borç senetlerini piyasaya sürmüştür. Bu yanlış para politikalarının neticesinde, Yabancı paralar tedavüle sokulmuş ve para ticareti başlamıştır.
Kur- Faiz makasındaki bir mekanizma ile, ülkenin varlığı bir avuç insana peşkeş çekilmiştir. Ekonomi, rant esasına göre şekillendirildiği için, reel ekonomi yere serilmiştir.
Kur-Faiz makasına dayalı bu sistem yüzünden TL daima değer kaybetmiş ve faizler, yüksek oranlarda seyretmiştir. (Yılbaşına göre TL, dolar karşınında %68 oranında değer kaybetmiştir.) Gelir dağılımındaki adaletsizlik, insanları canlarından bezdirecek şekilde yaygınlaşmıştır.
Paralarını dövizde, faizde tutanlar, hiç çalışmadan, hiç üretmeden, hiç istihdam yaratmadan kazançlı çıkmış; yatırım yapanlar, üretenler, istihdam yaratanlar zararlı çıkmıştır.
Sayın Cıvaoğlu;
Merkez Bankası ve Hazine yanlış yoldadır. Yürürlüğe koydukları para politikasıyla Türkiye, dağ gibi biriken sorunlarının altından kalkamaz. Faiz- Kur makasında geliştirilen bir para politikası, Türkiye'nin gerçeklerine uygun değildir. Türkiye, kan ve zaman kaybetmeye devam edecektir. "Para Yöneticileri Derneği"nin etkili olduğu bir kurulun yönlendirdiği para politikalarıyla, Türkiye düze çıkamaz. ( Para Yöneticileri Derneği'nin etkisini merak ederseniz, yeterli bilgi verebilirim.)
Saygılarımla
Hüsnü Akıncı
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
20 Aralık 1999
17 Aralık 1999 tarihli ve " Genel Müdürün Şoförü" başlığını taşıyan yazınızı okudum..Maliye Bakanı Sümer Oral'ın söyledikleri doğrudur. Yani; devlet yönetiminde istenmeyen ve herkesçe bilinmeyen bir israf vardır. Ama, bu; devleti tıkayacak, kamu açıklarına sebep olabilecek ve enflasyonu azdıracak cinsten bir israf değildir.
Dikkatleri bu noktaya yoğunlaştırmak, gerçekleri görmemek veya görememek anlamına gelir. Zaten; 2000 yılı bütçesinin hedeflerine bakacak olursak, bu gerçeği net bir şekilde görürüz.
İşte, 2000 yılı taslak bütçenin rakamları:
PERSONEL GİDERLERİ..............................10 KATRİLYON TL
FAİZ GİDERLERİ......................................... 22 KATRİLYON TL.
CARİ HARCAMALARI................................... 4 KATRİLYON TL.
DİĞER TRANSFERLER................................10 KATRİLYON TL.
YATIRIMLAR..................................................2,5 KATRİLYON TL.
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ................................ .48,4 KATRİLYON TL
.
BÜTÇE GELİRLERİ.......................................32 KATRİLYON TL
.
BÜTÇE AÇIĞI ...............................................16 KATRİLYON TL,
Dikkatlerinize arz ediyorum:
Bir an için bir formül bulunduğunu ve cari harcamaların sıfırlandığını farz edelim. Böyle bir formüle rağmen, bütçe açığının kapanmadığı görülecektir.
Yani; dikkatleri sadece "israf" olarak nitelenen kalemlere çekmenin, bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye'nin asıl derdi, iç borç faizleridir. 2000 yılında ödenmesi gereken iç borç faizinin miktarı yaklaşık 46 milyar dolardır ki; bu açığı personel ve cari giderlerinden yapılacak kısıntılarla gidermek mümkün değildir.
Hesap ortadadır:
2000 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken iç borç stoku, 33 katrilyon liradır (bu günkü kura göre 63,5 milyar dolar).
Bu büyüklükteki iç borcun faizi 22 katrilyon lirada kalamaz. En iyimser bir yaklaşımla 30 katrilyon lirayı bulacaktır. (57 milyar dolar) Yani; 2000 yılı bütçesinde ön görülen iç borç faizi ödemesi, bütçe hedefini aşacaktır.
Diğer bir ifadeyle, 2000 yılı bütçesi açığı, ön görülenden daha büyük olacaktır. Ayrıca; 48,5 katrilyon lira ( 85 milyar dolar) büyüklüğünde ön görülen 2000 yılı bütçesinde yatırımlara 2,5 katrilyon lira ( 4,3 milyar dolar) tutarında pay ayrılması, başta maliye bakanı olmak üzere herkesi düşündürmelidir. Bu rakam, 46 milyar dolar faiz ödemesinin yanında bir hiçtir.
Bu bakımdan Maliye Bakanı Sümer Oral, iç borç faizlerini düşünmeli ve bir çare bulmalıdır. İşin dehşetini bir örnekle izah edeyim. Dün, Kargamış Barajı işletmeye açıldı. Yapımı 3,5 yıl süren bu baraj, yılda 650 milyon kilovat/saat enerji üretecektir. Bu baraj, 165 milyon dolara mal olmuştur.
Şimdi, dikkat ediniz: Barajın maliyeti 165 milyon dolar. Yani; yaklaşık 82, 5 trilyon lira. Bir günlük iç borç faizi, 56 trilyon.
Yani; koca baraja 1,5 günlük iç borç faizi kadar para harcanmış...
Bu çarpıklık ülkeyi yönetenleri düşündürmelidir. Çünkü Türkiye'nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca ihtiyacı yoktur.
Belimizi büken iç borç, KUR- FAİZ makasıyla kasıtlı ve bankacılık ve finans kesimine rant sağlamak için yaratılmıştır. 1984 yılı başından beri yürürlüğe konulan para politikaları yanlıştır.
Ve bu yanlışlıkta Merkez Bankası ile Hazine rol üstlenmiştir.
Merkez Bankası, 1984 başından beri, ekonominin ihtiyacı olan kağıt parayı piyasaya sürmemiş; Hazine de olması gereken paranın yerine devlet iç borç senetlerini piyasaya sürmüştür. Bu yanlış para politikalarının neticesinde, Yabancı paralar tedavüle sokulmuş ve para ticareti başlamıştır.
Kur- Faiz makasındaki bir mekanizma ile, ülkenin varlığı bir avuç insana peşkeş çekilmiştir. Ekonomi, rant esasına göre şekillendirildiği için, reel ekonomi yere serilmiştir.
Kur-Faiz makasına dayalı bu sistem yüzünden TL daima değer kaybetmiş ve faizler, yüksek oranlarda seyretmiştir. (Yılbaşına göre TL, dolar karşınında %68 oranında değer kaybetmiştir.) Gelir dağılımındaki adaletsizlik, insanları canlarından bezdirecek şekilde yaygınlaşmıştır.
Paralarını dövizde, faizde tutanlar, hiç çalışmadan, hiç üretmeden, hiç istihdam yaratmadan kazançlı çıkmış; yatırım yapanlar, üretenler, istihdam yaratanlar zararlı çıkmıştır.
Sayın Cıvaoğlu;
Merkez Bankası ve Hazine yanlış yoldadır. Yürürlüğe koydukları para politikasıyla Türkiye, dağ gibi biriken sorunlarının altından kalkamaz. Faiz- Kur makasında geliştirilen bir para politikası, Türkiye'nin gerçeklerine uygun değildir. Türkiye, kan ve zaman kaybetmeye devam edecektir. "Para Yöneticileri Derneği"nin etkili olduğu bir kurulun yönlendirdiği para politikalarıyla, Türkiye düze çıkamaz. ( Para Yöneticileri Derneği'nin etkisini merak ederseniz, yeterli bilgi verebilirim.)
Saygılarımla
Hüsnü Akıncı
2000 Yılınna göre Değişen nedir?
Sayın Güneri Civaoğlu
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
20 Aralık 2008
17 Aralık 1999 tarihli ve " Genel Müdürün Şoförü" başlığını taşıyan yazınızı okudum..Maliye Bakanı Sümer Oral'ın söyledikleri doğrudur. Yani; devlet yönetiminde istenmeyen ve herkesçe bilinmeyen bir israf vardır. Ama, bu; devleti tıkayacak, kamu açıklarına sebep olabilecek ve enflasyonu azdıracak cinsten bir israf değildir.
Dikkatleri bu noktaya yoğunlaştırmak, gerçekleri görmemek veya görememek anlamına gelir. Zaten; 2000 yılı bütçesinin hedeflerine bakacak olursak, bu gerçeği net bir şekilde görürüz.
İşte, 2000 yılı taslak bütçenin rakamları:
PERSONEL GİDERLERİ..............................10 KATRİLYON TL.
FAİZ GİDERLERİ...................................... 22 KATRİLYON TL.
CARİ HARCAMALARI................................... 4 KATRİLYON TL.
DİĞER TRANSFERLER................................10 KATRİLYON TL.
YATIRIMLAR..................................................2,5 KATRİLYON TL.
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ................................ .48,4 KATRİLYON TL.
BÜTÇE GELİRLERİ.......................................32 KATRİLYON TL.
BÜTÇE AÇIĞI ...............................................16 KATRİLYON TL,
Dikkatlerinize arz ediyorum:
Bir an için bir formül bulunduğunu ve cari harcamaların sıfırlandığını farz edelim. Böyle bir formüle rağmen, bütçe açığının kapanmadığı görülecektir.
Yani; dikkatleri sadece "israf" olarak nitelenen kalemlere çekmenin, bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye'nin asıl derdi, iç borç faizleridir. 2000 yılında ödenmesi gereken iç borç faizinin miktarı yaklaşık 46 milyar dolardır ki; bu açığı personel ve cari giderlerinden yapılacak kısıntılarla gidermek mümkün değildir.
Hesap ortadadır:
2000 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken iç borç stoku, 33 katrilyon liradır (bu günkü kura göre 63,5 milyar dolar).
Bu büyüklükteki iç borcun faizi 22 katrilyon lirada kalamaz. En iyimser bir yaklaşımla 30 katrilyon lirayı bulacaktır. (57 milyar dolar) Yani; 2000 yılı bütçesinde ön görülen iç borç faizi ödemesi, bütçe hedefini aşacaktır.
Diğer bir ifadeyle, 2000 yılı bütçesi açığı, ön görülenden daha büyük olacaktır. Ayrıca; 48,5 katrilyon lira ( 85 milyar dolar) büyüklüğünde ön görülen 2000 yılı bütçesinde yatırımlara 2,5 katrilyon lira ( 4,3 milyar dolar) tutarında pay ayrılması, başta maliye bakanı olmak üzere herkesi düşündürmelidir. Bu rakam, 46 milyar dolar faiz ödemesinin yanında bir hiçtir.
Bu bakımdan Maliye Bakanı Sümer Oral, iç borç faizlerini düşünmeli ve bir çare bulmalıdır. İşin dehşetini bir örnekle izah edeyim:
Dün, Kargamış Barajı işletmeye açıldı. Yapımı 3,5 yıl süren bu baraj, yılda 650 milyon kilovat/saat enerji üretecektir. Bu baraj, 165 milyon dolara mal olmuştur.
Şimdi, dikkat ediniz:
Barajın maliyeti 165 milyon dolar. Yani; yaklaşık 82, 5 trilyon lira. Bir günlük iç borç faizi, 56 trilyon.
Yani; koca baraja 1,5 günlük iç borç faizi kadar para harcanmış...
Bu çarpıklık ülkeyi yönetenleri düşündürmelidir. Çünkü Türkiye'nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca ihtiyacı yoktur.
Belimizi büken iç borç, KUR- FAİZ makasıyla kasıtlı ve bankacılık ve finans kesimine rant sağlamak için yaratılmıştır. 1984 yılı başından beri yürürlüğe konulan para politikaları yanlıştır.
Ve bu yanlışlıkta Merkez Bankası ile Hazine rol üstlenmiştir.
Merkez Bankası, 1984 başından beri, ekonominin ihtiyacı olan kağıt parayı piyasaya sürmemiş; Hazine de olması gereken paranın yerine, devlet iç borç senetlerini piyasaya sürmüştür. Bu yanlış para politikalarının neticesinde, Yabancı paralar tedavüle sokulmuş ve para ticareti başlamıştır.
Kur- Faiz makasındaki bir mekanizma ile, ülkenin varlığı bir avuç insana peşkeş çekilmiştir. Ekonomi, rant esasına göre şekillendirildiği için, reel ekonomi yere serilmiştir.
Kur-Faiz makasına dayalı bu sistem yüzünden TL, daima değer kaybetmiş ve faizler, yüksek oranlarda seyretmiştir. (Yılbaşına göre TL, dolar karşınında %68 oranında değer kaybetmiştir.) Gelir dağılımındaki adaletsizlik, insanları canlarından bezdirecek şekilde yaygınlaşmıştır.
Paralarını dövizde, faizde tutanlar, hiç çalışmadan, hiç üretmeden, hiç istihdam yaratmadan kazançlı çıkmış; yatırım yapanlar, üretenler, istihdam yaratanlar zararlı çıkmıştır.
Sayın Cıvaoğlu;
Merkez Bankası ve Hazine yanlış yoldadır. Yürürlüğe koydukları para politikasıyla Türkiye, dağ gibi biriken sorunlarının altından kalkamaz. Faiz- Kur makasında geliştirilen bir para politikası, Türkiye'nin gerçeklerine uygun değildir. Türkiye, kan ve zaman kaybetmeye devam edecektir. "Para Yöneticileri Derneği"nin etkili olduğu bir kurulun yönlendirdiği para politikalarıyla, Türkiye düze çıkamaz. ( Para Yöneticileri Derneği'nin etkisini merak ederseniz, yeterli bilgi verebilirim.)
Saygılarımla
Hüsnü Akıncı
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul
20 Aralık 2008
17 Aralık 1999 tarihli ve " Genel Müdürün Şoförü" başlığını taşıyan yazınızı okudum..Maliye Bakanı Sümer Oral'ın söyledikleri doğrudur. Yani; devlet yönetiminde istenmeyen ve herkesçe bilinmeyen bir israf vardır. Ama, bu; devleti tıkayacak, kamu açıklarına sebep olabilecek ve enflasyonu azdıracak cinsten bir israf değildir.
Dikkatleri bu noktaya yoğunlaştırmak, gerçekleri görmemek veya görememek anlamına gelir. Zaten; 2000 yılı bütçesinin hedeflerine bakacak olursak, bu gerçeği net bir şekilde görürüz.
İşte, 2000 yılı taslak bütçenin rakamları:
PERSONEL GİDERLERİ..............................10 KATRİLYON TL.
FAİZ GİDERLERİ...................................... 22 KATRİLYON TL.
CARİ HARCAMALARI................................... 4 KATRİLYON TL.
DİĞER TRANSFERLER................................10 KATRİLYON TL.
YATIRIMLAR..................................................2,5 KATRİLYON TL.
BÜTÇE BÜYÜKLÜĞÜ................................ .48,4 KATRİLYON TL.
BÜTÇE GELİRLERİ.......................................32 KATRİLYON TL.
BÜTÇE AÇIĞI ...............................................16 KATRİLYON TL,
Dikkatlerinize arz ediyorum:
Bir an için bir formül bulunduğunu ve cari harcamaların sıfırlandığını farz edelim. Böyle bir formüle rağmen, bütçe açığının kapanmadığı görülecektir.
Yani; dikkatleri sadece "israf" olarak nitelenen kalemlere çekmenin, bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye'nin asıl derdi, iç borç faizleridir. 2000 yılında ödenmesi gereken iç borç faizinin miktarı yaklaşık 46 milyar dolardır ki; bu açığı personel ve cari giderlerinden yapılacak kısıntılarla gidermek mümkün değildir.
Hesap ortadadır:
2000 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken iç borç stoku, 33 katrilyon liradır (bu günkü kura göre 63,5 milyar dolar).
Bu büyüklükteki iç borcun faizi 22 katrilyon lirada kalamaz. En iyimser bir yaklaşımla 30 katrilyon lirayı bulacaktır. (57 milyar dolar) Yani; 2000 yılı bütçesinde ön görülen iç borç faizi ödemesi, bütçe hedefini aşacaktır.
Diğer bir ifadeyle, 2000 yılı bütçesi açığı, ön görülenden daha büyük olacaktır. Ayrıca; 48,5 katrilyon lira ( 85 milyar dolar) büyüklüğünde ön görülen 2000 yılı bütçesinde yatırımlara 2,5 katrilyon lira ( 4,3 milyar dolar) tutarında pay ayrılması, başta maliye bakanı olmak üzere herkesi düşündürmelidir. Bu rakam, 46 milyar dolar faiz ödemesinin yanında bir hiçtir.
Bu bakımdan Maliye Bakanı Sümer Oral, iç borç faizlerini düşünmeli ve bir çare bulmalıdır. İşin dehşetini bir örnekle izah edeyim:
Dün, Kargamış Barajı işletmeye açıldı. Yapımı 3,5 yıl süren bu baraj, yılda 650 milyon kilovat/saat enerji üretecektir. Bu baraj, 165 milyon dolara mal olmuştur.
Şimdi, dikkat ediniz:
Barajın maliyeti 165 milyon dolar. Yani; yaklaşık 82, 5 trilyon lira. Bir günlük iç borç faizi, 56 trilyon.
Yani; koca baraja 1,5 günlük iç borç faizi kadar para harcanmış...
Bu çarpıklık ülkeyi yönetenleri düşündürmelidir. Çünkü Türkiye'nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca ihtiyacı yoktur.
Belimizi büken iç borç, KUR- FAİZ makasıyla kasıtlı ve bankacılık ve finans kesimine rant sağlamak için yaratılmıştır. 1984 yılı başından beri yürürlüğe konulan para politikaları yanlıştır.
Ve bu yanlışlıkta Merkez Bankası ile Hazine rol üstlenmiştir.
Merkez Bankası, 1984 başından beri, ekonominin ihtiyacı olan kağıt parayı piyasaya sürmemiş; Hazine de olması gereken paranın yerine, devlet iç borç senetlerini piyasaya sürmüştür. Bu yanlış para politikalarının neticesinde, Yabancı paralar tedavüle sokulmuş ve para ticareti başlamıştır.
Kur- Faiz makasındaki bir mekanizma ile, ülkenin varlığı bir avuç insana peşkeş çekilmiştir. Ekonomi, rant esasına göre şekillendirildiği için, reel ekonomi yere serilmiştir.
Kur-Faiz makasına dayalı bu sistem yüzünden TL, daima değer kaybetmiş ve faizler, yüksek oranlarda seyretmiştir. (Yılbaşına göre TL, dolar karşınında %68 oranında değer kaybetmiştir.) Gelir dağılımındaki adaletsizlik, insanları canlarından bezdirecek şekilde yaygınlaşmıştır.
Paralarını dövizde, faizde tutanlar, hiç çalışmadan, hiç üretmeden, hiç istihdam yaratmadan kazançlı çıkmış; yatırım yapanlar, üretenler, istihdam yaratanlar zararlı çıkmıştır.
Sayın Cıvaoğlu;
Merkez Bankası ve Hazine yanlış yoldadır. Yürürlüğe koydukları para politikasıyla Türkiye, dağ gibi biriken sorunlarının altından kalkamaz. Faiz- Kur makasında geliştirilen bir para politikası, Türkiye'nin gerçeklerine uygun değildir. Türkiye, kan ve zaman kaybetmeye devam edecektir. "Para Yöneticileri Derneği"nin etkili olduğu bir kurulun yönlendirdiği para politikalarıyla, Türkiye düze çıkamaz. ( Para Yöneticileri Derneği'nin etkisini merak ederseniz, yeterli bilgi verebilirim.)
Saygılarımla
Hüsnü Akıncı
26 Aralık 2008 Cuma
Kuvvetler Ayrılığı ve Ülkemiz.
Sayın Haşim KILIÇ
ANAYASA Mahkemesi Başkanı 26 Aralık 2008
Sayın BAŞKAN;
Kanunî Sultan Süleyman zamanında esir düşerek 6 yıllık “Kürek Cezası”nı tamamladıktan sonra İspanya’ya dönen İspanyol denizci; İstanbul’da yaşadıklarını, gördüklerini anlatan 7 ciltlik hatıralarının bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmıştır:
“Osmanlı Devleti’nin haşmet ve ihtişâmını hiç kimse, kılıç kuvvetinde aramamalıdır. Bu haşmet ve ihtişâmın yegâne sebebi, ADÂLET SİSTEMİNİN çok mükemmel olması ve serî çalışmasıdır. İstanbul’da kaldığım 6 yıl zarfında en uzun dava 33 gün sürmüştür. Ki; o nitelikteki bir dâvâ İspanya’da olsaydı; hiç şüphesiz, dededen toruna intikâl ederdi.”
Anlayışla karşılayacağınızı düşünerek bu olayı anlatışımın sebebi şudur:
İnsanlık tarihi boyunca, bütün insanlığa ışık saçan büyük medeniyetler, ADÂLET temelleri üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Çöküşler ise, ADÂLETSİZLİK sebebiyle olmuştur.
İsmi hafızamdan çıkmış Batılı bir fikir adamı ise; “Hürriyetler, adâletle sınırlanmazsa; demokrasi adı altında, ACI ESARETLER kurulur.” sözünü söylemiştir.
Fatih Sultan Mehmet Sırbistan’ı fethettiği zaman yayınladığı bildirinin bir bölümünde, “Müslüman, Hıristiyan, Musevî, dinli, dinsiz herkese duyurulur: Biz buraya, Allah’ın buyruğunu duyurmaya ve ADÂLETİ SAĞLAMAYA” geldik.” İfâdesini kullanmıştır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Öz olarak bir değerlendirme yapılırsa; ADÂLET, her şeyde HAKKI görmek ve AŞK derecesinde TAPMAKTIR. Her türlü zulmün ve keyfiliğin yegâne ilâcı da, ADÂLETTİR:
Cumhuriyetimizin kuruluşunda benimsenen KUVVETLER AYRILIĞI ilkesi, seçtiğimiz REJİMİN en önemli teminâtıdır.
Uzunca bir zamandan beri şahit olduğumuz Yüksek Yargı Organları arasındaki uyumsuzluklar ve bilhassâ son zamanda, Anayasa Mahkemesi’ni tartışılır hale getiren beyanlarınız; aksini iddiâ edenler çıksa da, düşünmesini bilen ve ülkenin gündemini dikkatli biçimde izleyen insanlarımızı, hayâlkırıklığı yaratacak şekilde üzmüştür ve zihinlerde tereddüt yaratmıştır.
Hâsıl olan üzüntü, hayâlkırıklığı ve tereddüdün giderilmesi şarttır ve size düşen en önemli görevdir.
Gereğini yapacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
ANAYASA Mahkemesi Başkanı 26 Aralık 2008
Sayın BAŞKAN;
Kanunî Sultan Süleyman zamanında esir düşerek 6 yıllık “Kürek Cezası”nı tamamladıktan sonra İspanya’ya dönen İspanyol denizci; İstanbul’da yaşadıklarını, gördüklerini anlatan 7 ciltlik hatıralarının bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmıştır:
“Osmanlı Devleti’nin haşmet ve ihtişâmını hiç kimse, kılıç kuvvetinde aramamalıdır. Bu haşmet ve ihtişâmın yegâne sebebi, ADÂLET SİSTEMİNİN çok mükemmel olması ve serî çalışmasıdır. İstanbul’da kaldığım 6 yıl zarfında en uzun dava 33 gün sürmüştür. Ki; o nitelikteki bir dâvâ İspanya’da olsaydı; hiç şüphesiz, dededen toruna intikâl ederdi.”
Anlayışla karşılayacağınızı düşünerek bu olayı anlatışımın sebebi şudur:
İnsanlık tarihi boyunca, bütün insanlığa ışık saçan büyük medeniyetler, ADÂLET temelleri üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Çöküşler ise, ADÂLETSİZLİK sebebiyle olmuştur.
İsmi hafızamdan çıkmış Batılı bir fikir adamı ise; “Hürriyetler, adâletle sınırlanmazsa; demokrasi adı altında, ACI ESARETLER kurulur.” sözünü söylemiştir.
Fatih Sultan Mehmet Sırbistan’ı fethettiği zaman yayınladığı bildirinin bir bölümünde, “Müslüman, Hıristiyan, Musevî, dinli, dinsiz herkese duyurulur: Biz buraya, Allah’ın buyruğunu duyurmaya ve ADÂLETİ SAĞLAMAYA” geldik.” İfâdesini kullanmıştır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Öz olarak bir değerlendirme yapılırsa; ADÂLET, her şeyde HAKKI görmek ve AŞK derecesinde TAPMAKTIR. Her türlü zulmün ve keyfiliğin yegâne ilâcı da, ADÂLETTİR:
Cumhuriyetimizin kuruluşunda benimsenen KUVVETLER AYRILIĞI ilkesi, seçtiğimiz REJİMİN en önemli teminâtıdır.
Uzunca bir zamandan beri şahit olduğumuz Yüksek Yargı Organları arasındaki uyumsuzluklar ve bilhassâ son zamanda, Anayasa Mahkemesi’ni tartışılır hale getiren beyanlarınız; aksini iddiâ edenler çıksa da, düşünmesini bilen ve ülkenin gündemini dikkatli biçimde izleyen insanlarımızı, hayâlkırıklığı yaratacak şekilde üzmüştür ve zihinlerde tereddüt yaratmıştır.
Hâsıl olan üzüntü, hayâlkırıklığı ve tereddüdün giderilmesi şarttır ve size düşen en önemli görevdir.
Gereğini yapacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
24 Aralık 2008 Çarşamba
Kemâl Unakıtan ve Özelleştirme
Sayın Kemâl UNAKITAN
Maliye Bakanı
Ankara
Sayın BAKAN; 24 Aralık 2008
Bütçe müzakereleri sırasında yapılan eleştirilere verdiğiniz cevaplarınızı dikkatle dinledim.
Moral aşılamak, partililerinizi gayrete getirmek için verdiğiniz esprili cevaplar; hiç şüphesiz, siyasî tarihimize yine, esprili ifadelerle geçecektir. Zira; aksini söyleseniz de Türkiye, rahat değildir ve hararetle savunduğunuz bütçe, ülkemize ve milletimize refah getirmeyecektir. Korkarım ki; zaman, beni haklı çıkaracaktır.
Bu mektubumda bütçe rakamları üzerinde durmayacağım. Cevaplarınızın bazı bölümlerini konu ederek, görüşlerimi arz edeceğim. Şöyle ki:
1-Bir cevabınızda, tasarrufların yetersiz olduğunu, insanlarımızın ölçüsüz harcamalar yaptığını ifade ettiniz.
Evet, tasarruflar yetersizdir. Ama bunun sebebi, halkın aşırı harcama yapması değildir. Asıl sebep, halkın tasarruf gücünün olmamasıdır. Nüfusumuzun ancak yüzde 10’u kadar bir kesimi, her şart altında rahattır ve istediği gibi harcamaktadır. Geriye kalan halk kitlelerinin durumu da bellidir ve bilinmektedir:
Pahalılık, halkın çok büyük bir kesimini bunaltmıştır.
Küçük esnaf ve sanatkâr, memur ve işçi, emekli, dul ve yetim zordadır.
Köylü ve çiftçi, perişandır.
İşsizlik büyük boyutlara ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
KOBİ’ler, sağlıksız dış ticaret rejimi sebebiyle, varlıklarını koruyamayacak durumdadır.
Tarım ve hayvancılık çökmüştür ve katma değer yaratamayacak duruma düşmüştür.
Geniş halk kitleleri, altından kalkılamayacak derecede borca batmıştır. Hesap ortadadır: İktidara geldiğiniz 2002 yılının sonunda halkın bankalara olan borcu (Tüketici, ihtiyaç ve kredi kartları), 6.4 milyar TL. idi. Bugün bu borç, 120 milyar Tl’ye ulaşmıştır. Yani; 6 yıl zarfında bu borç, 20 kat artmıştır.
Bu gerçekler karşısında halkın tasarruf gücünün olduğu söylenebilir mi?
Aslında dikkatli bir analiz yapılırsa; bankalardaki mevduatların kaydî olarak büyüdüğü görülür. Yani mevduatlar, tasarruf ederek değil, faizlerle büyümüştür ve sistem, paralı kesime çalışmıştır.
Bankalardaki toplam mevduatın yüzde 98’i vadeli mevduattır ve oluşan bu mevduatın yüzde 90’nı, toplam hesapların yüzde 2,5’i kontrol etmektedir. Yani sistem, çok büyük oranda kaydî para üretmektedir. Bu durum, sağlıksızdır ve kimseye hayır getirmez. Zira; üretime, yatırımlara ve istihdama kaynak olması gereken para, belirli bir kesime rant üretmektedir. İşte, basit bir örnek:
Bugün bankalarda 1 milyon liralık mevduatı olan kişilerin, herhangi bir iş yapmalarına lüzum yoktur. Zira; aylık gelirleri, net 15 bin liradır. Ama; 1 milyon lira sermaye ile ticaret veya üretim yapan kişilerin ayda 15 bin lira kazanmaları mümkün değildir. Hatta, kriz anında bu kişilerin batmaları mukadderdir.
2- Verdiğiniz cevaplarda dikkat çekici diğer bir husus, özelleştirme faaliyetleridir. Özelleştirmeyi o kadar hararetli savundunuz ki; “Kâr eden kamu kuruluşları dahî, devlete yüktür.” İfadesini kullandınız ve özelleştirilen kuruluşları, değerinin çok üstünde bir fiyatla sattığınızı belirttiniz. Acaba, öyle midir?. Türk Telekom’dan bir örnekle, değerlendirme yapmakta fayda vardır. Dikkatlerinize arz ediyorum:
23 milyon abonesi olan Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi, Hariri ailesine, 12 milyar dolar değer üzerinden satıldı. Bu yıl da yüzde 15 hissesi, yine 12 milyar dolar değer üzerinden satıldı.
10 milyon abonesi olan Yunan Telekom’un yüzde 20 hissesi bu yıl, Alman Telekom’a, 23 milyar dolar değer üzerinden satıldı.
Hariri ailesi, satın aldığı Türk Telekom’un hisselerinin yüzde 50’sini bu yıl, Suudi Oger’e, 22,5 milyar dolar değer üzerinden sattı. Açık ifadeyle Hariri ailesi, aldığı hisselerin yarısını satmak suretiyle verdiği parayı geri almış oldu. Böylece; yüzde 37,5 oranındaki hisseye bedava sahip olmuş oldu. Üstelik; her yıl aldığı kâr payı da, avantası oldu. Yani; altın yumurtlayan bir tavuk, yabancılara ikram edildi.
İnce hesaplara pek aklım ermez. Ama; “Türk Telekom’un özelleştirilmesindeki fayda nedir?” diye, sormadan edemiyorum. Ayrıca; basındaki haberlere göre; Türk Telekom’da, özelleştirilmezden önce51 bin olan çalışan sayısı, 35 bine düşmüştür. Yani Devlet, 16 bin kişinin muhtasar vergilerini ve Sosyal Güvenlik primlerini de kaybetmiştir. Merak ediyorum:
BU TARZ ÖZELLEŞTİRMENİN FAYDASI NEREDEDİR?
6 yıl zarfında yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelir, Sayın Başbakan’ın ifadesine göre 50 milyar dolar olmuştur. Dikkat çekicidir:
2009 yılı bütçesinde 57,5 milyar Tl. faiz ödemesi öngörülmüştür. Yani; 6 yıl zarfında elde edilen özelleştirme gelirleri, neredeyse, 2009 yılı faiz giderine eşittir. BU GERÇEK, ACABA, HANGİ BAŞARI HANESİNE YAZILMALIDIR?
Biz küçüklerin, sizler gibi büyüklerin işlerine, tabii ki akıl erdiremeyiz. Avamdan olan bizlerin aydınlatılmaya ihtiyacı vardır. Lütfeder de bizleri aydınlatırsanız; size minnettar kalırız ve gönülden tebrik ederiz. Elbette ki; ef’aliniz, bizler için hüccet olacaktır.
Dikkatli bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Maliye Bakanı
Ankara
Sayın BAKAN; 24 Aralık 2008
Bütçe müzakereleri sırasında yapılan eleştirilere verdiğiniz cevaplarınızı dikkatle dinledim.
Moral aşılamak, partililerinizi gayrete getirmek için verdiğiniz esprili cevaplar; hiç şüphesiz, siyasî tarihimize yine, esprili ifadelerle geçecektir. Zira; aksini söyleseniz de Türkiye, rahat değildir ve hararetle savunduğunuz bütçe, ülkemize ve milletimize refah getirmeyecektir. Korkarım ki; zaman, beni haklı çıkaracaktır.
Bu mektubumda bütçe rakamları üzerinde durmayacağım. Cevaplarınızın bazı bölümlerini konu ederek, görüşlerimi arz edeceğim. Şöyle ki:
1-Bir cevabınızda, tasarrufların yetersiz olduğunu, insanlarımızın ölçüsüz harcamalar yaptığını ifade ettiniz.
Evet, tasarruflar yetersizdir. Ama bunun sebebi, halkın aşırı harcama yapması değildir. Asıl sebep, halkın tasarruf gücünün olmamasıdır. Nüfusumuzun ancak yüzde 10’u kadar bir kesimi, her şart altında rahattır ve istediği gibi harcamaktadır. Geriye kalan halk kitlelerinin durumu da bellidir ve bilinmektedir:
Pahalılık, halkın çok büyük bir kesimini bunaltmıştır.
Küçük esnaf ve sanatkâr, memur ve işçi, emekli, dul ve yetim zordadır.
Köylü ve çiftçi, perişandır.
İşsizlik büyük boyutlara ulaşmıştır ve sokaklar, vasıflı veya vasıfsız genç işsizlerle doludur.
KOBİ’ler, sağlıksız dış ticaret rejimi sebebiyle, varlıklarını koruyamayacak durumdadır.
Tarım ve hayvancılık çökmüştür ve katma değer yaratamayacak duruma düşmüştür.
Geniş halk kitleleri, altından kalkılamayacak derecede borca batmıştır. Hesap ortadadır: İktidara geldiğiniz 2002 yılının sonunda halkın bankalara olan borcu (Tüketici, ihtiyaç ve kredi kartları), 6.4 milyar TL. idi. Bugün bu borç, 120 milyar Tl’ye ulaşmıştır. Yani; 6 yıl zarfında bu borç, 20 kat artmıştır.
Bu gerçekler karşısında halkın tasarruf gücünün olduğu söylenebilir mi?
Aslında dikkatli bir analiz yapılırsa; bankalardaki mevduatların kaydî olarak büyüdüğü görülür. Yani mevduatlar, tasarruf ederek değil, faizlerle büyümüştür ve sistem, paralı kesime çalışmıştır.
Bankalardaki toplam mevduatın yüzde 98’i vadeli mevduattır ve oluşan bu mevduatın yüzde 90’nı, toplam hesapların yüzde 2,5’i kontrol etmektedir. Yani sistem, çok büyük oranda kaydî para üretmektedir. Bu durum, sağlıksızdır ve kimseye hayır getirmez. Zira; üretime, yatırımlara ve istihdama kaynak olması gereken para, belirli bir kesime rant üretmektedir. İşte, basit bir örnek:
Bugün bankalarda 1 milyon liralık mevduatı olan kişilerin, herhangi bir iş yapmalarına lüzum yoktur. Zira; aylık gelirleri, net 15 bin liradır. Ama; 1 milyon lira sermaye ile ticaret veya üretim yapan kişilerin ayda 15 bin lira kazanmaları mümkün değildir. Hatta, kriz anında bu kişilerin batmaları mukadderdir.
2- Verdiğiniz cevaplarda dikkat çekici diğer bir husus, özelleştirme faaliyetleridir. Özelleştirmeyi o kadar hararetli savundunuz ki; “Kâr eden kamu kuruluşları dahî, devlete yüktür.” İfadesini kullandınız ve özelleştirilen kuruluşları, değerinin çok üstünde bir fiyatla sattığınızı belirttiniz. Acaba, öyle midir?. Türk Telekom’dan bir örnekle, değerlendirme yapmakta fayda vardır. Dikkatlerinize arz ediyorum:
23 milyon abonesi olan Türk Telekom’un yüzde 55 hissesi, Hariri ailesine, 12 milyar dolar değer üzerinden satıldı. Bu yıl da yüzde 15 hissesi, yine 12 milyar dolar değer üzerinden satıldı.
10 milyon abonesi olan Yunan Telekom’un yüzde 20 hissesi bu yıl, Alman Telekom’a, 23 milyar dolar değer üzerinden satıldı.
Hariri ailesi, satın aldığı Türk Telekom’un hisselerinin yüzde 50’sini bu yıl, Suudi Oger’e, 22,5 milyar dolar değer üzerinden sattı. Açık ifadeyle Hariri ailesi, aldığı hisselerin yarısını satmak suretiyle verdiği parayı geri almış oldu. Böylece; yüzde 37,5 oranındaki hisseye bedava sahip olmuş oldu. Üstelik; her yıl aldığı kâr payı da, avantası oldu. Yani; altın yumurtlayan bir tavuk, yabancılara ikram edildi.
İnce hesaplara pek aklım ermez. Ama; “Türk Telekom’un özelleştirilmesindeki fayda nedir?” diye, sormadan edemiyorum. Ayrıca; basındaki haberlere göre; Türk Telekom’da, özelleştirilmezden önce51 bin olan çalışan sayısı, 35 bine düşmüştür. Yani Devlet, 16 bin kişinin muhtasar vergilerini ve Sosyal Güvenlik primlerini de kaybetmiştir. Merak ediyorum:
BU TARZ ÖZELLEŞTİRMENİN FAYDASI NEREDEDİR?
6 yıl zarfında yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelir, Sayın Başbakan’ın ifadesine göre 50 milyar dolar olmuştur. Dikkat çekicidir:
2009 yılı bütçesinde 57,5 milyar Tl. faiz ödemesi öngörülmüştür. Yani; 6 yıl zarfında elde edilen özelleştirme gelirleri, neredeyse, 2009 yılı faiz giderine eşittir. BU GERÇEK, ACABA, HANGİ BAŞARI HANESİNE YAZILMALIDIR?
Biz küçüklerin, sizler gibi büyüklerin işlerine, tabii ki akıl erdiremeyiz. Avamdan olan bizlerin aydınlatılmaya ihtiyacı vardır. Lütfeder de bizleri aydınlatırsanız; size minnettar kalırız ve gönülden tebrik ederiz. Elbette ki; ef’aliniz, bizler için hüccet olacaktır.
Dikkatli bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
22 Aralık 2008 Pazartesi
Dış güçler ve Biz.
Sayın Rahmi TURAN
Hürriyet Gazetesi Yazarı
Sayın TURAN; 22 Aralık 2008
22 Aralık 2008 tarihli ve “GERÇEKLER KURŞUNA DİZİLEMEZ.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum. Evet, belirttiğiniz gibidir:
“Dış güçlerin, Türkiye düşmanlığı konusundaki uygulamaları hep aynı olmuştur.
Türkiye’yi yıpratmak isteyen devletler, doğrudan düşmanlık ilân etmiyorlar. Tam tersine, dost görünüyor, yüzümüze gülüyor; bir yandan da, altımızı oymak istiyorlar.”
Elbette ki dış güçler, işlerine gelen en kolay yolu izleyeceklerdir. “ Bir ülkenin dış siyasetini bulunduğu coğrafyası belirler” gerçeğine uygun bir diplomasi rotası izleyerek, risk taşımayan faaliyetlerle, hedeflerine ulaşacaklardır. Dünya siyasî tarihi, bunun örnekleriyle doludur. Bu sebepten dolayı, başkalarının yaptıklarından ziyade, bizim ne yapmamız ve ne yaptığımız konuşulmalıdır.
Sahi; acaba, biz ne yapıyoruz?
Bulunduğumuz coğrafyanın özelliği sebebiyle iç ve dış husumet odaklarının alabildiğine fitne ve fesat dokuduğu; Türkiye’nin üniter yapısını bozmak ve Türkiye’yi bölmek için her çareye başvurduğu bilinirken; okumuş insanlarımız, aydınlarımız, zenginlerimiz ve medyamız, acaba, ne yapmaktadırlar?
Devlet Eski Bakanı Kâmran İnan’ın, “Her ülkenin yüzde 10’luk bir hain kontenjanı vardır. Maalesef, haini bol bir ülkeyiz.” Sözüne uygun düşecek şekilde ihanet ve gaflet içinde olanları, paranın üstündeki yazıyı tanıyabilecek kadar akıllı olan herkes bilmektedir.
Ama; etkili, yetkili, ve sözünü geçirebilecek derecede bilgili olan insanlarımız; âdetâ, dut yemiş bülbül gibi sessizdirler ve BÜYÜK İHANETLERE teslim olmuş gibi bir görüntü vermektedirler.
Yazılı ve görsel medyamız ise; Atatürk’ün Gençliğe Hitâbesi’nde belirttiği ve işaret ettiği ihanet şekillerini görmezden gelerek, dış güçlerle işbirliği yapan ŞÖHRETLERLE doludur. Ve bu şöhretli kişiler, siyasî iktidarlar ve devirler değiştiği halde; her zaman mevkilerini korumuşlar ve etkili olmuşlardır.
Doğan Medya Grubundan örnek vereyim:
Sizin de yazı yazdığınız Doğan Grubu gazetelerinde; başımıza belâ edilen Kürt, Alevi ,Kıbrıs Ermeni, Irak, AB, konularına, dış güçlerin istekleri ve yönlendirmeleri doğrultusunda bakan ve hattâ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneklerini, refleksini ve hedeflerini aşağılayan yazar ve çizerler, görev yapmaktadırlar. Öylesine ki; her kalıba giren, istenen istikamette kamuoyu oluşturmakla görevlendirilen bu kişiler; gerçekten millî değerleri savunan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğümüzün muhafazası için canları dahil, her şeylerini fedâ etmeye hazır olan vatansever, akıllı, ahlâklı ve fazilet sahibi yazarlardan üstün tutulmaktadırlar.
İşte bu fiilî duruma, bir anlam vermekte zorlanıyorum Bu noktada, “Neden ve Niçin?” sorularına, cevap bulamıyorum. ACABA DİYORUM; “Bu kişilerin istihdamında, DIŞ GÜÇLERİN BİR ROLÜ MÜ VAR?”
Sayın TURAN;
Öyle bir noktaya geldik ki; milliyetçilik (millî hars) suç; vatana ve millete hizmet etmek aptallık olarak kabul edilmektedir. Artık millî hedeflerimizi unutmuş ve zillet içersinde, başkalarının vereceği bir parça ekmeği gözleyen şuursuz bir toplum haline gelmiş durumdayız. Merak ediyorum:
YABANCILARA MI KIZALIM; YOKSA, KENDİMİZİ Mİ SORGULAYALIM?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Hürriyet Gazetesi Yazarı
Sayın TURAN; 22 Aralık 2008
22 Aralık 2008 tarihli ve “GERÇEKLER KURŞUNA DİZİLEMEZ.” Başlığını taşıyan yazınızı okudum. Evet, belirttiğiniz gibidir:
“Dış güçlerin, Türkiye düşmanlığı konusundaki uygulamaları hep aynı olmuştur.
Türkiye’yi yıpratmak isteyen devletler, doğrudan düşmanlık ilân etmiyorlar. Tam tersine, dost görünüyor, yüzümüze gülüyor; bir yandan da, altımızı oymak istiyorlar.”
Elbette ki dış güçler, işlerine gelen en kolay yolu izleyeceklerdir. “ Bir ülkenin dış siyasetini bulunduğu coğrafyası belirler” gerçeğine uygun bir diplomasi rotası izleyerek, risk taşımayan faaliyetlerle, hedeflerine ulaşacaklardır. Dünya siyasî tarihi, bunun örnekleriyle doludur. Bu sebepten dolayı, başkalarının yaptıklarından ziyade, bizim ne yapmamız ve ne yaptığımız konuşulmalıdır.
Sahi; acaba, biz ne yapıyoruz?
Bulunduğumuz coğrafyanın özelliği sebebiyle iç ve dış husumet odaklarının alabildiğine fitne ve fesat dokuduğu; Türkiye’nin üniter yapısını bozmak ve Türkiye’yi bölmek için her çareye başvurduğu bilinirken; okumuş insanlarımız, aydınlarımız, zenginlerimiz ve medyamız, acaba, ne yapmaktadırlar?
Devlet Eski Bakanı Kâmran İnan’ın, “Her ülkenin yüzde 10’luk bir hain kontenjanı vardır. Maalesef, haini bol bir ülkeyiz.” Sözüne uygun düşecek şekilde ihanet ve gaflet içinde olanları, paranın üstündeki yazıyı tanıyabilecek kadar akıllı olan herkes bilmektedir.
Ama; etkili, yetkili, ve sözünü geçirebilecek derecede bilgili olan insanlarımız; âdetâ, dut yemiş bülbül gibi sessizdirler ve BÜYÜK İHANETLERE teslim olmuş gibi bir görüntü vermektedirler.
Yazılı ve görsel medyamız ise; Atatürk’ün Gençliğe Hitâbesi’nde belirttiği ve işaret ettiği ihanet şekillerini görmezden gelerek, dış güçlerle işbirliği yapan ŞÖHRETLERLE doludur. Ve bu şöhretli kişiler, siyasî iktidarlar ve devirler değiştiği halde; her zaman mevkilerini korumuşlar ve etkili olmuşlardır.
Doğan Medya Grubundan örnek vereyim:
Sizin de yazı yazdığınız Doğan Grubu gazetelerinde; başımıza belâ edilen Kürt, Alevi ,Kıbrıs Ermeni, Irak, AB, konularına, dış güçlerin istekleri ve yönlendirmeleri doğrultusunda bakan ve hattâ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneklerini, refleksini ve hedeflerini aşağılayan yazar ve çizerler, görev yapmaktadırlar. Öylesine ki; her kalıba giren, istenen istikamette kamuoyu oluşturmakla görevlendirilen bu kişiler; gerçekten millî değerleri savunan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğümüzün muhafazası için canları dahil, her şeylerini fedâ etmeye hazır olan vatansever, akıllı, ahlâklı ve fazilet sahibi yazarlardan üstün tutulmaktadırlar.
İşte bu fiilî duruma, bir anlam vermekte zorlanıyorum Bu noktada, “Neden ve Niçin?” sorularına, cevap bulamıyorum. ACABA DİYORUM; “Bu kişilerin istihdamında, DIŞ GÜÇLERİN BİR ROLÜ MÜ VAR?”
Sayın TURAN;
Öyle bir noktaya geldik ki; milliyetçilik (millî hars) suç; vatana ve millete hizmet etmek aptallık olarak kabul edilmektedir. Artık millî hedeflerimizi unutmuş ve zillet içersinde, başkalarının vereceği bir parça ekmeği gözleyen şuursuz bir toplum haline gelmiş durumdayız. Merak ediyorum:
YABANCILARA MI KIZALIM; YOKSA, KENDİMİZİ Mİ SORGULAYALIM?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
21 Aralık 2008 Pazar
İslâm Dini ve Dindarlık
Sayın Serdar Turgut
Akşam Gazetesi Yazarı 31 Ocak 2008
Sayın Serdar Turgut;
31 Ocak 2008 tarihli ve "Dindarlık, bu mu?" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Elbette dindarlık, bu değildir. Bu; düpedüz, din sömürüsüdür.
Sizin üzerinde çalıştığınız, araştırdığınız öze göre konuyu, açalım:
İnsan, Kâinatın hülâsasıdır. Bu sebeple de, yaratılmışların en şereflisi olarak ilân edilmiştir. İnsanın bu özelliğinin kaynağı; Allah tarafından kendisine, hiçbir canlıya verilmeyen İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının verilmiş olmasıdır. Bu sebeple de insan, aslını aramak ve dâimâ kendisinden üstün bir kudreti aramak zorundadır. Aslını ararken de; "Kimim, nereden geldim, ne olacağım ve nereye götürüleceğim?" suallerini sormaktan, kendini alamaz. İşte bu aslını aramak AŞKINA, DİN denir.
Kuantum ve Kozmik açısına gelince:
Âlemdeki sırrı çözmek, aklın işi değildir; Allah, kapıları araladıkça insanlar, ilmen yeni buluşlara ve yeni keşiflere ulaşırlar. Bugün kozmik âlemle ilgili olarak, insanlık âleminin bildiği, bilmediğine oranla, bir nokta kadardır. Bir ayet meâli ile konuyu, biraz açayım:
"Allah, öyle bir Allah'tır ki; âlem-i arzda yarattığının bir mislini, âlem-i semâda yaratmıştır!" Bu âyet nazil olunca Abdullah İbni Abbas, Hz. Ali’ye gelerek; "Ya Ali! ben, bu âyetin mânâsından bir şey anlamadım" deyince, Hz. Ali, "Anlaşılmayacak ne var? mânâsı gayet açıktır. Allah, arzda yarattığının bir mislini, semâ âleminde de yaratmıştır:" diye cevap vermiştir. Abdullah İbn-i Abbas, "yine anlamadım deyince, Hz. Ali, "Daha açık söyleyeyim; Şu anda, semâ âleminde, senin gibi bir Abdullah İbni Abbas, benim gibi bir Aliyyebni Ebu Talip, yaşıyor!" diye cevap vermiştir.
Sayın Turgut;
Fen ve ilim, henüz bu noktaya ulaşamadı. Nasıl ki vaktiyle Kâinat, bulunduğumuz güneş sisteminden ibaret zannediliyor idiyse ve bugün yüz binlerce yıldızın ve âlemin varlığı kabul ediliyorsa; bir gün, bu âyetin mânâsındaki sırrı da insanlık âlemi, keşfedecektir! Bu sebepten dolayıdır ki; gerçek anlamdaki bilim adamları, "Bu âlem, imkân âlemidir; “olmaz!” diye bir görüş kabul edilemez!" derler ve alanlarındaki çalışmalarına devam ederler. Bu da, aslında, Allah'ın bir emridir. Bu hususla ilgili olarak bir âyetin mânâsı, şöyledir: "Arz üzerinde dolaşınız; hilkate nasıl başlandığını öğreniniz!" Ne yazık ki; İslâm âlemi bu gerçeklerden uzak yaşamıştır ve keşifler, buluşlar, Batı ülkelerine nasip olmuştur. Zirâ; Allah, kim ararsa, kapıları ona açar!
Din konusuna tekrar dönelim:
FITRAT, oluştur. TABİAT'da, diziliştir. DİN ise; oluş ve dizilişin İNTİZAMIDIR! Yani; Allah, yeryüzünde naibi kıldığı insanlara, görev vermiştir. Nasıl yaşayacaklarının yolunu göstermiş ve neticede de, ne olacaklarının âkibetini, beyan etmiştir. En önemlisi de; zorlama yapmamıştır ve her şeyi, insanlara bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarına terk etmiştir. Konu açılmışken; bir önemli ve ince hususu belirtmek istiyorum:
Bir sürü olaylarla karşılaşıyoruz ve değişik insanların hallerini gözlemliyoruz. İnsan vardır ki; ilmiyle, yaptıklarıyla, ahlâk ve faziletiyle, bütün insanlık alemini, kendisine hayran bırakır. Yine insan vardır ki; vahşetiyle, ahlâksızlığı ile, yaptıkları ile, canavarları dahi utandırır. Bu durumda, hangi insanı, Allah'ın yeryüzündeki naibi ve Allah'ın muhatabı kabul edeceğiz? İşte bu noktada, yine, Büyük Kitap Kur'an imdadımıza yetişir. Şöyle ki:
Kur'an'da değişik hitap tarzları vardır. Bazı yerde "Ey İNSAN",bazı yerde de, "Ey NÂS" hitapları yer alır. Tefsirlere bakacak olursak; her iki hitaptan da,İNSAN manasının çıkarıldığını görürüz. Acaba, öyle midir? Biraz açalım:
Arapça, çok beliğ ve zengin bir dildir. Her kelime, türediği köküne göre mânâ kazanır. Arapça'da İNSAN kelimesinin kökü, ÜNS'tür. ÜNS'ün mânâsı dost ve yakın demektir. Kur'an'da "EY İNSAN!" hitabıyla, Allah'a dost ve yakın olan insanlar kast edilir. Nâs, kelimesinin türediği kök ise; NİSYAN'dır.Nisyanın manası ise; UNUTMAKTIR. Kur'an'da "EY NAS!" hitabıyla, Allah'ı unutanlar kast edilir.
Kısacası; insanların ULVÎ ve SÜFLÎ karakterleri mevcuttur. İhtiras ve nefislerinin arzularını frenleyip, ULVİ KAREKTERİNİ öne çıkararak muhitine, ülkesine, milletine ve hattâ bütün insanlık âlemine hizmet edenler, hakikî İNSANDIR. Bunlar, Allah'ın makbul tuttuğu insanlardır. İhtirâs ve nefislerinin arzularına yenik düşüp, SÜFLİ KAREKTERLERİNİ öne çıkararak yalan söyleyenler, inançları siyaset malzemesi yapanlar, insanların ve kamunun mallarına tecavüz edenler, hakikatleri gizleyenler, başkalarının zararına kasalarını dolduranlar, zulmedenler, sahip oldukları nimet ve imkânlarını muhitinin, ülkesinin, milletinin ve hatta bütün insanlık aleminin hayrına kullanmayanlar, münâfıklar, fitne ve fesat doğuranlar, insan görümündeki canlılardır. Bunlar, Allah'ın lânet ettiği ve ebedî azaba mahkûm edeceğini beyan ettiği kimselerdir. Aslında; bu gibi kişileri, Hz .Peygamberimiz de işaret etmiştir. Bu husustaki açık emirleri vardır:
1- Kişi, neyi çok seviyorsa; bütün tâat ve ibâdeti onadır.
2- Tâat ve ibâdetlerin kabulü için, helâl kazanmak şarttır.
3- Yalanı olanın, dini olmaz.
4- Cömert, fâsık da olsa, Cehennem'e girmez; hasis, âbid de olsa, Cennet'e giremez.
5- İmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de, imân etmiş sayılmazsınız.
6- Zekâtı olmayanın, dini olmaz.
Sayın Turgut;
Şimdi oturunuz ve dindarlığın ne olduğunu, bütün cihâna duyurunuz! Türbanı, İslâm’ın şartı haline getirerek, insanları aldatanların hakkındaki kararı, herkesin irfanı versin! Ne yazık ki; fenâ adamlar, tarih boyunca insanların inançlarını sömürerek makam, mevki ve servet sahibi olmuşlardır. İslâm’a ilk darbeyi de, Emevî saltanatını kuran Şam Valisi MUAVİYE vurmuştur. O günden itibaren de, İslâm, şekilciliğe hapsedilmiştir. Ne yazık ki; “din adamıyım” diye geçinen kişiler, bu gerçekleri, hiçbir yerde ve hiçbir zaman, dile getirmemişlerdir. Zaten, çoğunun bilgileri de yoktur ya!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Akşam Gazetesi Yazarı 31 Ocak 2008
Sayın Serdar Turgut;
31 Ocak 2008 tarihli ve "Dindarlık, bu mu?" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Elbette dindarlık, bu değildir. Bu; düpedüz, din sömürüsüdür.
Sizin üzerinde çalıştığınız, araştırdığınız öze göre konuyu, açalım:
İnsan, Kâinatın hülâsasıdır. Bu sebeple de, yaratılmışların en şereflisi olarak ilân edilmiştir. İnsanın bu özelliğinin kaynağı; Allah tarafından kendisine, hiçbir canlıya verilmeyen İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının verilmiş olmasıdır. Bu sebeple de insan, aslını aramak ve dâimâ kendisinden üstün bir kudreti aramak zorundadır. Aslını ararken de; "Kimim, nereden geldim, ne olacağım ve nereye götürüleceğim?" suallerini sormaktan, kendini alamaz. İşte bu aslını aramak AŞKINA, DİN denir.
Kuantum ve Kozmik açısına gelince:
Âlemdeki sırrı çözmek, aklın işi değildir; Allah, kapıları araladıkça insanlar, ilmen yeni buluşlara ve yeni keşiflere ulaşırlar. Bugün kozmik âlemle ilgili olarak, insanlık âleminin bildiği, bilmediğine oranla, bir nokta kadardır. Bir ayet meâli ile konuyu, biraz açayım:
"Allah, öyle bir Allah'tır ki; âlem-i arzda yarattığının bir mislini, âlem-i semâda yaratmıştır!" Bu âyet nazil olunca Abdullah İbni Abbas, Hz. Ali’ye gelerek; "Ya Ali! ben, bu âyetin mânâsından bir şey anlamadım" deyince, Hz. Ali, "Anlaşılmayacak ne var? mânâsı gayet açıktır. Allah, arzda yarattığının bir mislini, semâ âleminde de yaratmıştır:" diye cevap vermiştir. Abdullah İbn-i Abbas, "yine anlamadım deyince, Hz. Ali, "Daha açık söyleyeyim; Şu anda, semâ âleminde, senin gibi bir Abdullah İbni Abbas, benim gibi bir Aliyyebni Ebu Talip, yaşıyor!" diye cevap vermiştir.
Sayın Turgut;
Fen ve ilim, henüz bu noktaya ulaşamadı. Nasıl ki vaktiyle Kâinat, bulunduğumuz güneş sisteminden ibaret zannediliyor idiyse ve bugün yüz binlerce yıldızın ve âlemin varlığı kabul ediliyorsa; bir gün, bu âyetin mânâsındaki sırrı da insanlık âlemi, keşfedecektir! Bu sebepten dolayıdır ki; gerçek anlamdaki bilim adamları, "Bu âlem, imkân âlemidir; “olmaz!” diye bir görüş kabul edilemez!" derler ve alanlarındaki çalışmalarına devam ederler. Bu da, aslında, Allah'ın bir emridir. Bu hususla ilgili olarak bir âyetin mânâsı, şöyledir: "Arz üzerinde dolaşınız; hilkate nasıl başlandığını öğreniniz!" Ne yazık ki; İslâm âlemi bu gerçeklerden uzak yaşamıştır ve keşifler, buluşlar, Batı ülkelerine nasip olmuştur. Zirâ; Allah, kim ararsa, kapıları ona açar!
Din konusuna tekrar dönelim:
FITRAT, oluştur. TABİAT'da, diziliştir. DİN ise; oluş ve dizilişin İNTİZAMIDIR! Yani; Allah, yeryüzünde naibi kıldığı insanlara, görev vermiştir. Nasıl yaşayacaklarının yolunu göstermiş ve neticede de, ne olacaklarının âkibetini, beyan etmiştir. En önemlisi de; zorlama yapmamıştır ve her şeyi, insanlara bahşettiği irade ve hürriyet sıfatlarına terk etmiştir. Konu açılmışken; bir önemli ve ince hususu belirtmek istiyorum:
Bir sürü olaylarla karşılaşıyoruz ve değişik insanların hallerini gözlemliyoruz. İnsan vardır ki; ilmiyle, yaptıklarıyla, ahlâk ve faziletiyle, bütün insanlık alemini, kendisine hayran bırakır. Yine insan vardır ki; vahşetiyle, ahlâksızlığı ile, yaptıkları ile, canavarları dahi utandırır. Bu durumda, hangi insanı, Allah'ın yeryüzündeki naibi ve Allah'ın muhatabı kabul edeceğiz? İşte bu noktada, yine, Büyük Kitap Kur'an imdadımıza yetişir. Şöyle ki:
Kur'an'da değişik hitap tarzları vardır. Bazı yerde "Ey İNSAN",bazı yerde de, "Ey NÂS" hitapları yer alır. Tefsirlere bakacak olursak; her iki hitaptan da,İNSAN manasının çıkarıldığını görürüz. Acaba, öyle midir? Biraz açalım:
Arapça, çok beliğ ve zengin bir dildir. Her kelime, türediği köküne göre mânâ kazanır. Arapça'da İNSAN kelimesinin kökü, ÜNS'tür. ÜNS'ün mânâsı dost ve yakın demektir. Kur'an'da "EY İNSAN!" hitabıyla, Allah'a dost ve yakın olan insanlar kast edilir. Nâs, kelimesinin türediği kök ise; NİSYAN'dır.Nisyanın manası ise; UNUTMAKTIR. Kur'an'da "EY NAS!" hitabıyla, Allah'ı unutanlar kast edilir.
Kısacası; insanların ULVÎ ve SÜFLÎ karakterleri mevcuttur. İhtiras ve nefislerinin arzularını frenleyip, ULVİ KAREKTERİNİ öne çıkararak muhitine, ülkesine, milletine ve hattâ bütün insanlık âlemine hizmet edenler, hakikî İNSANDIR. Bunlar, Allah'ın makbul tuttuğu insanlardır. İhtirâs ve nefislerinin arzularına yenik düşüp, SÜFLİ KAREKTERLERİNİ öne çıkararak yalan söyleyenler, inançları siyaset malzemesi yapanlar, insanların ve kamunun mallarına tecavüz edenler, hakikatleri gizleyenler, başkalarının zararına kasalarını dolduranlar, zulmedenler, sahip oldukları nimet ve imkânlarını muhitinin, ülkesinin, milletinin ve hatta bütün insanlık aleminin hayrına kullanmayanlar, münâfıklar, fitne ve fesat doğuranlar, insan görümündeki canlılardır. Bunlar, Allah'ın lânet ettiği ve ebedî azaba mahkûm edeceğini beyan ettiği kimselerdir. Aslında; bu gibi kişileri, Hz .Peygamberimiz de işaret etmiştir. Bu husustaki açık emirleri vardır:
1- Kişi, neyi çok seviyorsa; bütün tâat ve ibâdeti onadır.
2- Tâat ve ibâdetlerin kabulü için, helâl kazanmak şarttır.
3- Yalanı olanın, dini olmaz.
4- Cömert, fâsık da olsa, Cehennem'e girmez; hasis, âbid de olsa, Cennet'e giremez.
5- İmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de, imân etmiş sayılmazsınız.
6- Zekâtı olmayanın, dini olmaz.
Sayın Turgut;
Şimdi oturunuz ve dindarlığın ne olduğunu, bütün cihâna duyurunuz! Türbanı, İslâm’ın şartı haline getirerek, insanları aldatanların hakkındaki kararı, herkesin irfanı versin! Ne yazık ki; fenâ adamlar, tarih boyunca insanların inançlarını sömürerek makam, mevki ve servet sahibi olmuşlardır. İslâm’a ilk darbeyi de, Emevî saltanatını kuran Şam Valisi MUAVİYE vurmuştur. O günden itibaren de, İslâm, şekilciliğe hapsedilmiştir. Ne yazık ki; “din adamıyım” diye geçinen kişiler, bu gerçekleri, hiçbir yerde ve hiçbir zaman, dile getirmemişlerdir. Zaten, çoğunun bilgileri de yoktur ya!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
20 Aralık 2008 Cumartesi
Seçimler ve Demokrasi.
Sayın Muammer AYDIN
Yüksek Seçim Kurulu Başkanı
Ankara 19 Aralık 2008
Sayın BAŞKAN;
Bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzının DEMOKRASİ olduğu kabul edilmektedir. Çünkü; demokrasinin özü, HÜRRİYETLERİN muhafazası ve ADÂLETİN sağlanması esasına dayanır.
Ancak; hürriyetlerin sınırları adâletle tahdit edilmediği takdirde; “DEMOKRASİ” adı altında “ACI ESARETLERİN” kurulduğu da, bilinmeyen, görülmeyen bir husus değildir.
Demokrasilerde Parlâmento, rejimin KALBİ ve seçimler de, ŞAHDAMARI mesabesindedir. Bu bakımdan seçimler, demokratik rejimlerde çok önemlidir. Bu sebeple; seçimler, HÜR, ÂDİL VE EŞİT şartlarda yapılırsa demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini görebilir.
HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME ARZUSUNA dayalı seçimler, hiçbir zaman, demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini göremez. Bu şekilde yapılan seçimler; DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmenin kapılarını açar.
Bugün ülkemizde, “Seçmen Kütükleri” konusu tartışılmaktadır ve bu tartışma, ülkemizin en önemli gündemi haline gelmiştir.
Bu tartışmayı da, ancak ve ancak başında bulunduğunuz YÜKSEK SEÇİM KURULU ortadan kaldırabilir. Bu sebeple; kamuoyu, Yüksek Kurulunuzdan tatminkâr ve rahatlatıcı bir açıklama beklemektedir.
ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi, yüksek takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
Yüksek Seçim Kurulu Başkanı
Ankara 19 Aralık 2008
Sayın BAŞKAN;
Bugüne kadar insan zekâsının bulabildiği en iyi idare tarzının DEMOKRASİ olduğu kabul edilmektedir. Çünkü; demokrasinin özü, HÜRRİYETLERİN muhafazası ve ADÂLETİN sağlanması esasına dayanır.
Ancak; hürriyetlerin sınırları adâletle tahdit edilmediği takdirde; “DEMOKRASİ” adı altında “ACI ESARETLERİN” kurulduğu da, bilinmeyen, görülmeyen bir husus değildir.
Demokrasilerde Parlâmento, rejimin KALBİ ve seçimler de, ŞAHDAMARI mesabesindedir. Bu bakımdan seçimler, demokratik rejimlerde çok önemlidir. Bu sebeple; seçimler, HÜR, ÂDİL VE EŞİT şartlarda yapılırsa demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini görebilir.
HİLE, ENTRİKA ve GASP ETME ARZUSUNA dayalı seçimler, hiçbir zaman, demokrasinin ŞAHDAMARI işlevini göremez. Bu şekilde yapılan seçimler; DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmenin kapılarını açar.
Bugün ülkemizde, “Seçmen Kütükleri” konusu tartışılmaktadır ve bu tartışma, ülkemizin en önemli gündemi haline gelmiştir.
Bu tartışmayı da, ancak ve ancak başında bulunduğunuz YÜKSEK SEÇİM KURULU ortadan kaldırabilir. Bu sebeple; kamuoyu, Yüksek Kurulunuzdan tatminkâr ve rahatlatıcı bir açıklama beklemektedir.
ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir DEVLET ve işleyen bir REJİM arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi, yüksek takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı,
19 Aralık 2008 Cuma
2009 yılı Bütçesi ve Gerçekler.
Sayın Kadir DİKBAŞ
Zaman Gazetesi Yazarı 18 Aralık 2008
Sayın DİKBAŞ;
18 Aralık 2008 tarihli ve “2009 bütçesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Tahmin ve endişelerinizi bir tarafa bırakalım ve 2009 yılı bütçesinin hedeflerine ulaştığını farz edelim. Acaba bu bütçe, dertlerimize çare olacak mı? Böyle bir bütçe ile Türkiye, rahatlayıp, insanlarımız refaha ulaşacak mıdır?
İsterseniz, 262,2 milyar YTL. büyüklüğünde öngörülen 2009 yılı bütçe taslağındaki bazı hedeflere bakalım:
PERSONEL GİDERLERİ 57.2 milyar YTL.
ÖNGÖRÜLEN BÜTÇE AÇIĞI 13,5 milyar YTL.
FAİZ HARCAMALARI 57,5 milyar YTL.
CARÎ TRANSFERLER 88,5 milyar YTL.
SERMAYE GİDERLERİ 16.6 milyar YTL.
SERMAYE TRANSFERLERİ 2.8 milyar YTL.
TARIMSAL DESTEKLER 5.5 milyar YTL.
Düşünmesini bilen herkese soruyorum: BÖYLE BİR BÜTÇENİN ÜLKEYE VE MİLLETE, NE FAYDASI OLUR? Bütçesinden yatırımlara yüzde 30 oranında bir pay ayıramayan bir ülke, gerçek anlamda büyüyebilir ve üretebilir mi?
Tarımsal destekler için ayrılan payın 11 katı kadar bir pay, faiz giderleri için ayrılmıştır. Böyle bir bütçe ile tarım ve hayvancılık geliştirilebilir mi?
88.5 milyar YTL olarak öngörülen Transfer harcamalarından;
SGK’ya 46.7 milyar YTL, Mahallî idarelere 19.9 milyar YTL pay ayrılmıştır.
Mahallî idarelere ayrılan pay, sermaye giderlerine ayrılan paydan fazladır.
Yatırımlar dururken, mahallî idarelere ayrılan bu pay niçindir? Belediyeler iki yılda bir kaldırım değiştirsinler ve çiçek eksinler ve de erzak, kömür dağıtsınlar diye mi bu paralar tahsis edilmiştir?
Bütçe gelirlerine bir bakalım:
248,8 milyar YTL olarak öngörülen gelirlerin 202,1 milyar YTL’sini vergi gelirleri oluşturmaktadır. Vergi dışı gelirler 46,7 milyar YTL’dir.
202,1 milyar YTL olarak öngörülen vergi gelirlerinin 107,9 milyar YTL’lik kısmını, adaletsiz dolaylı vergiler oluşturmaktadır. Ki; bu dolaylı vergiler, Kurumlar Vergisinin 5 katından, Gelir Vergisinin 2 katından fazladır. Bunun anlamı da açıktır:
YÜK, YİNE DAR GELİRLİLERİN SIRTINA VURULMUŞTUR.
Böyle bir bütçe ile milletin refaha, rahata ermesi mümkün olabilir mi?
Kaldı ki; belirttiğiniz gibi, bütçe hedeflerinin tutturulması da zordur. Dış ticaret açığı ile, carî açık da, büyük bir endişe kaynağıdır.
Bir ülkenin en önemli kanunu, BÜTÇE KANUNUDUR. Bu sebeple bütçeler, ekonomik ve sosyal hedefleri, ülkenin ve milletin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği takdirde gerçekçi olurlar.
Bütçeleri bu açıdan irdeler, değerlendirir ve kamuoyunu aydınlatırsanız; gerçek anlamda görev yapmış olursunuz. Zirâ; Türkiye, 28 yıldan beri yatırımları unutan ve dolayısı ile, üretimi hedeflemeyen bütçelerle idare edilmiştir.
Orta tabakanın erimesinin, fukaralığın ve işsizliğin yaygınlaşmasının, Türkiye’nin başkalarına muhtaç hale gelmesinin gerçek sebebi de, budur. Bu 28 yıl zarfında sâdece devletin ödediği faiz 550 milyar dolardır. İç ve dış borç stokumuz da, 500 milyar dolara ulaşmıştır. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, yabancıların eline geçmiştir. Âdetâ Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmiştir.
Parasızlıktan GAP, DAP ve KOP projelerinin gerçekleştirilememesi veya tamamlanamaması konuşulurken; niçin bu kadar faiz ödediğimiz ve niçin bu kadar borçlandığımız konuşulmamış ve irdelenmemiştir.
Bu hususları konu edeceğinize inanmaktayım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Zaman Gazetesi Yazarı 18 Aralık 2008
Sayın DİKBAŞ;
18 Aralık 2008 tarihli ve “2009 bütçesi” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Tahmin ve endişelerinizi bir tarafa bırakalım ve 2009 yılı bütçesinin hedeflerine ulaştığını farz edelim. Acaba bu bütçe, dertlerimize çare olacak mı? Böyle bir bütçe ile Türkiye, rahatlayıp, insanlarımız refaha ulaşacak mıdır?
İsterseniz, 262,2 milyar YTL. büyüklüğünde öngörülen 2009 yılı bütçe taslağındaki bazı hedeflere bakalım:
PERSONEL GİDERLERİ 57.2 milyar YTL.
ÖNGÖRÜLEN BÜTÇE AÇIĞI 13,5 milyar YTL.
FAİZ HARCAMALARI 57,5 milyar YTL.
CARÎ TRANSFERLER 88,5 milyar YTL.
SERMAYE GİDERLERİ 16.6 milyar YTL.
SERMAYE TRANSFERLERİ 2.8 milyar YTL.
TARIMSAL DESTEKLER 5.5 milyar YTL.
Düşünmesini bilen herkese soruyorum: BÖYLE BİR BÜTÇENİN ÜLKEYE VE MİLLETE, NE FAYDASI OLUR? Bütçesinden yatırımlara yüzde 30 oranında bir pay ayıramayan bir ülke, gerçek anlamda büyüyebilir ve üretebilir mi?
Tarımsal destekler için ayrılan payın 11 katı kadar bir pay, faiz giderleri için ayrılmıştır. Böyle bir bütçe ile tarım ve hayvancılık geliştirilebilir mi?
88.5 milyar YTL olarak öngörülen Transfer harcamalarından;
SGK’ya 46.7 milyar YTL, Mahallî idarelere 19.9 milyar YTL pay ayrılmıştır.
Mahallî idarelere ayrılan pay, sermaye giderlerine ayrılan paydan fazladır.
Yatırımlar dururken, mahallî idarelere ayrılan bu pay niçindir? Belediyeler iki yılda bir kaldırım değiştirsinler ve çiçek eksinler ve de erzak, kömür dağıtsınlar diye mi bu paralar tahsis edilmiştir?
Bütçe gelirlerine bir bakalım:
248,8 milyar YTL olarak öngörülen gelirlerin 202,1 milyar YTL’sini vergi gelirleri oluşturmaktadır. Vergi dışı gelirler 46,7 milyar YTL’dir.
202,1 milyar YTL olarak öngörülen vergi gelirlerinin 107,9 milyar YTL’lik kısmını, adaletsiz dolaylı vergiler oluşturmaktadır. Ki; bu dolaylı vergiler, Kurumlar Vergisinin 5 katından, Gelir Vergisinin 2 katından fazladır. Bunun anlamı da açıktır:
YÜK, YİNE DAR GELİRLİLERİN SIRTINA VURULMUŞTUR.
Böyle bir bütçe ile milletin refaha, rahata ermesi mümkün olabilir mi?
Kaldı ki; belirttiğiniz gibi, bütçe hedeflerinin tutturulması da zordur. Dış ticaret açığı ile, carî açık da, büyük bir endişe kaynağıdır.
Bir ülkenin en önemli kanunu, BÜTÇE KANUNUDUR. Bu sebeple bütçeler, ekonomik ve sosyal hedefleri, ülkenin ve milletin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği takdirde gerçekçi olurlar.
Bütçeleri bu açıdan irdeler, değerlendirir ve kamuoyunu aydınlatırsanız; gerçek anlamda görev yapmış olursunuz. Zirâ; Türkiye, 28 yıldan beri yatırımları unutan ve dolayısı ile, üretimi hedeflemeyen bütçelerle idare edilmiştir.
Orta tabakanın erimesinin, fukaralığın ve işsizliğin yaygınlaşmasının, Türkiye’nin başkalarına muhtaç hale gelmesinin gerçek sebebi de, budur. Bu 28 yıl zarfında sâdece devletin ödediği faiz 550 milyar dolardır. İç ve dış borç stokumuz da, 500 milyar dolara ulaşmıştır. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz, yabancıların eline geçmiştir. Âdetâ Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmiştir.
Parasızlıktan GAP, DAP ve KOP projelerinin gerçekleştirilememesi veya tamamlanamaması konuşulurken; niçin bu kadar faiz ödediğimiz ve niçin bu kadar borçlandığımız konuşulmamış ve irdelenmemiştir.
Bu hususları konu edeceğinize inanmaktayım.
Saygılarımla.
Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
16 Aralık 2008 Salı
2002 öncesi ve 2002 sonrası
Sayın Kemâl UNAKITAN
Maliye Bakanı
Ankara 16 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
Bugün TBMM’nde 2009 Mâli yılı Bütçe Kanunu tasarısını sunarken yaptığınız konuşmanızı dikkatle ve ilgiyle izledim. Şayet 15 yaşımda olsaydım; avuçlarım çatlayıncaya kadar sizi alkışlardım. Çünkü yaşım itibariyle, 2002 öncesi Türkiye’sini bilmeyecek ve hatırlamayacaktım. Ne yazık ki; bugün, 69 yaşındayım ve 2002 öncesi Türkiye’sini gayet iyi hatırlıyorum ve aklın tahtında değerlendiriyorum.
Alıştığımız husus şudur: Partiniz adına konuşma yapan kim olursa olsun; 2002 öncesi Türkiye’sini inkâr etmektedir ve Türkiye’yi, 2002 yılında başlatmaktadır. Aslında bu yaklaşımın yabancısı da değiliz. Turgut Özal’dan alıştık. O da Türkiye’yi, 1983 yılında başlatmıştı ve 1983’ten evvelki Türkiye’sini, yok farz etmişti. Demek ki; iktidarınız da, Özal’ın yolunda yürümektedir.
Siyasî maksatla hareket ettiğiniz için, belki bir noktada haklı olabilirsiniz. Ama; Türkiye’nin, varları ve yokları ile gerçek envanteri ortaya konduğu zaman, buna vereceğiniz cevabı da bulabilmelisiniz. Şöyle ki;
Türk Telekom, Tüpraş, Pektim, Ereğli, Karabük, ve İskenderun demir-çelik fabrikaları, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, otomobil fabrikaları, şeker ve çimento fabrikaları, özel ve kamu sektörüne ait saymakla bitiremeyeceğimiz sanayi tesisleriyle, otoyollar, köprüler, limanlar, 78 üniversite ve okullar, hastaneler, demir yolları, hava alanları, petrol boru hatları, mavi akım adı verilen doğalgaz boru hatları ve yine saymakla bitiremeyeceğimiz alt yapı tesisleri; barajlar, hidroelektrik ve termik santralleri 2002 yılında mevcuttu. 180 milyar kilovat/saat enerji de üretiliyordu. Yani; reddedilemeyecek büyüklükte ve önemde bir varlık mirası devraldınız. Üstelik; 6 yıllık iktidarınız süresince, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizi yabancılara sattınız. Ki; bu sayede 50 milyar doları aşan bir gelir de elde ettiniz. Bu durum karşısında, geçmişi inkâr etmenizin ve övünmenizin bir anlamı kalır mı?
Dikkat ediyorum; her fırsatta ihracat ve millî gelir rakamlarını örnek göstererek, “79 yılda şu kadar, bugün 6 yıl zarfında 79 yıldan fazla “ ifadelerini kullanarak, bir zafer edası ile, Cumhuriyetin 79 yılını yok farz etmektesiniz. Size; iç ve dış borçları konu ederek, “İç ve dış borç stokumuz 2002 yılında 250 milyar YTL. idi. Bugün bu borçlar, 500 milyar YTL.’ye ulaşmıştır. 79 yılda 250 milyar, 6 yılda 79 yıla denk bir borçlanma.” Diye sorsam, acaba, cevabınız ne olur?
Sayın BAKAN;
Siyaseti bir yana bırakıyorum ve bütçe ile ilgili görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Neresinden baksak, 2009 yılı bütçesi de bir borç ve faiz bütçesidir. Böyle bir bütçe ile kalkınmayı ve gelişmeyi sağlamak, bir hayalden öteye geçemez. Zirâ; bütçesinin yüzde 30’unu yatırımlara ayıramayan bir ülkenin, düzgün bir hedefe yöneldiği ve sorunlarını çözdüğü, dünya tarihinde görülmemiştir.
262 milyar YTL büyüklüğündeki 2009 yılı bütçesinde 13,5 milyar YTL, açık ve 57,5 milyar YTL. faiz ödemesi ön görülmüştür. Yatırımlara ayrılan pay, 16.6 milyar YTL’.dir. Carî transferlere ayrılan 88,5 milyar YTL.’den tarımsal destek için ayrılabilen pay, sâdece ve sâdece 5,5 milyar YTL.’dir.
Usta bir kaptanın yönetiminde ülkeyi, bilen bir Maliye Bakanı olarak gayet iyi idare ettiğinizi söylediğiniz için sormak zorundayım:
BÖYLE BİR BÜTÇE İLE, ÜLKENİN DÜZE ÇIKMASI, KALKINMASI ve MİLLETİN REFAHA ERİŞMESİ MÜMKÜN OLABİLİR Mİ?
Dikkat çekici diğer bir husus da, şudur:
2009 yılında 202,1 milyar YTL olarak ön görülen vergi gelirlerinin 107,9 milyar YTL.’sini, dolaylı vergiler oluşturmaktadır.
Böylesine çarpık bir vergi politikası ile sosyal adâleti sağlamak ve gelir dağılımını düzeltmek mümkün olabilir mi?
Sayın BAKAN;
Asıl maksadım sizi eleştirmek değil, bir gerçeğe dikkatinizi çekmektir. O da, şudur:
Türkiye, 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Eğer; AKP iktidarı olarak siz; Türkiye’yi 2002 yılında başlatacağınıza, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’si ile, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sini mukayese etseydiniz, gerçek başarıyı bulmuş olurdunuz.
Dikkatlerinize arz ediyorum;
12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin 12,5 milyar dolar borcu vardı ve iç borçları yok denecek kadar azdı. Şimdi, dikkat ediniz:
Türkiye, 1980-2007 sonu arasında 550 milyar dolar faiz ödemiştir. Ve bugünkü borç stoku ise, 500 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu dönemde, ancak 100 milyar dolarlık bir yatırım yapabilmiştir.
Yatırım harcamalarımız son 27 yıl zarfında 2,5-3 kat artarken, iç borç faiz ödemelerimiz 75 kattan, dış borç faiz ödemelerimiz 19 kattan fazla artmıştır.
Şayet 1965- 1980 Türkiye’sini iyi analiz edebilseydiniz; 12 Eylül 1980 sabahındaki 12,5 milyar dolar dış borcun, alınan mesafeye göre bir hiç mesabesinde olduğunu görürdünüz. İhtilâl İdaresi, gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet hükümetlerini hesaba çekerek, “Bu 12,5 milyar dolar borcu niçin yaptınız ve bu paraları nerede kullandınız?” diye sorsaydı; bu borcun karşılığı olarak en az, 100 milyar dolarlık bir iktisadî varlığın meydana getirildiğini anlardı.
Şimdi merak ediyorum:
Bu mektubum elinize geçer ve okursanız; Türkiye’yi 2002 yılında başlatma sevdanız devam eder mi?
En önemlisi; vicdanî bir muhasebe yaparak, ne derece başarılı olduğunuzu ortaya koyabilir misiniz?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
O216-4181726
Maliye Bakanı
Ankara 16 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
Bugün TBMM’nde 2009 Mâli yılı Bütçe Kanunu tasarısını sunarken yaptığınız konuşmanızı dikkatle ve ilgiyle izledim. Şayet 15 yaşımda olsaydım; avuçlarım çatlayıncaya kadar sizi alkışlardım. Çünkü yaşım itibariyle, 2002 öncesi Türkiye’sini bilmeyecek ve hatırlamayacaktım. Ne yazık ki; bugün, 69 yaşındayım ve 2002 öncesi Türkiye’sini gayet iyi hatırlıyorum ve aklın tahtında değerlendiriyorum.
Alıştığımız husus şudur: Partiniz adına konuşma yapan kim olursa olsun; 2002 öncesi Türkiye’sini inkâr etmektedir ve Türkiye’yi, 2002 yılında başlatmaktadır. Aslında bu yaklaşımın yabancısı da değiliz. Turgut Özal’dan alıştık. O da Türkiye’yi, 1983 yılında başlatmıştı ve 1983’ten evvelki Türkiye’sini, yok farz etmişti. Demek ki; iktidarınız da, Özal’ın yolunda yürümektedir.
Siyasî maksatla hareket ettiğiniz için, belki bir noktada haklı olabilirsiniz. Ama; Türkiye’nin, varları ve yokları ile gerçek envanteri ortaya konduğu zaman, buna vereceğiniz cevabı da bulabilmelisiniz. Şöyle ki;
Türk Telekom, Tüpraş, Pektim, Ereğli, Karabük, ve İskenderun demir-çelik fabrikaları, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, otomobil fabrikaları, şeker ve çimento fabrikaları, özel ve kamu sektörüne ait saymakla bitiremeyeceğimiz sanayi tesisleriyle, otoyollar, köprüler, limanlar, 78 üniversite ve okullar, hastaneler, demir yolları, hava alanları, petrol boru hatları, mavi akım adı verilen doğalgaz boru hatları ve yine saymakla bitiremeyeceğimiz alt yapı tesisleri; barajlar, hidroelektrik ve termik santralleri 2002 yılında mevcuttu. 180 milyar kilovat/saat enerji de üretiliyordu. Yani; reddedilemeyecek büyüklükte ve önemde bir varlık mirası devraldınız. Üstelik; 6 yıllık iktidarınız süresince, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizi yabancılara sattınız. Ki; bu sayede 50 milyar doları aşan bir gelir de elde ettiniz. Bu durum karşısında, geçmişi inkâr etmenizin ve övünmenizin bir anlamı kalır mı?
Dikkat ediyorum; her fırsatta ihracat ve millî gelir rakamlarını örnek göstererek, “79 yılda şu kadar, bugün 6 yıl zarfında 79 yıldan fazla “ ifadelerini kullanarak, bir zafer edası ile, Cumhuriyetin 79 yılını yok farz etmektesiniz. Size; iç ve dış borçları konu ederek, “İç ve dış borç stokumuz 2002 yılında 250 milyar YTL. idi. Bugün bu borçlar, 500 milyar YTL.’ye ulaşmıştır. 79 yılda 250 milyar, 6 yılda 79 yıla denk bir borçlanma.” Diye sorsam, acaba, cevabınız ne olur?
Sayın BAKAN;
Siyaseti bir yana bırakıyorum ve bütçe ile ilgili görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Neresinden baksak, 2009 yılı bütçesi de bir borç ve faiz bütçesidir. Böyle bir bütçe ile kalkınmayı ve gelişmeyi sağlamak, bir hayalden öteye geçemez. Zirâ; bütçesinin yüzde 30’unu yatırımlara ayıramayan bir ülkenin, düzgün bir hedefe yöneldiği ve sorunlarını çözdüğü, dünya tarihinde görülmemiştir.
262 milyar YTL büyüklüğündeki 2009 yılı bütçesinde 13,5 milyar YTL, açık ve 57,5 milyar YTL. faiz ödemesi ön görülmüştür. Yatırımlara ayrılan pay, 16.6 milyar YTL’.dir. Carî transferlere ayrılan 88,5 milyar YTL.’den tarımsal destek için ayrılabilen pay, sâdece ve sâdece 5,5 milyar YTL.’dir.
Usta bir kaptanın yönetiminde ülkeyi, bilen bir Maliye Bakanı olarak gayet iyi idare ettiğinizi söylediğiniz için sormak zorundayım:
BÖYLE BİR BÜTÇE İLE, ÜLKENİN DÜZE ÇIKMASI, KALKINMASI ve MİLLETİN REFAHA ERİŞMESİ MÜMKÜN OLABİLİR Mİ?
Dikkat çekici diğer bir husus da, şudur:
2009 yılında 202,1 milyar YTL olarak ön görülen vergi gelirlerinin 107,9 milyar YTL.’sini, dolaylı vergiler oluşturmaktadır.
Böylesine çarpık bir vergi politikası ile sosyal adâleti sağlamak ve gelir dağılımını düzeltmek mümkün olabilir mi?
Sayın BAKAN;
Asıl maksadım sizi eleştirmek değil, bir gerçeğe dikkatinizi çekmektir. O da, şudur:
Türkiye, 28 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Eğer; AKP iktidarı olarak siz; Türkiye’yi 2002 yılında başlatacağınıza, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’si ile, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’sini mukayese etseydiniz, gerçek başarıyı bulmuş olurdunuz.
Dikkatlerinize arz ediyorum;
12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’nin 12,5 milyar dolar borcu vardı ve iç borçları yok denecek kadar azdı. Şimdi, dikkat ediniz:
Türkiye, 1980-2007 sonu arasında 550 milyar dolar faiz ödemiştir. Ve bugünkü borç stoku ise, 500 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu dönemde, ancak 100 milyar dolarlık bir yatırım yapabilmiştir.
Yatırım harcamalarımız son 27 yıl zarfında 2,5-3 kat artarken, iç borç faiz ödemelerimiz 75 kattan, dış borç faiz ödemelerimiz 19 kattan fazla artmıştır.
Şayet 1965- 1980 Türkiye’sini iyi analiz edebilseydiniz; 12 Eylül 1980 sabahındaki 12,5 milyar dolar dış borcun, alınan mesafeye göre bir hiç mesabesinde olduğunu görürdünüz. İhtilâl İdaresi, gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet hükümetlerini hesaba çekerek, “Bu 12,5 milyar dolar borcu niçin yaptınız ve bu paraları nerede kullandınız?” diye sorsaydı; bu borcun karşılığı olarak en az, 100 milyar dolarlık bir iktisadî varlığın meydana getirildiğini anlardı.
Şimdi merak ediyorum:
Bu mektubum elinize geçer ve okursanız; Türkiye’yi 2002 yılında başlatma sevdanız devam eder mi?
En önemlisi; vicdanî bir muhasebe yaparak, ne derece başarılı olduğunuzu ortaya koyabilir misiniz?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
O216-4181726
14 Aralık 2008 Pazar
Fehmi Koru ve TRT'deki programı
TRT-1 POLİTİK AÇILIM PROGRAMI
Sayın Fehmi Koru ve sayın Katılımcılar; 14 Aralık 2008 Pazar
Tek yönlü ve şartlanmış düşünce ve yorumlarınızla bu yüce milleti aldatmaya, kandırmaya ve yanlış yönlendirmeye hakkınız yoktur. Zira; Türkiye'nin sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimine ihtiyacı vardır. Ne yazık ki; dâimâ fitne ve fesat dokuyan ve hizmet ettikleri misyonları bilinmeyen kişiler yüzünden, böylesine önemli bir zaman dilimini yakalayamadık. Bu sebeple;
Eveleyip, geveleyeceğinize ve Deniz Baykal'la uğraşacağınıza; ülkenin çok kötü yönetildiğini ve kötü yönetimler sebebiyle Türkiye'nin, bir müstemleke ülkesi ve Türk milletinin de, bir müstemleke halkı haline getirilmek istendiğini açık bir şekilde belirtiniz. Tabii ki; cesaretiniz ve bilginiz varsa!...
Ayrıca; Halkı, sistemin dışına iten ve ikinci seçmen konumuna düşüren; buna karşılık, siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren çarpık demokrasi modelini masaya yatırarak tartışmaya açınız. Türkiye'de gerçek bir demokrasinin olmadığını ve bu çarpık model yüzünden, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluştuğunu, herkesin anlayacağı netlikte ortaya koyunuz ki; sizlerin, gerçek anlamda aydın ve fikir adamları olduğunuza inanalım. Tabii ki; ele geçirdiğiniz imkânları kaybetme korkusu taşımazsanız.
Sayın Koru;
Şayet kendinize güveniyorsanız ve başkalarının iznine tâbî değilseniz ve de HÜR olması gereken İRADENİZİ, devletin ve milletin çıkarları doğrultusunda kullandığınıza inanıyorsanız; bir programınıza beni de konuk ediniz ve benimle tartışmayı gözealınız. Bakalım; ne kadar tutunabileceksiniz? Hüsnü Akıncı
Sayın Fehmi Koru ve sayın Katılımcılar; 14 Aralık 2008 Pazar
Tek yönlü ve şartlanmış düşünce ve yorumlarınızla bu yüce milleti aldatmaya, kandırmaya ve yanlış yönlendirmeye hakkınız yoktur. Zira; Türkiye'nin sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içinde geçirebileceği 15-20 yıllık bir zaman dilimine ihtiyacı vardır. Ne yazık ki; dâimâ fitne ve fesat dokuyan ve hizmet ettikleri misyonları bilinmeyen kişiler yüzünden, böylesine önemli bir zaman dilimini yakalayamadık. Bu sebeple;
Eveleyip, geveleyeceğinize ve Deniz Baykal'la uğraşacağınıza; ülkenin çok kötü yönetildiğini ve kötü yönetimler sebebiyle Türkiye'nin, bir müstemleke ülkesi ve Türk milletinin de, bir müstemleke halkı haline getirilmek istendiğini açık bir şekilde belirtiniz. Tabii ki; cesaretiniz ve bilginiz varsa!...
Ayrıca; Halkı, sistemin dışına iten ve ikinci seçmen konumuna düşüren; buna karşılık, siyasî parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren çarpık demokrasi modelini masaya yatırarak tartışmaya açınız. Türkiye'de gerçek bir demokrasinin olmadığını ve bu çarpık model yüzünden, baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluştuğunu, herkesin anlayacağı netlikte ortaya koyunuz ki; sizlerin, gerçek anlamda aydın ve fikir adamları olduğunuza inanalım. Tabii ki; ele geçirdiğiniz imkânları kaybetme korkusu taşımazsanız.
Sayın Koru;
Şayet kendinize güveniyorsanız ve başkalarının iznine tâbî değilseniz ve de HÜR olması gereken İRADENİZİ, devletin ve milletin çıkarları doğrultusunda kullandığınıza inanıyorsanız; bir programınıza beni de konuk ediniz ve benimle tartışmayı gözealınız. Bakalım; ne kadar tutunabileceksiniz? Hüsnü Akıncı
12 Aralık 2008 Cuma
Ergenekon ve Seçim
Sayın Hüseyin GÜLERCE
Zaman Gazetesi Yazarı 12 Aralık 2008
Sayın Gülerce;
12 Aralık 2008 tarihli ve “Ergenekon Davası, seçimlerden önemlidir.” başlığını taşıyan yazınızı okudum ve hayret ettim. Hayretimin sebebi şudur:
Bir taraftan “Adâlet, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi” ifadelerini kullanırken; diğer taraftan, henüz daha mahiyeti bilinmeyen ve yargı süreci devam eden ve de adına niçin “ERGENEKON DAVASI” denildiği belli olmayan bir dava hakkında peşin hükümde bulunmanız ve zanlıları suçlu ilân etmeniz; aklın, ilmin, mantığın ve vicdanın kabul edebileceği bir husus değildir. Zira; sağlıklı bir akla sahip her vatandaş, bu şekliyle yürütülen bir davadan rahatsızlık duyar.
Evet; başta, köşe kaptığınız Zaman Gazetesi olmak üzere Sabah, Vakit, Şafak ve Taraf gazeteleri ile, kendilerine “68 Kuşağı” adını veren ve geçmişte darbe ortamı hazırlamakla ünlü bazı kişiler; aylardan beri bu dava ile yatıp, bu dava ile kalkmaktadırlar. Üstelik; bu gazeteler ve kişiler; suçları, mahkemece sabit olmamış sanıkları “Çeteci” ilân etmekle ağır bir suç işlemektedirler ve adâlete gölge düşürmektedirler. Merak ediyorum:
Sizler, bu milleti sağır, dilsiz ve aptal mı zannediyorsunuz?
“Ortada yüz yıllık bir mücadele var.” derken, neyi amaçladınız?
“Asırlık ezber ve kavram kargaşası” ifadesini, hangi maksat için kullanmaktasınız?
“Başka bir ifadeyle bu mücadele, bürokratik vesayetin devamından yana olanlarla, çağı doğru okuyup, hukukun üstünlüğünden ve demokrasiden yana olanların mücadelesidir” ifadelerini kullanırken kastınız nedir? Türk Silâhlı Kuvvetleri midir?
En önemlisi; siz ve mensubu olduğunuz CEMAAT, ne kadar demokratsınız ve ne derece HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ tanıyorsunuz?
Siz; iktidar gücünü, elinde bulunduranların esiri konumunda değil misiniz?
Sayın Gülerce;
Eğri oturup, doğru konuşmak zorundasınız. Şayet gerçekten millet iradesinden yana iseniz; milleti sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatör” konumuna getiren ve 28 yıldan beri yürürlükte olan GÖSTERMELİK DEMOKRASİ modelini niçin eleştirmiyorsunuz?
Başta “Gülen Cemaati” olmak üzere tarikatların, dinî cemaat ve vakıfların, seçim zamanlarında, kendi mensuplarının hür olması gereken iradelerine niçin müdahalede bulunduklarını eleştirmeniz icap etmez mi?
Seçim ve Siyasî Parti Kanunları, milleti, ikinci seçmen konumuna getirmiştir. Gerçekte söz sahibi, siyasî parti liderleridir. Millet, sandığa giderek bir formaliteyi yerine getirmektedir. Bugüne kadar, bu çarpıklığa ve emr-i vâkiye niçin direnmediniz? Yoksa siz; çağı, doğru okuyup, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye inanmıyor musunuz?
28 yıldan beri baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşmuştur. Bunu nasıl kabulleniyorsunuz ve Yüce İslâm Dini’nin özüyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
İyi düşünesiniz ve vicdanen muhasebesini yapasınız diye sunuyorum:
Sebebini tartışmakta fayda görmüyorum; 12 Eylül 1980 İhtilâli’ni onaylayanlardan da değilim. Bir gerçeği de, ifade etmek zorundayım:
Askerî idare 3 yıl sürmüştür. Bakanlar Kurulu da, sivillerden oluşmuştur. Yere, göğe sığdırılamayan ve büyük yenilikçi olarak takdim edilen Turgut Özal, Askerî idare olarak kabul edilen dönemde Başbakan Yardımcısı ve ekonomiden sorumlu Bakandı. Yeni Anayasa hazırlamak için sivillerden oluşan bir “Kurucu Meclis” de, görev başındaydı. Bu Meclis, askerlerin istekleri doğrultusunda Halkı daha fazla sistemin içine dâhil eden ve siyasî parti liderlerinin egemenliklerini ortadan kaldıran mükemmel denecek tarzdaki Seçim ve Siyasî Partiler Kanunlarını kabul etmiştir. En önemli yenilik; her kademedeki adayların, hâkim teminatı altında partilere kayıtlı üyelerle seçilmelerini öngörmesidir. Şayet, bu öz korunsaydı; bugün Türkiye, bu duruma düşmeyecekti ve halk, fukaralaşmayacaktı. İç ve dış borç batağına saplanmayacak ve nahak yere 500 milyar dolar faiz ödemeyecektik ve belki de, iktisaden Avrupa para piyasasının hâkimi olacaktık.
Askerler, işin başında verdikleri sözlerinde durdular ve ülkenin idaresini, seçilmiş siyasî heyetlere devrettiler. Bundan sonrasına bir bakalım:
İktidara gelen Turgut Özal; 1987 seçimlerine kadar askerlerin yaptığı kanunları ortadan kaldırarak, halkı dışlayan ve siyasî parti liderlerini diktatör konumuna getiren kanunları yürürlüğe koydu. Bunu da, “Temsilde adâlet ve yönetimde istikrar” masalıyla yaptı. Yani; aşığı olduğunuzu beyan ettiğiniz demokrasinin yerine çarpık bir model; vazgeçilmez ve hayranı olduğunuzu belirttiğiniz millet iradesinin yerine kendi iradesini, dolayısıyla kişi iradesini getirdi. Merak ediyorum: Bunlar yapılırken, acaba, demokrasinin neresindeydiniz? 25 yıldan beri süren bu çarpık rejim yüzünden ülke, tanınmaz hale gelmiştir ve siz, hâlâ Türk Silâhlı Kuvvetlerini hedef seçerek, demokrasi oyunu oynamaktasınız.
Bu gerçeği dile getirip, bugüne kadar çare aramayan siz; bugün, henüz daha mahiyeti ve nasıl neticeleneceği bilinmeyen ve de “Çetecilikle” itham ettiğiniz Ergenekon Davası sanıklarını konu ederek, zımnen, askerleri hedef göstermektesiniz.
Yakışık alıyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Zaman Gazetesi Yazarı 12 Aralık 2008
Sayın Gülerce;
12 Aralık 2008 tarihli ve “Ergenekon Davası, seçimlerden önemlidir.” başlığını taşıyan yazınızı okudum ve hayret ettim. Hayretimin sebebi şudur:
Bir taraftan “Adâlet, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi” ifadelerini kullanırken; diğer taraftan, henüz daha mahiyeti bilinmeyen ve yargı süreci devam eden ve de adına niçin “ERGENEKON DAVASI” denildiği belli olmayan bir dava hakkında peşin hükümde bulunmanız ve zanlıları suçlu ilân etmeniz; aklın, ilmin, mantığın ve vicdanın kabul edebileceği bir husus değildir. Zira; sağlıklı bir akla sahip her vatandaş, bu şekliyle yürütülen bir davadan rahatsızlık duyar.
Evet; başta, köşe kaptığınız Zaman Gazetesi olmak üzere Sabah, Vakit, Şafak ve Taraf gazeteleri ile, kendilerine “68 Kuşağı” adını veren ve geçmişte darbe ortamı hazırlamakla ünlü bazı kişiler; aylardan beri bu dava ile yatıp, bu dava ile kalkmaktadırlar. Üstelik; bu gazeteler ve kişiler; suçları, mahkemece sabit olmamış sanıkları “Çeteci” ilân etmekle ağır bir suç işlemektedirler ve adâlete gölge düşürmektedirler. Merak ediyorum:
Sizler, bu milleti sağır, dilsiz ve aptal mı zannediyorsunuz?
“Ortada yüz yıllık bir mücadele var.” derken, neyi amaçladınız?
“Asırlık ezber ve kavram kargaşası” ifadesini, hangi maksat için kullanmaktasınız?
“Başka bir ifadeyle bu mücadele, bürokratik vesayetin devamından yana olanlarla, çağı doğru okuyup, hukukun üstünlüğünden ve demokrasiden yana olanların mücadelesidir” ifadelerini kullanırken kastınız nedir? Türk Silâhlı Kuvvetleri midir?
En önemlisi; siz ve mensubu olduğunuz CEMAAT, ne kadar demokratsınız ve ne derece HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ tanıyorsunuz?
Siz; iktidar gücünü, elinde bulunduranların esiri konumunda değil misiniz?
Sayın Gülerce;
Eğri oturup, doğru konuşmak zorundasınız. Şayet gerçekten millet iradesinden yana iseniz; milleti sistemin dışına iten ve siyasî parti liderlerini “Seçilmiş Diktatör” konumuna getiren ve 28 yıldan beri yürürlükte olan GÖSTERMELİK DEMOKRASİ modelini niçin eleştirmiyorsunuz?
Başta “Gülen Cemaati” olmak üzere tarikatların, dinî cemaat ve vakıfların, seçim zamanlarında, kendi mensuplarının hür olması gereken iradelerine niçin müdahalede bulunduklarını eleştirmeniz icap etmez mi?
Seçim ve Siyasî Parti Kanunları, milleti, ikinci seçmen konumuna getirmiştir. Gerçekte söz sahibi, siyasî parti liderleridir. Millet, sandığa giderek bir formaliteyi yerine getirmektedir. Bugüne kadar, bu çarpıklığa ve emr-i vâkiye niçin direnmediniz? Yoksa siz; çağı, doğru okuyup, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye inanmıyor musunuz?
28 yıldan beri baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluşmuştur. Bunu nasıl kabulleniyorsunuz ve Yüce İslâm Dini’nin özüyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
İyi düşünesiniz ve vicdanen muhasebesini yapasınız diye sunuyorum:
Sebebini tartışmakta fayda görmüyorum; 12 Eylül 1980 İhtilâli’ni onaylayanlardan da değilim. Bir gerçeği de, ifade etmek zorundayım:
Askerî idare 3 yıl sürmüştür. Bakanlar Kurulu da, sivillerden oluşmuştur. Yere, göğe sığdırılamayan ve büyük yenilikçi olarak takdim edilen Turgut Özal, Askerî idare olarak kabul edilen dönemde Başbakan Yardımcısı ve ekonomiden sorumlu Bakandı. Yeni Anayasa hazırlamak için sivillerden oluşan bir “Kurucu Meclis” de, görev başındaydı. Bu Meclis, askerlerin istekleri doğrultusunda Halkı daha fazla sistemin içine dâhil eden ve siyasî parti liderlerinin egemenliklerini ortadan kaldıran mükemmel denecek tarzdaki Seçim ve Siyasî Partiler Kanunlarını kabul etmiştir. En önemli yenilik; her kademedeki adayların, hâkim teminatı altında partilere kayıtlı üyelerle seçilmelerini öngörmesidir. Şayet, bu öz korunsaydı; bugün Türkiye, bu duruma düşmeyecekti ve halk, fukaralaşmayacaktı. İç ve dış borç batağına saplanmayacak ve nahak yere 500 milyar dolar faiz ödemeyecektik ve belki de, iktisaden Avrupa para piyasasının hâkimi olacaktık.
Askerler, işin başında verdikleri sözlerinde durdular ve ülkenin idaresini, seçilmiş siyasî heyetlere devrettiler. Bundan sonrasına bir bakalım:
İktidara gelen Turgut Özal; 1987 seçimlerine kadar askerlerin yaptığı kanunları ortadan kaldırarak, halkı dışlayan ve siyasî parti liderlerini diktatör konumuna getiren kanunları yürürlüğe koydu. Bunu da, “Temsilde adâlet ve yönetimde istikrar” masalıyla yaptı. Yani; aşığı olduğunuzu beyan ettiğiniz demokrasinin yerine çarpık bir model; vazgeçilmez ve hayranı olduğunuzu belirttiğiniz millet iradesinin yerine kendi iradesini, dolayısıyla kişi iradesini getirdi. Merak ediyorum: Bunlar yapılırken, acaba, demokrasinin neresindeydiniz? 25 yıldan beri süren bu çarpık rejim yüzünden ülke, tanınmaz hale gelmiştir ve siz, hâlâ Türk Silâhlı Kuvvetlerini hedef seçerek, demokrasi oyunu oynamaktasınız.
Bu gerçeği dile getirip, bugüne kadar çare aramayan siz; bugün, henüz daha mahiyeti ve nasıl neticeleneceği bilinmeyen ve de “Çetecilikle” itham ettiğiniz Ergenekon Davası sanıklarını konu ederek, zımnen, askerleri hedef göstermektesiniz.
Yakışık alıyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
11 Aralık 2008 Perşembe
Ölüler ve Diriler
Sayın Rahmi TURAN
Hürriyet Gazetesi Yazarı 11 Aralık 2008
Sayın TURAN;
11 Aralık 2008 tarihli ve “Ölülerden fayda ummak” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Halkımızı, ölülerden medet umacak kadar çaresizliğe düşürenler utansın!” ifadeniz düşündürücüdür. Sebebine gelince:
İnsanlık tarihi boyunca milletler, lâyık oldukları şekilde idare edilmişlerdir. İnanılsın veya inanılmasın; kabul edilsin veya kabul edilmesin; İLÂHÎ NİZAMIN icabı da, budur. Eğer bir millet, aklını işletmiyor ve idare edenlerine hesap sormuyorsa, dirileri unutur ve ölülerden medet umar hale gelir. Zaten bir milleti uyutmanın en kolay yolu da, mâneviyât bahane edilerek aldatmaktır. Bunun önemini, bir örnekle açıklamak istiyorum:
Hz. Peygamberimiz, bir gün dostları ile sohbet ederken, “Sıkıştığınız, zorda kaldığınız zaman kabir ehlinden (ölülerden) yardım isteyiniz” sözünü söyleyince; herkes şaşırmış ve “Hangi ölülerden?” diye sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz;
Hz. Ebubekir’i göstererek, “Kabir ehlinden biri, Ebubekir’dir. O, ölmeden evvel ölmüştür. Yani; kendisini, nefsinin esaretinden kurtarmış ve kendisini, ivazsız ve garazsız, hiçbir menfaat düşünmeksizin milletinin ve devletinin hizmetine adamıştır.” diye cevap vermiştir.
Düşünmesini bilmeyenler ve akıllarını kullanmayanlar, bu sözün mânâsını, elbette anlayamazlar ve türbe, türbe dolaşarak, kendilerini kandırırlar ve avutmaya çalışırlar. Yanlış anlaşılmasın; “türbeler ziyaret edilmesin” demek istemiyorum. Elbette usulü ve edep çerçevesinde, hayatta iken insanlara verdikleri hizmetlerinden dolayı âlimlerin, devlet büyüklerinin ve kahramanların kabirleri ziyaret edilmelidir. Bu; insanları mânen ve maddeten rahatlatır. Çünkü insanın bir veçhesi, KUDRET ÂLEMİ denen AHİRET ÂLEMİNE raptedilmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamberimiz; “Ölüsüne hürmeti olmayanın, dirisine merhameti olmaz!” buyurarak, çok önemli bir uyarıda bulunmuşlardır. Eğer insanlar; kendi gelecekleriyle ilgilenmezler ve mükellef oldukları vazifelerini yerine getirmezlerse; türbe ve yatır ziyaretlerinin bir faydası olmaz ve hattâ, kendilerini atâlete sevk edeceği için, zararını da görmüş olurlar.
Yeri gelmişken, “Ölüsüne hürmeti olmayanın, dirisine merhameti olmaz!” sözünü biraz açmak istiyorum:
Bir millet için en büyük tehlike, idare edenlerin İHTİRAS ve ADÂLETSİZLİKLERİYLE, zenginlerinin CİMRİLİKLERİ ve MERHAMETSİZLİKLERİDİR.
Dikkat edilirse; idare edenlerimizle, toplumumuzun büyük bir ekseriyeti türbe ziyaretlerinde bulunmaktadırlar. Ama; İHTİRASLAR, ADÂLETSİZLİKLER, CİMRİLİKLER, MERHAMETSİZLİKLER ortadan kalkmış değil ve hattâ, had safhadadır. Demek ki; kuru kuruya yapılan türbe ve yatır ziyaretlerinin bir faydası olmamıştır.
Bir gerçeği daha belirtmek istiyorum:
Bugün İstanbul’da her karış toprak, büyük bir RANTA dönüştürülmüştür. Yeni, yeni yerleşim alanları açılmaktadır. Ama; ihtiyaca cevap verecek tarzda MEZARLIK ve OKUL yerleri bırakılmamıştır. Bu düşüncesizlik ve eksiklik, varlıklı kesim için önemli değildir: nasıl olsa, paranın gücüyle çare bulmaktadırlar. Ama; maddî gücü olmayan insanlarımız için büyük bir azaptır. Bu azaba rağmen insanlar, akıllarını işletip tepki göstermiyorlarsa ve verilenle yetiniyorlarsa; türbe ve yatır ziyaretlerinin ne faydası olur?
Hep merak ederim: Acaba, bu milleti, kim ve nasıl uyandıracaktır? Diyanet teşkilâtı derseniz; hiç ümidim yoktur. Zirâ; Diyanet Teşkilâtı da, İslâm Dini’nin SOSYAL EMİRLERİNİ görmezden gelmektedir ve taât ve ibadet telkininden başka bir şey yapmamaktadır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Hürriyet Gazetesi Yazarı 11 Aralık 2008
Sayın TURAN;
11 Aralık 2008 tarihli ve “Ölülerden fayda ummak” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
“Halkımızı, ölülerden medet umacak kadar çaresizliğe düşürenler utansın!” ifadeniz düşündürücüdür. Sebebine gelince:
İnsanlık tarihi boyunca milletler, lâyık oldukları şekilde idare edilmişlerdir. İnanılsın veya inanılmasın; kabul edilsin veya kabul edilmesin; İLÂHÎ NİZAMIN icabı da, budur. Eğer bir millet, aklını işletmiyor ve idare edenlerine hesap sormuyorsa, dirileri unutur ve ölülerden medet umar hale gelir. Zaten bir milleti uyutmanın en kolay yolu da, mâneviyât bahane edilerek aldatmaktır. Bunun önemini, bir örnekle açıklamak istiyorum:
Hz. Peygamberimiz, bir gün dostları ile sohbet ederken, “Sıkıştığınız, zorda kaldığınız zaman kabir ehlinden (ölülerden) yardım isteyiniz” sözünü söyleyince; herkes şaşırmış ve “Hangi ölülerden?” diye sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz;
Hz. Ebubekir’i göstererek, “Kabir ehlinden biri, Ebubekir’dir. O, ölmeden evvel ölmüştür. Yani; kendisini, nefsinin esaretinden kurtarmış ve kendisini, ivazsız ve garazsız, hiçbir menfaat düşünmeksizin milletinin ve devletinin hizmetine adamıştır.” diye cevap vermiştir.
Düşünmesini bilmeyenler ve akıllarını kullanmayanlar, bu sözün mânâsını, elbette anlayamazlar ve türbe, türbe dolaşarak, kendilerini kandırırlar ve avutmaya çalışırlar. Yanlış anlaşılmasın; “türbeler ziyaret edilmesin” demek istemiyorum. Elbette usulü ve edep çerçevesinde, hayatta iken insanlara verdikleri hizmetlerinden dolayı âlimlerin, devlet büyüklerinin ve kahramanların kabirleri ziyaret edilmelidir. Bu; insanları mânen ve maddeten rahatlatır. Çünkü insanın bir veçhesi, KUDRET ÂLEMİ denen AHİRET ÂLEMİNE raptedilmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamberimiz; “Ölüsüne hürmeti olmayanın, dirisine merhameti olmaz!” buyurarak, çok önemli bir uyarıda bulunmuşlardır. Eğer insanlar; kendi gelecekleriyle ilgilenmezler ve mükellef oldukları vazifelerini yerine getirmezlerse; türbe ve yatır ziyaretlerinin bir faydası olmaz ve hattâ, kendilerini atâlete sevk edeceği için, zararını da görmüş olurlar.
Yeri gelmişken, “Ölüsüne hürmeti olmayanın, dirisine merhameti olmaz!” sözünü biraz açmak istiyorum:
Bir millet için en büyük tehlike, idare edenlerin İHTİRAS ve ADÂLETSİZLİKLERİYLE, zenginlerinin CİMRİLİKLERİ ve MERHAMETSİZLİKLERİDİR.
Dikkat edilirse; idare edenlerimizle, toplumumuzun büyük bir ekseriyeti türbe ziyaretlerinde bulunmaktadırlar. Ama; İHTİRASLAR, ADÂLETSİZLİKLER, CİMRİLİKLER, MERHAMETSİZLİKLER ortadan kalkmış değil ve hattâ, had safhadadır. Demek ki; kuru kuruya yapılan türbe ve yatır ziyaretlerinin bir faydası olmamıştır.
Bir gerçeği daha belirtmek istiyorum:
Bugün İstanbul’da her karış toprak, büyük bir RANTA dönüştürülmüştür. Yeni, yeni yerleşim alanları açılmaktadır. Ama; ihtiyaca cevap verecek tarzda MEZARLIK ve OKUL yerleri bırakılmamıştır. Bu düşüncesizlik ve eksiklik, varlıklı kesim için önemli değildir: nasıl olsa, paranın gücüyle çare bulmaktadırlar. Ama; maddî gücü olmayan insanlarımız için büyük bir azaptır. Bu azaba rağmen insanlar, akıllarını işletip tepki göstermiyorlarsa ve verilenle yetiniyorlarsa; türbe ve yatır ziyaretlerinin ne faydası olur?
Hep merak ederim: Acaba, bu milleti, kim ve nasıl uyandıracaktır? Diyanet teşkilâtı derseniz; hiç ümidim yoktur. Zirâ; Diyanet Teşkilâtı da, İslâm Dini’nin SOSYAL EMİRLERİNİ görmezden gelmektedir ve taât ve ibadet telkininden başka bir şey yapmamaktadır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
8 Aralık 2008 Pazartesi
Hak ve hakikat
Sayın Rahmi Turan
Hürriyet Gazetesi Yazarı 8 Aralık 2008
Sayın Turan;
8 Aralık 2008 tarihli ve “Bu ülkede doğmak suç mu?” başlığını taşıyan duygu yüklü yazınızı okudum.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık eder hale gelirse,
Toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelirse,
Toplumun fertleri, nerede “EVET!” ve nerede “HAYIR!” denileceğini bilemez hale gelirse; o toplumun huzur bulması, belâlardan kurtulması ve yükselmesi, asla ve asla mümkün olmaz.
Zirâ; bu duruma düşmüş toplumların gelecekleriyle ilgilenmesi, büyük hedeflere yönelmesi ve üstün bir medeniyeti var etmesi düşünülemez.
Allah, durduk yerde hiçbir milleti cezalandırmaz. Allah, hiçbir canlıya vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, insan sınıfına bahşetmiştir. Bu büyük nimet ve ikramın yanında da, milletlere, seçtikleri hayat tarzına göre nereye varacaklarını, açık bir şekilde uyarmıştır.
Uyarılarını dikkate almayan milletlere de; “Benim kurduğum kâinat nizamına gönüllü olarak uymazsanız; kendi cinsinizden insanlar vasıtasıylâ öyle nizamlar kurdururum ki; herkesi inim, inim inletirim.” diye, ihtarda bulunmuştur.
Dikkat edilirse bugün, bütün dünya huzursuzdur ve dünyanın her tarafında kan ve gözyaşı vardır. “AH!” sesleri, “TOP” seslerini bastırmıştır. Evet; bugün, beşeriyetin meydana getirdiği varlık, taşınamayacak kadar ağırdır. İlimi, akılları hayrette bırakıyor. Fenni ve sanatı, gözleri kamaştırıyor. Felsefesi, fikirleri durduruyor. Ama; bütün bu zenginlikler, insanlık âleminin iniltisini dindirmeye yetmiyor. Neden?
Çünkü bugün, hak, hukuk ve adâlet ortadan kalkmıştır ve hâkimiyetler, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir değer ve hedef tanımayanların eline geçmiştir.
Türkiye de, bu oluşumdan payına düşeni almıştır. Açık ifadeyle sorgulamasını bilmeyen ve unutan bir toplum yapısı oluşmuştur. Dolayısıyla toplum, Allah’ın ihtar ettiği CEZAYI, hak etmiş duruma düşmüştür; hak ve hakikatin, gerçekte zulmün kaynağı olan ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERLE tecellî edeceği zannedilmektedir.
Aksini düşünmek, büyük gafletin devamı anlamına gelir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
Hürriyet Gazetesi Yazarı 8 Aralık 2008
Sayın Turan;
8 Aralık 2008 tarihli ve “Bu ülkede doğmak suç mu?” başlığını taşıyan duygu yüklü yazınızı okudum.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir ve bilinmektedir:
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık eder hale gelirse,
Toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelirse,
Toplumun fertleri, nerede “EVET!” ve nerede “HAYIR!” denileceğini bilemez hale gelirse; o toplumun huzur bulması, belâlardan kurtulması ve yükselmesi, asla ve asla mümkün olmaz.
Zirâ; bu duruma düşmüş toplumların gelecekleriyle ilgilenmesi, büyük hedeflere yönelmesi ve üstün bir medeniyeti var etmesi düşünülemez.
Allah, durduk yerde hiçbir milleti cezalandırmaz. Allah, hiçbir canlıya vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, insan sınıfına bahşetmiştir. Bu büyük nimet ve ikramın yanında da, milletlere, seçtikleri hayat tarzına göre nereye varacaklarını, açık bir şekilde uyarmıştır.
Uyarılarını dikkate almayan milletlere de; “Benim kurduğum kâinat nizamına gönüllü olarak uymazsanız; kendi cinsinizden insanlar vasıtasıylâ öyle nizamlar kurdururum ki; herkesi inim, inim inletirim.” diye, ihtarda bulunmuştur.
Dikkat edilirse bugün, bütün dünya huzursuzdur ve dünyanın her tarafında kan ve gözyaşı vardır. “AH!” sesleri, “TOP” seslerini bastırmıştır. Evet; bugün, beşeriyetin meydana getirdiği varlık, taşınamayacak kadar ağırdır. İlimi, akılları hayrette bırakıyor. Fenni ve sanatı, gözleri kamaştırıyor. Felsefesi, fikirleri durduruyor. Ama; bütün bu zenginlikler, insanlık âleminin iniltisini dindirmeye yetmiyor. Neden?
Çünkü bugün, hak, hukuk ve adâlet ortadan kalkmıştır ve hâkimiyetler, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir değer ve hedef tanımayanların eline geçmiştir.
Türkiye de, bu oluşumdan payına düşeni almıştır. Açık ifadeyle sorgulamasını bilmeyen ve unutan bir toplum yapısı oluşmuştur. Dolayısıyla toplum, Allah’ın ihtar ettiği CEZAYI, hak etmiş duruma düşmüştür; hak ve hakikatin, gerçekte zulmün kaynağı olan ŞİŞİRİLMİŞ ŞÖHRETLERLE tecellî edeceği zannedilmektedir.
Aksini düşünmek, büyük gafletin devamı anlamına gelir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216-4181726
7 Aralık 2008 Pazar
Türkiye ve Rusya
Başbakan Erdoğan, Putin' den uzak dur!...
“Şubat 1967'de günün Başbakanı Süleyman Demirel, Rusya seyahatine çıktı.
Bu seyahatte Sovyetler Birliği ile 7 Büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalandı.
Bu 7 büyük proje şöyledir:
1- Seydişehir Alimünyum tesisleri,
2- İzmir Aliağa Rafinerisi ve Petrokimya tesisleri,
3- Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası,
4- İskenderun Demir-Çelik tesisleri,
5- Çanakkale Çan Linyit Tesisleri,
6- Bursa Orhaneli Linyit Santralleri,
7- Seyyitömer Transmisyon Hattı.
İşte Sovyetler Birliği ile bu yakınlaşma, Amerika'yı rahatsız etti.
1967 ortalarından itibaren Türkiye'de sokak hareketleri artmaya başladı.
Siyaseten de, yeni hareketler piyasaya sürüldü.
Bir taraftan Türk milliyetçiliğine dayanan söylemleriyle Alpaslan Türkeş; diğer taraftan dini söylemleriyle Odalar Birliği Genelsekreteri Necmettin Erbakan sahneye çıktılar.
Her iki partinin de hedefi, Adalet Partisi' ydi.
Türkiye'yi, iyice gerdiler.
Yaygınlaşan sokak hareketleri ve anarşi ülkeyi 12 Mart müdahalesine götürdü.
Yani devlet, sokağa mağlup edildi.
Dikkat ederseniz; Nihat Erim Başkanlığında oluşturulan Hükümete Dünya Bankası'nda görevli Attila Karaosmanoğlu ile onun istediği 10 kişi Meclis dışı Bakan olarak tayin edildiler.
Şimdi gelelim 12 Eylül öncesine;
70'li yılların karışık dönemlerine girmek istemiyorum.
Zira; görünürde yaşananları, herkes biliyor.
Bu sebeple bilinmeyen ve pek konuşulmayan hususlara temas etmek istiyorum:
12 Aralık 1976...Türkiye, Sovyetler Birliği ile 2.ci Teknik ve ekonomik işbirliği anlaşması imzaladı.
Bu anlaşmaya dahil projeler, şöyledir:
1- Çan Linyit İşletmesi,
2- Orhaneli Linyit İşletmesi,
3-Hasan Çelebi Demir Cevheri Hazırlama Palet Projesi,
4- Kavşak Barajı ve Hidroelektrik Santralı,
5- Çatalan Barajı ve Hidroelektrik Santralı,
6- Kayraktepe Barajı ve Hidroelektrik Santrali,
7- KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETROKİMYA tesisleri.
8- Aliağa Rafinerisinin 10 milyon ton kapasiteye tevsii,
9- Büyük Döküm Fabrikası,
10- Büyük Pres Fabrikası,
11- Büyük Dövme Fabrikası,
12- Gübre Tesisleri,
13- Sinter Magnezit ve Reflektör Tesisi,
14- Elbistan-B Termik Santrali,
15- Elbistan-B Linyit İşletmesi,
16- Çayırhan Linyit İşletmesi,
17- Muğla Tınaz Linyit İşletmesi,
18- Kayseri Rubiyet Projesi,
19- Bandırma Hidrojen Perıksit Fabrikası,
20- İskenderun Demir-Çelik Tesislerinin Nihai Tevsii.
Her iki anlaşma çerçevesindeki yatırımlar için Türkiye para ödemiyordu.
Anlaşma kliring (takas) sistemine göre yapılmıştı; Türkiye, peşin para ile satmakta zorlandığı üzüm, incir, fındık, fıstık gibi tarım ürünlerini veriyordu.
Bu ikinci anlaşma da Amerika'nın hoşuna gitmedi ve 1977 ortalarından itibaren Türkiye, tekrar karışmaya başladı. Hele 1978 ve 1979 yılları, Türkiye için bir kabus oldu. Yani; ülkeyi, 12 eylül 1980 İhtilaline götüren süreç başlatılmıştı.
Ecz. Hüsnü Akıncı”
Bir bilge adam olarak gördüğüm Ecz. Hüsnü Akıncı’ nın yukarıdaki tespitleri ve bilgileri ışığında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a bir tavsiyem var.
Aman Putin’ den uzak dur!...
ABD' de başlayan ve tüm dünyaya yayılan küresel mali krizin Türkiye’ ye olan etkilerini yok etmek ve Türkiye’yi kalkındırmak için Rusya Başbakanı Putin ile bir işbirliğine giderseniz şahsınızın ve Türkiye' nin başına nelerin gelebileceğini iyi değerlendirmenizi bu nedenle Putin' den uzak durmanızı telkin ve tavsiye ederim.
Son günlerde üniversitelerde başlayan öğrenci olaylarına bakarak acaba düğmeye basıldı mı? demekten kendimi alıkoyamıyorum.
Tevfik Diker
19-20.Dönem Milletvekili
0532 264 50 95
“Şubat 1967'de günün Başbakanı Süleyman Demirel, Rusya seyahatine çıktı.
Bu seyahatte Sovyetler Birliği ile 7 Büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalandı.
Bu 7 büyük proje şöyledir:
1- Seydişehir Alimünyum tesisleri,
2- İzmir Aliağa Rafinerisi ve Petrokimya tesisleri,
3- Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası,
4- İskenderun Demir-Çelik tesisleri,
5- Çanakkale Çan Linyit Tesisleri,
6- Bursa Orhaneli Linyit Santralleri,
7- Seyyitömer Transmisyon Hattı.
İşte Sovyetler Birliği ile bu yakınlaşma, Amerika'yı rahatsız etti.
1967 ortalarından itibaren Türkiye'de sokak hareketleri artmaya başladı.
Siyaseten de, yeni hareketler piyasaya sürüldü.
Bir taraftan Türk milliyetçiliğine dayanan söylemleriyle Alpaslan Türkeş; diğer taraftan dini söylemleriyle Odalar Birliği Genelsekreteri Necmettin Erbakan sahneye çıktılar.
Her iki partinin de hedefi, Adalet Partisi' ydi.
Türkiye'yi, iyice gerdiler.
Yaygınlaşan sokak hareketleri ve anarşi ülkeyi 12 Mart müdahalesine götürdü.
Yani devlet, sokağa mağlup edildi.
Dikkat ederseniz; Nihat Erim Başkanlığında oluşturulan Hükümete Dünya Bankası'nda görevli Attila Karaosmanoğlu ile onun istediği 10 kişi Meclis dışı Bakan olarak tayin edildiler.
Şimdi gelelim 12 Eylül öncesine;
70'li yılların karışık dönemlerine girmek istemiyorum.
Zira; görünürde yaşananları, herkes biliyor.
Bu sebeple bilinmeyen ve pek konuşulmayan hususlara temas etmek istiyorum:
12 Aralık 1976...Türkiye, Sovyetler Birliği ile 2.ci Teknik ve ekonomik işbirliği anlaşması imzaladı.
Bu anlaşmaya dahil projeler, şöyledir:
1- Çan Linyit İşletmesi,
2- Orhaneli Linyit İşletmesi,
3-Hasan Çelebi Demir Cevheri Hazırlama Palet Projesi,
4- Kavşak Barajı ve Hidroelektrik Santralı,
5- Çatalan Barajı ve Hidroelektrik Santralı,
6- Kayraktepe Barajı ve Hidroelektrik Santrali,
7- KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETROKİMYA tesisleri.
8- Aliağa Rafinerisinin 10 milyon ton kapasiteye tevsii,
9- Büyük Döküm Fabrikası,
10- Büyük Pres Fabrikası,
11- Büyük Dövme Fabrikası,
12- Gübre Tesisleri,
13- Sinter Magnezit ve Reflektör Tesisi,
14- Elbistan-B Termik Santrali,
15- Elbistan-B Linyit İşletmesi,
16- Çayırhan Linyit İşletmesi,
17- Muğla Tınaz Linyit İşletmesi,
18- Kayseri Rubiyet Projesi,
19- Bandırma Hidrojen Perıksit Fabrikası,
20- İskenderun Demir-Çelik Tesislerinin Nihai Tevsii.
Her iki anlaşma çerçevesindeki yatırımlar için Türkiye para ödemiyordu.
Anlaşma kliring (takas) sistemine göre yapılmıştı; Türkiye, peşin para ile satmakta zorlandığı üzüm, incir, fındık, fıstık gibi tarım ürünlerini veriyordu.
Bu ikinci anlaşma da Amerika'nın hoşuna gitmedi ve 1977 ortalarından itibaren Türkiye, tekrar karışmaya başladı. Hele 1978 ve 1979 yılları, Türkiye için bir kabus oldu. Yani; ülkeyi, 12 eylül 1980 İhtilaline götüren süreç başlatılmıştı.
Ecz. Hüsnü Akıncı”
Bir bilge adam olarak gördüğüm Ecz. Hüsnü Akıncı’ nın yukarıdaki tespitleri ve bilgileri ışığında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a bir tavsiyem var.
Aman Putin’ den uzak dur!...
ABD' de başlayan ve tüm dünyaya yayılan küresel mali krizin Türkiye’ ye olan etkilerini yok etmek ve Türkiye’yi kalkındırmak için Rusya Başbakanı Putin ile bir işbirliğine giderseniz şahsınızın ve Türkiye' nin başına nelerin gelebileceğini iyi değerlendirmenizi bu nedenle Putin' den uzak durmanızı telkin ve tavsiye ederim.
Son günlerde üniversitelerde başlayan öğrenci olaylarına bakarak acaba düğmeye basıldı mı? demekten kendimi alıkoyamıyorum.
Tevfik Diker
19-20.Dönem Milletvekili
0532 264 50 95
6 Aralık 2008 Cumartesi
Eczaneler ve geleceği.
Mahmut Övür 22 Temmuz 2005
Eczacılar mağdur.
Bir eczacı olarak, Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ'a sizin aracılığınızla soru yöneltmek istiyorum.
Sayın Bakan;
İlaç fiyatlarının tespitinde hiç dahli olmayan eczacıları mağdur ettiğiniz ve haksızlığa maruz kıldığınız bir gerçektir. Şöyle ki:
1- SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na devrinden sonra yüzde 14.5 oranındaki iskonto yükümlülüğü eczacıların sırtına yüklenmiştir. İlaç firmalarının tamamı, protokolde öngörülen mükellefiyetlerini tam olarak yerine getirmemişlerdir. Getirdiklerini farz edelim; yürürlük 10 Şubat 2005 tarihinde başlamıştır. İskonto iadesi ne yazık ki eczacıların elindeki stoku kapsamamaktadır. Yani, stok mallardan yapılan iskontoların tamamı, eczacıların kaybıdır. Bu büyük bir haksızlıktır.
2- 15 Temmuz 2005 tarihi itibariyle ilaç fiyatlarında yüzde 8.2 oranında indirim yapılmıştır. Bu oran, eczacıların 15 Temmuz 2005 tarihi itibari ile ellerindeki stoktan zarara uğrayacakları anlamındadır. Bu da büyük haksızlıktır.
3- Eşdeğer ilaç uygulaması, kurumların bilgisayar programlarını geliştirememesi sebebiyle, hem vatandaşlar hem de eczacılar için azap haline gelmiştir.
4- Geri ödemeler, vaat edildiği gibi zamanında yapılmamaktadır.
Bu fiili gerçekler, eczacıların mağdur edildiğini, haksızlığa uğratıldığını ispatlamaktadır.Merak konusudur:
Yeni uygulamalara gidilirken, eczacıların hakları, niçin gözetilmemiştir? Türkiye genelince 22 bin civarında eczane faaliyet göstermektedir. Sağladıkları istihdam 100-110 bin kişidir. Üstelik eczacılar vergi sıralamasında en üst seviyededir. Meslek kazançlarına göre 3. sıradadırlar.İlaç israfında, ilaç sarfiyatında eczacıların ne gibi rolü vardır ki; tasarruf gayesiyle hareket edilirken eczacılar, niçin haksızlığa uğratılmaktadırlar? Günahımız nedir? Yoksa AB'nin ve IMF'nin baskıları sonucunda eczacıların tasfiyesi mi düşünülüyor? Süper market olaylarında olduğu gibi eczacılık sektörü de Global Sermaye'ye mi ikram edilecektir?
Konuyu inceleyerek, gereken tedbirleri alacağınıza inandığım için tetkiklerinize, bilgilerinize arz etmeyi uygun buldum.
Saygılarımla.
Eczacı Hüsnü Akıncı
Yukarıdaki yazı, Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür'ün 22 Temmuz 2005 tarihli yazısından alınmıştır. Aradan geçen zaman zarfında hiçbir şey düzelmemiş ve daha da işin içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Nasıl sonuçlanacağını da kimse bilmemektedir.
6 Aralık 2008
Eczacı Hüsnü Akıncı.
Eczacılar mağdur.
Bir eczacı olarak, Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ'a sizin aracılığınızla soru yöneltmek istiyorum.
Sayın Bakan;
İlaç fiyatlarının tespitinde hiç dahli olmayan eczacıları mağdur ettiğiniz ve haksızlığa maruz kıldığınız bir gerçektir. Şöyle ki:
1- SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na devrinden sonra yüzde 14.5 oranındaki iskonto yükümlülüğü eczacıların sırtına yüklenmiştir. İlaç firmalarının tamamı, protokolde öngörülen mükellefiyetlerini tam olarak yerine getirmemişlerdir. Getirdiklerini farz edelim; yürürlük 10 Şubat 2005 tarihinde başlamıştır. İskonto iadesi ne yazık ki eczacıların elindeki stoku kapsamamaktadır. Yani, stok mallardan yapılan iskontoların tamamı, eczacıların kaybıdır. Bu büyük bir haksızlıktır.
2- 15 Temmuz 2005 tarihi itibariyle ilaç fiyatlarında yüzde 8.2 oranında indirim yapılmıştır. Bu oran, eczacıların 15 Temmuz 2005 tarihi itibari ile ellerindeki stoktan zarara uğrayacakları anlamındadır. Bu da büyük haksızlıktır.
3- Eşdeğer ilaç uygulaması, kurumların bilgisayar programlarını geliştirememesi sebebiyle, hem vatandaşlar hem de eczacılar için azap haline gelmiştir.
4- Geri ödemeler, vaat edildiği gibi zamanında yapılmamaktadır.
Bu fiili gerçekler, eczacıların mağdur edildiğini, haksızlığa uğratıldığını ispatlamaktadır.Merak konusudur:
Yeni uygulamalara gidilirken, eczacıların hakları, niçin gözetilmemiştir? Türkiye genelince 22 bin civarında eczane faaliyet göstermektedir. Sağladıkları istihdam 100-110 bin kişidir. Üstelik eczacılar vergi sıralamasında en üst seviyededir. Meslek kazançlarına göre 3. sıradadırlar.İlaç israfında, ilaç sarfiyatında eczacıların ne gibi rolü vardır ki; tasarruf gayesiyle hareket edilirken eczacılar, niçin haksızlığa uğratılmaktadırlar? Günahımız nedir? Yoksa AB'nin ve IMF'nin baskıları sonucunda eczacıların tasfiyesi mi düşünülüyor? Süper market olaylarında olduğu gibi eczacılık sektörü de Global Sermaye'ye mi ikram edilecektir?
Konuyu inceleyerek, gereken tedbirleri alacağınıza inandığım için tetkiklerinize, bilgilerinize arz etmeyi uygun buldum.
Saygılarımla.
Eczacı Hüsnü Akıncı
Yukarıdaki yazı, Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür'ün 22 Temmuz 2005 tarihli yazısından alınmıştır. Aradan geçen zaman zarfında hiçbir şey düzelmemiş ve daha da işin içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Nasıl sonuçlanacağını da kimse bilmemektedir.
6 Aralık 2008
Eczacı Hüsnü Akıncı.
Gerçek İslâm ve Zaman
Sayın Turan Alkan
Zaman Gazetesi Yazarı 6 Aralık 2008
Sayın Alkan;
6 Aralık 2008 tarihli ve “Bizdendir bizdeen!” başlığınızı taşıyan yazınızı okudum.
Hiçbir anlam ifade etmeyen bu yazınızı okuyunca, kim olduğunuzu merak ettim. Sahiden siz kimsiniz ve “Bizdendir” ifadenizin anlamı nedir?
Deniz Baykal’ı konu ettiğinize göre; Bizdendir” ifadesini, herhalde din açısından kullanmış olmalısınız! Yüce ve evrensel İslâm Dini’ni, kendi inhisarı altına alan bir cemaatin mensubu olduğunuza göre; başka türlü düşünmem mümkün olur mu?
“DİNLİ” ve DİNSİZ” tartışmaları, uzun yılardan beri ülkemizin gündemini işgâl eden en önemli gündem maddesi yapıldığı halde, bugüne kadar hiç kimse; Yüce İslâm Dini’nin hakikatini, gerçek yüzünü ortaya koymamış ve insanların aydınlatılması için gayret göstermemiştir. Âdetâ bu yüce din, şekilciliğe, bid’atlere ve bazı kişilerin tutarsız yorumlarına hapsedilmiştir. Konuyu, biraz açayım:
Hz. Peygamberimiz, HIRA DAĞI’NDAN tek başına İslâmiyet’i ilân ettiği zaman , insanlık tarihinin hiçbir döneminde reddedilemeyecek derecede önemli olan şu emirleri vermişti:
ÂCİZ İNSAN PUTUNA TAPILMAYACAK. Yani; kula, kulluk edilmeyecek.
FAKİRLERİN SIRTINA BİNİLMEYECEK VE GARİPLER İNLETİLMEYECEK.
ÂCİZLER, GÜÇSÜZLER, İTİLİP, KAKILMAYACAK.
HERKES HAKKINI, SERBESTÇE ALACAK:
Bu emirler, o güne kadar halkın sırtına basarak, halkın inançlarını sömürerek makam, mevki ve servet edinen günün ZULÜM SAHİPLERİNİN işlerine gelmediği için; Hz. Peygamberimize şiddetle karşı çıktılar ve hattâ, hısımları dahî kendisine düşman oldular.
Bu gerçek karşısında gerçekten sizin kim olduğunuzu merak ediyorum. Acaba dindarlığınız veya vermeye çalıştığınız dindar görüntünüz; Hz. Peygamberimizin, yukarıda belirttiğim emirlerine uymakta mıdır?
Allah, hiçbir canlıya vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece ve sâdece insan sınıfına bahşetmiştir. Bunun anlamı gayet açıktır:
İnsanın hür olan İRADESİNE ipotek koymak, baskı altına almak, hilkatin değişmez kanununa aykırıdır. Gel gör ki; asırlardan beri tarikat ve cemaat oluşumları, insanların hür olması gereken İRADELERİ üzerine ipotek koyarak, GERÇEK İSLÂMI örtmüşlerdir. Merak ettiğim için soruyorum:
Acaba, sizin iradeniz hür müdür; yoksa, bir tarikata veya cemaate İPOTEKLİ midir? İşgâl ettiğiniz köşenizde, gerçekleri dile getiren ve idareleri, İslâm Dini’nin ölçüleri içinde eleştiren bir yazı yazabilir misiniz? Cemaat lider ve yöneticilerinin HAK ve HAKİKATE uymayan tasarruflarını (Ki; bunlardan bir tanesi ve en önemlisi; cemaat mensuplarının zekâtları ile bir ZEKÂT HAVUZU oluşturulmasıdır) açık bir şekilde eleştirebilir misiniz?
Sayın Alkan;
Ülkenin önemli konularına hiç temas etmediğiniz (Ki; bu, gazetenizin genel politikasıdır) ve Deniz Baykal’la yatıp, Deniz Baykal’la kalktığınız için bu mektubumu yazdım. Cevap verip, vermeyeceğinizi ve cevap verirseniz, nasıl bir cevap vereceğinizi bilemediğim için şimdilik, bu kadarla yetiniyorum. Şâyet cevap verirseniz; vereceğiniz cevaba göre konuyu, derinleştireceğim. Ve unutmayınız:
“Taât ve ibadetlerin kabulü için dahî HELÂL KAZANMANIN şart olduğunu beyan eden Hz. Peygamberimizin tebliğ ettiği Din, sizlerin anladığı ve uyguladığı mânâdaki bir Din değildir. Aksini iddia edenlere cevabım, yine, Hz. Peygamberimizin bir Hadis-i şerifi olacaktır. Şöyle ki:
Hz. Peygamberimiz, “DÜNYANIN NERESİNDE VE NE ZAMAN OLURSA OLSUN; SİZDEN İLERİYE GİTMİŞ MEDENİYETLER VARSA; BİLİNİZ Kİ, MÜSLÜMANLIĞINIZDA HAYIR YOKTUR.” Diye buyurmuşlardır.
Bugün, bütün İslâm âleminin perişanlığı, acaba, size bir şey anlatıyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Zaman Gazetesi Yazarı 6 Aralık 2008
Sayın Alkan;
6 Aralık 2008 tarihli ve “Bizdendir bizdeen!” başlığınızı taşıyan yazınızı okudum.
Hiçbir anlam ifade etmeyen bu yazınızı okuyunca, kim olduğunuzu merak ettim. Sahiden siz kimsiniz ve “Bizdendir” ifadenizin anlamı nedir?
Deniz Baykal’ı konu ettiğinize göre; Bizdendir” ifadesini, herhalde din açısından kullanmış olmalısınız! Yüce ve evrensel İslâm Dini’ni, kendi inhisarı altına alan bir cemaatin mensubu olduğunuza göre; başka türlü düşünmem mümkün olur mu?
“DİNLİ” ve DİNSİZ” tartışmaları, uzun yılardan beri ülkemizin gündemini işgâl eden en önemli gündem maddesi yapıldığı halde, bugüne kadar hiç kimse; Yüce İslâm Dini’nin hakikatini, gerçek yüzünü ortaya koymamış ve insanların aydınlatılması için gayret göstermemiştir. Âdetâ bu yüce din, şekilciliğe, bid’atlere ve bazı kişilerin tutarsız yorumlarına hapsedilmiştir. Konuyu, biraz açayım:
Hz. Peygamberimiz, HIRA DAĞI’NDAN tek başına İslâmiyet’i ilân ettiği zaman , insanlık tarihinin hiçbir döneminde reddedilemeyecek derecede önemli olan şu emirleri vermişti:
ÂCİZ İNSAN PUTUNA TAPILMAYACAK. Yani; kula, kulluk edilmeyecek.
FAKİRLERİN SIRTINA BİNİLMEYECEK VE GARİPLER İNLETİLMEYECEK.
ÂCİZLER, GÜÇSÜZLER, İTİLİP, KAKILMAYACAK.
HERKES HAKKINI, SERBESTÇE ALACAK:
Bu emirler, o güne kadar halkın sırtına basarak, halkın inançlarını sömürerek makam, mevki ve servet edinen günün ZULÜM SAHİPLERİNİN işlerine gelmediği için; Hz. Peygamberimize şiddetle karşı çıktılar ve hattâ, hısımları dahî kendisine düşman oldular.
Bu gerçek karşısında gerçekten sizin kim olduğunuzu merak ediyorum. Acaba dindarlığınız veya vermeye çalıştığınız dindar görüntünüz; Hz. Peygamberimizin, yukarıda belirttiğim emirlerine uymakta mıdır?
Allah, hiçbir canlıya vermediği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını, sâdece ve sâdece insan sınıfına bahşetmiştir. Bunun anlamı gayet açıktır:
İnsanın hür olan İRADESİNE ipotek koymak, baskı altına almak, hilkatin değişmez kanununa aykırıdır. Gel gör ki; asırlardan beri tarikat ve cemaat oluşumları, insanların hür olması gereken İRADELERİ üzerine ipotek koyarak, GERÇEK İSLÂMI örtmüşlerdir. Merak ettiğim için soruyorum:
Acaba, sizin iradeniz hür müdür; yoksa, bir tarikata veya cemaate İPOTEKLİ midir? İşgâl ettiğiniz köşenizde, gerçekleri dile getiren ve idareleri, İslâm Dini’nin ölçüleri içinde eleştiren bir yazı yazabilir misiniz? Cemaat lider ve yöneticilerinin HAK ve HAKİKATE uymayan tasarruflarını (Ki; bunlardan bir tanesi ve en önemlisi; cemaat mensuplarının zekâtları ile bir ZEKÂT HAVUZU oluşturulmasıdır) açık bir şekilde eleştirebilir misiniz?
Sayın Alkan;
Ülkenin önemli konularına hiç temas etmediğiniz (Ki; bu, gazetenizin genel politikasıdır) ve Deniz Baykal’la yatıp, Deniz Baykal’la kalktığınız için bu mektubumu yazdım. Cevap verip, vermeyeceğinizi ve cevap verirseniz, nasıl bir cevap vereceğinizi bilemediğim için şimdilik, bu kadarla yetiniyorum. Şâyet cevap verirseniz; vereceğiniz cevaba göre konuyu, derinleştireceğim. Ve unutmayınız:
“Taât ve ibadetlerin kabulü için dahî HELÂL KAZANMANIN şart olduğunu beyan eden Hz. Peygamberimizin tebliğ ettiği Din, sizlerin anladığı ve uyguladığı mânâdaki bir Din değildir. Aksini iddia edenlere cevabım, yine, Hz. Peygamberimizin bir Hadis-i şerifi olacaktır. Şöyle ki:
Hz. Peygamberimiz, “DÜNYANIN NERESİNDE VE NE ZAMAN OLURSA OLSUN; SİZDEN İLERİYE GİTMİŞ MEDENİYETLER VARSA; BİLİNİZ Kİ, MÜSLÜMANLIĞINIZDA HAYIR YOKTUR.” Diye buyurmuşlardır.
Bugün, bütün İslâm âleminin perişanlığı, acaba, size bir şey anlatıyor mu?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
4 Aralık 2008 Perşembe
Merkez Bankası ve Hükümet
Sayın Zafer ÇAĞLAYAN
Sanayi ve Ticaret Bakanı
Ankara 4 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
TBMM Plân-Bütçe Komisyonunda kredi kartları faizleriyle ilgili olarak sorulan bir soruya; “1 Ekim 2008 tarihinden itibaren kredi kartlarına uygulanan aylık akdî faiz oranları yüzde 5.75’ten (yıllık, yüzde 67’4), aylık yüzde 4.39’a (yıllık 52.68); gecikme faiz oranlarının yüzde 6.88’den (yıllık 82,5), aylık yüzde 5.14’e (yıllık 61.68) düşürülmüştür. “ şeklinde cevap vererek, faiz oranlarının tespitinin Merkez Bankası’nın yetkisinde olduğunu belirtmişsiniz.
Verdiğiniz bu cevap ve Merkez Bankası’nın yetkisi ile ilgili olarak belirttiğiniz husus, Türkiye’nin niçin krize maruz kaldığının gerçek kanıtıdır. Şöyle ki:
Yaratılan 2001 krizinden (Yaratılan diyorum. Zira; 2001 krizi iyi analiz edilip, gereken tedbirler alınmış olunsaydı ve Türkiye’nin ihtiyacı olan gerçek ekonomi ve para politikalarına dönülseydi; bugün Türkiye, bir finans ve ekonomik krize maruz kalmayacaktı.) sonra Bankacılık kesimi, halkı ezen faiz politikalarıyla sanal olarak büyümüştür. Bu büyümede;
Kredi kartlarına uygulanan yüksek oranlı faizler,
Bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek oranlı ücretler,
Merkez Bankası’nın, kâğıt üzerinde oluşan likit fazlasına, gecelik faiz adı altında kaynak aktarması,
Düşük kur sebebiyle temin edilen neredeyse sıfır faizli dış krediler etkili olmuştur. Yani sistem; finans kesimini ve bankaları kollamıştır. Halkı da ezmiştir. 2002 yılında halkın bankalara olan borcu (Tüketici, ihtiyaç kredileri ve kredi kartları) 6.4 milyar YTL’den, bugün 120 milyar YTL’ye yükselmesi, bu çarpık sistemin en büyük kanıtıdır.
Elbette ki; bu çarpık modelin, bir faturası olacaktır. Zira; RANTLARIN yükseldiği yerde, REFAHIN ortadan kalkacağı, iktisat ilminin bir kuralıdır. İktisat İlminin diğer bir kuralı da şöyledir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Bugün yaşadığımız kriz, bu kuralların ihlâli sebebiyle meydana gelen krizdir. Hükümetinizin aradığı çareler de, finans ve bankacılık kesimini ayakta tutma gayretine yöneliktir. Zira; kredilerin geri dönmemesi sebebiyle yaşanacak olan faciânın farkındasınız..
Faiz oranlarını Merkez Bankası’nın yetkisinde olduğu gerçeğine gelince:
Sayın Bakan;
Eğer Merkez Bankası’nın uygulamaları, bağımsızlığı kavramı, gerçeklere uymuyor ve ülke ekonomisi zarar görüyorsa; Hükümet olarak müdâhale etmek zorundasınız. Zira; faizleri belirleme yetkisi, IMF’nin istekleri doğrultusunda Bakanlar Kurulu Kararı ile Merkez Bankasına verilmiştir. Bu yetkiyi veren Bakanlar Kurulu’nun, verdiği yetkiyi de geri almaya hakkı vardır.
İşte, söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı:
“Mülgâ 4389 sayılı Bankalar Kanununun 20.ci maddesinin 1 numaralı fıkrası, “Bankaların ödünç para verme işlemleri ve mevduat kabulünde uygulayacakları âzamî faiz oranları ile sağlayacakları diğer menfaatlerin nitelikleriyle âzamî miktar ya da oranlarını tespit etmeye, bunları kısmen veya tamamen serbest bırakmaya, Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bakanlar Kurulu, (a) bendinde belirtilen yetkilerini, Merkez Bankasına devredebilir.” Hükmünü âmirdir
BAKANLAR KURULU, 07. 03. 2002 TARİH ve 24688 SAYILI RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANAN 2002/3707 SAYILI “Mevduat ve kredi işlemlerinde uygulanacak faiz oranları ile sağlanacak diğer menfaatler hakkında karar’ın 2.ci maddesiyle bu yetkisini, TÜRKİYE CUMHURİYETİ MERKEZ BANKASI’NA DEVRETMİŞTİR.”
Diğer taraftan 1.11. 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5411 sayılı Bankacılık Kanununun 144.cü maddesi ile de, mülgâ Kanunun ilgili madde hükümleri korunmuştur. Yine 5411 sayılı Bankacılık Kanununun geçici 1.ci maddesinin (1) numaralı fıkrasında, “Bu kanuna göre çıkarılacak YÖNETMELİK, TEBLİĞ VE KARARLAR yürürlüğe girinceye kadar, kaldırılan hükümlere dayanılarak çıkarılan düzenlemelerin, bu kanuna aykırı olmayan hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.” hükmüne yer verilmiştir.
Bu durum, yetki devrine rağmen Bakanlar Kuruluna, lüzumu halinde Merkez Bankası’na müdâhale hakkını verir. Bakanlar Kurulunu yetkisiz kabul etmek, aslında, devlet geleneğine aykırıdır. Eğer siyasî iktidar kendisini yetkisiz kabul ediyorsa; aklımıza gelen husus şu olur:
Yaşadığımız olaylara bu noktadan bakacak olursak; aslında, Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığını ve ekonomiye hâkim bankalara tâbî olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalırız. PİYASA YAPICISI bankaların listesine bakan her kişi, bu gerçeği, net bir şekilde görür.
Bir vatandaş olarak görebildiğim gerçek şudur:
28 yıldan beri uygulanan bu yanlış ekonomi ve para politikalarından vazgeçilip, Türkiye’nin muhtaç olduğu ve Türkiy’yi topyekûn kalkınmaya götürecek ekonomi ve para politikalarına dönülmediği sürece; Türkiye, dâimâ başkalarına muhtaç olacak ve iktisadî varlıklarını kaybedecektir. Bu gerçekleri gördüğünüzü zannetmekteyim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
O216-4181726
Sanayi ve Ticaret Bakanı
Ankara 4 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
TBMM Plân-Bütçe Komisyonunda kredi kartları faizleriyle ilgili olarak sorulan bir soruya; “1 Ekim 2008 tarihinden itibaren kredi kartlarına uygulanan aylık akdî faiz oranları yüzde 5.75’ten (yıllık, yüzde 67’4), aylık yüzde 4.39’a (yıllık 52.68); gecikme faiz oranlarının yüzde 6.88’den (yıllık 82,5), aylık yüzde 5.14’e (yıllık 61.68) düşürülmüştür. “ şeklinde cevap vererek, faiz oranlarının tespitinin Merkez Bankası’nın yetkisinde olduğunu belirtmişsiniz.
Verdiğiniz bu cevap ve Merkez Bankası’nın yetkisi ile ilgili olarak belirttiğiniz husus, Türkiye’nin niçin krize maruz kaldığının gerçek kanıtıdır. Şöyle ki:
Yaratılan 2001 krizinden (Yaratılan diyorum. Zira; 2001 krizi iyi analiz edilip, gereken tedbirler alınmış olunsaydı ve Türkiye’nin ihtiyacı olan gerçek ekonomi ve para politikalarına dönülseydi; bugün Türkiye, bir finans ve ekonomik krize maruz kalmayacaktı.) sonra Bankacılık kesimi, halkı ezen faiz politikalarıyla sanal olarak büyümüştür. Bu büyümede;
Kredi kartlarına uygulanan yüksek oranlı faizler,
Bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek oranlı ücretler,
Merkez Bankası’nın, kâğıt üzerinde oluşan likit fazlasına, gecelik faiz adı altında kaynak aktarması,
Düşük kur sebebiyle temin edilen neredeyse sıfır faizli dış krediler etkili olmuştur. Yani sistem; finans kesimini ve bankaları kollamıştır. Halkı da ezmiştir. 2002 yılında halkın bankalara olan borcu (Tüketici, ihtiyaç kredileri ve kredi kartları) 6.4 milyar YTL’den, bugün 120 milyar YTL’ye yükselmesi, bu çarpık sistemin en büyük kanıtıdır.
Elbette ki; bu çarpık modelin, bir faturası olacaktır. Zira; RANTLARIN yükseldiği yerde, REFAHIN ortadan kalkacağı, iktisat ilminin bir kuralıdır. İktisat İlminin diğer bir kuralı da şöyledir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Bugün yaşadığımız kriz, bu kuralların ihlâli sebebiyle meydana gelen krizdir. Hükümetinizin aradığı çareler de, finans ve bankacılık kesimini ayakta tutma gayretine yöneliktir. Zira; kredilerin geri dönmemesi sebebiyle yaşanacak olan faciânın farkındasınız..
Faiz oranlarını Merkez Bankası’nın yetkisinde olduğu gerçeğine gelince:
Sayın Bakan;
Eğer Merkez Bankası’nın uygulamaları, bağımsızlığı kavramı, gerçeklere uymuyor ve ülke ekonomisi zarar görüyorsa; Hükümet olarak müdâhale etmek zorundasınız. Zira; faizleri belirleme yetkisi, IMF’nin istekleri doğrultusunda Bakanlar Kurulu Kararı ile Merkez Bankasına verilmiştir. Bu yetkiyi veren Bakanlar Kurulu’nun, verdiği yetkiyi de geri almaya hakkı vardır.
İşte, söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı:
“Mülgâ 4389 sayılı Bankalar Kanununun 20.ci maddesinin 1 numaralı fıkrası, “Bankaların ödünç para verme işlemleri ve mevduat kabulünde uygulayacakları âzamî faiz oranları ile sağlayacakları diğer menfaatlerin nitelikleriyle âzamî miktar ya da oranlarını tespit etmeye, bunları kısmen veya tamamen serbest bırakmaya, Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bakanlar Kurulu, (a) bendinde belirtilen yetkilerini, Merkez Bankasına devredebilir.” Hükmünü âmirdir
BAKANLAR KURULU, 07. 03. 2002 TARİH ve 24688 SAYILI RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANAN 2002/3707 SAYILI “Mevduat ve kredi işlemlerinde uygulanacak faiz oranları ile sağlanacak diğer menfaatler hakkında karar’ın 2.ci maddesiyle bu yetkisini, TÜRKİYE CUMHURİYETİ MERKEZ BANKASI’NA DEVRETMİŞTİR.”
Diğer taraftan 1.11. 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5411 sayılı Bankacılık Kanununun 144.cü maddesi ile de, mülgâ Kanunun ilgili madde hükümleri korunmuştur. Yine 5411 sayılı Bankacılık Kanununun geçici 1.ci maddesinin (1) numaralı fıkrasında, “Bu kanuna göre çıkarılacak YÖNETMELİK, TEBLİĞ VE KARARLAR yürürlüğe girinceye kadar, kaldırılan hükümlere dayanılarak çıkarılan düzenlemelerin, bu kanuna aykırı olmayan hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.” hükmüne yer verilmiştir.
Bu durum, yetki devrine rağmen Bakanlar Kuruluna, lüzumu halinde Merkez Bankası’na müdâhale hakkını verir. Bakanlar Kurulunu yetkisiz kabul etmek, aslında, devlet geleneğine aykırıdır. Eğer siyasî iktidar kendisini yetkisiz kabul ediyorsa; aklımıza gelen husus şu olur:
Yaşadığımız olaylara bu noktadan bakacak olursak; aslında, Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığını ve ekonomiye hâkim bankalara tâbî olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalırız. PİYASA YAPICISI bankaların listesine bakan her kişi, bu gerçeği, net bir şekilde görür.
Bir vatandaş olarak görebildiğim gerçek şudur:
28 yıldan beri uygulanan bu yanlış ekonomi ve para politikalarından vazgeçilip, Türkiye’nin muhtaç olduğu ve Türkiy’yi topyekûn kalkınmaya götürecek ekonomi ve para politikalarına dönülmediği sürece; Türkiye, dâimâ başkalarına muhtaç olacak ve iktisadî varlıklarını kaybedecektir. Bu gerçekleri gördüğünüzü zannetmekteyim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
O216-4181726
2 Aralık 2008 Salı
Ahlâk ve Fazilet
Sayın Turgut ALTINOK
Keçiören Belediye Başkanı
Ankara 2 Aralık 2008
Sayın ALTINOK;
Yılmaz Tunca’nın sunduğu programda sizi, dikkatle ve ilgiyle dinledim. “Etkilenmedim” dersem, yalan söylemiş olurum. Zira; “İşte aradığımız devlet ve siyaset adamı budur” dedirtecek tarzda bir YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET örneği verdiniz.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
“Bir ülke için en büyük tehlike; idare edenlerin adâletsizlikleri ve ihtirâsları ile, zenginlerinin merhametsizlikleri ve hasisilikleridir.”
Avrupada, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan ve zengin kaynakları bulunan Türkiye’nin hali, içler acısıdır. Büyük halk kitleleri perişan, çaresiz ve fukaralıkla boğuşmaktadır. Rahat olan kesim; sâdece ve sâdece, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir DEĞER ve HEDEF tanımayan VARLIKLI kesimdir.
Büyükşehir belediyeleri ile bu belediyelere ait şirketlerin (BİT) bulaştıkları yolsuzlukları konu etmeniz üzerine, şunu söyleyebilirim:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KDAR HIRSIZLARIN, YALANCILARIN, AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER.
Bu gerçeği de en güzel Hz. ÖMER, şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmez ve hesap sormazsa; o idarecileri de, kendilerine yönelik acı tenkitlere, lâzım gelen alâkayı göstermez ve hesap vermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.”
Hz. Peygamberimiz de bu gerçeği, herkesin anlayabileceği şekilde şu hadis-i şerifleriyle beyan etmişlerdir:
“HANGİ MİLLETTE KAZANCI BELLİ OLMAYAN, NE ŞEKİLDE YOPLANDIĞI BİLİNMEYEN SERVETLERLE, SEMAYA DOĞRU ŞEDDÂDÎ BİNALAR YÜKSELMEYE BAŞLARSA, O MİLLETİN İNKİRAZI MUHAKKAKTIR.”
Hatır veya çıkar için günah işleyenlerin çok olduğu ve kamu kaynaklarının yağmalandığı günümüzde; açık kalplilikle yön göstermeye çalıştığınız için bu mektubumu yazdım. Zira; övülmesi gerekenlerin övülmesi, kötülenmesi gerekenlerin kötülenmesi, herkesin en önemli görevidir.
Bir yere aidiyet, gerçeklerin örtülmesi için mazeret ve istisna teşkil etmez.
Bu son cümlemi, herkesin İRFANINA terk ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Keçiören Belediye Başkanı
Ankara 2 Aralık 2008
Sayın ALTINOK;
Yılmaz Tunca’nın sunduğu programda sizi, dikkatle ve ilgiyle dinledim. “Etkilenmedim” dersem, yalan söylemiş olurum. Zira; “İşte aradığımız devlet ve siyaset adamı budur” dedirtecek tarzda bir YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET örneği verdiniz.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
“Bir ülke için en büyük tehlike; idare edenlerin adâletsizlikleri ve ihtirâsları ile, zenginlerinin merhametsizlikleri ve hasisilikleridir.”
Avrupada, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan ve zengin kaynakları bulunan Türkiye’nin hali, içler acısıdır. Büyük halk kitleleri perişan, çaresiz ve fukaralıkla boğuşmaktadır. Rahat olan kesim; sâdece ve sâdece, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir DEĞER ve HEDEF tanımayan VARLIKLI kesimdir.
Büyükşehir belediyeleri ile bu belediyelere ait şirketlerin (BİT) bulaştıkları yolsuzlukları konu etmeniz üzerine, şunu söyleyebilirim:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KDAR HIRSIZLARIN, YALANCILARIN, AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER.
Bu gerçeği de en güzel Hz. ÖMER, şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmez ve hesap sormazsa; o idarecileri de, kendilerine yönelik acı tenkitlere, lâzım gelen alâkayı göstermez ve hesap vermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.”
Hz. Peygamberimiz de bu gerçeği, herkesin anlayabileceği şekilde şu hadis-i şerifleriyle beyan etmişlerdir:
“HANGİ MİLLETTE KAZANCI BELLİ OLMAYAN, NE ŞEKİLDE YOPLANDIĞI BİLİNMEYEN SERVETLERLE, SEMAYA DOĞRU ŞEDDÂDÎ BİNALAR YÜKSELMEYE BAŞLARSA, O MİLLETİN İNKİRAZI MUHAKKAKTIR.”
Hatır veya çıkar için günah işleyenlerin çok olduğu ve kamu kaynaklarının yağmalandığı günümüzde; açık kalplilikle yön göstermeye çalıştığınız için bu mektubumu yazdım. Zira; övülmesi gerekenlerin övülmesi, kötülenmesi gerekenlerin kötülenmesi, herkesin en önemli görevidir.
Bir yere aidiyet, gerçeklerin örtülmesi için mazeret ve istisna teşkil etmez.
Bu son cümlemi, herkesin İRFANINA terk ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Ahlâk ve Fazilet
Sayın Turgut ALTINOK
Keçiören Belediye Başkanı
Ankara 2 Aralık 2008
Sayın ALTINOK;
Yılmaz Tunca’nın sunduğu programda sizi, dikkatle ve ilgiyle dinledim. “Etkilenmedim” dersem, yalan söylemiş olurum. Zira; “İşte aradığımız devlet ve siyaset adamı budur” dedirtecek tarzda bir YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET örneği verdiniz.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
“Bir ülke için en büyük tehlike; idare edenlerin adâletsizlikleri ve ihtirâsları ile, zenginlerinin merhametsizlikleri ve hasisilikleridir.”
Avrupada, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan ve zengin kaynakları bulunan Türkiye’nin hali, içler acısıdır. Büyük halk kitleleri perişan, çaresiz ve fukaralıkla boğuşmaktadır. Rahat olan kesim; sâdece ve sâdece, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir DEĞER ve HEDEF tanımayan VARLIKLI kesimdir.
Büyükşehir belediyeleri ile bu belediyelere ait şirketlerin (BİT) bulaştıkları yolsuzlukları konu etmeniz üzerine, şunu söyleyebilirim:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KDAR HIRSIZLARIN, YALANCILARIN, AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER.
Bu gerçeği de en güzel Hz. ÖMER, şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmez ve hesap sormazsa; o idarecileri de, kendilerine yönelik acı tenkitlere, lâzım gelen alâkayı göstermez ve hesap vermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.”
Hz. Peygamberimiz de bu gerçeği, herkesin anlayabileceği şekilde şu hadis-i şerifleriyle beyan etmişlerdir:
“HANGİ MİLLETTE KAZANCI BELLİ OLMAYAN, NE ŞEKİLDE YOPLANDIĞI BİLİNMEYEN SERVETLERLE, SEMAYA DOĞRU ŞEDDÂDÎ BİNALAR YÜKSELMEYE BAŞLARSA, O MİLLETİN İNKİRAZI MUHAKKAKTIR.”
Hatır veya çıkar için günah işleyenlerin çok olduğu ve kamu kaynaklarının yağmalandığı günümüzde; açık kalplilikle yön göstermeye çalıştığınız için bu mektubumu yazdım. Zira; övülmesi gerekenlerin övülmesi, kötülenmesi gerekenlerin kötülenmesi, herkesin en önemli görevidir.
Bir yere aidiyet, gerçeklerin örtülmesi için mazeret ve istisna teşkil etmez.
Bu son cümlemi, herkesin İRFANINA terk ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Keçiören Belediye Başkanı
Ankara 2 Aralık 2008
Sayın ALTINOK;
Yılmaz Tunca’nın sunduğu programda sizi, dikkatle ve ilgiyle dinledim. “Etkilenmedim” dersem, yalan söylemiş olurum. Zira; “İşte aradığımız devlet ve siyaset adamı budur” dedirtecek tarzda bir YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET örneği verdiniz.
Tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bellidir:
“Bir ülke için en büyük tehlike; idare edenlerin adâletsizlikleri ve ihtirâsları ile, zenginlerinin merhametsizlikleri ve hasisilikleridir.”
Avrupada, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan ve zengin kaynakları bulunan Türkiye’nin hali, içler acısıdır. Büyük halk kitleleri perişan, çaresiz ve fukaralıkla boğuşmaktadır. Rahat olan kesim; sâdece ve sâdece, PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZIDAN başka bir DEĞER ve HEDEF tanımayan VARLIKLI kesimdir.
Büyükşehir belediyeleri ile bu belediyelere ait şirketlerin (BİT) bulaştıkları yolsuzlukları konu etmeniz üzerine, şunu söyleyebilirim:
BAŞTAKİLERİN YOLSUZLUKLARINA HESAP SORMAYAN SİSTEM, EN UÇ NOKTASINA KDAR HIRSIZLARIN, YALANCILARIN, AHLÂKSIZLARIN ELİNE GEÇER.
Bu gerçeği de en güzel Hz. ÖMER, şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bir millet icabında idarecilerini acı, acı tenkit etmez ve hesap sormazsa; o idarecileri de, kendilerine yönelik acı tenkitlere, lâzım gelen alâkayı göstermez ve hesap vermezlerse; o idarecilerden ve o milletten hayır gelmez.”
Hz. Peygamberimiz de bu gerçeği, herkesin anlayabileceği şekilde şu hadis-i şerifleriyle beyan etmişlerdir:
“HANGİ MİLLETTE KAZANCI BELLİ OLMAYAN, NE ŞEKİLDE YOPLANDIĞI BİLİNMEYEN SERVETLERLE, SEMAYA DOĞRU ŞEDDÂDÎ BİNALAR YÜKSELMEYE BAŞLARSA, O MİLLETİN İNKİRAZI MUHAKKAKTIR.”
Hatır veya çıkar için günah işleyenlerin çok olduğu ve kamu kaynaklarının yağmalandığı günümüzde; açık kalplilikle yön göstermeye çalıştığınız için bu mektubumu yazdım. Zira; övülmesi gerekenlerin övülmesi, kötülenmesi gerekenlerin kötülenmesi, herkesin en önemli görevidir.
Bir yere aidiyet, gerçeklerin örtülmesi için mazeret ve istisna teşkil etmez.
Bu son cümlemi, herkesin İRFANINA terk ediyorum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
1 Aralık 2008 Pazartesi
Unakıtan ve başarısı
Sayın Kemâl UNAKITAN
Maliye Bakanı
Ankara 1 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
Bahçeşehir Üniversitesi’nin tertiplediği toplantıda yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini okudum.
Konuşmanızın en dikkat çekici bölümü, “Global kriz, bizi de etkilemeye başladı. Bizim banka sistemimiz iyi,yıllardır çözülemeyen bütçe açığı sorununu da çözme noktasına geldik. Ama, carî açık sorununu çözemedik. Çarî açık sorununu çözmek için tasarruf oranımızı arttırmak ve katma değeri yüksek ürünleri üretip, ihrâç etmek zorundayız. Türkiye, bu krizi fırsata dönüştürmek için AR-GE’ye ve inovasyona önem vermeli” şeklindeki sözlerinizdir.
Bu yorumunuz ve sözleriniz karşısında şaşırmamak mümkün değildir. Zira; Türkiye, zaten krizdeydi. Yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarınız sebebiyle, orta tabaka çökmüştü. Övündüğünüz ve güllük- gülüstanlık olarak gösterdiğiniz tablo; Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen PARALI KESİM .içindi.
Bugün bütün dünyayı etkileyen ve “GLOBAL KRİZ” adı verilen olgu; ülkemizde, yıllardan beri, KUR-FAİZ makasında şekillendirilen RANT MODELİNDEN nemâlanan paralı kesimi endişelendirmiştir. Açık ifadeyle; bankacılık ve finans kesimiyle, 15-20 holding telâşa düşmüştür. Alacağınız tedbirler de, yine PARALI KESİM için olacaktır. Yıllardan beri zaten krizde olan reel sektörle geniş halk kitleleri ise, biraz daha çamura batacaktır. Bu geçeği de, “Carî açık sorununu çözemedik. Carî açık sorununu çözmek için katma değeri yüksek ürünleri üretip, ihraç etmek zorundayız.” Sözleriyle, bizzat siz itiraf etmektesiniz. Yani; farkında olmadan açık vermişsiniz. Bu durum karşısında sormak hakkımdır:
Yemeklik yağ, şeker, pirinç, pamuk, mısır, v.s. gibi gıda ve endüstri maddeleri, katma değeri düşük ürünler midir ki; her yıl bu ürünlerin ithalâtı için 10 milyar dolar ödemekteyiz? 6 yıldan beri tarım ve hayvancılığı geliştirmek için, niçin tedbir almadınız?
Toplam ithalâtın yüzde seksenini, ara malı ve hammade ithalâtı oluşturmaktadır. Açık ifadeyle Türkiye, üretebileceği malları ithâl etmektedir. 6 yıl zarfında, KOBİ’leri büyütecek ve yerli üretimi arttıracak atılımları niye yapmadınız?
Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi gösterip, mirâs olarak devraldığınız iktisadî varlıklarımızı, “Babalar gibi satarım” sloganıyle, yabancılara satacağınıza; niçin varlığımıza, varlık katma yolunu seçmediniz?
KUR-FAİZ makasında şekillendirilen ve DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan şahâne bir RANT EKONOMİSİNİN, Türkiye’yi zora sokacağını, niçin göremediniz?
İktisat ilminin, “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar” şeklindeki kuralını, niçin görmezden geldiniz?
Türkiye’nin inovasyona (Yaratıcı yenilik) ihtiyacı vardı da; bu gerçeği, 6 yıl sonra mı keşfettiniz?
Sayın BAKAN;
“Lâfla peynir gemisi yürümez” diye bir halk deyimi vardır. Gerçekten bu deyim doğruymuş. Kanaatimce bu deyim; üstlendiği işi başaramayanlara, mazeret kapılarını kapatmak için kullanılmıştır.
Geldiğimiz nokta, yetersizliğinizi ispat etmektedir.
Merakım da, şudur:
“Asûde kaldığınız zaman, kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığınıza danışarak, acaba, icraâtlarınızın muhasebesini yapabilecek misiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Maliye Bakanı
Ankara 1 Aralık 2008
Sayın BAKAN;
Bahçeşehir Üniversitesi’nin tertiplediği toplantıda yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini okudum.
Konuşmanızın en dikkat çekici bölümü, “Global kriz, bizi de etkilemeye başladı. Bizim banka sistemimiz iyi,yıllardır çözülemeyen bütçe açığı sorununu da çözme noktasına geldik. Ama, carî açık sorununu çözemedik. Çarî açık sorununu çözmek için tasarruf oranımızı arttırmak ve katma değeri yüksek ürünleri üretip, ihrâç etmek zorundayız. Türkiye, bu krizi fırsata dönüştürmek için AR-GE’ye ve inovasyona önem vermeli” şeklindeki sözlerinizdir.
Bu yorumunuz ve sözleriniz karşısında şaşırmamak mümkün değildir. Zira; Türkiye, zaten krizdeydi. Yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarınız sebebiyle, orta tabaka çökmüştü. Övündüğünüz ve güllük- gülüstanlık olarak gösterdiğiniz tablo; Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen PARALI KESİM .içindi.
Bugün bütün dünyayı etkileyen ve “GLOBAL KRİZ” adı verilen olgu; ülkemizde, yıllardan beri, KUR-FAİZ makasında şekillendirilen RANT MODELİNDEN nemâlanan paralı kesimi endişelendirmiştir. Açık ifadeyle; bankacılık ve finans kesimiyle, 15-20 holding telâşa düşmüştür. Alacağınız tedbirler de, yine PARALI KESİM için olacaktır. Yıllardan beri zaten krizde olan reel sektörle geniş halk kitleleri ise, biraz daha çamura batacaktır. Bu geçeği de, “Carî açık sorununu çözemedik. Carî açık sorununu çözmek için katma değeri yüksek ürünleri üretip, ihraç etmek zorundayız.” Sözleriyle, bizzat siz itiraf etmektesiniz. Yani; farkında olmadan açık vermişsiniz. Bu durum karşısında sormak hakkımdır:
Yemeklik yağ, şeker, pirinç, pamuk, mısır, v.s. gibi gıda ve endüstri maddeleri, katma değeri düşük ürünler midir ki; her yıl bu ürünlerin ithalâtı için 10 milyar dolar ödemekteyiz? 6 yıldan beri tarım ve hayvancılığı geliştirmek için, niçin tedbir almadınız?
Toplam ithalâtın yüzde seksenini, ara malı ve hammade ithalâtı oluşturmaktadır. Açık ifadeyle Türkiye, üretebileceği malları ithâl etmektedir. 6 yıl zarfında, KOBİ’leri büyütecek ve yerli üretimi arttıracak atılımları niye yapmadınız?
Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi gösterip, mirâs olarak devraldığınız iktisadî varlıklarımızı, “Babalar gibi satarım” sloganıyle, yabancılara satacağınıza; niçin varlığımıza, varlık katma yolunu seçmediniz?
KUR-FAİZ makasında şekillendirilen ve DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret olan şahâne bir RANT EKONOMİSİNİN, Türkiye’yi zora sokacağını, niçin göremediniz?
İktisat ilminin, “Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sektörünü batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar” şeklindeki kuralını, niçin görmezden geldiniz?
Türkiye’nin inovasyona (Yaratıcı yenilik) ihtiyacı vardı da; bu gerçeği, 6 yıl sonra mı keşfettiniz?
Sayın BAKAN;
“Lâfla peynir gemisi yürümez” diye bir halk deyimi vardır. Gerçekten bu deyim doğruymuş. Kanaatimce bu deyim; üstlendiği işi başaramayanlara, mazeret kapılarını kapatmak için kullanılmıştır.
Geldiğimiz nokta, yetersizliğinizi ispat etmektedir.
Merakım da, şudur:
“Asûde kaldığınız zaman, kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığınıza danışarak, acaba, icraâtlarınızın muhasebesini yapabilecek misiniz?
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
29 Kasım 2008 Cumartesi
İnkârın zararı ve faziletin kârı
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 30 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Kızılcahamam ‘da tertiplediği toplantıda yaptığınız ve bazı televizyon kanalları tarafından naklen yayınlanan iki saat süren konuşmanızı dikkatle ve ilgiyle izledim. Her ne kadar bilinenleri tekrar eden bir konuşma olmasına rağmen; hitâbet gücünüze ve kabiliyetinize hayran olduğum için konuşmanızı, sonuna kadar izledim.
Bilinen bir gerçektir:
Tarih, hiç kimseye hesap sormaz. Tarih, herkesi şaşmaz hassas terazisinde tartarak ve yerli yerine oturtarak, gelecek nesillere bir belge olarak sunar.
Bu gerçeğe istinaden de; ülkesinin ve milletinin geleceği ile ilgilenen; olayları dikkatle izleyip bilgi ve fikir sahibi olan; vatanına ve milletine hizmeti gaye edinen; vatandaşlık hak ve görevlerinin bilincinde olan her vatandaşın, fikir beyan etme ve uyarıda bulunma hakkı vardır. Bu hakkımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ediyorum:
Gerçeklerin ifadesinde sakınca görmüyorum:
İktidarda bulunmanız hasebiyle elbette ki, bir dizi icraatınız olacaktır. Bu; devlette devamlılığın tabiatında vardır ve yükselme ve ilerlemenin şartıdır. Yüce milletimiz, kadirşinastır ve hizmet edenlerin haklarını teslim eder. Ama; iktidar sahiplerinin geçmişi reddetme ve kötüleme hakları yoktur. Bu sebeple; Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi göstermenizin bir faydası olmaz ve hâttâ, gönüllerde burukluk yaratır.
Bugünkü konuşmanızda, icraatlarınızı sıraladınız. Bilhassa; sosyal alanlarda (Kömür, erzak, kitap, para dağıtımı ile Köydes projesi) yaptığınız yardımlarla övündünüz. Bu faaliyetler için de, Doğu ve Güneydoğu’daki TOKİ yatırımları dahil, 12-13 milyar YTL. harcadığınızı belirttiniz. Bununla övünürken; geçmiş iktidarlar tarafından size devredilen önemli iktisadî değerlerin özelleştirilmesinden 50 milyar dolar (75 milyar YTL.) gelir elde ettiğinizi belirtmediniz.
6 yıllık iktidarınız zamanında Erdemir ve İskenderun Demir-çelik büyüklüğünde bir demir-çelik tesisi, Keban, Karakaya veya Atatürk Barajı gibi bir baraj, Tüpraş gibi bir rafineri, Pektim gibi bir Petro-kimya tesisi, bir şeker fabrikası, v.s. kurmadınız. Dicle ve Fırat üzerinde projelendirilen 16 adet baraj ve hidro-elektrik santrallerini, 2002 yılında işler vaziyette hazır buldunuz. Geriye kalan Ilısu Barajı’nın inşasına, 6 yıl zarfında başlayamadınız.
Bu gerçekler karşısında geçmişi inkâr etmenizin kime ve ne faydası olur?
Sizden evvelki iktidarlar, ülkenin varlığına varlık katarak yatırım yaptılar. Sosyal alandaki hizmetlerini de, ülkenin önemli iktisadî değerlerini satarak değil, kazanarak yaptılar.
2002 yılında 87 adet Üniversiteyi hazır buldunuz. 1965’te 6 üniversitemiz, 1991 sonunda 26 üniversitemiz vardır. Karar vediğiniz ve henüz daha kuruluş aşamasında olan 54 üniversite, geçmişi inkâr etmenizin sebebi olabilir mi?
Sayın BAŞBAKAN;
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama, bu mektubuma sığmaz. Devletin envanteri, her şeyin doğrusunu gösterir. Nisyan ile malûl hafızalar unutsalar da, Devletin kayıtları ve bilgileri mahfuzdur. Asıl belirtmek istediğim husus da şudur:
Hemen hemen her konuşmanızda, mâneviyâttan bahsederk, gönüllere hitap etmektesiniz Geçmişte bu ülkeye büyük hizmetlerde bulunan siyaset ve devlet adamlarından herhangi biri, meselâ Süleyman Demirel, konuşmalarınızı dinleyince;
“KOPUNCA BİR TELİ, BAĞLANSA DA DÜĞÜMLÜ KALIR.
DOKUNMA GÖNLÜME, ŞART-I MUHABBET ÖYLE DEĞİLDİR”.dizelerini gönlünden geçirse; acaba, yorumunuz ne olur?
Veya; ülkesindeki olayları çok dikkatli biçimde takip eden garip bir vatandaş;
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan.
Uyan, uykusu çok gözlerim uyan.
Azrail’in kastı, canadır inan.
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan” şeklindeki NAKŞİBENDİ İLÂHİSİNİ terennüm etse; acaba, o garibin gönlünü kim ve nasıl ferahlatacaktır? (IV.cü Murat’a aittir.)
Her şey bir tarafa; bugün, ülkenin durumu gerçekten zordur. 10 aylık dış ticaret açığı, 63 milyar dolardır ve yıl sonunda 75 milyar dolara ulaşacağı, yetkililer tarafından ifade edilmektedir.
Buna bağlı olarak, carî işlemler açığının 50 milyar dolara ulaşacağı kesindir.
Türkiye, bu zor dönemi nasıl aşacaktır?
Artan işsizliğe ve fukaralığa, nasıl çare bulunacaktır?
Mahallî seçimlere odaklanarak, parlak sözlerle his ve heyecanı canlı tutmak, ülkenin içinde bulunduğu zorluğu aşmak, mümkün olacak mıdır?
Siyasetçi değilim. Maksadım; tarihe, hoş olmayan ifadelerle geçmemeniz içindir. Alkışlayanlarınızın, huzurunuzda “Evet efendim” diyerek eğilip, bükülenlerinizin çok olduğu bu zamanda, doğruları söyleme cesaretinde bulunan insanların varlığını belirtmek için bu mektubumu yazdım.
Takdir veya tekdir, size aittir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 30 Kasım 2008
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin Kızılcahamam ‘da tertiplediği toplantıda yaptığınız ve bazı televizyon kanalları tarafından naklen yayınlanan iki saat süren konuşmanızı dikkatle ve ilgiyle izledim. Her ne kadar bilinenleri tekrar eden bir konuşma olmasına rağmen; hitâbet gücünüze ve kabiliyetinize hayran olduğum için konuşmanızı, sonuna kadar izledim.
Bilinen bir gerçektir:
Tarih, hiç kimseye hesap sormaz. Tarih, herkesi şaşmaz hassas terazisinde tartarak ve yerli yerine oturtarak, gelecek nesillere bir belge olarak sunar.
Bu gerçeğe istinaden de; ülkesinin ve milletinin geleceği ile ilgilenen; olayları dikkatle izleyip bilgi ve fikir sahibi olan; vatanına ve milletine hizmeti gaye edinen; vatandaşlık hak ve görevlerinin bilincinde olan her vatandaşın, fikir beyan etme ve uyarıda bulunma hakkı vardır. Bu hakkımı kullanarak, duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ediyorum:
Gerçeklerin ifadesinde sakınca görmüyorum:
İktidarda bulunmanız hasebiyle elbette ki, bir dizi icraatınız olacaktır. Bu; devlette devamlılığın tabiatında vardır ve yükselme ve ilerlemenin şartıdır. Yüce milletimiz, kadirşinastır ve hizmet edenlerin haklarını teslim eder. Ama; iktidar sahiplerinin geçmişi reddetme ve kötüleme hakları yoktur. Bu sebeple; Türkiye’yi 2002 yılında başlamış gibi göstermenizin bir faydası olmaz ve hâttâ, gönüllerde burukluk yaratır.
Bugünkü konuşmanızda, icraatlarınızı sıraladınız. Bilhassa; sosyal alanlarda (Kömür, erzak, kitap, para dağıtımı ile Köydes projesi) yaptığınız yardımlarla övündünüz. Bu faaliyetler için de, Doğu ve Güneydoğu’daki TOKİ yatırımları dahil, 12-13 milyar YTL. harcadığınızı belirttiniz. Bununla övünürken; geçmiş iktidarlar tarafından size devredilen önemli iktisadî değerlerin özelleştirilmesinden 50 milyar dolar (75 milyar YTL.) gelir elde ettiğinizi belirtmediniz.
6 yıllık iktidarınız zamanında Erdemir ve İskenderun Demir-çelik büyüklüğünde bir demir-çelik tesisi, Keban, Karakaya veya Atatürk Barajı gibi bir baraj, Tüpraş gibi bir rafineri, Pektim gibi bir Petro-kimya tesisi, bir şeker fabrikası, v.s. kurmadınız. Dicle ve Fırat üzerinde projelendirilen 16 adet baraj ve hidro-elektrik santrallerini, 2002 yılında işler vaziyette hazır buldunuz. Geriye kalan Ilısu Barajı’nın inşasına, 6 yıl zarfında başlayamadınız.
Bu gerçekler karşısında geçmişi inkâr etmenizin kime ve ne faydası olur?
Sizden evvelki iktidarlar, ülkenin varlığına varlık katarak yatırım yaptılar. Sosyal alandaki hizmetlerini de, ülkenin önemli iktisadî değerlerini satarak değil, kazanarak yaptılar.
2002 yılında 87 adet Üniversiteyi hazır buldunuz. 1965’te 6 üniversitemiz, 1991 sonunda 26 üniversitemiz vardır. Karar vediğiniz ve henüz daha kuruluş aşamasında olan 54 üniversite, geçmişi inkâr etmenizin sebebi olabilir mi?
Sayın BAŞBAKAN;
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama, bu mektubuma sığmaz. Devletin envanteri, her şeyin doğrusunu gösterir. Nisyan ile malûl hafızalar unutsalar da, Devletin kayıtları ve bilgileri mahfuzdur. Asıl belirtmek istediğim husus da şudur:
Hemen hemen her konuşmanızda, mâneviyâttan bahsederk, gönüllere hitap etmektesiniz Geçmişte bu ülkeye büyük hizmetlerde bulunan siyaset ve devlet adamlarından herhangi biri, meselâ Süleyman Demirel, konuşmalarınızı dinleyince;
“KOPUNCA BİR TELİ, BAĞLANSA DA DÜĞÜMLÜ KALIR.
DOKUNMA GÖNLÜME, ŞART-I MUHABBET ÖYLE DEĞİLDİR”.dizelerini gönlünden geçirse; acaba, yorumunuz ne olur?
Veya; ülkesindeki olayları çok dikkatli biçimde takip eden garip bir vatandaş;
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan.
Uyan, uykusu çok gözlerim uyan.
Azrail’in kastı, canadır inan.
Uyan ey gözlerim, gafletten uyan” şeklindeki NAKŞİBENDİ İLÂHİSİNİ terennüm etse; acaba, o garibin gönlünü kim ve nasıl ferahlatacaktır? (IV.cü Murat’a aittir.)
Her şey bir tarafa; bugün, ülkenin durumu gerçekten zordur. 10 aylık dış ticaret açığı, 63 milyar dolardır ve yıl sonunda 75 milyar dolara ulaşacağı, yetkililer tarafından ifade edilmektedir.
Buna bağlı olarak, carî işlemler açığının 50 milyar dolara ulaşacağı kesindir.
Türkiye, bu zor dönemi nasıl aşacaktır?
Artan işsizliğe ve fukaralığa, nasıl çare bulunacaktır?
Mahallî seçimlere odaklanarak, parlak sözlerle his ve heyecanı canlı tutmak, ülkenin içinde bulunduğu zorluğu aşmak, mümkün olacak mıdır?
Siyasetçi değilim. Maksadım; tarihe, hoş olmayan ifadelerle geçmemeniz içindir. Alkışlayanlarınızın, huzurunuzda “Evet efendim” diyerek eğilip, bükülenlerinizin çok olduğu bu zamanda, doğruları söyleme cesaretinde bulunan insanların varlığını belirtmek için bu mektubumu yazdım.
Takdir veya tekdir, size aittir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
25 Kasım 2008 Salı
Kriz ve yanlış model
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 25 Kasım 2008
Sayın Başbakan;
Partinizin bugünkü grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Meclis televizyonundan naklen verilen konuşmalarınız hakkında yorum yapmak, elbette ki; biz vatandaşların en tabii hakkıdır. Bu hakkımı kullanarak görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Gerçek olan şudur ki; hangi sebebe dayandırılırsa dayandırılsın, ülkemiz sıkıntıda ve krizdedir. Bu krizi aşmak ve geçerli çözümler bulmak, uygulanan bu modelde zordur Zirâ; yaşanan krizin kaynağı ne ABD’dir ve ne de Avrupa’dır.
Geçmişte yaşanan, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşayacağımız krizlerin asıl kaynağı; Türkiye’nin, 28 yıldan .beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır.
Aslında; reel sektör ve halk için dâimâ kriz vardı. Yaratılan krizler, orta tabakayı eritmiştir. Bu gerçeği gören de çıkmamıştır. Bulduğu ile yetinen veya verilenle yetinmek zorunda kalan geniş halk kitleleri de, seslerini duyuramamıştır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi haline gelen kriz; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde üretmeden, çalışmadan, yorulmadan, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan; yatarken, dinlenirken, uyurken, eğlenirken, tatil yaparken, kazanan ve keyif süren paralı kesimin, “Acaba, kaybımız olur mu?” telâşıdır. Neticede de, alınacak her tedbir ve uygulanacak her model, yine, paralı kesim için olacaktır.
Türkiye’nin gerçeği bellidir:
28 yıldan beri Türkiye, halkın tamamını kucaklayan ve topyekûn kalkınmaya götüren gerçek bir ekonomik modeli unutmuştur. Esasen kıt olan kaynaklarını, her dediğini yaptıran ve idareleri baskı altında tutabilen belirli bir zümrenin istifadesine sunmuştur. Ki; bu kesim, genel nüfus içinde yüzde 10’luk bir kitledir.
Bankalardaki mevduatların yapısı, menkul değerlerin dağılımı, bu tespit ve görüşümü doğrulamaktadır. Bunun anlamı da açıktır: Nüfusumuzun yüzde 90’ı, yüzde 10’luk bir kesime çalışmaktadır. Buna, çalışma da denemez; halk, paralı kesime esir edilmiştir. Halkın durumu bellidir:
Borç içersindedir.
Adâletsiz ve dolaylı vergiler altında ezilmektedir.
Üretimden uzaklaştırılmıştır.
Alın teri ve el emeği sömürülmüştür.
İnsan unsuru ve değeri unutulduğu için, geleceğimizin teminatı olan gençlerimiz, sokakları dolduracak tarzda işsiz ve ümitsizdir.
Bu görüşlerime ve tespitlerime itiraz edilebilir. Ama; işçilerin, memurların, emeklilerin, dul ve yetimlerin, köylü ve çiftçilerin perişan halleri ortadadır. Küçük esnaf ve sanatkârların, ticaret erbabının halleri de bilinmektedir.
Kısacası; yürürlükteki RANT EKONOMİSİ sebebiyle geniş halk kitleleri üretimden uzaklaştırılarak, atıl bir kapasite yaratılmıştır. Bu sebeple; kömür ve erzak dağıtarak, belirli miktarda ve belirli bir kesime faizsiz kredi tahsis ederek, yaratılan bu atıl kapasiteyi harekete geçirmek mümkün değildir.
Sayın Başbakan;
2002 yılında iktidara geldiğiniz zaman, Rant ekonomisini üretken bir ekonomiye dönüştüreceğinizi ummuştum. Ne yazık ki; 6 yıl zarfında bunu, başaramadınız ve Kemâl Derviş’in, başkalarının istekleri doğrultusunda kurduğu ekonomi modelini benimsediniz ve uyguladınız. Üstelik; döneminizde, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti. Yani; sizin iktidarınız da, RANTİYE SINIFINI kolladı. İktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR”
Ve alınacak bütün tedbirlere rağmen, finans kesiminde başlayan kriz önlenemeyecektir. Bu hususta da iktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif yüksek oranlı faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 25 Kasım 2008
Sayın Başbakan;
Partinizin bugünkü grup toplantısında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Meclis televizyonundan naklen verilen konuşmalarınız hakkında yorum yapmak, elbette ki; biz vatandaşların en tabii hakkıdır. Bu hakkımı kullanarak görüşlerimi arz etmek istiyorum:
Gerçek olan şudur ki; hangi sebebe dayandırılırsa dayandırılsın, ülkemiz sıkıntıda ve krizdedir. Bu krizi aşmak ve geçerli çözümler bulmak, uygulanan bu modelde zordur Zirâ; yaşanan krizin kaynağı ne ABD’dir ve ne de Avrupa’dır.
Geçmişte yaşanan, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşayacağımız krizlerin asıl kaynağı; Türkiye’nin, 28 yıldan .beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmiş olmasıdır.
Aslında; reel sektör ve halk için dâimâ kriz vardı. Yaratılan krizler, orta tabakayı eritmiştir. Bu gerçeği gören de çıkmamıştır. Bulduğu ile yetinen veya verilenle yetinmek zorunda kalan geniş halk kitleleri de, seslerini duyuramamıştır.
Bugün ülkenin bir numaralı gündemi haline gelen kriz; DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde üretmeden, çalışmadan, yorulmadan, yatırım yapmadan, istihdam yaratmadan; yatarken, dinlenirken, uyurken, eğlenirken, tatil yaparken, kazanan ve keyif süren paralı kesimin, “Acaba, kaybımız olur mu?” telâşıdır. Neticede de, alınacak her tedbir ve uygulanacak her model, yine, paralı kesim için olacaktır.
Türkiye’nin gerçeği bellidir:
28 yıldan beri Türkiye, halkın tamamını kucaklayan ve topyekûn kalkınmaya götüren gerçek bir ekonomik modeli unutmuştur. Esasen kıt olan kaynaklarını, her dediğini yaptıran ve idareleri baskı altında tutabilen belirli bir zümrenin istifadesine sunmuştur. Ki; bu kesim, genel nüfus içinde yüzde 10’luk bir kitledir.
Bankalardaki mevduatların yapısı, menkul değerlerin dağılımı, bu tespit ve görüşümü doğrulamaktadır. Bunun anlamı da açıktır: Nüfusumuzun yüzde 90’ı, yüzde 10’luk bir kesime çalışmaktadır. Buna, çalışma da denemez; halk, paralı kesime esir edilmiştir. Halkın durumu bellidir:
Borç içersindedir.
Adâletsiz ve dolaylı vergiler altında ezilmektedir.
Üretimden uzaklaştırılmıştır.
Alın teri ve el emeği sömürülmüştür.
İnsan unsuru ve değeri unutulduğu için, geleceğimizin teminatı olan gençlerimiz, sokakları dolduracak tarzda işsiz ve ümitsizdir.
Bu görüşlerime ve tespitlerime itiraz edilebilir. Ama; işçilerin, memurların, emeklilerin, dul ve yetimlerin, köylü ve çiftçilerin perişan halleri ortadadır. Küçük esnaf ve sanatkârların, ticaret erbabının halleri de bilinmektedir.
Kısacası; yürürlükteki RANT EKONOMİSİ sebebiyle geniş halk kitleleri üretimden uzaklaştırılarak, atıl bir kapasite yaratılmıştır. Bu sebeple; kömür ve erzak dağıtarak, belirli miktarda ve belirli bir kesime faizsiz kredi tahsis ederek, yaratılan bu atıl kapasiteyi harekete geçirmek mümkün değildir.
Sayın Başbakan;
2002 yılında iktidara geldiğiniz zaman, Rant ekonomisini üretken bir ekonomiye dönüştüreceğinizi ummuştum. Ne yazık ki; 6 yıl zarfında bunu, başaramadınız ve Kemâl Derviş’in, başkalarının istekleri doğrultusunda kurduğu ekonomi modelini benimsediniz ve uyguladınız. Üstelik; döneminizde, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz yabancıların eline geçti. Yani; sizin iktidarınız da, RANTİYE SINIFINI kolladı. İktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“RANTLAR YÜKSELİRSE, REFAH ORTADAN KALKAR”
Ve alınacak bütün tedbirlere rağmen, finans kesiminde başlayan kriz önlenemeyecektir. Bu hususta da iktisat ilminin kuralı bilinmektedir:
“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif yüksek oranlı faiz uygulaması, her şeyden önce bankaları batırır ve ekonominin bütün dengelerini bozar.”
Ülke meselelerini yakından ve dikkatli biçimde takip eden bir vatandaş olarak demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Dikkate alacağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
0216- 4181726
24 Kasım 2008 Pazartesi
Değişen ne?
13 Ağustos 1999 Yalçın BAYER
Yalçın Bayer: DYP'nin Parsadan'ı
Adapazarı'ndan eczacı Hüsnü Akıncı, ''Dünkü 'Bu adayın dolarlarını kim götürdü' başlıklı yazınızla çok önemli bir konuyu gündeme getirmişsiniz'' diyerek şöyle konuşuyor:
''Hiç şüpheniz olmasın; bu ülkenin DYP'ye ihtiyacı vardır. Ama, bu DYP, Tansu ve Özer Çiller tarafından bir aile şirketi haline getirilen DYP değildir. Aranan DYP; memleketçi, hürriyetçi, adaletçi ve topyekûn kalkınmayı hedef alan ve de AP'nin gerçek misyonuna sahip bir DYP'dir.
Memleketin çimentosu konumunda olan bu partiye sahip çıkmak, aslında ülke sorunlarını ve hedeflerini kabullenmek demektir.
Ülke sorunlarına eğilmenin tek şartı şudur:
Ana kaidelere ve ana belgelere göre işleyen bir devlet ve işleyen bir rejim aramak; rejime ve devlete sahiplik bilgi ve şuuru taşımak.
Bu çerçevenin dışına çıkıldığında hiçbir zaman millet, söz sahibi olamaz.''
Aynı zamanda ''Hüsnü Akıncı'dan Çiller'e Mektuplar'' başlıklı kitabın yazarı olan Akıncı, ''Bu kitabımı her hafta okuyorum. Geçmişteki tespitlerim her zaman beni doğruluyor'' diyor.
Dünkü yazımız üzerine arayan bazı kişilerle konuştuk; 2.5 milyon dolar karşılığında aday gösterilen ilin Adana olduğu biliniyor. Olay, Ankara'da kulislerde ve parti çevrelerinde açık biçimde konuşulurken, Akıncı'ya kazanamayan bu adayı Özer Çiller'e kimin getirdiğini soruyoruz:
- Adanalı olduğuna göre Ömer Bilgin olamaz mı? diyor.
ANAYASA MAHKEMESİ İNCELEMELİ
Akıncı,
konu üzerine duyumlarını anlatıyor:
''(...) adlı kişi aldığı paranın yarısını Özer Çiller'e vermiş ve yarısını da 'Aileyi savunduğum için başım derde girdi, hakkımda sayısız tazminat davaları açıldı. Muhtemelen aleyhime neticelenecek tazminatlar için bu parayı, tazminat olarak zimmetimde tutuyorum' diyerek kendisi almış. Bu olay bu kişiyle, ailenin arasını açmış.''
Evet, bu kişi kimdir diye düşünürken, Çillerler'in yanından uzaklaşanların kim olduğunu da anımsayınız.
DYP'de geçen seçimlerde aday belirleme sırasında ne tür skandalların yaşandığını, listelere alınmayanların ne tür suçlamalarda bulunduğu unutulmamalıdır.
Asıl görev, cumhuriyet savcılarına ve partileri denetleyen Anayasa Mahkemesi'ne düşüyor.
Meclis'te ve DYP çevrelerinde bu olay dillerden düşmediğine göre, ihbara hiç gerek yok. Bu tür olayların aydınlatılması bize düşmez. Partinin para hareketi ile hesapları araştırılsın, Genel Merkez Muhasibi İsmail Karakuyu'ya sorulsun, yeter.
Çünkü DYP'de bu para için çok kavga oldu.
Parsadan
olayı unutulmasın.
22 Kasım 2008 Cumartesi
İsmet Solak ve yorumu
İsmet Solak:
Yurttaş Akıncı... İsmet SOLAK
Geçen hafta, ehl-i dil dostum Mehmet Dülger'le ziyaretime geldiler. Yurttaş Hüsnü Akıncı ile yüz yüze tanıştık.
Adını çok duymuştum. Mektuplarından biliyordum. Adapazarı'nda eczacı.
Yurttaşlık bilinci dorukta. Bu bilinci biraz yayabilsek, ne yolsuzluk kalırdı, ne soysuzluk! Hemen her ülke sorununa karşı müthiş duyarlı.
Sarılıyor kaleme káğıda, döşeniyor mektupları. Başbakan, bakan, Merkez Bankası başkanı, müsteşar, sendika başkanı ya da gazeteci... Fark etmiyor.
Düşüncelerini da araştırmalara dayanarak, belge gösterip rakam vererek, üstelik kaynak göstererek sıralıyor:
''Yurttaş, Hüsnü Akıncı!''
* * *
1997 yılında, bunları bir kitapta toplamıştı:
''Tansu Çiller'e mektuplar...''
İki baskı yapmıştı. Bıkmadan usanmadan yazıyor:
''Sayın Gazi Erçel, Merkez Bankası / Ankara
Dikkatlerinize arz ediyorum;
1- Merkez Bankası'nın 19 Şubat 1999 tarihli verilerine göre, toplam mevduat
(döviz tevdiat hesapları dahil) 16 katrilyon 872 trilyon 300 milyar TL'dir. (Toplam mevduat içinde vadesiz mevduatın yüzde 5.3'ü kadar.) Şimdi soruyorum; bu denli büyük oranda kaydi para yaratan bankacılık sistemi ile Türkiye, nereye gider ve ekonomisini nasıl düzeltir?''
Örnekleri sıralıyor. Tarih: 09.01.1999. Erçel'in yanıtı da dosyasında.
* * *
Bir başka mektup, Japonya Büyükelçiliği'ne:
''Sayın Büyükelçi,
Bugün insanlık álemi, dünya gelirinin adaletsiz dağılımı sebebiyle sıkıntılıdır. ABD ile ABD'nin Avrupa'daki ayağı ve temsilcisi durumundaki İngiltere'nin müştereken enerji kaynakları dahil, dünya zenginliklerini, kendi çıkar ve stratejileri istikametinde ellerinde bulundurmak istek ve baskıları dünyanın huzurunu bozmuştur.
(...)
Gönlüm arzu etmektedir ki, teknolojik üstünlüğü tartışılmaz Japonya'nın Türkiye'nin gerçekleştirmeye mecbur olduğu tüp geçit, demiryolu ve raylı sistem projeleriyle, enerji yatırımlarına büyük ilgi göstersin.''
İmza, Hüsnü Akıncı. Tarih: 31. 05. 1998.
* * *
TRT'de, Ertürk Yöndem'in hazırlayıp sunduğu Perde Arkası programında, kömür konusu işleniyor. Hüsnü Akıncı, daktilosunun başına oturuyor:
''İşlediğiniz kömür konusu, her alana örnek teşkil edecek niteliktedir. Kömür ihtiyacımız 10 milyon ton. Üretim 2 milyon ve 8 milyon ton kömür de ithalat yoluyla karşılanıyor.
Bu, Türkiye'ye bilerek veya bilmeyerek yapılan en büyük kötülüktür.''
Tarih: 28.01.2000. İmza: Hüsnü Akıncı. Bir Akıncı, milyon yurttaş...
10 olsa, 20 olsa... Ya 1000 artarsa? Mehmet Dülger gülümsüyor:
- Aman üstadım, fincancı katırlarını korkutmayın!
Yurttaş Akıncı... İsmet SOLAK
Geçen hafta, ehl-i dil dostum Mehmet Dülger'le ziyaretime geldiler. Yurttaş Hüsnü Akıncı ile yüz yüze tanıştık.
Adını çok duymuştum. Mektuplarından biliyordum. Adapazarı'nda eczacı.
Yurttaşlık bilinci dorukta. Bu bilinci biraz yayabilsek, ne yolsuzluk kalırdı, ne soysuzluk! Hemen her ülke sorununa karşı müthiş duyarlı.
Sarılıyor kaleme káğıda, döşeniyor mektupları. Başbakan, bakan, Merkez Bankası başkanı, müsteşar, sendika başkanı ya da gazeteci... Fark etmiyor.
Düşüncelerini da araştırmalara dayanarak, belge gösterip rakam vererek, üstelik kaynak göstererek sıralıyor:
''Yurttaş, Hüsnü Akıncı!''
* * *
1997 yılında, bunları bir kitapta toplamıştı:
''Tansu Çiller'e mektuplar...''
İki baskı yapmıştı. Bıkmadan usanmadan yazıyor:
''Sayın Gazi Erçel, Merkez Bankası / Ankara
Dikkatlerinize arz ediyorum;
1- Merkez Bankası'nın 19 Şubat 1999 tarihli verilerine göre, toplam mevduat
(döviz tevdiat hesapları dahil) 16 katrilyon 872 trilyon 300 milyar TL'dir. (Toplam mevduat içinde vadesiz mevduatın yüzde 5.3'ü kadar.) Şimdi soruyorum; bu denli büyük oranda kaydi para yaratan bankacılık sistemi ile Türkiye, nereye gider ve ekonomisini nasıl düzeltir?''
Örnekleri sıralıyor. Tarih: 09.01.1999. Erçel'in yanıtı da dosyasında.
* * *
Bir başka mektup, Japonya Büyükelçiliği'ne:
''Sayın Büyükelçi,
Bugün insanlık álemi, dünya gelirinin adaletsiz dağılımı sebebiyle sıkıntılıdır. ABD ile ABD'nin Avrupa'daki ayağı ve temsilcisi durumundaki İngiltere'nin müştereken enerji kaynakları dahil, dünya zenginliklerini, kendi çıkar ve stratejileri istikametinde ellerinde bulundurmak istek ve baskıları dünyanın huzurunu bozmuştur.
(...)
Gönlüm arzu etmektedir ki, teknolojik üstünlüğü tartışılmaz Japonya'nın Türkiye'nin gerçekleştirmeye mecbur olduğu tüp geçit, demiryolu ve raylı sistem projeleriyle, enerji yatırımlarına büyük ilgi göstersin.''
İmza, Hüsnü Akıncı. Tarih: 31. 05. 1998.
* * *
TRT'de, Ertürk Yöndem'in hazırlayıp sunduğu Perde Arkası programında, kömür konusu işleniyor. Hüsnü Akıncı, daktilosunun başına oturuyor:
''İşlediğiniz kömür konusu, her alana örnek teşkil edecek niteliktedir. Kömür ihtiyacımız 10 milyon ton. Üretim 2 milyon ve 8 milyon ton kömür de ithalat yoluyla karşılanıyor.
Bu, Türkiye'ye bilerek veya bilmeyerek yapılan en büyük kötülüktür.''
Tarih: 28.01.2000. İmza: Hüsnü Akıncı. Bir Akıncı, milyon yurttaş...
10 olsa, 20 olsa... Ya 1000 artarsa? Mehmet Dülger gülümsüyor:
- Aman üstadım, fincancı katırlarını korkutmayın!
Parti Devleti ve demokrasi
Sayın Hayati YAZICI
Devlet Bakanı
Ankara 22 Kasım 2008
Sayın BAKAN;
Kömür dağıtımının siyasî amaç taşımadığını ifade ettiğiniz için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Daha doğrusu; kendimi, buna mecbur hissettim. Zira; iktidarınız, KURUL, KURAL, KAVRAM tanımamaktadır. Bu sebeple de DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemektedir.
KONUYU, BİRAZ AÇAYIM:
DEVLET, bir kavramdır. İlmî olarak da, “BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULUK OLARAK” tarif edilir. Önemli olan; Devletin kurumları, organları ve kuruluşlarıdır.
Hükümetlerin görevi de; DEVLETİ, bir AHENK içersinde İŞLETMEKTİR. Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı demokrasileri, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine asla ve asla izin vermezler. Dikkat edilirse; gelişmiş Batı ülkelerinde kurul, kural ve kavram kargaşası yaşanmaz.
DEVLETİ, bir parti devleti haline getirme hedef ve gayretiniz, iktidarınızın en büyük yanlışı ve hatasıdır.
Kömür konusunu örnek vererek, görüşümü açıklamak istiyorum:
Sosyal Dayanışma ve YardımlaşmaVakfı, devletin bir kurumudur. Bu Vakfın, amaçları, işletilmesi ve kaynakları, kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Vakfın faaliyet ve denetimi, illerde valilere, ilçelerde kaymakamlara aittir. Bu kurumlar, siyasî iktidarların değil, devletin kurumlarıdır.
İktidarınız, Devletin bir kurumunu devre dışı bırakarak, dağıtım işine ağırlıklı olarak AKP’li belediyeleri karıştırmıştır. Yani; “Siyasî amaç” güderek, haksız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Kaldı ki; her kademedeki partili yöneticiler, yetkili imiş gibi addedilerek dağıtımda görev almaktadırlar.
Dikkatli bir vatandaş olarak sormak zorundayım:
SOSYAL DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA VAKFI, niçin kurulmuştur? Belediyeler ve Partili yöneticiler, bu vakfın faaliyetlerine, niçin ortak edilmiştir? Ve bu faaliyetler, kimler tarafından ve nasıl denetlenmektedir veya denetlenecektir?
Bir önemli örnek daha:
Ülkemizde yine, DEVLETE ait bir KREDİ VE YURTLAR KURUMU mevcuttur. Bu KURUM, öğrencilerin yurt, burs ve kredi ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuştur. Ama; bu kurum dururken, AKP’li belediyeler de bu faaliyetlere ortak edilmiştir. Bu kurum, yetersiz miydi ki; belediyeler ve parti teşkilâtları, kurumun faaliyetlerine ortak edilmiştir? Bu kurum, yetersiz addediliyorsa; kurumu düzeltmek ve yeterli hâle getirmek, düzgün işlemesini sağlamak, hükümetlerin görevi değil midir? Belediyelerin burs dağıtmasının SİYASÎ AMAÇ taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Çarpıklığın en önemli örneği, meydana gelen yeni bir durumdur. Şöyle ki:
Anayasa Mahkemesi, belediyelerin burs dağıtma faaliyetlerini iptâl etmiştir. Bu durum üzerine Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik; “Anayasa Mahkemesi’nin öğrencileri mağdur edeceğini düşünemiyorum. Bundan sonra belediyeler, burs paralarını bize gönderecekler. Tahsisleri ve dağıtımları Bakanlık olarak biz yapacağız.” Diye bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklama dahî, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun devre dışı bırakıldığının kanıtıdır. Hükümetler, herkesin hükümetleridir. Eğer Millî Eğitim Bakanlığı, bu kurumun görevini üstleniyorsa; bunun, siyasî amaç taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Sayın Bakan;
Sis, yelpaze ile dağıtılamaz. Hak, yenir; ama, hazmedilemez. Bir yalan, ne kadar hızlı olursa olsun; hakikat yetişip, onu geçer. Bu gerçekler, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir.
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; “İdare edenlerin ihtiras ve adâletsizlikleriyle, zenginlerinin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” Bu söz, bana ait değildir. Bu söz; Hz. Peygamberimizin, KIYAMETE kadar değerini ve hükmünü yitirmeyecek muhteşem bir sözüdür. İman iddiasında bulunanlar, bu sözün hakkını, yerine getirmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden; rejime devlete sahiplilik bilgi ve şuuru taşıyan; vatandaşlık hak ve görevlerini, eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve de, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Devlet Bakanı
Ankara 22 Kasım 2008
Sayın BAKAN;
Kömür dağıtımının siyasî amaç taşımadığını ifade ettiğiniz için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Daha doğrusu; kendimi, buna mecbur hissettim. Zira; iktidarınız, KURUL, KURAL, KAVRAM tanımamaktadır. Bu sebeple de DEVLET, ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletilmemektedir.
KONUYU, BİRAZ AÇAYIM:
DEVLET, bir kavramdır. İlmî olarak da, “BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULUK OLARAK” tarif edilir. Önemli olan; Devletin kurumları, organları ve kuruluşlarıdır.
Hükümetlerin görevi de; DEVLETİ, bir AHENK içersinde İŞLETMEKTİR. Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı demokrasileri, DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilmesine asla ve asla izin vermezler. Dikkat edilirse; gelişmiş Batı ülkelerinde kurul, kural ve kavram kargaşası yaşanmaz.
DEVLETİ, bir parti devleti haline getirme hedef ve gayretiniz, iktidarınızın en büyük yanlışı ve hatasıdır.
Kömür konusunu örnek vererek, görüşümü açıklamak istiyorum:
Sosyal Dayanışma ve YardımlaşmaVakfı, devletin bir kurumudur. Bu Vakfın, amaçları, işletilmesi ve kaynakları, kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiştir. Vakfın faaliyet ve denetimi, illerde valilere, ilçelerde kaymakamlara aittir. Bu kurumlar, siyasî iktidarların değil, devletin kurumlarıdır.
İktidarınız, Devletin bir kurumunu devre dışı bırakarak, dağıtım işine ağırlıklı olarak AKP’li belediyeleri karıştırmıştır. Yani; “Siyasî amaç” güderek, haksız bir rekabet ortamı yaratmıştır. Kaldı ki; her kademedeki partili yöneticiler, yetkili imiş gibi addedilerek dağıtımda görev almaktadırlar.
Dikkatli bir vatandaş olarak sormak zorundayım:
SOSYAL DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA VAKFI, niçin kurulmuştur? Belediyeler ve Partili yöneticiler, bu vakfın faaliyetlerine, niçin ortak edilmiştir? Ve bu faaliyetler, kimler tarafından ve nasıl denetlenmektedir veya denetlenecektir?
Bir önemli örnek daha:
Ülkemizde yine, DEVLETE ait bir KREDİ VE YURTLAR KURUMU mevcuttur. Bu KURUM, öğrencilerin yurt, burs ve kredi ihtiyaçlarının karşılanması için kurulmuştur. Ama; bu kurum dururken, AKP’li belediyeler de bu faaliyetlere ortak edilmiştir. Bu kurum, yetersiz miydi ki; belediyeler ve parti teşkilâtları, kurumun faaliyetlerine ortak edilmiştir? Bu kurum, yetersiz addediliyorsa; kurumu düzeltmek ve yeterli hâle getirmek, düzgün işlemesini sağlamak, hükümetlerin görevi değil midir? Belediyelerin burs dağıtmasının SİYASÎ AMAÇ taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Çarpıklığın en önemli örneği, meydana gelen yeni bir durumdur. Şöyle ki:
Anayasa Mahkemesi, belediyelerin burs dağıtma faaliyetlerini iptâl etmiştir. Bu durum üzerine Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik; “Anayasa Mahkemesi’nin öğrencileri mağdur edeceğini düşünemiyorum. Bundan sonra belediyeler, burs paralarını bize gönderecekler. Tahsisleri ve dağıtımları Bakanlık olarak biz yapacağız.” Diye bir açıklama yapmıştır.
Bu açıklama dahî, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun devre dışı bırakıldığının kanıtıdır. Hükümetler, herkesin hükümetleridir. Eğer Millî Eğitim Bakanlığı, bu kurumun görevini üstleniyorsa; bunun, siyasî amaç taşımadığını söylemek mümkün müdür?
Sayın Bakan;
Sis, yelpaze ile dağıtılamaz. Hak, yenir; ama, hazmedilemez. Bir yalan, ne kadar hızlı olursa olsun; hakikat yetişip, onu geçer. Bu gerçekler, tarihin hiçbir döneminde tekzip edilememiştir.
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; “İdare edenlerin ihtiras ve adâletsizlikleriyle, zenginlerinin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.” Bu söz, bana ait değildir. Bu söz; Hz. Peygamberimizin, KIYAMETE kadar değerini ve hükmünü yitirmeyecek muhteşem bir sözüdür. İman iddiasında bulunanlar, bu sözün hakkını, yerine getirmek zorundadırlar.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden; rejime devlete sahiplilik bilgi ve şuuru taşıyan; vatandaşlık hak ve görevlerini, eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışan bir vatandaş olarak ve de, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)