Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
AKP Genel Başkanı ve Başbakan
Ankara 14 Ekim 2008-
Sayın BAŞBAKAN;
Partinizin, 14 Ekim 2008 tarihinde düzenlediği Meclis Grup toplantısındaki konuşmanızı dikkatle izledim.
Konuşmanıza, “KARDEŞLİK” vurgusu yaparak ve bunun da “AHΔ geleneğinden geldiğini belirterek başladınız.
Evet; AHÎ geleneğinin özü, dostluk ve kardeşlik temeline dayanmaktadır. Bu geleneğin kurucuları ve toplumlara gönüllü olarak benimseticileri Mevlâna Celâleddin Rumî, Hacı Bektaş Velî ve Yunus Emre’dir. Bu üç büyük Zât, Anadolu Selçuklu Devleti’nin, beyliklere ayrılması yüzünden yıkıldığını görmüşler ve dostluk ve kardeşlik esasına dayanan yeni bir devletin oluşması için halkların tabanında bir zemin oluşturmak gayesiyle çalışmışlardır. Hedef, zıt mizaçları, bir mefkûre etrafında birleştirmektir.
Bu özü benimseyen Osmanlı Beyliği, beylikleri birleştirerek, tarihe damgasını vuran Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna vesile olmuştur. AHÎLİĞİ iyi özümseyen Osmanlı Beyliği’nin yöneticileri, dostluk ve kardeşliğin ADÂLETLE sağlanacağını gayet iyi anlamışlar ve bütün icraatlarını ADÂLET temellerine dayandırmışlardır. Toplumda muhabbeti sağlamak için, MERHAMET ve HÜRMET duygularının yaygınlaşmasını sağlamışlardır. AHÎLİĞİN özünü bilenler, tarihî gerçekleri iyi bilirler ve idarelerini, o esasa göre gerçekleştirirler.
AHÎLİĞİN ÖZÜ BELLİDİR:
ALLAH’ın, hiçbir mevcuda vermediği ve sâdece insan sınıfına bahşettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazasıdır. Bir örnekle açayım:
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren kurulan İMARETLER, çok önemli bir sosyal görev yapmışlardır. Kula, kulluğu ortadan kaldıran ve muhtaç insanların haysiyet ve şereflerini koruyan İMARETLERİN kuruluş ve işletiliş şekli, çok dikkat çekicidir:
İMARETLERDE, yardım alanlarla, yardım edenler, asla ve asla karşı karşıya getirilmemiştir. Sebebi de gayet açıktır:
Yaradılışındaki özelliği sebebiyle insanlar, yardım aldıkları kişi ve kurumlara karşı dâimâ şükran hisleri besler. Beslediği bu şükran duyguları sebebiyle yardım edenlerin hatırı için, ahlâka, vicdana ve dine aykırı olan bir işi yapabilirler. Yani; o, çok kıymetli İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarını satabilirler. İşte; insanların sahip oldukları İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının muhafazası için İMARET sisteminde, yardım edenlerle, yardım alanlar, karşı karşıya getirilmemiştir. İMARET sisteminde herkesin benimsediği ve uyduğu önemli bir geçerli kural da vardı. O da şudur: “KİM, İHTİYACI OLMADIĞI HALDE YARDIMLARDAN FAYDALANMAYA KALKARSA, ALLAH İNDİNDE HIRSIZ MUAMELESİ GÖRECEKTİR!”
Acaba günümüzde, hangi kanada mensup olursa olsun, bu öze göre hareket eden bir siyasî parti var mıdır? Bu öze riayet edilseydi; seçim zamanlarında usullü veya usulsüz yardım paketleriyle insanların iradelerine ipotek konarak, DEMOKRASİ yozlaştırılır mıydı?
Soruyu, şöyle de sorabiliriz:
BU ÖZE RİAYET EDİLSEYDİ, ACABA BUGÜN, DÜNYA ÜZERİNDE NASIL BİR TÜRKİYE OLURDU?
Sayın Başbakan;
Konuya açıklık getirmek için geçmişten örnekler vermek istiyorum. Merhum Özal, 1987 Referandumuna gidilirken, o güne kadar alışılmamış bir metot uyguladı. Metodun özü şöyleydi:
“HAYIR! oyu ver, köye telefon santralını vereyim. Veya sizi il veya ilçe yapayım.” Bu metodun uygulanmasına da günün ekonomistleri, seçim ekonomisi adını vermişlerdi.
Bu uygulamalara karşı çıkan Tercüman Gazetesi Yazarı Kemâl Cantürk isyan etmiş; 10 Eylül 1987 tarihli ve “Referandum, ekonomi ve bir hatıra” başlığını taşıyan yazısının bir bölümünde şu ifadeleri kullanmıştır:
“Bizce ülkemizin demokratik düzen içersinde sağlıklı bir şekilde gelişmesi için yetkililere düşen bir görev vardır. O da, “SEÇİM DÖNEMLERİNDE DE” ülkenin iktisadî menfaatlerine uygun olanı yapmaktır. Aslında bu, bir hayal değildir ve geçmişte örneği vardır. Buna, Hazine Genel Sekreteri iken yaşadığımız bir olayı misâl olarak gösterebiliriz:
Bir Yüksek Plânlanma Kurulu toplantısında, “Seçim senesi olan 1969 yıllık programının müzakeresi sırasında” ve Sayın Özal’ın DPT müsteşarı bulunduğu dönemde, Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın hazırladığı “TASLAĞIN”, toplantıya başkanlık eden Başbakan Demirel değiştirilmesini istemiş ve aşağı yukarı şunları söylemişti:
“ARKADAŞLAR, HAZIRLADIĞINIZ METNİ BEĞENMEDİM. TASARIYI, ŞU ŞU HUSUSLARI İÇERECEK ŞEKİLDE DÜZELTİN! BİLİYORUM; BUNLAR, BELKİ BİRÇOK KESİMLERCE HOŞ KARŞILANMAZ VE HATTA BİZE, SEÇİMİ DE KAYBETTİRİR. AMA, TÜRKİYE ÖYLE BİR NOKTAYA ERİŞTİ Kİ; ARTIK, BUNDAN DAHA İLERİYE GİTMEYE MECBURUZ. BU İTİBARLA YAZACAĞINIZ YENİ METİNDE, “HÜKÜMET KABUL ETMEZ!” ENDİŞESİYLE DEĞİL; “DOĞRUSU BUNLARDIR” DÜŞÜNCESİYLE KALEME ALACAĞINIZ BÜTÜN TEDBİR VE KARAR ÖNERİLERİ BULUNMALIDIR. BİZE DÜŞEN DE, HÜKÜMET OLARAK MAKÛL GÖRECEKLERİMİZİ KABUL ETMEKTİR.”
Neticede program taslağında gereken değişiklikler yapıldı. Hattâ bu olay, Adâlet Partisi içinde cereyan eden birçok siyasî çalkantılarda yanlış şekilde değerlendirildi.
İşte bütün temennimiz; ülkemizin, bilhassa iktisadî açıdan idaresinde, Sayın Demirel’in “O ZAMANKİ DAVRANIŞ TARZININ” siyasî hayatımızda, tam olarak benimsenmesidir.”
Sayın Başbakan;
Her zaman ve her yerde geçmişi inkâr ettiğiniz ve Türkiye’yi, 2002’de başlamış gibi gösterdiğiniz için bu mektubumu yazdım. İyi bir miras da devraldınız. Elbette ki; yaptıklarınızla övüneceksiniz ve bizler de hizmet edenleri kabulleneceğiz. Zirâ; devlette, devamlılık esastır. Bizler, geçmişin inkâr edilmesini uygun bulmayız. Şu bakımdan uygun bulmayız:
KÖPRÜLERİN YILLIK GELİRLERİYLE HER YIL, 400 kilometre lüks yol yapmak mümkündür. Fizibilite raporlarında öyle yazmaktadır. Otoyolların gelirlerini de hesaba katacak olursak; herhalde, her yıl 1000 kilometre lüks yol yapılır. Köprüler ve Otoyollar size devredilen varlıklarımız olduğuna göre; “79 yılda yapılmayanları, 6 yılda yaptık.” Demenizin, siyasî amaç dışında bir kıymeti olur mu?. Ticarette dahî ihtiyaç olan ilk sermayeye, yıllarca çalıştıktan sonra ulaşılabilir. Ama; yeterli sermaye birikimi sağlandıktan sonra sermaye, birkaç yıl zarfında kat be kat artırılabilir. Bu durum karşısında;
“1965’te iktidara gelseydiniz; acaba, neler yapabilirdiniz?” Sorusu sorulursa, acaba, cevabınız ne olur?
Şu anda devletin gücü elinizdedir ve hizmet sırası sizdedir. Bu muhteşem gücü, gönül kırmadan, insanların geçmişle olan bağlarını koparmadan, toplumu, “Bizden olanlar” ve “Bizden olmayanlar” şeklinde ayırıma tâbi tutmadan kullanmak zorundasınız. Zira; yaptığınız her konuşma, partinize mensup olanlarla olmayanlar arasında büyük tartışmalara sebep olmaktadır. Vatandaşlar, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır” gerçeğini, gayet iyi bilmektedirler.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
14 Ekim 2008 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder