22 Ocak 2010 Cuma

Sertlik, hükümetleri zora sokar.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 22 Ocak 2010


Sayın BAŞBAKAN;

Partinizin “Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında” yaptığınız konuşmanızın televizyonlardan naklen verilen bölümlerini dikkatle izledim.

Sade, sıradan ve fakat yıllardan beri Türkiye’de olup, bitenleri yakından ve dikkatli biçimde izleyen bir vatandaş olarak, görüşlerimi bildirmeyi ve gerektiğinde eleştiride bulunmayı, en önemli bir vatandaşlık görevi olarak addediyorum.

Bilinen gerçek bellidir:

Bugün Türkiye, zorda ve sıkıntıdadır. Siyasette ve ekonomide, geniş halk kitleleri rahatsız ve zordadır. Sekiz yıldan beri ülkeyi yönettiğinize göre; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı sağlayamadığınız için, her şeyden önce ülkeyi idare tarzınızı sorgulamanız ve nerelerde hatalar yaptığınızı araştırmanız zarurîdir. Zîra; iktidarların görevi, mazeret beyan etmek değil, zoru başarmaktır.

Her ne kadar, “Kimse millete korku salmaya çalışmasın” demiş olsanız da; bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle Türkiye’nin huzurunu, dirlik ve düzenliğini bozmak ve etrafa korku salarak, milleti tedirgin etmek isteyenler çıkacaktır. Türkiye üzerinde hedefleri, çıkarları ve projeleri olan dış ülkelerin rahat durmayacakları ve Türkiye’yi gerçek hedeflerinde uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapacakları, bilinmeyen bir husus değildir. Bu sebeple; meydana gelen olayları ve huzur bozucu faaliyetleri iç siyasete bağlayanlar, daima yanılmışlardır. Eğer; geçmişte yaşananlar, bu ölçülere göre değerlendirilseydi; bugün Türkiye, iç ve dış gailelerin ağırlığı altında bunalmayacak ve ezilmeyecekti.

Bugün elinizde, devletin gücü vardır. Bu güce dayanarak Devleti, bir ahenk içinde ve kurallara uygun biçimde yönetmek ve kurumlar arasındaki ahengi sağlamak, size düşen en önemli bir görevdir. Eleştirilere, uyarılara ve taleplere sert bir üslupla cevap veren hükümetler ve bilhassa başbakanlar, 72 milyon insanımızı kucaklayamazlar. Zîra; GÜÇ, avuç içine alınan kum gibidir ve sıktıkça, parmakların arasından akıp, gider. Bu bakımdan; eleştirmek ve denetlemekle yükümlü bulunan muhalefeti, ağır bir üslûpla eleştirmeniz, doğru değildir ve gönüllerde kırıklık yaratır. Geçmişi hatırlayanlar bilirler:

2002 seçimlerinden sonra, bugün ağır bir şekilde eleştirdiğiniz Deniz Baykal, siyaset yasağınızın kaldırılması için elinden geleni yapmıştır ve size, Milletvekilliği ve Başbakanlık yolunu açmıştır.


2007 seçimlerinden sonra ise, bugün ağır bir şekilde eleştirdiğiniz Devlet Bahçeli, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştır.

Buna rağmen; Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı seçimlerinde Muhalefetle uzlaşmayı hiç denemediğiniz gibi, Muhalefetin eleştirilerine, büyük bir tepki gösterdiniz. Halbuki, Cumhurbaşkanlığı, devletin en önemli bir makamıdır ve Cumhurbaşkanlarının mutlak anlamda tarafsız olmaları, Parlâmenter Demokrasinin gereğidir. Aksi halde; Taraflı bir Cumhurbaşkanı, DEVLETİN, BİR PARTİ DEVLETİ haline getirilmesinin sebebi olur. Bu da; yürürlükteki ANAYASA’YA aykırıdır.

Elbette icabında, Muhalefet liderleri de eleştirilir. Ama; bu eleştirilerin dengeli, tutarlı ve bir gerekçeye dayalı olması gerekir. Zîra; muhalefet liderlerine yöneltilecek her eleştiri ve ithamın muhatabı, aynı zamanda muhalefet partilerinin mensubu geniş halk kitleleridir. Halk, İktidarlarının her yaptığını doğru kabul etmek zorunda değildir ve iktidarın yanlışlarını görmek ve eleştirmek zorundadır. Aksi halde; demokratik rejime ve devlete sadakatsizlik göstermiş olur.


Sayın BAŞBAKAN;

Uzunca bir zamandan beri bazı odaklar ve bazı basın kuruluşları, sebebi ve hedefi anlaşılamayan bir şekilde ortalığa, olmayan ve olması mümkün olmayan bir askerî müdahale ve darbe korkusu salmaktadırlar. Ki; bu odaklar ve basın kuruluşları, şimdilik, iktidar yanlısı bir görüntü vermektedirler. Ki; bunların gelecekte nasıl hareket edecekleri belli değildir ve bugün için, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef almışlardır. Yayınları ve yazıları, iç karartıcı, ümit kırıcı, halkı aldatıcı ve yanıltıcı ve hatta korkutucu mahiyettedir.

Bu yayınları gördükçe; “Bunu yapanlar acaba, bugüne kadar uygulanmayan bir metotla, askerleri tahrik ederek, bir darbe ortamının yaratılması için mi çalışmaktadırlar?” sorusunu sormadan edemiyorum. Geçmişten bir örnekle maksadımı arz etmek istiyorum:

Uzunca bir zamandan beri, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne karşı en ağır eleştirileri, Hasan Cemâl ile Cengiz Çandar yapmaktadır. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası’ndan önce bu kişiler, bir darbe ortamının hazırlanması için görev almışlar ve anarşi ve terör olayları içinde bulunmuşlardır. Bunu da Hasan Cemâl, “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabında, gayet açık bir şekilde beyan etmiştir. Hasan Cemâl’in itiraflarından bir bölümü, bilgilerinize arz ediyorum:

"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….

Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevidir. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:

"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

Bir tek amacımız vardı:

ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.

Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"

Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:

"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?

1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."

Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.

Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.


FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"

Geçmişte yaşanan ve bugün yaşanan ve de gelecekte yaşanacak olaylar, bölgede yalnız olmadığımızı göstermekte ve ispatlamaktadır. Yani; Türkiye, her zaman için iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalan bir ülkedir. Belâları savuşturmanın yegâne yolu, kurumlar arasındaki ahengi sağlamaktır. Bunun için de; Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları’nı değiştirerek, Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT bir ülke haline getirmek şarttır.

Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı 

Hiç yorum yok: