11 Ocak 2010 Pazartesi

Kim, neyi, niçin yapıyor acaba?



Sayın Ali BAYRAMOĞLU
Yenişafak Gazetesi
İstanbul 11 Ocak 2010

Sayın BAYRAMOĞLU;

Vatan Gazetesi Yazarı Mine Şenocaklı ile yaptığınız söyleşiyi, dikkatle okudum.

Olayları iyi izlemediğinizi ve aklın, mantığın, ilmin tahtında irdelemeyeceğinizi düşünemeyeceğimize göre; ne yapmak istediğinizi sormak, elbette ki, hakkımızdır.

Uzun zamandan beri dilinize pelesenk ettiğiniz “Sivilleşme politikası” TUZAĞINA, bu defa, “Devletin içindeki Sovyetler çöküyor” yaygarasını eklemişsiniz!

Belki de bunu; iktisaden, Türkiye’nin içinin boşaltıldığı gerçeğinin üstünü örtmek için yapmış olabilirsiniz.

Cevabımı uzatmayacağım; size yazdığım 2 Temmuz 2008 tarihli mektubumu, tekrar gönderiyorum:


“Sayın Ali Bayramoğlu
Yenişafak Gazetesi Yazarı 2 Temmuz 2008

Sayın Bayramoğlu;

2 Temmuz 2008 tarihli ve "Dokunulan generaller ve miladın üç boyutu" başlığını taşıyan yazınızı okudum.


Henüz daha provokatörlerin ve Devleti, bir parti DEVLETİ haline getirmek isteyenlerin dışında hiç kimsenin, içyüzünü bilmediği ve "Ergenekon" adıyla sunulan olaylar hakkında, belki de ilerde mahcup olacağınız şekilde yorumda bulunmuşsunuz.


Yazınızın en tutarsız bölümü, "Bu durumda ilke savaşı kadar, iktidar kavgalarının en keskin aşaması yaşanacak demektir. Her şey olabilir. Sivil bir düzen de bir adım ötede, aksi de..." şeklindeki görüşünüzdür.


Soruyorum:


İlke savaşından kastınız nedir? Ve ne yapılırsa ilke savaşı verilmiş olunur?


İktidar kavgalarının en keskin aşamasından kastınız nedir ve iktidar kavgasını, kimler vermektedir?


Sivil düzenden anladığınız nedir ve ülkeyi, sivil düzen idare etmiyor mu?


"Aksi de.." ifadenizle darbe mi kast ediyorsunuz?


Konuyu biraz açalım:


1- İlke savaşından kastınız DEMOKRASİ ise; bugün ülkemizde, halkı, sistemin dışına iterek ikinci seçmen durumuna düşüren ve siyasi parti liderlerini seçilmiş diktatör konumuna getiren, bir göstermelik demokrasi hüküm sürmektedir. Bu durumun sorumlusu da, askerler değildir. 1982 Anayasası'nın kabulünden sonra düzenlenen Seçim ve Siyasi Partiler Kanunları, fevkalade mükemmeldi ve halkı sistemin içine dahil ederek, lider sultasını ortadan kaldırıyordu. 1983 seçimlerinden sonra iktidarı devralan sivil irade, bu kanunları değiştirerek, tam anlamıyla liderler diktatörlüğünü getirmiştir. Öylesine ki; Yasama ve Denetim Organı olan TBMM, tam anlamıyla liderlerin mutlak iradesine tabi hale getirilmiştir. Bilhassa; tek parti iktidarlarının Başbakanları Meclis'i, istek ve çıkarları doğrultusunda baskı altında tutmuşlardır. Örnek: Özal'ın Başbakanlığı döneminde Güneri Civaoğlu milletvekillerinin durumunu tarif ederken defalarca, "Kol Kaldırma Makinesinin Ağır İşçileri" ifadesini kullanmış ve hiç tepki görmemiş ve de itiraz eden çıkmamıştır. Bugün de farklı bir durum yoktur. Başbakan’ın istemediği hiçbir kanun tasarısı veya teklifi, Meclis'in gündemine gelemez; Başbakan'ın istediği her tasarı veya teklif kanunlaşır.


Bu durumu, hangi ilke ile izah edebilirsiniz?


2- İktidar kavgasının en keskini, 1983'ten itibaren, siviller arasında yaşanmaktadır. Ve sivil iktidarlar, göstermelik demokrasi modelinden asla ve asla vazgeçmemişlerdir. Gerçek bir demokrasinin kurulması için, en ufak bir gayret göstermemişlerdir. İktidarın mutlak hâkimiyetinin huzursuzluk ve keyfilik yaratacağını; Türkiye'yi, gerçek hedeflerinden uzaklaştıracağını, asla ve asla düşünmemişlerdir. İktisaden olumsuzluklar meydana gelince, ülkenin ekonomisine hâkim zümreler, ellerinde bulundurdukları medya vasıtasıyla rejim tartışmaları yaratarak, bir sonraki iktidardan faydalanmayı hedeflemişlerdir. Uygulanan göstermelik demokrasinin meydana getirdiği gerçek iktidar kavgası da, işte bu çıkar kavgasıdır. Öyle olması da gayet normaldir. Zira Türkiye; Finans ve Bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutan 15-20 holdinge esir edilmiştir. Bir de, müthiş zenginleşen karapara sahiplerinin...


Bu gerçekler tahtında Askerlerin, iktidar kavgasının neresinde olduğunu söyleyebilir misiniz?


Övdüğünüz ve muhafazasına çalıştığınız sivil düzen, bu değil midir?


3- Belli ki; "Aksi de olur.." ifadenizle bir askeri darbeyi kast etmektesiniz.


Evet, bugün ülkemizde bir askeri darbenin olmasını arzu edenler ve hatta bu hususta olanca güçleriyle çalışanlar mevcuttur. Ama; biliniz ki, darbe isteyenler ve bunun için çalışanlar, askerler değildir. Darbe isteyenler, dış husumet mihraklarına hizmet eden ve gerçek misyonlarını gizleyen satılmış misyonerlerdir. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi, kaos yaratarak darbe ortamını hazırlamak için çalışmaktadırlar. Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırarak, askerleri tahrik etmekte gayet ustadırlar. Ne var ki; bugün askerler, demokrat görünümlü hainlerin veya gafillerin niyetlerini gayet iyi bildikleri için, bu tuzağa düşmemişlerdir. Çünkü askerler, herkesten fazla demokrattırlar.


Türkiye'nin coğrafi konumu çok önemlidir. ABD, İgiltere ve İsrail, bölgedeki hedefleri doğrultusunda iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz ve bölgede ağırlığı olmayan bir Türkiye isterler. Bu sebeple de, kendilerinden yana iktidarların oluşmasını hedeflerler. Bu hedeflerine bazen darbelerle ulaşmak isterler; bazen de, askerleri yıpratarak işlerine geldiği mevcut nizamı korumaya çalışırlar.


Bugünkü Türkiye'nin durumuna dikkat ediniz: Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçmiştir. Elimizde kalan varlıkların da satışı planlanmıştır. Yani Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı haline gelmektedir. Gelecek nesiller, bu gafletin ağır faturasını, mutlaka ödeyeceklerdir.


Bu bakımdan, maruz kaldığımız olayları aklın, mantığın ve ilmin tahtında değerlendirmelisiniz. Hisleriniz galip gelirse akıl, mantık ve ilim mağlup olur. Ve şu gerçeği de aklınızdan çıkarmayınız:


Bir ülkenin dış politikasını, coğrafyası belirler.


Saygılarımla.


Hüsnü Akıncı”


Not: Kürşat Bumin'in 2 Temmuz 2008 tarihli
Yazısını okumalısınız.
Enis Berberoğlu'na yazdığım 28 Ocak 2008


Tarihli mektubum ektedir:

“ Sayın Enis BERBEROĞLU
Hürriyet Gazetesi Yazarı 22 Ocak 2008

Sayın Enis Berbereoğlu;


22 Ocak 2008 tarihli ve "Türbanı kim icat etti" başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Türbanı askerlerin getirdiğine inandığınız veya öyle zannettiğiniz için bu mektubumu yazdım.


Görünüşe aldanmayınız. Zira; türbanı icat eden askerler değil, AMERİKA’DIR! Şaşırtıcı gelebilir; ama, gerçektir. Eğer, icat gerekçesine bakarsak; bu görüşümün, bir vehim değil, gerçek olduğu anlaşılacaktır. İşte, gerekçesi:


Şubat 1967'de günün Başbakanı Süleyman Demirel, Rusya seyahatine çıktı. Bu seyahatte Sovyetler Birliği ile 7 Büyük projeyi kapsayan Ekonomik ve Teknik İşbirliği Anlaşması imzalandı. Bu 7 büyük proje şöyledir:


1- Seydişehir Alimünyum tesisleri,


2- İzmir Aliağa Rafinerisi ve Petrokimya tesisleri,


3- Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası,


4- İskenderun Demir-Çelik tesisleri,


5- Çanakkale Çan Linyit Tesisleri,


6- Bursa Orhaneli Linyit Santralleri,


7- Seyyitömer Transmisyon Hattı.


İşte; Sovyetler Birliği ile bu yakınlaşma, Amerika'yı rahatsız etti. 1967 ortalarından itibaren Türkiye'de sokak hareketleri artmaya başladı. Siyaseten de, yeni hareketler piyasaya sürüldü. Bir taraftan Türk milliyetçiliğine dayanan söylemleriyle Alpaslan Türkeş; diğer taraftan dini söylemleriyle Odalar Birliği Sekreteri Necmettin Erbakan sahneye çıktılar. Her iki partinin de hedefi, Adalet Partisi'ydi. 1967 ortalarından itibaren Şule Yüksel Şenler adında bir yazar, başörtüsünü konu ederek, türban savunulucuğuna başladı ve ülkenin her tarafını dolaşarak, verdiği konferanslarla taraftar toplamaya başladı. (Şule Yüksel Şenler, Tayyip Beyin de desteklediği kişidir. Hatta Emine Hanımla Tayyip Beyi Tanıştıran Şule Yüksel’dir). 1968 yılında ise; Ali Babacan'ın halası, türbanı, üniversiteye taşıyarak, tartışma ve dini sembol konusu yaptı. Bir taraftan aşırı sol (Ki; bu kesim de ABD'nin desteğinde idi. O günün aşırı sol hareketlerinin düzenleyicilerinden olan ve kendilerine 68 KUŞAĞI adını veren öncü kişilerin nerelere geldikleri ve bugün hangi görevleri üstlendikleri dikkate alınırsa, bu görüşüm, doğrulanır.), diğer taraftan aşırı milliyetçiler ve din istismarcıları, Türkiye'yi, iyice gerdiler. Yaygınlaşan sokak hareketleri ve anarşi ülkeyi, 12 Mart müdahalesine götürdü. Yani devlet, sokağa mağlûp edildi. Dikkat ederseniz; Nihat Erim Başkanlığında oluşturulan Hükümete Dünya Bankası'nda görevli Attila Karaosmanoğlu ile onun istediği 10 kişi Meclis dışı Bakan olarak tayin edildiler.


Şimdi gelelim 12 Eylül öncesine;


70'li yılların karışık dönemlerine girmek istemiyorum. Zira; görünürde yaşananları, herkes biliyor. Bu sebeple bilinmeyen ve pek konuşulmayan hususlara temas etmek istiyorum:


12 Aralık 1976...Türkiye, sovyetler Birliği ile 2.ci Teknik ve ekonomik işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya dahil projeler, şöyledir:


1- Çan Linyit İşletmesi,


2- Orhaneli Linyit İşletmesi,


3-Hasan Çelebi Demir Cevheri Hazırlama Palet Projesi,


4- Kavşak Barajı ve Hidroelektrik Santralı,


5- Çatalan Barajı ve Hidroelektrik Santralı,


6- Kayraktepe Barajı ve Hidroelektrik Santrali,


7- KARADENİZ RAFİNERİSİ ve PETROKİMYA tesisleri.


8- Aliağa Rafinerisinin 10 milyon ton kapasiteye tevsii,


9- Büyük Döküm Fabrikası,


10- Büyük Pres Fabrikası,


11- Büyük Dövme Fabrikası,


12- Gübre Tesisleri,


13- Sinter Magnezit ve Reflektör Tesisi,


14- Elbistan-B Termik Santrali,


15- Elbistan-B Linyit İşletmesi,


16- Çayırhan Linyit İşletmesi,


17- Muğla Tınaz Linyit İşletmesi,


18- Kayseri Rubiyet Projesi,


19- Bandırma Hidrojen Perıksit Fabrikası,


20- İskenderun Demir-Çelik Tesislerinin Nihai Tevsii.


Her iki anlaşma çerçevesindeki yatırımlar için Türkiye para ödemiyordu. Anlaşma kliring (takas) sistemine göre yapılmıştı; Türkiye, peşin para ile satmakta zorlandığı üzüm, incir, fındık, fıstık gibi tarım ürünlerini veriyordu.


Bu ikinci anlaşma da, Amerika'nın hoşuna gitmedi ve 1977 ortalarından itibaren Türkiye, tekrar karışmaya başladı. Hele 1978 ve 1979 yılları, Türkiye için bir kâbus oldu. Yani; ülkeyi, 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne götüren süreç başlatılmıştı. İhtilal olmayabilir miydi? Elbette olmayabilirdi. Ama; bunu şartı, olayların gerçek mihraklarının herkes tarafından bilinmesi ve doğrular istikametinde kamuoyu oluşturulmasıydı. Bu Yapılamamıştır Türkiye'de...Her husumet ve provokasyonlara karşı askerler, yapayalnız bırakılmıştır. Bugün de öyle değil midir? Herkes yapacağını yapıyor; ama, kimse sesini çıkarmıyor. Büyük Medya Rant ve Reklam pastası peşinde; küçük medya da, tehdit altında. Başbakan, adeta bir diktatör gibi davranıyor; yolsuzluk, usulsüzlük, yağmacılık alabildiğine yaygınlaşmış ve kimse sesini çıkarmıyor...Halkı dışlayan ve liderleri diktatör konumuna getiren bu sistemin adına, DEMOKRASİ diyoruz...Tabii ki; böyle bir ortamda iç ve dış provokatörler boş durmayacak ve türkiye'yi karıştıracaklardır!


Sayın Berberoğlu;


Yazınızın bir bölümünde Rusya'ya alternatif "Boru Hattı Barışı" ifadesini kullanmışsınız. Demek ki; Samsun-Ceyhan Boru Hattından Rusya’nın dışlanması, boşuna değilmiş...Mesut Yılmaz da, birkaç gün evvel, "Mavi Akım" projesi sebebiyle Amerika'nın baskısına maruz kaldığını ifade etmişti. Sizin ifadenizle Mesut Yılmaz'ın ifadesi, benim görüşlerimi doğrulamaktadır. Açıklık getireyim:


Yukarda KARADENİZ RAFİNERİSİ VE PETRO-KİMYA TESİSLERİNİ büyük harflerle yazdım. Dikkat çekmek istedim. İzah edeyim:


Bu tesis Aliağa Rafinerisi ve Petro-Kimya Tesislerinin bir eşi olacaktı. Trabzon'a kurulması planlanan bu tesis, 1986 yılında işletmeye açılacaktı. Ve 2000 yılında da Türkiye'nin rafineri Kapasitesi yıllık 120 milyon tona çıkarılacaktı. Bu proje sayesinde Rusya dünya pazarlarına rahat açılacak ve Türkiye de petrolü işleyerek, ton başı 10 dolarlık bir katma değer sağlayacaktı.


Akıllı adamsınız. Bu konuları araştırma imkânınız da vardır. Bir de bu açıdan bakarak Türkiye'yi değerlendiriniz. Bakalım; pencerenizden ne görünecektir. Bir de, günah işlermiş gibi şu hataya düşmeyiniz:


AKP'ye seçim kazandıran husus, "E-Muhtıra" olarak nitelediğiniz Genelkurmay açıklaması değil; ABD'nin planı, isteği ve desteğidir. Erdoğan şu anda siyasi ve iktisadi, ABD'nin her isteğini yerine getirmektedir. Getiremediği an, yaratılacak bir ekonomik krizle perişan edilecektir. Veya bir kaos, anarşi ve terör ortamı yaratılarak, Türkiye zora sokulacaktır. Mektubumu yazış sebebim de şudur:


Türk Silahlı Kuvvetleri'ne lüzumsuz ve daima cephe alanların istikametinde yüklenmeyiniz. Bugün askerler, yüksek eğitim düzeyi sayesinde hem dünyayı ve hem de Türkiye'yi, gayet iyi izlemektedirler. Üstelik; sizden, benden ve hepimizden fazla demokrat ve demokrasi taraftarıdırlar. Bu büyük ve modern gücün yıpratılması, bulunduğumuz coğrafya sebebiyle dış husumet mihraklarının işine yarar. Zaten istedikleri de, budur. Sizler gibi iyi bir yazar değilim; ancak, bu kadar yazabildim.


Saygılarımla.


Hüsnü Akıncı"

Hiç yorum yok: