Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 31 Temmuz 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Hz. Peygamberimiz, “İman etmedikçe Cennet’te giremezsiniz; bir birinizi sevmedikçe de, iman etmiş sayılmazsınız.” diye buyurmuşlardır.
Enfal Suresi’nin 46. Ayetinin meâli de, şöyledir:
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri bir biriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.”
Bu Hadis-i şerifin ve ayetin özü gayet açıktır:
Bir ülkeyi ve bir milleti idare edenler, zıt mizaçları bir mefkûre etrafında birleştirerek, adâleti sağlamak zorundadırlar. Yükselme ve ilerleme, ancak bu sâyede mümkün olur.
Bu mektubumu yazış sebebim şudur:
30 Temmuz 2009 akşamı, “Ulusa Sesleniş” programında yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Turgut Özal tarafından “Hükümet icraatlarını tanıtmak maksadı ile getirilen” bu programda yaptığınız konuşma, doğrudan doğruya siyasî propagandaya matuftur. Hele; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 79 yılı ile iktidarınız döneminin 7 yılını mukayese ederek, Türkiye’yi 2002 yılında başlatmanız, şaşırtıcıdır ve doğru da değildir ve de halkın, önemli bir kısmını gücendirir. Zira; geçmiş iktidarlar, iktidarınıza önemli miktarda iktisadî değerler ve altyapı tesisleri devretmişlerdir. Basit bir örnekle bu gerçeği şöyle izah edebilirim:
Boğaz köprüleri ile oto yolların bir yıllık geliri ile her yıl, 1000 kilometre lüks yol yapmak mümkündür.
Eğer siz, siyasî amaçlı olarak “İktidarımız döneminde 10 bin kilometre duble yol yaptık.” diye övünürken, sizden evvelki iktidarları yok farz ederseniz, gerçekleri bilen geniş halk kitleleri alınır ve hatta gücenir.
Elbette iktidarların görevleri, eldeki kaynakların elverdiği ölçüde ve öncelikleri iyi belirlenmiş programlar çerçevesinde ülkeye ve millete hizmet etmektir. Ki; sizden evvel ülkeyi idare eden iktidarlar da, görevleri gereği hizmette bulunmuşlar ve iktidarınıza reddi mümkün olmayan önemli varlıklar kazandırmışlardır. Döneminizde 50 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde ettiğinizi fırsat buldukça ifade ettiğinize göre; redd-i mirâsta bulunmanız, elbette ki, gönülleri rencide eder.
Sayın BAŞBAKAN;
Bugün ülkenin Başbakanı olmanız hasebiyle milletin bütün fertleri, size saygılı davranmak zorundadırlar. Ama, sizi sevmek ve her yaptığınızı onaylamak zorunda değildirler. Takdir edenlerinizin bulunacağı gibi, eleştirenleriniz de olacaktır. Zira; milletin bütün fertlerini bir siyasî partinin çatısı altında toplamak mümkün değildir. Millet, takdirini veya eleştirisini, “Hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir, vasfı çok önemlidir.” ölçüsüne ve ihtiyaç duyduğu önceliklerine göre yapar. Bir kesimin takdir ettiğini, diğer kesim eleştirebilir. Örnek:
İstanbul Belediyesi’nin lâle ve çiçek faaliyetlerini bir kesim takdirle karşılayabilir. Ama; yeterli okul, hastane ve mezar yeri bulmakta zorluk çeken diğer bir kesim, eleştirebilir. Bu, gerçek bir demokrasinin gereğidir. İş bulamamış, işsiz kalmış veya işini kaybetmiş insanlarla, bir eli yağda, bir eli balda olan insanların değerlendirmeleri, elbette ki, farklı olacaktır. İşi tıkırında olanların övgülerinden memnunluk duyduğunuz kadar, zorda olanların eleştirilerine de katlanmak, eleştirileri hoş görmek ve bu eleştiriler doğrultusunda dertlere çare aramak, demokratik bir liderin en önemli özelliğidir. Övgülerden ziyade, eleştirilere değer veren bir lider, dünya ölçülerine göre gerçek bir lider olarak kabul edilir.
50 yıldan beri Türkiye’yi iyi izleyen; olup, bitenleri aklın, mantığın ve ilmin tahtında değerlendiren bir kişiyim. Türkiye’nin varlarını ve yoklarını gayet iyi bilmekteyim. Devirlerin mukayesesini yapabilecek bilgiye de sahibim. Bu sebeple, demokratik haklarımı kullanarak arz ve talebim;
İnsanların, bir biriyle zıtlaşmalarına sebep olacak ve geçmişi kötüleyen konuşmalar yapmamanızdır. Zira; sulh, sükûn, huzur ve güvene en fazla muhtaç olduğumuz bir zaman dilimini idrak ediyoruz.
İcraatlarınızla övünmek ve belirli ölçüde siyasî amaç taşımak belki hakkınız olabilir. Ama, iktisaden ve siyaseten ülkenin ve insanlarımızı durumu, pek de iç açıcı değildir. Geniş halk kitleleri çaresizlik ve fukaralıkla boğuşmaktadır. Geçim sıkıntısı, toplumun büyük bir kesimini ateşten bir gömlek gibi ihâtâ etmiştir. Açık ifadeyle, toplumun büyük bir kesimi şevk ve heyecanını kaybetmiş ve endişe içersindedir.
Ülke meselelerini dikkatli biçimde ve yakından izleyen bir vatandaş olarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
31 Temmuz 2009 Cuma
Türkiye, tuzağa düşürülmüştür.
Sayın Tevfik Altınok
Fon Bankaları Ortak Yönetim Kurulu
Başkanı
Ankara 1 Aralık 2001
Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Semerci, reklamınızı gayet iyi yapmış...Birlikte okuyalım:
"Altınok, 'bir bilen' oldu. Tevfik Altınok, dünyada çok az insana nasip olan bir tecrübe kazandı. Önce 18 bankanın yönetim kurulu başkanı oldu. Kimini sattı, kimini birleştirdi, kimini kapattı. Üstelik bunları, bir yıla sığdırdı."
Semerci'den etkilenmiş olmalısınız ki; "Dünyada, böyle bir kartvizite sahip olan yoktur." demişsiniz.
Şimdi konuya gelelim ve bilinenlere bir bakalım:
25 Kasım 2001 tarihi itibarıyla Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu'na 18 banka devredilmiş. 4 banka satılmış, bir bankanın da lisansı iptal edilmiş. (30 kasım tarihi itibarıyla bir banka daha Fona devredilmiş, bir banka da kapatılmıştır.)
Fon bankalarının temmuz bilançosuna göre birikmiş toplam zararı, 12 katrilyon liradır.
Birikmiş zarar; Hazine'nin bu bankalara aktardığı 16.3 katrilyon liralık Hazine bonosu sayesinde şimdilik durdurulmuş gözükmektedir.
12 Temmuz 2001 tarihli Hazine verilerine göre; kamu ve fon bankalarına, 21 Şubat tarihinden sonra verilen Hazine bonosu miktarı, 62 katrilyon liradır. Dağılımı da şöyledir:
Merkez Bankası'na 22 katrilyon lira,
Kamu ve Fon bankalarına 40 katrilyon lira. (bu destek, iç borç stokumuzu 111 katrilyon liraya çıkarmıştır.)
Şimdi, başarılı addedilen yönetiminize bir bakalım:
Devir tarihinde şube sayısı 1.466 iken, şimdi, 571 şubeye düşmüş. Personel sayısı 30.090 dan 9.727 ye gerilemiş. Aylık personel ve işletme giderleri 114 trilyon liradan 21 trilyon liraya düşmüş. Aktif toplamı 17.637 milyon dolardan 12.028 milyon dolara inmiş. Alacaklar 7.531 milyon dolardan 2.925 milyon dolara inmiş. Mevduatı 20.006 milyon dolardan 8.603 milyon dolara inmiş. Banka eski ortaklarından ve şirketlerinden 308.3 milyon dolar tahsilat yapılmış.
Hazine'nin 15.428 milyon dolar (yaklaşık 23 katrilyon lira) tutarındaki yardımına rağmen bu noktaya gelinmiş.
Sormak lazımdır:
Hazine yardımları ile bu bankalar rehabilite edilebilir ve faaliyetlerini sürdürebilirlerdi. Bu imkan varken; acaba, niçin tasfiye yolu seçildi?
Bu tasarrufta ayakta kalan bankaların rekabet gücü kazanmaları mı amaçlandı? Yoksa, IMF'nin şartlı dayatması mı etken oldu? Ve:
"Fona alınan bankaları ve iştiraklerini yaşatmayı değil; satışını ya da tasfiyesini hedef aldık." derken; üstlendiğiniz görevi, önyargılı ve şartlı olarak kabullendiğiniz anlamı çıkmaz mı? En önemlisi; bankacılık sektöründeki bu operasyonun, açıklanmayan gizli bir amacı mı vardı?
Önemli bir konu daha:
Fona devredildiği günden beri İktisat Bankası için özel bir işlem yapılmıştır. Bu banka, başka bankalarla birleştirilmemiştir. BDDK Başkanı Engin Akçakoca zaman zaman, "İktisat Bankası ayrı satılacaktır. 30 Kasım 2001 tarihine kadar satılamazsa, tasfiye edilecektir." şeklinde demeçler vermiştir. Akçakoca'nın açıkladığı şekilde de neticelenmiştir.
Acaba, neden?
Bazı gelişmeler, bu merakı celp ediyor. Şöyle ki:
Bankacılık çevrelerinde yaygın biçimde ifade edildiğine göre; Fona devredildiği gün İktisat Bankası'nın zararı 2 katrilyon (O günkü dolar kuruna göre 3 milyar dolar) liradır. Ayrıca, 800 milyon dolar da kayıpmış. Kayıptan maksat şudur: Bankanın verdiği 800 milyon dolar tutarındaki kredi, önemli üç grup ve şirketleri arasında buharlaşmış.
Milliyet Gazetesi yazarı Melih Aşık, 7 Ağustos 2001 tarihli yazısında belirttiğine göre; bankanın Genel Müdürü Yalçın Amanvermez, icra işlemleri başlattığı için görevinden alınmış.
Söylentiler ve haber doğru ise;
İktisat Bankası'nın özel bir işleme tabi tutulması, 800 milyon dolar tutarındaki kayıp para ile ilgili olamaz mı? Malum ya; tasfiye işlemi, yıllarca süren bir işleme tabidir ve bu zaman zarfında borçlular, avantajlı duruma geçmektedirler.
Haber ve söylentiler doğru ise; 800 milyon dolar tutarındaki kredi ile ilgili şirketler, kimlerin şirketleridir?
Fon bankaları ile ilgili dikkat çekici bir diğer husus da şudur:
BDDK Başkanı Engin Akçakoca 17 Kasım 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yer alan demecinde, Fon bankalarının yıl sonuna kadar satılacağını, satılamayanların tasfiye edileceğini, bir bankanın ise Aktif Yönetim Şirketi'nin çekirdeği olarak tutulabileceğini ifade etti.
Akçakoca, şirketlerin mali sektöre olan borçlarının yeniden yapılandırılması için yasa taslağı çalışmalarının da tamamlandığını bildirdi.
Akçakoca'nın açıklamalarından anlaşılmaktadır ki; Fon bankalarına borçlu şirketlerin borçları için yeni bir yasa çıkarılacak.
Bu gelişmelerden benim çıkardığım anlam şudur:
Fon bankalarına ve kamu bankalarına yapılan Hazine desteği aslında; bu bankalara borçlu olan etkili şirketlere yardım ve destek niteliğindedir. Hiç şüphesiz; bu gelişmelerde "İstanbul Yaklaşımı" adı verilen faaliyetin etkisi vardır.
Şimdi soruyorum:
Fon bankalarının satışı veya tasfiyesi, maksatlı değil midir?
IMF ve Dünya :Bankası'nın, fon bankalarının biran evvel tasfiye edilmesi hususundaki baskısı, Türkiye'den alacaklı dış finans kurumlarının alacaklarını garanti altına almak istemi değil midir?
BDDK'nın hazırladığı yasa taslağı çalışmalarında, bu hususlarla ilgili ilkeler de şöyle sıralanmıştır:
1- El konulan bankalara ait Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun (TMSF) üstlendiği teminat mektupları ile mevduat dışındaki borçlara ilişkin devir ve temlik sözleşmeleri, her türlü vergiden muaf tutulacak.
2- Fon, devraldığı bu taahhüt ve borçlarla ilgili davalara müdahil olarak katılabilecek.
3- TSMF'nin el konulan bankaların eski sahiplerinden devraldığı gayrimenkul ve menkullerin devir işlemlerinden vergi alınmayacak.
4- El konulan bankaların katrilyonlarca liralık alacağı da, bu bankalarla birlikte satılacak.
5- Fon'dan banka alan yatırımcı, o bankanın eski kredi alacaklarını tahsil edemezse; o zaman, bu alacakları, TMSF ödeyecek.
6- Tasfiye halinde, bankaların yükünü, TMSF üstlenecek. (Tasfiye işleminin uzun zamana yayılan bir süreci kapsadığı unutulmamalıdır. Henüz daha İstanbul Bankası'nın, TYT Bank'ın, Marmara Bank'ın, İmpeks Bank'ın tasfiye işlemleri sonuçlanmamıştır.)
Bu gelişmeler karşısında sormak lazım:
Bu bankalara niçin el konuldu?
Bunları rehabilite imkânı varken; bu bankalar, niçin çökertildi?
Sayın Altınok;
Zemin bulunduğunda dünyanın en kolay işi, reklamdır. Hele reklam yapanlar, bankacılık sisteminin bir parçası ise; şişirilmiş şöhretler yaratılarak, kamuoyunu yanıltmak gayet kolaydır. Zor olan şey; şartları içersinde Türkiye'nin sorunlarını anlamak ve öğrenebilmektir.
Eğer bir kimse, Türkiye'nin yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeğini göremezse; kur- faiz makasında yaratılan şahane bir rant sistemini yaşatmak için elinden gelen gayreti gösterir. Ama; neticede, hedefine ulaşamaz. Zamanı geldiğinde de, hesap verme durumunda kalır. İktisat ilminin temel kuralı bellidir:
"Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sistemini çökertir ve ekonominin bütün dengelerini bozar."
Türkiye'ye yön verenler veya yön verdiğini zannedenler, bu temel kuralı unuttukları için, Türkiye'yi zora sokmuşlardır. Ayrıca kendilerini, çıkar gruplarının hizmetkârı yapmışlardır. Umarım ki;
Kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; "Sus!" dendiği zaman da susmayan ve adına, VİCDAN denilen manevi varlığınıza danışarak, başarı veya başarısızlığınıza karar verirsiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not:
Gerçek iktisatçı Joan Robinson'un,
şu ünlü sözünü hatırlatmak istiyorum:
"İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini
düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler
bulmak için değil; iktisatçıların yanıltmalarını önlemek
içindir."
Fon Bankaları Ortak Yönetim Kurulu
Başkanı
Ankara 1 Aralık 2001
Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Semerci, reklamınızı gayet iyi yapmış...Birlikte okuyalım:
"Altınok, 'bir bilen' oldu. Tevfik Altınok, dünyada çok az insana nasip olan bir tecrübe kazandı. Önce 18 bankanın yönetim kurulu başkanı oldu. Kimini sattı, kimini birleştirdi, kimini kapattı. Üstelik bunları, bir yıla sığdırdı."
Semerci'den etkilenmiş olmalısınız ki; "Dünyada, böyle bir kartvizite sahip olan yoktur." demişsiniz.
Şimdi konuya gelelim ve bilinenlere bir bakalım:
25 Kasım 2001 tarihi itibarıyla Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu'na 18 banka devredilmiş. 4 banka satılmış, bir bankanın da lisansı iptal edilmiş. (30 kasım tarihi itibarıyla bir banka daha Fona devredilmiş, bir banka da kapatılmıştır.)
Fon bankalarının temmuz bilançosuna göre birikmiş toplam zararı, 12 katrilyon liradır.
Birikmiş zarar; Hazine'nin bu bankalara aktardığı 16.3 katrilyon liralık Hazine bonosu sayesinde şimdilik durdurulmuş gözükmektedir.
12 Temmuz 2001 tarihli Hazine verilerine göre; kamu ve fon bankalarına, 21 Şubat tarihinden sonra verilen Hazine bonosu miktarı, 62 katrilyon liradır. Dağılımı da şöyledir:
Merkez Bankası'na 22 katrilyon lira,
Kamu ve Fon bankalarına 40 katrilyon lira. (bu destek, iç borç stokumuzu 111 katrilyon liraya çıkarmıştır.)
Şimdi, başarılı addedilen yönetiminize bir bakalım:
Devir tarihinde şube sayısı 1.466 iken, şimdi, 571 şubeye düşmüş. Personel sayısı 30.090 dan 9.727 ye gerilemiş. Aylık personel ve işletme giderleri 114 trilyon liradan 21 trilyon liraya düşmüş. Aktif toplamı 17.637 milyon dolardan 12.028 milyon dolara inmiş. Alacaklar 7.531 milyon dolardan 2.925 milyon dolara inmiş. Mevduatı 20.006 milyon dolardan 8.603 milyon dolara inmiş. Banka eski ortaklarından ve şirketlerinden 308.3 milyon dolar tahsilat yapılmış.
Hazine'nin 15.428 milyon dolar (yaklaşık 23 katrilyon lira) tutarındaki yardımına rağmen bu noktaya gelinmiş.
Sormak lazımdır:
Hazine yardımları ile bu bankalar rehabilite edilebilir ve faaliyetlerini sürdürebilirlerdi. Bu imkan varken; acaba, niçin tasfiye yolu seçildi?
Bu tasarrufta ayakta kalan bankaların rekabet gücü kazanmaları mı amaçlandı? Yoksa, IMF'nin şartlı dayatması mı etken oldu? Ve:
"Fona alınan bankaları ve iştiraklerini yaşatmayı değil; satışını ya da tasfiyesini hedef aldık." derken; üstlendiğiniz görevi, önyargılı ve şartlı olarak kabullendiğiniz anlamı çıkmaz mı? En önemlisi; bankacılık sektöründeki bu operasyonun, açıklanmayan gizli bir amacı mı vardı?
Önemli bir konu daha:
Fona devredildiği günden beri İktisat Bankası için özel bir işlem yapılmıştır. Bu banka, başka bankalarla birleştirilmemiştir. BDDK Başkanı Engin Akçakoca zaman zaman, "İktisat Bankası ayrı satılacaktır. 30 Kasım 2001 tarihine kadar satılamazsa, tasfiye edilecektir." şeklinde demeçler vermiştir. Akçakoca'nın açıkladığı şekilde de neticelenmiştir.
Acaba, neden?
Bazı gelişmeler, bu merakı celp ediyor. Şöyle ki:
Bankacılık çevrelerinde yaygın biçimde ifade edildiğine göre; Fona devredildiği gün İktisat Bankası'nın zararı 2 katrilyon (O günkü dolar kuruna göre 3 milyar dolar) liradır. Ayrıca, 800 milyon dolar da kayıpmış. Kayıptan maksat şudur: Bankanın verdiği 800 milyon dolar tutarındaki kredi, önemli üç grup ve şirketleri arasında buharlaşmış.
Milliyet Gazetesi yazarı Melih Aşık, 7 Ağustos 2001 tarihli yazısında belirttiğine göre; bankanın Genel Müdürü Yalçın Amanvermez, icra işlemleri başlattığı için görevinden alınmış.
Söylentiler ve haber doğru ise;
İktisat Bankası'nın özel bir işleme tabi tutulması, 800 milyon dolar tutarındaki kayıp para ile ilgili olamaz mı? Malum ya; tasfiye işlemi, yıllarca süren bir işleme tabidir ve bu zaman zarfında borçlular, avantajlı duruma geçmektedirler.
Haber ve söylentiler doğru ise; 800 milyon dolar tutarındaki kredi ile ilgili şirketler, kimlerin şirketleridir?
Fon bankaları ile ilgili dikkat çekici bir diğer husus da şudur:
BDDK Başkanı Engin Akçakoca 17 Kasım 2001 tarihli Milliyet Gazetesi'nde yer alan demecinde, Fon bankalarının yıl sonuna kadar satılacağını, satılamayanların tasfiye edileceğini, bir bankanın ise Aktif Yönetim Şirketi'nin çekirdeği olarak tutulabileceğini ifade etti.
Akçakoca, şirketlerin mali sektöre olan borçlarının yeniden yapılandırılması için yasa taslağı çalışmalarının da tamamlandığını bildirdi.
Akçakoca'nın açıklamalarından anlaşılmaktadır ki; Fon bankalarına borçlu şirketlerin borçları için yeni bir yasa çıkarılacak.
Bu gelişmelerden benim çıkardığım anlam şudur:
Fon bankalarına ve kamu bankalarına yapılan Hazine desteği aslında; bu bankalara borçlu olan etkili şirketlere yardım ve destek niteliğindedir. Hiç şüphesiz; bu gelişmelerde "İstanbul Yaklaşımı" adı verilen faaliyetin etkisi vardır.
Şimdi soruyorum:
Fon bankalarının satışı veya tasfiyesi, maksatlı değil midir?
IMF ve Dünya :Bankası'nın, fon bankalarının biran evvel tasfiye edilmesi hususundaki baskısı, Türkiye'den alacaklı dış finans kurumlarının alacaklarını garanti altına almak istemi değil midir?
BDDK'nın hazırladığı yasa taslağı çalışmalarında, bu hususlarla ilgili ilkeler de şöyle sıralanmıştır:
1- El konulan bankalara ait Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun (TMSF) üstlendiği teminat mektupları ile mevduat dışındaki borçlara ilişkin devir ve temlik sözleşmeleri, her türlü vergiden muaf tutulacak.
2- Fon, devraldığı bu taahhüt ve borçlarla ilgili davalara müdahil olarak katılabilecek.
3- TSMF'nin el konulan bankaların eski sahiplerinden devraldığı gayrimenkul ve menkullerin devir işlemlerinden vergi alınmayacak.
4- El konulan bankaların katrilyonlarca liralık alacağı da, bu bankalarla birlikte satılacak.
5- Fon'dan banka alan yatırımcı, o bankanın eski kredi alacaklarını tahsil edemezse; o zaman, bu alacakları, TMSF ödeyecek.
6- Tasfiye halinde, bankaların yükünü, TMSF üstlenecek. (Tasfiye işleminin uzun zamana yayılan bir süreci kapsadığı unutulmamalıdır. Henüz daha İstanbul Bankası'nın, TYT Bank'ın, Marmara Bank'ın, İmpeks Bank'ın tasfiye işlemleri sonuçlanmamıştır.)
Bu gelişmeler karşısında sormak lazım:
Bu bankalara niçin el konuldu?
Bunları rehabilite imkânı varken; bu bankalar, niçin çökertildi?
Sayın Altınok;
Zemin bulunduğunda dünyanın en kolay işi, reklamdır. Hele reklam yapanlar, bankacılık sisteminin bir parçası ise; şişirilmiş şöhretler yaratılarak, kamuoyunu yanıltmak gayet kolaydır. Zor olan şey; şartları içersinde Türkiye'nin sorunlarını anlamak ve öğrenebilmektir.
Eğer bir kimse, Türkiye'nin yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeğini göremezse; kur- faiz makasında yaratılan şahane bir rant sistemini yaşatmak için elinden gelen gayreti gösterir. Ama; neticede, hedefine ulaşamaz. Zamanı geldiğinde de, hesap verme durumunda kalır. İktisat ilminin temel kuralı bellidir:
"Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde pozitif reel faiz uygulaması, her şeyden önce bankacılık sistemini çökertir ve ekonominin bütün dengelerini bozar."
Türkiye'ye yön verenler veya yön verdiğini zannedenler, bu temel kuralı unuttukları için, Türkiye'yi zora sokmuşlardır. Ayrıca kendilerini, çıkar gruplarının hizmetkârı yapmışlardır. Umarım ki;
Kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; "Sus!" dendiği zaman da susmayan ve adına, VİCDAN denilen manevi varlığınıza danışarak, başarı veya başarısızlığınıza karar verirsiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726
Not:
Gerçek iktisatçı Joan Robinson'un,
şu ünlü sözünü hatırlatmak istiyorum:
"İktisat bilmenin yararı, bir ülkenin ekonomisini
düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler
bulmak için değil; iktisatçıların yanıltmalarını önlemek
içindir."
30 Temmuz 2009 Perşembe
Geçmiş, geleceğin aynasıdır.
Sayın Mesut Yılmaz
ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 16 Haziran 2001
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan, Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Donat’a şu sözleri söylemiş:
“Halk, siyasetten uzaklaştı...Seçmen, kendisini hiçbir partiye yakın hissetmiyor...Vatandaş siyasete, siyasetçiye kırgın... Mesut Bey, işte bu havayı dağıtmak için proje geliştiriyor...”
Yaşar Okuyan haklı ve tespiti de doğrudur.
Yalnız; halkın, niçin siyasetten uzaklaştığını söyleyen yok...Söyleyenler ise; Halkı, yanlış yönlendirmektedirler. Öylesine ki; bazı mihraklar, planlı olarak halkı siyasetten ve siyasetçiden soğutmak için, her şeyin sorumlusu olarak siyaseti göstermektedirler.
Ne yazık ki; siyaset de, ortaya tutarlı bir proje koyamamaktadır. Siyaset ve siyasetçi hakkında yapılan yanlış yönlendirmelerin gerçek mihrakını görememektedir. İşin en acı tarafı da şudur:
Hiç kimse Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini söyleyemiyor.
Neden?
Devlet, sadece siyasetçi demek değildir. Devletin organlarında önemli mevkilerde görev yapanların yanlışları ve kastları, niçin siyasetçinin hanesine yazılmaktadır?
Ve siyaset, niçin kendini savunamamaktadır?
Her türlü menfaat ilişkilerine bulaşmış ve kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturan bir medya patronu icabında, siyasete ve devlete meydan okuyabilmektedir.
Ve siyaset, bu müthiş baskıyı ortadan kaldırmak için bir harekette bulunmamaktadır.
Türkiye güçlü ve her imkana sahip büyük bir ülkedir. Kaynakları da, topyekün kalkınması için yeterlidir. Fakat, paralı kesim, ekonomiye öylesine hakimdir ki; istediği zaman, istediği krizi yaratabilmektedir. Bunu yaparken de: Merkez Bankası ile Hazine’yi istediği gibi kullanabilmektedir.
Ve siyaset de, “Durun bakalım! Siz ne yapıyorsunuz?” diyememektedir.
Neden?
Türkiye 15 yıldan beri kur-faiz makasında yaratılan müthiş bir rant sistemi yüzünden zora düşmüştür. Sıcak para hareketleri, Türkiye’yi, adeta kasıp kavurmuştur. Merkez Bankası ile Hazine’nin uygulamaları, bu müthiş rant ekonomisini koruyan ve yaşatan niteliktedir.
Ve siyaset, bu müthiş rant sistemini yaratan ve yaşatan kurumları sorgulamaktan korkmaktadır veya işin farkında değildir. Öylesine ki; Dışbank’ın Murahhas Azası ve Aydın Doğan’ın ortağı olduğu söylenen Vural Akışık, Ziraat Bankası, Emlakbank ve Halk Bankası için oluşturulan ortak yönetimin başına getirilmiştir.
Koç Grubu’ndan emekli Tevfik Altınok, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen bankaların başına getirilmiştir. Koç Bank’ın Genel Müdürü Engin Akçakoca, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu başkanlığına getirilmiştir. Bu düzenlemeler de Kemal Derviş’in isteği üzerine yapılmıştır. Bundan sonra da çeşitli kurullar oluşturulacaktır ve Kemal Derviş, bu kurulları yönlendirecektir. Yani; paralı kesim, çıkarlarına uygun ekonomi ve para politikalarını yürürlüğe koyacaktır. Ama fatura, siyasete kesilecektir?
Neden?
Ve siyaset, bu dayatmalara karşı niçin sessizdir?
Türkiye iç ve dış borç tuzağına düşürülmüştür. Ekonomi denince akıllarına sadece finans olayını getiren müthiş oyuncular, siyaseti de aldatarak, Türkiye’yi taviz veren bir ülke haline getirmişler ve halkı perişan etmişlerdir. Sorgulamasını bilmeyen ve asla öğrenemeyecek olan sivil toplum örgütleri, yanlış yapanların yakasına yapışmak varken, işin kolayına kaçarak, siyaseti yerden yere vurmuştur. Buna rağmen siyaset, sessizdir.
Neden?
Stratejik önemi ve taşıdığı büyük potansiyeli sebebiyle gelişmiş Batı ülkeleri, daima kendilerinden yana iktidarlar isterler. Siyaseti de iç ve dış bağlantıları vasıtasıyla şekillendirirler. Öylesine ki; “Bu siyasetçiler artık eskidi. Yeni oluşumlar gerekir” telkiniyle kamuoyunu yönlendirerek, yeni oluşumlar hazırlarlar. Türkiye’yi de istikrarsız ve istikrar arayan bir ülke ilan ederler. Bir zaman için kullandıkları veya kullanmak istedikleri siyasetçilerle ters düşmeye başlayınca da, hazır yedekleri sahneye sürerler. Şimdi yapılmak istenen de budur. Solu, Kemal Derviş’le; sağı da, Tayyip Erdoğan veya Melih Gökçek’le şekillendirmeyi deneyeceklerdir. Hesap tutar veya tutmaz; ama, tecrübeli siyaset de sessizdir.
Neden?
Sayın Genel Başkan;
Neler düşündüğünüzü ve nasıl bir hazırlık içinde olduğunuzu bilemem. Ama; kesin olarak bildiğim husus şudur:
Rant esasına göre şekillendirilen çarpık ekonomik modelden vazgeçilmedikçe,
En büyük sektör haline gelen döviz ticaretine son verilmedikçe,
Topyekün kalkınmayı hedef alan bir ekonomi modeli hayata geçirilmedikçe,
Sosyal devlet ilkelerine göre hareket edilmedikçe,
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ortadan kaldırılmadıkça,
Tarım ve hayvancılık ayağa kaldırılmadıkça;
siyasetin de, devletin de, hükümetin de, Türkiye’nin de, milletin de işi zordur ve asla aradığımız istikrar sağlanamaz. Aslında;
Milleti kazanmak, halkla bütünleşmek, kitleleri heyecanlandıracak hamlelere girişmek, hiç de zor değildir. Paralı kesime sorumluluklarını hatırlatıcı uygulamalara başlamak, bu işi başarmak için yeterlidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Siyasi iktidarın ; yetkilerini, bir takım kurullara devretmesi,
Siyasetçi açısından hiç de uygun değildir. “Bağımsız kurul” sözü,
Bir aldatmacadır ve siyasetin önünü iyice tıkayacaktır. Çünkü,
Bağımsız addedilen kurulların üyeleri; ya bir holdingin veya bir bankanın
Yöneticisi veya danışmanıdır. Siyaset; kaderini, millete hesap verme durumunda olmayan
Sorumsuz kişilerin ellerine terk edemez.
ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı
Ankara 16 Haziran 2001
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan, Sabah Gazetesi Yazarı Yavuz Donat’a şu sözleri söylemiş:
“Halk, siyasetten uzaklaştı...Seçmen, kendisini hiçbir partiye yakın hissetmiyor...Vatandaş siyasete, siyasetçiye kırgın... Mesut Bey, işte bu havayı dağıtmak için proje geliştiriyor...”
Yaşar Okuyan haklı ve tespiti de doğrudur.
Yalnız; halkın, niçin siyasetten uzaklaştığını söyleyen yok...Söyleyenler ise; Halkı, yanlış yönlendirmektedirler. Öylesine ki; bazı mihraklar, planlı olarak halkı siyasetten ve siyasetçiden soğutmak için, her şeyin sorumlusu olarak siyaseti göstermektedirler.
Ne yazık ki; siyaset de, ortaya tutarlı bir proje koyamamaktadır. Siyaset ve siyasetçi hakkında yapılan yanlış yönlendirmelerin gerçek mihrakını görememektedir. İşin en acı tarafı da şudur:
Hiç kimse Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini söyleyemiyor.
Neden?
Devlet, sadece siyasetçi demek değildir. Devletin organlarında önemli mevkilerde görev yapanların yanlışları ve kastları, niçin siyasetçinin hanesine yazılmaktadır?
Ve siyaset, niçin kendini savunamamaktadır?
Her türlü menfaat ilişkilerine bulaşmış ve kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyu oluşturan bir medya patronu icabında, siyasete ve devlete meydan okuyabilmektedir.
Ve siyaset, bu müthiş baskıyı ortadan kaldırmak için bir harekette bulunmamaktadır.
Türkiye güçlü ve her imkana sahip büyük bir ülkedir. Kaynakları da, topyekün kalkınması için yeterlidir. Fakat, paralı kesim, ekonomiye öylesine hakimdir ki; istediği zaman, istediği krizi yaratabilmektedir. Bunu yaparken de: Merkez Bankası ile Hazine’yi istediği gibi kullanabilmektedir.
Ve siyaset de, “Durun bakalım! Siz ne yapıyorsunuz?” diyememektedir.
Neden?
Türkiye 15 yıldan beri kur-faiz makasında yaratılan müthiş bir rant sistemi yüzünden zora düşmüştür. Sıcak para hareketleri, Türkiye’yi, adeta kasıp kavurmuştur. Merkez Bankası ile Hazine’nin uygulamaları, bu müthiş rant ekonomisini koruyan ve yaşatan niteliktedir.
Ve siyaset, bu müthiş rant sistemini yaratan ve yaşatan kurumları sorgulamaktan korkmaktadır veya işin farkında değildir. Öylesine ki; Dışbank’ın Murahhas Azası ve Aydın Doğan’ın ortağı olduğu söylenen Vural Akışık, Ziraat Bankası, Emlakbank ve Halk Bankası için oluşturulan ortak yönetimin başına getirilmiştir.
Koç Grubu’ndan emekli Tevfik Altınok, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen bankaların başına getirilmiştir. Koç Bank’ın Genel Müdürü Engin Akçakoca, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu başkanlığına getirilmiştir. Bu düzenlemeler de Kemal Derviş’in isteği üzerine yapılmıştır. Bundan sonra da çeşitli kurullar oluşturulacaktır ve Kemal Derviş, bu kurulları yönlendirecektir. Yani; paralı kesim, çıkarlarına uygun ekonomi ve para politikalarını yürürlüğe koyacaktır. Ama fatura, siyasete kesilecektir?
Neden?
Ve siyaset, bu dayatmalara karşı niçin sessizdir?
Türkiye iç ve dış borç tuzağına düşürülmüştür. Ekonomi denince akıllarına sadece finans olayını getiren müthiş oyuncular, siyaseti de aldatarak, Türkiye’yi taviz veren bir ülke haline getirmişler ve halkı perişan etmişlerdir. Sorgulamasını bilmeyen ve asla öğrenemeyecek olan sivil toplum örgütleri, yanlış yapanların yakasına yapışmak varken, işin kolayına kaçarak, siyaseti yerden yere vurmuştur. Buna rağmen siyaset, sessizdir.
Neden?
Stratejik önemi ve taşıdığı büyük potansiyeli sebebiyle gelişmiş Batı ülkeleri, daima kendilerinden yana iktidarlar isterler. Siyaseti de iç ve dış bağlantıları vasıtasıyla şekillendirirler. Öylesine ki; “Bu siyasetçiler artık eskidi. Yeni oluşumlar gerekir” telkiniyle kamuoyunu yönlendirerek, yeni oluşumlar hazırlarlar. Türkiye’yi de istikrarsız ve istikrar arayan bir ülke ilan ederler. Bir zaman için kullandıkları veya kullanmak istedikleri siyasetçilerle ters düşmeye başlayınca da, hazır yedekleri sahneye sürerler. Şimdi yapılmak istenen de budur. Solu, Kemal Derviş’le; sağı da, Tayyip Erdoğan veya Melih Gökçek’le şekillendirmeyi deneyeceklerdir. Hesap tutar veya tutmaz; ama, tecrübeli siyaset de sessizdir.
Neden?
Sayın Genel Başkan;
Neler düşündüğünüzü ve nasıl bir hazırlık içinde olduğunuzu bilemem. Ama; kesin olarak bildiğim husus şudur:
Rant esasına göre şekillendirilen çarpık ekonomik modelden vazgeçilmedikçe,
En büyük sektör haline gelen döviz ticaretine son verilmedikçe,
Topyekün kalkınmayı hedef alan bir ekonomi modeli hayata geçirilmedikçe,
Sosyal devlet ilkelerine göre hareket edilmedikçe,
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ortadan kaldırılmadıkça,
Tarım ve hayvancılık ayağa kaldırılmadıkça;
siyasetin de, devletin de, hükümetin de, Türkiye’nin de, milletin de işi zordur ve asla aradığımız istikrar sağlanamaz. Aslında;
Milleti kazanmak, halkla bütünleşmek, kitleleri heyecanlandıracak hamlelere girişmek, hiç de zor değildir. Paralı kesime sorumluluklarını hatırlatıcı uygulamalara başlamak, bu işi başarmak için yeterlidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Siyasi iktidarın ; yetkilerini, bir takım kurullara devretmesi,
Siyasetçi açısından hiç de uygun değildir. “Bağımsız kurul” sözü,
Bir aldatmacadır ve siyasetin önünü iyice tıkayacaktır. Çünkü,
Bağımsız addedilen kurulların üyeleri; ya bir holdingin veya bir bankanın
Yöneticisi veya danışmanıdır. Siyaset; kaderini, millete hesap verme durumunda olmayan
Sorumsuz kişilerin ellerine terk edemez.
29 Temmuz 2009 Çarşamba
Bu modelle zor!
Sayın Durmuş YILMAZ
T.C.Merkez Bankası Başkanı
Ankara 29 Temmuz 2009
Sayın BAŞKAN;
Hürriyet Gazetesi Yazarı Aysel Alp’in 29 Temmuz 2009 tarihli yazısından okudum:
İhracatçının kurlardaki düşüş nedeniyle Merkez Bankasından kurlara müdahale beklediğinin anımsatılması üzerine, şu cevabı vermişsiniz:
“Yine söylüyorum Merkez Bankası’nın bir kur hedefi yoktur. MB’nin hedefi fiyat istikrarıdır ve bunun aracı da kısa vadeli faizlerdir. İkinci bir politika aracı yoktur. Kurlar, piyasa koşullarında belirlenmektedir. Ancak Merkez Bankası’nın rezerv biriktirme amacı devam ediyor. Piyasada aşırı oynaklık durumunda da müdahale edebiliriz ama şuanda böyle bir durum sözkonusu değil. Yalnız, rezerv biriktirme amacımız çerçevesinde döviz alım ihalelerine yeniden başlama konusunda bir çalışma yapılıyor. Bunun sonucuna göre döviz alım ihalelerine yeniden başlayabiliriz.”
Merak ediyorum:
-Kısa vadeli faizlerle, fiyat istikrarı nasıl sağlanacaktır ve faiz düzenlemeleri, hangi kesimler içindir?
-Merkez Bankası’nın hedefinde, üreten bir ekonomi modeli yok mudur? Şayet varsa; bu, nasıl sağlanacaktır?
-Merkez Bankası’nın bir kur hedefi yoksa; kimin veya kimlerin kur hedefi vardır ve bunun için piyasada, nasıl bir rol oynamaktadırlar?
-Ekonomide düzenleme, sâdece faiz vasıtasıyla mı yapılır?
-Kurların, piyasa koşullarına göre düzenlendiğini belirttiğinize göre; bu düzenlemeyi yapan piyasaların hakim unsurları nelerdir ve piyasa, nasıl çalıştırılmaktadır?
-Merkez Bankası’nın rezerv biriktirme amacı, niçin devam ediyor ve bu rezerv, nasıl kullanılıyor?
-Piyasalardaki aşırı oynaklık, hangi durumlarda meydana gelmektedir ve aşırı oynaklığın varlığına kim karar vermektedir?
-Döviz alım ihalelerine başlanmazsa, ne olur ve bu durumdan hangi kesimler etkilenir?
-Bir kişi veya kurumun, hangi hallerde dövize ihtiyacı olur ve gelişmiş Batı ülkelerinde vatandaşlar, bizdeki gibi “Döviz Tevdiat Hesapları” açtırabilirler mi?
-Bugün DOLAR KURU, 2001 yılının Eylül ayındaki DÖVİZ KURUNA eşittir. Aradan 8 yıl geçmiştir. Kurdaki bu düzenleme, Türkiye’nin ekonomisini nasıl etkilemiştir? Ve bu durum, PİYASA KOŞULLARININ gereği midir? Veya hangi piyasanın koşullarıdır?
-Merkez Bankası, 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’nın 4/C Maddesi’nin hükümlerini, niçin yerine getirmemektedir?
Sayın BAŞKAN;
Soruları çoğaltmak mümkündür. Ama, şimdilik lüzum görmüyorum. Şu iddiamı yineliyorum:
Türkiye, 12 Eylül 1980’den itibaren yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Bu yanlışlık sebebiyle DÖVİZ KURLARINDAKİ HAREKETLER, belirli ve plânlı hareket eden zümrelere yaramış ve geniş halk kitlelerini de ezmiş, geçmiştir. Faiz oranları da, bu gerçeğe göre seyir izlemiştir. İşte örnekler:
-Faizlerin yükselmesinden veya düşmesinden daima finans ve bankacılık kesimi yararlanmıştır. Bugün de öyledir. Mevduat faizleri ve DİB senetlerinin faizleri düşmüştür. Ama, kredilerin reel faizleri çok yüksektir. Bu durum, küçük mevduat sahipleri ile kredi kullananları ezmiştir.
-Döviz kurlarındaki hareket, yine finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin iç ve dış ticaretine egemen bazı holdinglerin işine yaramıştır ve geriye kalan geniş halk kitlelerini ezmiştir.
Dışarıdan döviz kredisi temin eden bankalar ve holdingler, neredeyse sıfır faizli kredi kullanırlarken, KOBİ’ler dâhil geniş halk kitleleri, faiz yükü altında ezilmişlerdir. Tabii, Döviz-Faiz-Borsa üçgeninde rant sağlayanlar da, en fazla kazanan kesimler olmuştur. Yani; para, üretime, istihdama ve yatırıma kaynak olacağına; elden ele dolaşarak, bazı kesimlere büyük kazançlar sağlayan MAL durumuna getirilmiştir.
Son sorum şudur:
Ekonomi, Döviz-Faiz-Borsa üçgeninden ibaret bir olgu mudur ve bu model yürürlükte kaldığı sürece, Türkiye’nin ekonomisi düzelir mi? Gerçek hedefimiz olan SOSYAL REFAH DEVLETİ kurulabilir mi? Dikkatli yürümeye devam etseniz de, TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK görülebilir mi? En önemlisi; rahat tüketebilen GENİŞ BİR ORTA TABAKA oluşabilir mi? Üretken bir ekonominin temelleri atılabilir mi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
T.C.Merkez Bankası Başkanı
Ankara 29 Temmuz 2009
Sayın BAŞKAN;
Hürriyet Gazetesi Yazarı Aysel Alp’in 29 Temmuz 2009 tarihli yazısından okudum:
İhracatçının kurlardaki düşüş nedeniyle Merkez Bankasından kurlara müdahale beklediğinin anımsatılması üzerine, şu cevabı vermişsiniz:
“Yine söylüyorum Merkez Bankası’nın bir kur hedefi yoktur. MB’nin hedefi fiyat istikrarıdır ve bunun aracı da kısa vadeli faizlerdir. İkinci bir politika aracı yoktur. Kurlar, piyasa koşullarında belirlenmektedir. Ancak Merkez Bankası’nın rezerv biriktirme amacı devam ediyor. Piyasada aşırı oynaklık durumunda da müdahale edebiliriz ama şuanda böyle bir durum sözkonusu değil. Yalnız, rezerv biriktirme amacımız çerçevesinde döviz alım ihalelerine yeniden başlama konusunda bir çalışma yapılıyor. Bunun sonucuna göre döviz alım ihalelerine yeniden başlayabiliriz.”
Merak ediyorum:
-Kısa vadeli faizlerle, fiyat istikrarı nasıl sağlanacaktır ve faiz düzenlemeleri, hangi kesimler içindir?
-Merkez Bankası’nın hedefinde, üreten bir ekonomi modeli yok mudur? Şayet varsa; bu, nasıl sağlanacaktır?
-Merkez Bankası’nın bir kur hedefi yoksa; kimin veya kimlerin kur hedefi vardır ve bunun için piyasada, nasıl bir rol oynamaktadırlar?
-Ekonomide düzenleme, sâdece faiz vasıtasıyla mı yapılır?
-Kurların, piyasa koşullarına göre düzenlendiğini belirttiğinize göre; bu düzenlemeyi yapan piyasaların hakim unsurları nelerdir ve piyasa, nasıl çalıştırılmaktadır?
-Merkez Bankası’nın rezerv biriktirme amacı, niçin devam ediyor ve bu rezerv, nasıl kullanılıyor?
-Piyasalardaki aşırı oynaklık, hangi durumlarda meydana gelmektedir ve aşırı oynaklığın varlığına kim karar vermektedir?
-Döviz alım ihalelerine başlanmazsa, ne olur ve bu durumdan hangi kesimler etkilenir?
-Bir kişi veya kurumun, hangi hallerde dövize ihtiyacı olur ve gelişmiş Batı ülkelerinde vatandaşlar, bizdeki gibi “Döviz Tevdiat Hesapları” açtırabilirler mi?
-Bugün DOLAR KURU, 2001 yılının Eylül ayındaki DÖVİZ KURUNA eşittir. Aradan 8 yıl geçmiştir. Kurdaki bu düzenleme, Türkiye’nin ekonomisini nasıl etkilemiştir? Ve bu durum, PİYASA KOŞULLARININ gereği midir? Veya hangi piyasanın koşullarıdır?
-Merkez Bankası, 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’nın 4/C Maddesi’nin hükümlerini, niçin yerine getirmemektedir?
Sayın BAŞKAN;
Soruları çoğaltmak mümkündür. Ama, şimdilik lüzum görmüyorum. Şu iddiamı yineliyorum:
Türkiye, 12 Eylül 1980’den itibaren yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. Bu yanlışlık sebebiyle DÖVİZ KURLARINDAKİ HAREKETLER, belirli ve plânlı hareket eden zümrelere yaramış ve geniş halk kitlelerini de ezmiş, geçmiştir. Faiz oranları da, bu gerçeğe göre seyir izlemiştir. İşte örnekler:
-Faizlerin yükselmesinden veya düşmesinden daima finans ve bankacılık kesimi yararlanmıştır. Bugün de öyledir. Mevduat faizleri ve DİB senetlerinin faizleri düşmüştür. Ama, kredilerin reel faizleri çok yüksektir. Bu durum, küçük mevduat sahipleri ile kredi kullananları ezmiştir.
-Döviz kurlarındaki hareket, yine finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin iç ve dış ticaretine egemen bazı holdinglerin işine yaramıştır ve geriye kalan geniş halk kitlelerini ezmiştir.
Dışarıdan döviz kredisi temin eden bankalar ve holdingler, neredeyse sıfır faizli kredi kullanırlarken, KOBİ’ler dâhil geniş halk kitleleri, faiz yükü altında ezilmişlerdir. Tabii, Döviz-Faiz-Borsa üçgeninde rant sağlayanlar da, en fazla kazanan kesimler olmuştur. Yani; para, üretime, istihdama ve yatırıma kaynak olacağına; elden ele dolaşarak, bazı kesimlere büyük kazançlar sağlayan MAL durumuna getirilmiştir.
Son sorum şudur:
Ekonomi, Döviz-Faiz-Borsa üçgeninden ibaret bir olgu mudur ve bu model yürürlükte kaldığı sürece, Türkiye’nin ekonomisi düzelir mi? Gerçek hedefimiz olan SOSYAL REFAH DEVLETİ kurulabilir mi? Dikkatli yürümeye devam etseniz de, TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK görülebilir mi? En önemlisi; rahat tüketebilen GENİŞ BİR ORTA TABAKA oluşabilir mi? Üretken bir ekonominin temelleri atılabilir mi?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Yeniden okunsun diye..
Sayın Oral ÇALIŞLAR
Radikal Gazetesi yazarı
İstanbul 26 Temmuz 2009
Sayın ÇALIŞLAR;
25 Temmuz 2009 tarihli ve “DEMİREL’in temsil ettiği ‘Öldüren’ devlet” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Demirel’e beslediğiniz husumetin ve gösterdiğiniz düşmanlığın ikrarı olan bu yazınızın bir bölümünde;
“Süleyman Demirel, 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilen ve darbeciler tarafından idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının mirasına sahip çıkarak, bir anlamda sivil siyasetin temsilcisi olarak siyasi yaşamına başlamıştı. O dönemin anti-komünizm esaslı sağ siyasetleri , Demirel’in kısa sürede militarist statüko ile ittifak yapmayı seçmesini beraberinde getirdi. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi kendi iktidarına karşı gerçekleşmesine rağmen, darbeye adapte olmasını bildi ve Deniz Gezmişlerin idamında darbecilerin baş destekçisi olarak ortaya çıktı. Onun siyasi tarihine Denizlerin idamıyla kan bulaştı. “Devlet adam öldürür” derken bu tür uygulamaları da kastettiği düşünülebilir. Demirel, demokrasiyi hiçbir zaman içine tam olarak sindirmeyen bir siyasetçiydi. Her askeri darbe onun daha fazla derin devletle işbirliği yapmasını beraberinde getirdi. Seçimlerin ortaya çıkardığı bir siyasetçi olduğu halde, siyasi meşruiyeti savunmak yerine, militarizmle uzlaşmayı yeğledi. Güneydoğu’yu, Türkiye’yi kana bulayan militarist tercihlerin payandalığını yaparak, başladığı yerden çok farklı yerlere geldi. Darbeler onun iktidarını hedef aldıkça, o yeni duruma adapte olmayı başarıyordu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, kendisinin siyasetimizin son 45 yılına damgasını en çok vuran isimlerden birisi haline gelmiş olması, elbette ki şaşırtıcı görünmüyor. Birlikte siyaset yaptığı Aydın Menderes’in onun hakkında yaptığı çarpıcı bir değerlendirmeyi aynen aktarıyorum: “Bugün kim demokrasiyi, hukuk devletinin gereklerini ve egemenliğin kayıtsız şartsız millette ait olduğunu savunmuyorsa o kişilerin geçmişleri ne olursa olsun, hangi kesimlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar, kişiliklerinin bir yeri demek ki hep CHP’li kalmış. Aslına rücu etmişler.” ifadelerini kullanarak hedef saptırmışsınız ve kamuoyunca bilinmeyen gerçek misyonunuzu gizlemek istemişsiniz. Zira;
Şu gerçekleri bilmemiş olmanız düşünülemez:
-Demirel, hiçbir zaman antidemokrat ve militarist ve de darbelere adapte olmamıştır.
-Güneydoğu’yu ve Türkiye’yi militarist tercihler değil, kökü dışarıda olan ve başkaları tarafından yönetilen PKK kana bulamıştır.
-Ülkeyi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül sürecine götüren kargaşa ortamını, bilinçli ve programlı olarak ABD yaratmıştır. Bu ortamı yaratırken, CIA ajanları ile işbirliği yapan destekçilerini ve onların kullandığı heyecanları yüksek samimi gençleri bulmakta zorlanmamıştır. Örnek:
Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleridir:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
-12 Mart Muhtırası Meclis’te okunduğu zaman hiçbir siyasî partinin lideri muhtıraya karşı çıkmamış ve Demirel, yalnız bırakılmıştır. Bunun için de şu örneği verebilirim:
Kurtul Altuğ, Erol Mütercimler’in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programında, sorulan “İsmet Paşa, 12 Mart Muhtırasına niçin karşı çıkmamıştır?” sorusuna, şu cevabı vermiştir:
“12 Mart Muhtırası’nı, Ali İhsan Göğüş’le birlikte dinledik ve hemen İsmet Paşa’nın yanına gittik. İsmet paşa gayet hiddetliydi ve “Meclis oturumu açılır açılmaz, günden dışı söz alarak, bu Muhtırayı reddedeceğim” demişti. Hep birlikte Meclis’e gittik. Oturum başladı ve fakat İsmet Paşa, söz almadı ve Muhtıra’ya karşı çıkmadı. Akşam evde niçin tavır değiştirdiğini sorunca İsmet Paşa, “VEHBİ KOÇ TELEFON ETTİ ve MUHTIRA’ya KARŞI ÇIKMAMAMI SÖYLEDİ.” cevabını verdi.”
Bir örnek daha vermek zorundayım:
1973 Şubat başları… Komutanlar, Demirel’le görüşmek istiyorlardı. Fakat Demirel, gelen bütün teklifleri reddediyor ve “Komutanların bir diyecekleri varsa, Hükümet vasıtasıyla bana iletebilirler.” diyordu ve Parti başkanları ile yapılan hiçbir toplantıya katılmıyordu.
21 Şubat 1973 günü Genelkurmay Genelsekreterliği tarafından bir bildiri yayınlandı. Aslında bu, bir muhtıraydı… Bildiride şu çarpıcı ifadeler yer almıştı:
“…Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri bu görüşmelere büyük bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız Adâlet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, KENDİNE ÖZGÜ NEDENLERLE yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır.
Keyfiyet, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Gelişen bütün bu olaylara rağmen Demirel, hata yapanları eleştirmiş ve onlara karşı net tavır takınmıştır. Ama; milletin gözbebeği konumunda olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne asla ve asla toz kondurmamıştır. Zira; kurum olarak yıpratıldığı takdirde, Türkiye’nin çok şey kaybedeceğinin idraki içinde olmuştur ve etrafına da, bu doğrultuda telkinde bulunmuştur.
Yaşanan ve bilinen bu olaylar karşısında hangi akla hizmet ederek Demirel’i, antidemokrat ve militarist olarak itham etmektesiniz?
-Demirel’in kusurları, hataları ve yanılgıları yok mudur?
Elbette vardır.
En büyük hata, kusur ve yanılgısı, günün SOVYETLER BİRLİĞİ ile ilki Şubat 1967’de, ikincisi 12 Aralık 1976’da takriben 20 büyük projeyi kapsayan önemli iki EKONOMİK VE TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI yapmasıdır.
Şayet bu anlaşmalar yapılmasaydı ve 12 Eylül 1980’den sonrasında olduğu gibi dış politika ABD’ye, iç politika AB’ye, ekonomi de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiş olsaydı, Türkiye anarşi, terör ve kaos ortamlarına sürüklenmezdi. Bu da, size ve 68 Kuşağı adı verilen oluşumda yer alan bazı sivri zekâlılara rol verilemeyeceği anlamına gelirdi.
- Aydın Menderes’i, Adnan Menderes’in oğlu olması sebebiyle ben de çok severim ve kendisiyle arkadaşlığım da vardır. Ama; Aydın Menderes, hiçbir zaman gerçek anlamda demokrat biri kişi olamamıştır. Dâimâ, kendi doğrularından başka doğru kabul etmeyenlerin telkin ve tekliflerine yenik düşmüştür. Siyaseti, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığına dayandıran kişilerin telkin ve tekliflerine göre yön bulmaya çalışmıştır. Adâlet Partisini, bir hedefe bağlı olarak bölen ve iktidardan eden gruplara katılarak, en büyük siyasî hatasını işlemiştir. Yani, maksadı iyi bilinmeyen hedeflerin peşinden koşmuştur.
Sayın ÇALIŞLAR;
Hiç kimseyi kandırmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmeyiniz. Bir gün, her olayın içyüzü anlaşılacak ve kimlerin, neyi, nasıl ve niçin yaptıkları bilinecektir. Hele; faaliyetlerini vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırmayan ve de yabancılara, yabancı ideolojilere hizmeti gaye edinen misyonerlerin maskeleri, muhakkak surette yere düşecektir.
Bu yazdıklarıma bir itirazınız olacaksa; sizinle, her yerde, her şekilde ve her zaman tartışmaya hazırım.
Türkiye’nin zorda olduğunu biliyorum. Ama bu zorluklar eninde sonunda aşılacak ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, üniter yapısını bozmak isteyenlerin yüzleri kararacaktır.
Erhan Göksel’in şu sözleri, kulağınızın küpesi olmalıdır:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Radikal Gazetesi yazarı
İstanbul 26 Temmuz 2009
Sayın ÇALIŞLAR;
25 Temmuz 2009 tarihli ve “DEMİREL’in temsil ettiği ‘Öldüren’ devlet” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Demirel’e beslediğiniz husumetin ve gösterdiğiniz düşmanlığın ikrarı olan bu yazınızın bir bölümünde;
“Süleyman Demirel, 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilen ve darbeciler tarafından idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının mirasına sahip çıkarak, bir anlamda sivil siyasetin temsilcisi olarak siyasi yaşamına başlamıştı. O dönemin anti-komünizm esaslı sağ siyasetleri , Demirel’in kısa sürede militarist statüko ile ittifak yapmayı seçmesini beraberinde getirdi. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi kendi iktidarına karşı gerçekleşmesine rağmen, darbeye adapte olmasını bildi ve Deniz Gezmişlerin idamında darbecilerin baş destekçisi olarak ortaya çıktı. Onun siyasi tarihine Denizlerin idamıyla kan bulaştı. “Devlet adam öldürür” derken bu tür uygulamaları da kastettiği düşünülebilir. Demirel, demokrasiyi hiçbir zaman içine tam olarak sindirmeyen bir siyasetçiydi. Her askeri darbe onun daha fazla derin devletle işbirliği yapmasını beraberinde getirdi. Seçimlerin ortaya çıkardığı bir siyasetçi olduğu halde, siyasi meşruiyeti savunmak yerine, militarizmle uzlaşmayı yeğledi. Güneydoğu’yu, Türkiye’yi kana bulayan militarist tercihlerin payandalığını yaparak, başladığı yerden çok farklı yerlere geldi. Darbeler onun iktidarını hedef aldıkça, o yeni duruma adapte olmayı başarıyordu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, kendisinin siyasetimizin son 45 yılına damgasını en çok vuran isimlerden birisi haline gelmiş olması, elbette ki şaşırtıcı görünmüyor. Birlikte siyaset yaptığı Aydın Menderes’in onun hakkında yaptığı çarpıcı bir değerlendirmeyi aynen aktarıyorum: “Bugün kim demokrasiyi, hukuk devletinin gereklerini ve egemenliğin kayıtsız şartsız millette ait olduğunu savunmuyorsa o kişilerin geçmişleri ne olursa olsun, hangi kesimlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar, kişiliklerinin bir yeri demek ki hep CHP’li kalmış. Aslına rücu etmişler.” ifadelerini kullanarak hedef saptırmışsınız ve kamuoyunca bilinmeyen gerçek misyonunuzu gizlemek istemişsiniz. Zira;
Şu gerçekleri bilmemiş olmanız düşünülemez:
-Demirel, hiçbir zaman antidemokrat ve militarist ve de darbelere adapte olmamıştır.
-Güneydoğu’yu ve Türkiye’yi militarist tercihler değil, kökü dışarıda olan ve başkaları tarafından yönetilen PKK kana bulamıştır.
-Ülkeyi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül sürecine götüren kargaşa ortamını, bilinçli ve programlı olarak ABD yaratmıştır. Bu ortamı yaratırken, CIA ajanları ile işbirliği yapan destekçilerini ve onların kullandığı heyecanları yüksek samimi gençleri bulmakta zorlanmamıştır. Örnek:
Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleridir:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
-12 Mart Muhtırası Meclis’te okunduğu zaman hiçbir siyasî partinin lideri muhtıraya karşı çıkmamış ve Demirel, yalnız bırakılmıştır. Bunun için de şu örneği verebilirim:
Kurtul Altuğ, Erol Mütercimler’in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programında, sorulan “İsmet Paşa, 12 Mart Muhtırasına niçin karşı çıkmamıştır?” sorusuna, şu cevabı vermiştir:
“12 Mart Muhtırası’nı, Ali İhsan Göğüş’le birlikte dinledik ve hemen İsmet Paşa’nın yanına gittik. İsmet paşa gayet hiddetliydi ve “Meclis oturumu açılır açılmaz, günden dışı söz alarak, bu Muhtırayı reddedeceğim” demişti. Hep birlikte Meclis’e gittik. Oturum başladı ve fakat İsmet Paşa, söz almadı ve Muhtıra’ya karşı çıkmadı. Akşam evde niçin tavır değiştirdiğini sorunca İsmet Paşa, “VEHBİ KOÇ TELEFON ETTİ ve MUHTIRA’ya KARŞI ÇIKMAMAMI SÖYLEDİ.” cevabını verdi.”
Bir örnek daha vermek zorundayım:
1973 Şubat başları… Komutanlar, Demirel’le görüşmek istiyorlardı. Fakat Demirel, gelen bütün teklifleri reddediyor ve “Komutanların bir diyecekleri varsa, Hükümet vasıtasıyla bana iletebilirler.” diyordu ve Parti başkanları ile yapılan hiçbir toplantıya katılmıyordu.
21 Şubat 1973 günü Genelkurmay Genelsekreterliği tarafından bir bildiri yayınlandı. Aslında bu, bir muhtıraydı… Bildiride şu çarpıcı ifadeler yer almıştı:
“…Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri bu görüşmelere büyük bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız Adâlet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, KENDİNE ÖZGÜ NEDENLERLE yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır.
Keyfiyet, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Gelişen bütün bu olaylara rağmen Demirel, hata yapanları eleştirmiş ve onlara karşı net tavır takınmıştır. Ama; milletin gözbebeği konumunda olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne asla ve asla toz kondurmamıştır. Zira; kurum olarak yıpratıldığı takdirde, Türkiye’nin çok şey kaybedeceğinin idraki içinde olmuştur ve etrafına da, bu doğrultuda telkinde bulunmuştur.
Yaşanan ve bilinen bu olaylar karşısında hangi akla hizmet ederek Demirel’i, antidemokrat ve militarist olarak itham etmektesiniz?
-Demirel’in kusurları, hataları ve yanılgıları yok mudur?
Elbette vardır.
En büyük hata, kusur ve yanılgısı, günün SOVYETLER BİRLİĞİ ile ilki Şubat 1967’de, ikincisi 12 Aralık 1976’da takriben 20 büyük projeyi kapsayan önemli iki EKONOMİK VE TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI yapmasıdır.
Şayet bu anlaşmalar yapılmasaydı ve 12 Eylül 1980’den sonrasında olduğu gibi dış politika ABD’ye, iç politika AB’ye, ekonomi de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiş olsaydı, Türkiye anarşi, terör ve kaos ortamlarına sürüklenmezdi. Bu da, size ve 68 Kuşağı adı verilen oluşumda yer alan bazı sivri zekâlılara rol verilemeyeceği anlamına gelirdi.
- Aydın Menderes’i, Adnan Menderes’in oğlu olması sebebiyle ben de çok severim ve kendisiyle arkadaşlığım da vardır. Ama; Aydın Menderes, hiçbir zaman gerçek anlamda demokrat biri kişi olamamıştır. Dâimâ, kendi doğrularından başka doğru kabul etmeyenlerin telkin ve tekliflerine yenik düşmüştür. Siyaseti, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığına dayandıran kişilerin telkin ve tekliflerine göre yön bulmaya çalışmıştır. Adâlet Partisini, bir hedefe bağlı olarak bölen ve iktidardan eden gruplara katılarak, en büyük siyasî hatasını işlemiştir. Yani, maksadı iyi bilinmeyen hedeflerin peşinden koşmuştur.
Sayın ÇALIŞLAR;
Hiç kimseyi kandırmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmeyiniz. Bir gün, her olayın içyüzü anlaşılacak ve kimlerin, neyi, nasıl ve niçin yaptıkları bilinecektir. Hele; faaliyetlerini vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırmayan ve de yabancılara, yabancı ideolojilere hizmeti gaye edinen misyonerlerin maskeleri, muhakkak surette yere düşecektir.
Bu yazdıklarıma bir itirazınız olacaksa; sizinle, her yerde, her şekilde ve her zaman tartışmaya hazırım.
Türkiye’nin zorda olduğunu biliyorum. Ama bu zorluklar eninde sonunda aşılacak ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, üniter yapısını bozmak isteyenlerin yüzleri kararacaktır.
Erhan Göksel’in şu sözleri, kulağınızın küpesi olmalıdır:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
26 Temmuz 2009 Pazar
Doğrular bilinmelidir.
Sayın Oral ÇALIŞLAR
Radikal Gazetesi yazarı
İstanbul 26 Temmuz 2009
Sayın ÇALIŞLAR;
25 Temmuz 2009 tarihli ve “DEMİREL’in temsil ettiği ‘Öldüren’ devlet” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Demirel’ beslediğiniz husumetin ve gösterdiğiniz düşmanlığın ikrarı olan bu yazınızın bir bölümünde;
“Süleyman Demirel, 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilen ve darbeciler tarafından idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının mirasına sahip çıkarak, bir anlamda sivil siyasetin temsilcisi olarak siyasi yaşamına başlamıştı. O dönemin anti-komünizm esaslı sağ siyasetleri , Demirel’in kısa sürede militarist statüko ile ittifak yapmayı seçmesini beraberinde getirdi. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi kendi iktidarına karşı gerçekleşmesine rağmen, darbeye adapte olmasını bildi ve Deniz Gezmişlerin idamında darbecilerin baş destekçisi olarak ortaya çıktı. Onun siyasi tarihine Denizlerin idamıyla kan bulaştı. “Devlet adam öldürür” derken bu tür uygulamaları da kastettiği düşünülebilir. Demirel, demokrasiyi hiçbir zaman içine tam olarak sindirmeyen bir siyasetçiydi. Her askeri darbe onun daha fazla derin devletle işbirliği yapmasını beraberinde getirdi. Seçimlerin ortaya çıkardığı bir siyasetçi olduğu halde, siyasi meşruiyeti savunmak yerine, militarizmle uzlaşmayı yeğledi. Güneydoğu’yu, Türkiye’yi kana bulayan militarist tercihlerin payandalığını yaparak, başladığı yerden çok farklı yerlere geldi. Darbeler onun iktidarını hedef aldıkça, o yeni duruma adapte olmayı başarıyordu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, kendisinin siyasetimizin son 45 yılına damgasını en çok vuran isimlerden birisi haline gelmiş olması, elbette ki şaşırtıcı görünmüyor. Birlikte siyaset yaptığı Aydın Menderes’in onun hakkında yaptığı çarpıcı bir değerlendirmeyi aynen aktarıyorum: “Bugün kim demokrasiyi, hukuk devletinin gereklerini ve egemenliğin kayıtsız şartsız millette ait olduğunu savunmuyorsa o kişilerin geçmişleri ne olursa olsun, hangi kesimlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar, kişiliklerinin bir yeri demek ki hep CHP’li kalmış. Aslına rücu etmişler.” ifadelerini kullanarak hedef saptırmışsınız ve kamuoyunca bilinmeyen gerçek misyonunuzu gizlemek istemişsiniz. Zira;
Şu gerçekleri bilmemiş olmanız düşünülemez:
-Demirel, hiçbir zaman antidemokrat ve militarist ve de darbelere adapte olmamıştır.
-Ülkeyi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül sürecine götüren kargaşa ortamını, bilinçli ve programlı olarak ABD yaratmıştır. Bu ortamı yaratırken, CIA ajanları ile işbirliği yapan destekçilerini ve onların kullandığı heyecanları yüksek samimi gençleri bulmakta zorlanmamıştır. Örnek:
Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleridir:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
-12 Mart Muhtırası Meclis’te okunduğu zaman hiçbir siyasî partinin lideri muhtıraya karşı çıkmamış ve Demirel, yalnız bırakılmıştır. Bunun için de şu örneği verebilirim:
Kurtul Altuğ, Erol Mütercimler’in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programında, sorulan “İsmet Paşa, 12 Mart Muhtırasına niçin karşı çıkmamıştır?” sorusuna, şu cevabı vermiştir:
“12 Mart Muhtırası’nı, Ali İhsan Göğüş’le birlikte dinledik ve hemen İsmet Paşa’nın yanına gittik. İsmet paşa gayet hiddetliydi ve “Meclis oturumu açılır açılmaz, günden dışı söz alarak, bu Muhtırayı reddedeceğim” demişti. Hep birlikte Meclis’e gittik. Oturum başladı ve fakat İsmet Paşa, söz almadı ve Muhtıra’ya karşı çıkmadı. Akşam evde niçin tavır değiştirdiğini sorunca İsmet Paşa, “VEHBİ KOÇ TELEFON ETTİ ve MUHTIRA’ya KARŞI ÇIKMAMAMI SÖYLEDİ.” cevabını verdi.”
Bir örnek daha vermek zorundayım:
1973 Şubat başları… Komutanlar, Demirel’le görüşmek istiyorlardı. Fakat Demirel, gelen bütün teklifleri reddediyor ve “Komutanların bir diyecekleri varsa, Hükümet vasıtasıyla bana iletebilirler.” diyordu ve Parti başkanları ile yapılan hiçbir toplantıya katılmıyordu.
21 Şubat 1973 günü Genelkurmay Genelsekreterliği tarafından bir bildiri yayınlandı. Aslında bu, bir muhtıraydı… Bildiride şu çarpıcı ifadeler yer almıştı:
“…Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri bu görüşmelere büyük bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız Adâlet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, KENDİNE ÖZGÜ NEDENLERLE yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır.
Keyfiyet, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Gelişen bütün bu olaylara rağmen Demirel, hata yapanları eleştirmiş ve onlara karşı net tavır takınmıştır. Ama; milletin gözbebeği konumunda olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne asla ve asla toz kondurmamıştır. Zira; kurum olarak yıpratıldığı takdirde, Türkiye’nin çok şey kaybedeceğinin idraki içinde olmuştur ve etrafına da, bu doğrultuda telkinde bulunmuştur.
Yaşanan ve bilinen bu olaylar karşısında hangi akla hizmet ederek Demirel’i, antidemokrat ve militarist olarak itham etmektesiniz?
-Demirel’in kusurları, hataları ve yanılgıları yok mudur? Elbette vardır. En büyük hata, kusur ve yanılgısı, günün SOVYETLER BİRLİĞİ ile ilki Şubat 1967’de, ikincisi 12 Aralık 1976’da takriben 20 büyük projeyi kapsayan önemli iki EKONOMİK VE TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI yapmasıdır. Şayet bu anlaşmalar yapılmasaydı ve 12 Eylül 1980’den sonrasında olduğu gibi dış politika ABD’ye, iç politika AB’ye, ekonomi de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiş olsaydı, Türkiye anarşi, terör ve kaos ortamlarına sürüklenmezdi. Bu da, size ve 68 Kuşağı adı verilen oluşumda yer alan bazı sivri zekâlılara rol verilemeyeceği anlamına gelirdi.
- Aydın Menderes’i, Adnan Menderes’in oğlu olması sebebiyle ben de çok severim ve kendisiyle arkadaşlığım da vardır. Ama; Aydın Menderes, hiçbir zaman gerçek anlamda demokrat biri kişi olamamıştır. Dâimâ, kendi doğrularından başka doğru kabul etmeyenlerin telkin ve tekliflerine yenik düşmüştür. Siyaseti, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığına dayandıran kişilerin telkin ve tekliflerine göre yön bulmaya çalışmıştır. Adâlet Partisini, bir hedefe bağlı olarak bölen ve iktidardan eden gruplara katılarak, en büyük siyasî hatasını işlemiştir. Yani, maksadı iyi bilinmeyen hedeflerin peşinden koşmuştur.
Sayın ÇALIŞLAR;
Hiç kimseyi kandırmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmeyiniz. Bir gün, her olayın içyüzü anlaşılacak ve kimlerin, neyi, nasıl ve niçin yaptıkları bilinecektir. Hele; faaliyetlerini vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırmayan ve de yabancılara, yabancı ideolojilere hizmeti gaye edinen misyonerlerin maskeleri, muhakkak surette yere düşecektir.
Bu yazdıklarıma bir itirazınız olacaksa; sizinle, her yerde, her şekilde ve her zaman tartışmaya hazırım.
Türkiye’nin zorda olduğunu biliyorum. Ama bu zorluklar eninde sonunda aşılacak ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, üniter yapısını bozmak isteyenlerin yüzleri kararacaktır.
Erhan Göksel’in şu sözleri, kulağınızın küpesi olmalıdır:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Radikal Gazetesi yazarı
İstanbul 26 Temmuz 2009
Sayın ÇALIŞLAR;
25 Temmuz 2009 tarihli ve “DEMİREL’in temsil ettiği ‘Öldüren’ devlet” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Demirel’ beslediğiniz husumetin ve gösterdiğiniz düşmanlığın ikrarı olan bu yazınızın bir bölümünde;
“Süleyman Demirel, 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilen ve darbeciler tarafından idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının mirasına sahip çıkarak, bir anlamda sivil siyasetin temsilcisi olarak siyasi yaşamına başlamıştı. O dönemin anti-komünizm esaslı sağ siyasetleri , Demirel’in kısa sürede militarist statüko ile ittifak yapmayı seçmesini beraberinde getirdi. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi kendi iktidarına karşı gerçekleşmesine rağmen, darbeye adapte olmasını bildi ve Deniz Gezmişlerin idamında darbecilerin baş destekçisi olarak ortaya çıktı. Onun siyasi tarihine Denizlerin idamıyla kan bulaştı. “Devlet adam öldürür” derken bu tür uygulamaları da kastettiği düşünülebilir. Demirel, demokrasiyi hiçbir zaman içine tam olarak sindirmeyen bir siyasetçiydi. Her askeri darbe onun daha fazla derin devletle işbirliği yapmasını beraberinde getirdi. Seçimlerin ortaya çıkardığı bir siyasetçi olduğu halde, siyasi meşruiyeti savunmak yerine, militarizmle uzlaşmayı yeğledi. Güneydoğu’yu, Türkiye’yi kana bulayan militarist tercihlerin payandalığını yaparak, başladığı yerden çok farklı yerlere geldi. Darbeler onun iktidarını hedef aldıkça, o yeni duruma adapte olmayı başarıyordu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, kendisinin siyasetimizin son 45 yılına damgasını en çok vuran isimlerden birisi haline gelmiş olması, elbette ki şaşırtıcı görünmüyor. Birlikte siyaset yaptığı Aydın Menderes’in onun hakkında yaptığı çarpıcı bir değerlendirmeyi aynen aktarıyorum: “Bugün kim demokrasiyi, hukuk devletinin gereklerini ve egemenliğin kayıtsız şartsız millette ait olduğunu savunmuyorsa o kişilerin geçmişleri ne olursa olsun, hangi kesimlerde bulunmuş olurlarsa olsunlar, kişiliklerinin bir yeri demek ki hep CHP’li kalmış. Aslına rücu etmişler.” ifadelerini kullanarak hedef saptırmışsınız ve kamuoyunca bilinmeyen gerçek misyonunuzu gizlemek istemişsiniz. Zira;
Şu gerçekleri bilmemiş olmanız düşünülemez:
-Demirel, hiçbir zaman antidemokrat ve militarist ve de darbelere adapte olmamıştır.
-Ülkeyi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül sürecine götüren kargaşa ortamını, bilinçli ve programlı olarak ABD yaratmıştır. Bu ortamı yaratırken, CIA ajanları ile işbirliği yapan destekçilerini ve onların kullandığı heyecanları yüksek samimi gençleri bulmakta zorlanmamıştır. Örnek:
Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleridir:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
-12 Mart Muhtırası Meclis’te okunduğu zaman hiçbir siyasî partinin lideri muhtıraya karşı çıkmamış ve Demirel, yalnız bırakılmıştır. Bunun için de şu örneği verebilirim:
Kurtul Altuğ, Erol Mütercimler’in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programında, sorulan “İsmet Paşa, 12 Mart Muhtırasına niçin karşı çıkmamıştır?” sorusuna, şu cevabı vermiştir:
“12 Mart Muhtırası’nı, Ali İhsan Göğüş’le birlikte dinledik ve hemen İsmet Paşa’nın yanına gittik. İsmet paşa gayet hiddetliydi ve “Meclis oturumu açılır açılmaz, günden dışı söz alarak, bu Muhtırayı reddedeceğim” demişti. Hep birlikte Meclis’e gittik. Oturum başladı ve fakat İsmet Paşa, söz almadı ve Muhtıra’ya karşı çıkmadı. Akşam evde niçin tavır değiştirdiğini sorunca İsmet Paşa, “VEHBİ KOÇ TELEFON ETTİ ve MUHTIRA’ya KARŞI ÇIKMAMAMI SÖYLEDİ.” cevabını verdi.”
Bir örnek daha vermek zorundayım:
1973 Şubat başları… Komutanlar, Demirel’le görüşmek istiyorlardı. Fakat Demirel, gelen bütün teklifleri reddediyor ve “Komutanların bir diyecekleri varsa, Hükümet vasıtasıyla bana iletebilirler.” diyordu ve Parti başkanları ile yapılan hiçbir toplantıya katılmıyordu.
21 Şubat 1973 günü Genelkurmay Genelsekreterliği tarafından bir bildiri yayınlandı. Aslında bu, bir muhtıraydı… Bildiride şu çarpıcı ifadeler yer almıştı:
“…Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri bu görüşmelere büyük bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız Adâlet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, KENDİNE ÖZGÜ NEDENLERLE yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır.
Keyfiyet, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
Gelişen bütün bu olaylara rağmen Demirel, hata yapanları eleştirmiş ve onlara karşı net tavır takınmıştır. Ama; milletin gözbebeği konumunda olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne asla ve asla toz kondurmamıştır. Zira; kurum olarak yıpratıldığı takdirde, Türkiye’nin çok şey kaybedeceğinin idraki içinde olmuştur ve etrafına da, bu doğrultuda telkinde bulunmuştur.
Yaşanan ve bilinen bu olaylar karşısında hangi akla hizmet ederek Demirel’i, antidemokrat ve militarist olarak itham etmektesiniz?
-Demirel’in kusurları, hataları ve yanılgıları yok mudur? Elbette vardır. En büyük hata, kusur ve yanılgısı, günün SOVYETLER BİRLİĞİ ile ilki Şubat 1967’de, ikincisi 12 Aralık 1976’da takriben 20 büyük projeyi kapsayan önemli iki EKONOMİK VE TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI yapmasıdır. Şayet bu anlaşmalar yapılmasaydı ve 12 Eylül 1980’den sonrasında olduğu gibi dış politika ABD’ye, iç politika AB’ye, ekonomi de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiş olsaydı, Türkiye anarşi, terör ve kaos ortamlarına sürüklenmezdi. Bu da, size ve 68 Kuşağı adı verilen oluşumda yer alan bazı sivri zekâlılara rol verilemeyeceği anlamına gelirdi.
- Aydın Menderes’i, Adnan Menderes’in oğlu olması sebebiyle ben de çok severim ve kendisiyle arkadaşlığım da vardır. Ama; Aydın Menderes, hiçbir zaman gerçek anlamda demokrat biri kişi olamamıştır. Dâimâ, kendi doğrularından başka doğru kabul etmeyenlerin telkin ve tekliflerine yenik düşmüştür. Siyaseti, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayırımcılığına dayandıran kişilerin telkin ve tekliflerine göre yön bulmaya çalışmıştır. Adâlet Partisini, bir hedefe bağlı olarak bölen ve iktidardan eden gruplara katılarak, en büyük siyasî hatasını işlemiştir. Yani, maksadı iyi bilinmeyen hedeflerin peşinden koşmuştur.
Sayın ÇALIŞLAR;
Hiç kimseyi kandırmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmeyiniz. Bir gün, her olayın içyüzü anlaşılacak ve kimlerin, neyi, nasıl ve niçin yaptıkları bilinecektir. Hele; faaliyetlerini vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırmayan ve de yabancılara, yabancı ideolojilere hizmeti gaye edinen misyonerlerin maskeleri, muhakkak surette yere düşecektir.
Bu yazdıklarıma bir itirazınız olacaksa; sizinle, her yerde, her şekilde ve her zaman tartışmaya hazırım.
Türkiye’nin zorda olduğunu biliyorum. Ama bu zorluklar eninde sonunda aşılacak ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, üniter yapısını bozmak isteyenlerin yüzleri kararacaktır.
Erhan Göksel’in şu sözleri, kulağınızın küpesi olmalıdır:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
24 Temmuz 2009 Cuma
Hedef, Parti Devleti midir?
Sayın Bekir BOZDAĞ
AKPGrup Başkanvekili
Ankara 24 Temmuz 2009
Sayın BOZDAĞ;
Anayasa Mahkemesi’nin kararları hakkında yaptığınız açıklamaları, televizyonlardan dinledim.
Neyi tartışma konusu yaptığınızı da anlamış durumda değilim. Sebebine gelince:
Günlerden beri kamuoyunu meşgûl eden ve büyük tartışmalara sebep olan 5918 Sayılı “TÜRK CEZA KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR” Kanunu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra, Çankaya Köşkü’nden yapılan açıklama şöyledir:
"5918 sayılı “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından, Anayasanın 89 ve 104 üncü maddeleri uyarınca yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir. Ayrıca Başbakanlığa gönderilen bir yazı ile “Anılan Kanun ile yapılan diğer düzenlemelerin yanında, asker olmayan kişilerin barış zamanında askerî mahkemelerde yargılanmalarına son verilmiş; ayrıca, asker kişilerin barış zamanında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesi uyarınca görev yapan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri durumunda, bu mahkemeler tarafından yargılanmaları öngörülmüştür. 2008 yılında Avrupa Birliği Komisyonu tarafından yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde yer verilen ve kısa vadeli öncelikler arasında bulunması sebebiyle, 2009 yılı sonuna kadar gerçekleştirilmesinde yarar görülen “Askerî mahkemelerin yetkisinin askerî personelin askerlikle ilgili görevlerine hasredilmesi” maddesi gereğince bu düzenlemenin yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapılan düzenlemenin, 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun “Genel görev” başlıklı 9 uncu maddesindeki, askerî mahkemelerin “kanunlarda aksi yazılı olmadıkça” maddede belirtilen suçlara ait davalara bakmakla görevli olduklarına ilişkin hükümle de uyumlu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bu düzenlemenin uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukukî güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütleri giderecek yasal düzenlemelerin de yapılmasında fayda görülmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir” denilerek, yeni yasal düzenleme ihtiyacına işaret edilmiştir. "
Dikkatlerinize sunuyorum:
Bu açıklamada, “Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir.” ifadesi, dikkat çekici ve merak uyandırıcıdır. Şöyle ki:
1-Cumhurbaşkanı’nın, bu yazılı tavsiyesinin hukuken bir yaptırımı yoktur. Şayet, TBMM, tavsiye edilen gerekli yasal düzenlemeleri ivedilikle yerine getirmediği takdirde, bu tavsiye, bir anlam da taşımaz.
2-Kanunda bir eksiklik ve bir aykırılık olmalıdır ki; Cumhurbaşkanı, gerekli yasal düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını, yazılı olarak tavsiye etmiştir.
Hâl böyleyken; Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını ve muhalefet partilerinin beyanlarını, aşırıya kaçan sert bir üslûpla niçin eleştiriyorsunuz?
Yargısız ve muhalefetsiz bir DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ düşünülemeyeceğine göre; DEVLETİ; ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletmek, İKTİDARIN görevi değil midir?
Sayın BOZDAĞ;
Elbette ki; gerçek demokrasilerde PARLÂMENTO, demokratik rejimin KALBİ mesabesindedir. Ama bu; iktidar partisine KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaratarak, KEYFÎ İDARE hakkını vermez. Zira DEMOKRASİ, bir UZLAŞMA rejimidir. Bunun özü de; DEVLETİ, bir KANUN DEVLETİ değil, bir HUKUK DEVLETİ yapmaktır. Aksi halde DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilir ki, bunun da, kimseye faydası olmaz. Zira;
DEVLET, bir kavramdır. İlmî tarifi de, “Bir hükümet idaresindeki siyasî topluluk “şeklindedir. Bu siyasî topluluğun, bir siyasî görüşün etrafında toplanacağını düşünmek, demokrasiye inanmamak anlamına gelir. Gerçek demokrasinin özünde, iktidarların bütün toplumu, bir mefkûre etrafında birleştirme becerisi vardır. Bunu başaran iktidarlar, DEVLETİ, kurallarına göre bir ahenk içersinde çalıştırırlar ve tefrikaya sebep olmazlar. DEVLETİN kurumları arasındaki ahengi gözetmemek veya bozmak, insanlar arasında “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde bir tefrika yaratmak, çağdaş hükümetlerin çürüklüğüne işarettir. Ki; bu da, her türlü adâletsizliğin kapılarını açar ve siyaset adamlarının ihtiraslarının galip gelmesine sebep olur.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak, “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” gerçeğini hatırlatmak için bu mektubumu yazdım. Ülkemizin sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına en fazla muhtaç olduğu bir dönemde, vatandaşlar arasında gerginlik yaratacak söz ve davranışlardan kaçınmanızı ve DEVLETİN, bir parti DEVLETİ olmadığını hatırlamanızı dilerim. Unutulmamalıdır:
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
AKPGrup Başkanvekili
Ankara 24 Temmuz 2009
Sayın BOZDAĞ;
Anayasa Mahkemesi’nin kararları hakkında yaptığınız açıklamaları, televizyonlardan dinledim.
Neyi tartışma konusu yaptığınızı da anlamış durumda değilim. Sebebine gelince:
Günlerden beri kamuoyunu meşgûl eden ve büyük tartışmalara sebep olan 5918 Sayılı “TÜRK CEZA KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR” Kanunu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onaylamasından sonra, Çankaya Köşkü’nden yapılan açıklama şöyledir:
"5918 sayılı “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından, Anayasanın 89 ve 104 üncü maddeleri uyarınca yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir. Ayrıca Başbakanlığa gönderilen bir yazı ile “Anılan Kanun ile yapılan diğer düzenlemelerin yanında, asker olmayan kişilerin barış zamanında askerî mahkemelerde yargılanmalarına son verilmiş; ayrıca, asker kişilerin barış zamanında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesi uyarınca görev yapan ağır ceza mahkemelerinin yargı yetkisine giren bir suçu işlemeleri durumunda, bu mahkemeler tarafından yargılanmaları öngörülmüştür. 2008 yılında Avrupa Birliği Komisyonu tarafından yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesinde yer verilen ve kısa vadeli öncelikler arasında bulunması sebebiyle, 2009 yılı sonuna kadar gerçekleştirilmesinde yarar görülen “Askerî mahkemelerin yetkisinin askerî personelin askerlikle ilgili görevlerine hasredilmesi” maddesi gereğince bu düzenlemenin yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapılan düzenlemenin, 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun “Genel görev” başlıklı 9 uncu maddesindeki, askerî mahkemelerin “kanunlarda aksi yazılı olmadıkça” maddede belirtilen suçlara ait davalara bakmakla görevli olduklarına ilişkin hükümle de uyumlu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bu düzenlemenin uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukukî güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütleri giderecek yasal düzenlemelerin de yapılmasında fayda görülmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir” denilerek, yeni yasal düzenleme ihtiyacına işaret edilmiştir. "
Dikkatlerinize sunuyorum:
Bu açıklamada, “Sayın Cumhurbaşkanımız, belirtilen hususlarda gerekli yasal düzenlemenin ivedilikle yapılmasının uygun olacağını belirtmişlerdir.” ifadesi, dikkat çekici ve merak uyandırıcıdır. Şöyle ki:
1-Cumhurbaşkanı’nın, bu yazılı tavsiyesinin hukuken bir yaptırımı yoktur. Şayet, TBMM, tavsiye edilen gerekli yasal düzenlemeleri ivedilikle yerine getirmediği takdirde, bu tavsiye, bir anlam da taşımaz.
2-Kanunda bir eksiklik ve bir aykırılık olmalıdır ki; Cumhurbaşkanı, gerekli yasal düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını, yazılı olarak tavsiye etmiştir.
Hâl böyleyken; Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını ve muhalefet partilerinin beyanlarını, aşırıya kaçan sert bir üslûpla niçin eleştiriyorsunuz?
Yargısız ve muhalefetsiz bir DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ düşünülemeyeceğine göre; DEVLETİ; ana KAİDELERE ve ana BELGELERE göre işletmek, İKTİDARIN görevi değil midir?
Sayın BOZDAĞ;
Elbette ki; gerçek demokrasilerde PARLÂMENTO, demokratik rejimin KALBİ mesabesindedir. Ama bu; iktidar partisine KURUL, KURUM, KURAL ve KAVRAM kargaşası yaratarak, KEYFÎ İDARE hakkını vermez. Zira DEMOKRASİ, bir UZLAŞMA rejimidir. Bunun özü de; DEVLETİ, bir KANUN DEVLETİ değil, bir HUKUK DEVLETİ yapmaktır. Aksi halde DEVLET, bir PARTİ DEVLETİ haline getirilir ki, bunun da, kimseye faydası olmaz. Zira;
DEVLET, bir kavramdır. İlmî tarifi de, “Bir hükümet idaresindeki siyasî topluluk “şeklindedir. Bu siyasî topluluğun, bir siyasî görüşün etrafında toplanacağını düşünmek, demokrasiye inanmamak anlamına gelir. Gerçek demokrasinin özünde, iktidarların bütün toplumu, bir mefkûre etrafında birleştirme becerisi vardır. Bunu başaran iktidarlar, DEVLETİ, kurallarına göre bir ahenk içersinde çalıştırırlar ve tefrikaya sebep olmazlar. DEVLETİN kurumları arasındaki ahengi gözetmemek veya bozmak, insanlar arasında “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde bir tefrika yaratmak, çağdaş hükümetlerin çürüklüğüne işarettir. Ki; bu da, her türlü adâletsizliğin kapılarını açar ve siyaset adamlarının ihtiraslarının galip gelmesine sebep olur.
Ülke meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş olarak ve demokratik haklarımı kullanarak, “Her sözün bir makamı ve her makamın bir sözü vardır.” gerçeğini hatırlatmak için bu mektubumu yazdım. Ülkemizin sulh, sükûn, huzur ve güven ortamına en fazla muhtaç olduğu bir dönemde, vatandaşlar arasında gerginlik yaratacak söz ve davranışlardan kaçınmanızı ve DEVLETİN, bir parti DEVLETİ olmadığını hatırlamanızı dilerim. Unutulmamalıdır:
Bir ülke ve bir millet için en büyük tehlike; idare edenlerin ihtirasları ve adâletsizlikleriyle, zenginlerin hasislikleri ve merhametsizlikleridir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
23 Temmuz 2009 Perşembe
Aldanmamak lâzımdır.
Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Temmuz 2009
Sayın BİRAND;
23 Temmuz 2009 tarihli ve “AKP-GÜLEN KOALİSYONU NE KADAR SÜRER?” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde;
“ Bazı yorumcular yanlış bir yaklaşımla, Ak Parti (AKP) ile Fethullah Gülen Hareketini aynı potaya koyuyorlar. Ayrıca herşeyin altında Gülen hareketinin parmağı aranıyor. Erdoğan-Gülen koalisyonunun Türkiye’yi başka yerlere götürdüğü ileri sürülüyor.
Doğrudur, bir çok konuda Erdoğan ile Gülen aynı görüşlere sahipler. Genelde aynı değerlerde buluşuyorlar. Ayrıca AKP’nin iktidara gelişinde Gülen cemaatinin büyük desteği olduğu da ortada. Özetle, Erdoğan-Gülen koalisyonu, zaman zaman gerginlikler, görüş ayrılıkları olmasına rağmen bugüne kadar devam etti.
Acaba kim kimi kullanıyor?
Başka bir hesaplamayla, bu ortaklık en çok kimin işine geliyor?
Erdoğan-Gülen koalisyonu sürer mi, yoksa sonuna geliniyor mu?” ifadelerini kullanmışsınız.
Erdoğan ile Gülen’in aynı görüşlere sahip olup olmadıklarını bilemem. Ama, AKP’nin iktidara gelişinde Gülen Cemaati’nin büyük desteği olduğunu, kamuoyunca bilinmeyen görüş ayrılıklarına rağmen, Erdoğan-Gülen koalisyonunun devam ettiğini herkes bilmektedir.
Kimin, kimi kullandığını ve bu ortaklığın en çok kimin işine geldiğini ve Erdoğan-Gülen koalisyonunun sürüp sürmeyeceğini ve de nasıl sonlanacağını zaman gösterecektir. Zira; kanaatime göre bu koalisyonun, kamuoyunca iyi bilinmeyen başka ortakları da vardır. Sebebine gelince:
AKP, bir siyasî partidir ve bugün iktidardadır. Teşkilât yapısı bilinmektedir ve devletin kayıtlarında vardır.
Gülen Cemaati adı verilen oluşumun ise, teşkilât yapısı, tepe yöneticileri ve esas faaliyetleri bilinmemektedir ve de, devletin kayıtlarında resmen yoktur. Kamuoyunun bildiği de, sâdece, bir sembol olarak kullanılan ve ulûhiyet kisvesi giydirilen Fethullah Gülen Hoca’dır. Ki; Fethullah Gülen, görünüşü itibarı ile dünyanın dört bucağına yayılmış bu cemaati yönetecek, yönlendirecek ve baskı altında tutabilecek kabiliyet ve dirayette olan bir kişi değildir. Bu cemaate, o veya bu sebeple gönülden bağlı olan ve Fethullah Gülen’i rehber olarak kabullenen samimi insanlar dahî, Gülen Cemaati hakkında yeterli bilgiye sahip değildirler ve yönlendirmelere göre hareket etmektedirler.
AKP ile Fethullah Gülen Hareketi’ni aynı kefeye koymak, elbette ki yanıltıcıdır. Ama; yanılmayanlar, şu soruları da sormak zorundadırlar:
1-Fethullah Gülen Hareketi, bir sivil toplum hareketi midir?
2-Bir sivil toplum hareketi ise; teşkilât yapısının, tepe oluşumu dahil, her kademedeki yöneticilerinin bilinmesi ve devletin kayıtlarında ve de denetiminde olması gerekmez mi?
3-Bu hareketin faaliyetlerinin, malî kaynaklarının, varsa dış bağlantılarının devlet dahil herkesçe bilinmesi gerekmez mi?
4-Bu hareket, şimdilik niçin AKP’yi desteklemektedir?
5-Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olması gerektiğini her zeminde avazlarının çıktığı kadar ifade edenler, hedefi, gayesi ve faaliyetleri tam olarak kamuoyunca iyi bilinmeyen bu hereketin kurduğu baskı ve etkinlik karşısında niçin sessizdirler?
6-Gülen Hareketi, aksini iddia eden çıksa da, toplumu ikiye bölmüştür ve toplumda zıtlaşmalar yaratmıştır. Bu fiili durum, gerçek demokrasi ile nasıl bağdaşır?
7-Erdoğan-Gülen koalisyonu sona ererse, bundan Erdoğan, AKP ve Türkiye, nasıl etkilenecektir?
8-Fethullah Gülen, Türkiye’ye gelirse ne olacaktır veya Türkiye’ye niçin gelmiyor? İstese de gelebilir mi?
Sayın BİRAND;
Hisleri bir tarafa bırakarak, akılı hakem yaparak düşünelim:
Hiç Şüphesiz; Gülen Hareketi, Türkiye’nin siyasetini istediği istikamette değiştirebilecek bir güce ulaşmıştır. Bünyesindeki yayın kuruluşlarının yayınları, aklıselim sahibi olan herkesi çileden çıkartacak derecede kötüdür ve sinir bozucudur. Askerlere, yargıya ve muhalefete karşı tahrik edici saldırı ve aşağılamaları ise, tahammül sınırlarını aşmaktadır. Belli ki, psikolojik bir savaş stratejisi gütmektedirler ve halkın dinî duygularını istismar ederek, gerçek hedeflerine ulaşacaklarına inanmışlardır.
Bu gerçeği görmemiş, bilmemiş olmanıza ihtimal vermiyorum. Göstermelik de olsa demokrasi ile idare edilen ülkemizde, gerçek yöneticilerinin kamuoyunca iyi bilinmeyen bu hareketin, AKP ile daha doğrusu, Erdoğan ile dayanışma içersinde olduğunu eleştirmemeniz şaşırtıcıdır.
Sizin demokratlığınız, bu kadar mıdır?
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.” gerçeğini hatırlatmak için bu mektubumu yazdım.
Bu memleketin toprağında gezen, suyunu içen, havasını koklayan herkes, devletin ve milletin dirlik ve düzenliği için çalışmak ve üzerine düşen görevi yapmak zorundadır. Bu, en kutsal bir vatandaşlık görevidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Posta Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Temmuz 2009
Sayın BİRAND;
23 Temmuz 2009 tarihli ve “AKP-GÜLEN KOALİSYONU NE KADAR SÜRER?” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın giriş bölümünde;
“ Bazı yorumcular yanlış bir yaklaşımla, Ak Parti (AKP) ile Fethullah Gülen Hareketini aynı potaya koyuyorlar. Ayrıca herşeyin altında Gülen hareketinin parmağı aranıyor. Erdoğan-Gülen koalisyonunun Türkiye’yi başka yerlere götürdüğü ileri sürülüyor.
Doğrudur, bir çok konuda Erdoğan ile Gülen aynı görüşlere sahipler. Genelde aynı değerlerde buluşuyorlar. Ayrıca AKP’nin iktidara gelişinde Gülen cemaatinin büyük desteği olduğu da ortada. Özetle, Erdoğan-Gülen koalisyonu, zaman zaman gerginlikler, görüş ayrılıkları olmasına rağmen bugüne kadar devam etti.
Acaba kim kimi kullanıyor?
Başka bir hesaplamayla, bu ortaklık en çok kimin işine geliyor?
Erdoğan-Gülen koalisyonu sürer mi, yoksa sonuna geliniyor mu?” ifadelerini kullanmışsınız.
Erdoğan ile Gülen’in aynı görüşlere sahip olup olmadıklarını bilemem. Ama, AKP’nin iktidara gelişinde Gülen Cemaati’nin büyük desteği olduğunu, kamuoyunca bilinmeyen görüş ayrılıklarına rağmen, Erdoğan-Gülen koalisyonunun devam ettiğini herkes bilmektedir.
Kimin, kimi kullandığını ve bu ortaklığın en çok kimin işine geldiğini ve Erdoğan-Gülen koalisyonunun sürüp sürmeyeceğini ve de nasıl sonlanacağını zaman gösterecektir. Zira; kanaatime göre bu koalisyonun, kamuoyunca iyi bilinmeyen başka ortakları da vardır. Sebebine gelince:
AKP, bir siyasî partidir ve bugün iktidardadır. Teşkilât yapısı bilinmektedir ve devletin kayıtlarında vardır.
Gülen Cemaati adı verilen oluşumun ise, teşkilât yapısı, tepe yöneticileri ve esas faaliyetleri bilinmemektedir ve de, devletin kayıtlarında resmen yoktur. Kamuoyunun bildiği de, sâdece, bir sembol olarak kullanılan ve ulûhiyet kisvesi giydirilen Fethullah Gülen Hoca’dır. Ki; Fethullah Gülen, görünüşü itibarı ile dünyanın dört bucağına yayılmış bu cemaati yönetecek, yönlendirecek ve baskı altında tutabilecek kabiliyet ve dirayette olan bir kişi değildir. Bu cemaate, o veya bu sebeple gönülden bağlı olan ve Fethullah Gülen’i rehber olarak kabullenen samimi insanlar dahî, Gülen Cemaati hakkında yeterli bilgiye sahip değildirler ve yönlendirmelere göre hareket etmektedirler.
AKP ile Fethullah Gülen Hareketi’ni aynı kefeye koymak, elbette ki yanıltıcıdır. Ama; yanılmayanlar, şu soruları da sormak zorundadırlar:
1-Fethullah Gülen Hareketi, bir sivil toplum hareketi midir?
2-Bir sivil toplum hareketi ise; teşkilât yapısının, tepe oluşumu dahil, her kademedeki yöneticilerinin bilinmesi ve devletin kayıtlarında ve de denetiminde olması gerekmez mi?
3-Bu hareketin faaliyetlerinin, malî kaynaklarının, varsa dış bağlantılarının devlet dahil herkesçe bilinmesi gerekmez mi?
4-Bu hareket, şimdilik niçin AKP’yi desteklemektedir?
5-Türkiye’nin tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olması gerektiğini her zeminde avazlarının çıktığı kadar ifade edenler, hedefi, gayesi ve faaliyetleri tam olarak kamuoyunca iyi bilinmeyen bu hereketin kurduğu baskı ve etkinlik karşısında niçin sessizdirler?
6-Gülen Hareketi, aksini iddia eden çıksa da, toplumu ikiye bölmüştür ve toplumda zıtlaşmalar yaratmıştır. Bu fiili durum, gerçek demokrasi ile nasıl bağdaşır?
7-Erdoğan-Gülen koalisyonu sona ererse, bundan Erdoğan, AKP ve Türkiye, nasıl etkilenecektir?
8-Fethullah Gülen, Türkiye’ye gelirse ne olacaktır veya Türkiye’ye niçin gelmiyor? İstese de gelebilir mi?
Sayın BİRAND;
Hisleri bir tarafa bırakarak, akılı hakem yaparak düşünelim:
Hiç Şüphesiz; Gülen Hareketi, Türkiye’nin siyasetini istediği istikamette değiştirebilecek bir güce ulaşmıştır. Bünyesindeki yayın kuruluşlarının yayınları, aklıselim sahibi olan herkesi çileden çıkartacak derecede kötüdür ve sinir bozucudur. Askerlere, yargıya ve muhalefete karşı tahrik edici saldırı ve aşağılamaları ise, tahammül sınırlarını aşmaktadır. Belli ki, psikolojik bir savaş stratejisi gütmektedirler ve halkın dinî duygularını istismar ederek, gerçek hedeflerine ulaşacaklarına inanmışlardır.
Bu gerçeği görmemiş, bilmemiş olmanıza ihtimal vermiyorum. Göstermelik de olsa demokrasi ile idare edilen ülkemizde, gerçek yöneticilerinin kamuoyunca iyi bilinmeyen bu hareketin, AKP ile daha doğrusu, Erdoğan ile dayanışma içersinde olduğunu eleştirmemeniz şaşırtıcıdır.
Sizin demokratlığınız, bu kadar mıdır?
“Tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan, fertleri birbiriyle boğuşan milletler, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemezler.” gerçeğini hatırlatmak için bu mektubumu yazdım.
Bu memleketin toprağında gezen, suyunu içen, havasını koklayan herkes, devletin ve milletin dirlik ve düzenliği için çalışmak ve üzerine düşen görevi yapmak zorundadır. Bu, en kutsal bir vatandaşlık görevidir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Paralı kesimin sorumluluğu.
Sayın Suzan Sabancı DİNÇER
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 10 Şubat 2009
Sayın DİNÇER;
Fortune Türkiye Dergisi’ne verdiğiniz demeçte; “Her yere yatırım yapma devri geride kaldı. Eskiden neyi tutsanız altın oluyordu; öyle bir dönemin geri gelmesi, biraz zor.” demişsiniz.
Belli ki; Türkiye’nin gerçeklerini ve Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiğini, henüz daha anlayamamışsınız. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret ve sadece RANTA dayalı bir ekonomi modeliyle Türkiye’nin gerçek hedeflerinden uzaklaştırıldığını görememişsiniz. En önemlisi;
Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini kavrayamamışsınız. Bir milletin belkemiği durumundaki orta tabakanın yok edildiğini de, görmezden gelmişsiniz. Paralı kesimin sorumsuz davrandığını da, aklınızdan dahî geçirmemişsiniz.
Henüz daha mahiyeti ve hangi hedefe yönelik olduğu iyi bilinmeyen FİNANSAL KRİZ meydana gelince de, telâşa kapılıp, gerçekleri yansıtmayan beyanlarla, kendinizi avutmaya çalışmaktasınız.
Bilmenizi isterim ki; Türkiye, başkalarının dayattığı RANT ekonomisinden vazgeçip, ÜRETKEN bir ekonomi modelini hayata geçirmediği sürece; daimâ KRİZE maruz kalacak ve sizler de, haklı veya haksız ŞİKÂYETLERİNİZE devam edeceksiniz.
Sözü uzatmayacağım: Amcanız merhum Sakıp Sabancı’ya 23 Nisan 2001 tarihinde yazdığım mektubumun suretini, bilgilerinize ve tetkiklerinize sunmakla yetineceğim. Zira; söz konusu mektubumda, Türkiye’nin nereye varacağını, net bir şekilde ortaya koymuşum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sayın Sakıp Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 23 Nisan 2001
Medyada ve toplantılarda yaptığınız açıklamaları dikkatle ve merakla izliyorum. Gösteri ve şova yönelik hareketleriniz, iyi düşünmesini bilmeyen kişilerin hoşlarına gittiği de, kesindir. Ama; Türkiye’nin gerçeklerinden uzak ve günlük olayların sansasyonları ile bezenmiş bu açıklamalarınız, Türkiye’yi rahatlatmaz. Sadece siyaseti suçlayarak bir yere varılamayacağını, herkesten önce sizin bilmeniz gerekir.
Gerçek şudur ki; Türkiye, 20 yıldan beri yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. Kur-Faiz makasına dayalı müthiş bir rant sistemi, Türkiye’ye, hem zaman kaybettirmiş ve hem de kaynakların ziyan olmasına sebep olmuştur. Geçen bu zaman zarfında; Türkiye, ihtiyacı olduğu altyapı yatırımlarını tamamlayamamış; reel ekonomiyi, olması gereken seviyeye çıkaramamış; tarım ve hayvancılığını geliştirememiş ve hatta bu sektörü, yere sermiştir. Gelir dağılımının çok kötü bozulmasının yanında Türkiye, hiç hak etmediği halde; iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holding Türkiye’yi, kıpırdayamayacak bir şekilde esir almıştır. Kur- Faiz makasında yaratılan döviz ticareti, Türkiye’nin en büyük sektörü haline gelmiştir. Son devalüasyon, döviz hesabı bulunduran bir avuç insana, 17-18 katrilyonluk bir rant sağlamıştır. Ne acıdır ki; “Sakıp Sabancı” olarak bu çarpıklığı, hiçbir zaman dile getirmediniz. Finans ve bankacılık kesiminin, dayatmalar neticesinde çıkardıkları krizler karşısında hep, sessiz kaldınız veya sadece siyaseti suçlayarak, hedef saptırdınız. Paralı kesimi ise, asla ve asla, sorumluluğa ve fedakârlığa davet etmediniz. Neden?
Çünkü bu sistem, sizin de işinize geliyordu. Para piyasalarıyla istediğiniz gibi oynayabilme imkânını elinizde bulundurduğunuz için; ülke ekonomisine katkısı olması gereken bankacılık sisteminin, acımasız tefeciler gibi faaliyet göstermesine göz yumdunuz. Hiç şüphesiz; bu sorumsuz davranışınızda, danışman olarak veya fiilen istihdam ettiğiniz ekonomist veya siyasi kişilerin etkisi olmuştur.
Sayın Sabancı;
Gücenmeyiniz ve alınmayınız; bu ülke hepimizindir ve herkes, tenkidin ve ithamın en ağırına da katlanmak zorundadır. Kaldı ki; elimdeki bilgileri, akılcı bir şekilde sentez etmeden, hiç kimse hakkında gelişigüzel tenkitlerde bulunmadım. İsterseniz bu konuyu, birkaç örnekle izah edeyim:
1-Yetkililerinizin açıkladığına göre Akbank, 1997 yılında 80 trilyon lira net kazanç sağlamıştır. Aynı yıl Akbank, 178 trilyon lira faiz geliri elde etmiştir. Bu faiz gelirinin 157 trilyon lirası, Devlet İç Borç Senetlerinden sağlanmıştır. Yani; bankayı, Devlet beslemiştir.
2-1999 başlarında Akbank Genel Müdürü, ”1998 yılı Akbank için iyi bir yıl oldu. 1998 yılında çok uygun şartlarla ( libor + 0.5 faiz oranıyla), 1 milyar dolar sendikasyon kredisi temin ettik.” diye, bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama, sistemin getirdiği ve soygunu andıran müthiş bir rantın itirafı anlamına gelir. Şöyle ki:
1 Ocak 1998 tarihi ile 31 Aralık 1998 tarihleri arasında dolar kurundaki artış % 48’dir. Yani Tl., yüzde 48 oranında değer kaybetmiştir. Aynı yıl Devlet İç Borç Senetlerinin faizi, yüzde 120’nin üzerinde seyretmiştir. Bunun anlamı çok açıktır:
Ne ad altında (ister kredi, ister kendi parası) olursa olsun; dışarıdan getirilen dövizleri Tl.’ye çevirip, Hazine Bonosu ve Devlet Tahviline yatıranlar, dolar bazında en az, yüzde 50 oranında reel faiz elde etmişlerdir. “Kur-Faiz” makasına dayalı bir oyunda, nemalanmışlardır. Bu pastadan; Akbank da, hissesine düşen payı almıştır. Yani; Devlet, değişik ve meşru kılıf giydirilmiş bir mekanizmayla, bankacılık ve finans kesimini beslemiştir. Döviz açık pozisyonu bulunduranlara sağlanan bu avantaj, elbette ki, döviz ticaretini en büyük sektör haline getirmiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç bataklığına saplamıştır. Ne yazık ki; bugüne kadar bu sistemin yanlışlığını dile getiren bir beyanatınıza rastlanmamıştır.
2-Akbank, Temmuz 1990 tarihinde, hisselerinin bir kısmını halka açtı. İhraç edilen hisse senetlerinin nominal değeri, 12 bin 500 lira idi. O günkü kur hesabına göre yaklaşık 4 dolar. Bugünkü kur değerine göre yaklaşık, 5 milyon lira. Aradan geçen 11 yıl zarfında Akbank hisselerinin değeri, hiçbir zaman nominal değerinin üzerine çıkmadı. Bugün hisselerin değeri, 3 bin 500 liradır. Dolar kuruna göre 0.3 Sent...Demek ki sistem, borsada da halka bir şey vermemiş. Ama; Borsaya açılanlara çok şeyler vermiş. 11 yıl evvel ihraç edilen 600 milyar Tl. tutarındaki hisseler, Akbank’a çok şeyler kazandırmış. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan bir RANT sisteminden daha ne beklenirdi ki? Elbette ki borsada yaratılan spekülâsyonlar, halkın canını yakacaktır. Ne yazık ki finans ve bankacılık kesiminin açıkgözlüğünü, bugüne kadar hiç dile getirmediniz. Ama; fırsat buldukça, beslediğiniz çarpık siyaseti yerden yere vurarak, halka, şirin gözükmeye çalıştınız.
3-21Şubat devalüasyonun akabinde boş bulunan Akbank Genel Müdürü, “Krizden, kazançlı çıktık.” Şeklinde bir açıklamada bulundu. Fiili durum ortadadır ve kimse aksini iddia etmedi:
Devalüasyondan bir gün önce Merkez Bankası 5 milyar dolar sattı. Kasım 2000 krizinde de 8 milyar dolar sattı. Yani; devalüasyondan evvel satılan 13 milyar dolar, finans ve bankacılık kesimine çok büyük bir rant sağladı. Bu rantın büyük paylaşımın yanında, bir haksız rekâbetle , sektörün, kendi arasındaki büyük kavgası mevcuttur. Kuvvetli olan, zayıfı, piyasadan silmiştir. Demirbank olayının içyüzü, bu müthiş kavgada gizlidir. Şimdi; “Akbank, devalüasyondan önce ne kadar dolar aldı?” sorusunu soran dikkatli vatandaşlar, yanlış bir hedefe mi yönelmiş olurlar? Sadece ve sadece siyaseti suçlarken, bu konulara açıklık getiren beyanatınız, niçin olmadı?
4-Gayet iyi bildiğiniz bir gerçek de şudur:
28 Nisan 2000 tarihine kadar iç borçlar, “İç Borç Danışma Kurulu” tarafından yönetilmiştir. 14 kişiden oluşan bu Kurulun Yönetimindeki 8 kişisi, “Para Yöneticileri Derneği’nin temsilcileridir. Ki; bu derneğin yönetimi, banka temsilcilerinin dönüşümlü olarak görev aldığı kişilerden oluşmuştur. 28 Nisan 2000 tarihinden itibaren de iç borç yönetimi, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” tarafından yürütülmektedir. Akbank da, bu kurulun içindedir. Yani Kurulda görevli 19 banka, Hazine ve Merkez Bankası bürokratlarıyla birlikte Türkiye’nin iç borcunu yönetmektedirler. Alabildiğine siyaseti suçlarken; bu çarpık sistemi dile getirmemiş olmanızı anlamak, mümkün değildir.
Sayın Sabancı;
Kurumlaşmamış ve paralı kesimle iç içe girmiş siyasetteki çarpıklığın ve verimsizliğin yanında; paralı kesimin de sorumsuzluğu ve ülke çıkarlarını gözetmeme ihtirası mevcuttur Bu durum karşısında paralı kesimi sorumlu davranmaya davet etmek, düşünmesini ve doğruları aramasını başaran vatandaşların görevi değil midir?
Artık herkes, sorumlu davranmak zorundadır. Çünkü; zaman ,zaman “Kriz” adı verilen fiili durumlar, paralı kesimin dayatmasından ibaret yapay bir durumdur. Faturası da, yıllardan beri fedakârlık gösteren halka çıkmaktadır. Artık; paralarını dövizden faize; faizden dövize yatırarak büyük rantlar sağlayan paralı kesim de, bu ülkeye katkıda bulunmalıdır. Dolar ticaretinin önü kesilmelidir. Dolara endeksli bir ekonominin, bağımsızlığından söz edilemez. Bir düşününüz:
Dolar, 20 yıl zarfında 15 bin kat pahalılanmıştır. Son 8 yıl zarfında 125 kat pahalılanmıştır. Her devalüasyon kararı, Türkiye’yi 10 yıl geriye götürmektedir. Türkiye’nin ekonomisi, bu acı durumu hak etmemiştir. Yanlış ekonomi ve para politikaları, Türkiye’nin önünü tıkamıştır. Ki: bu acı tablonun yaratılmasında, sizin de büyük payınız vardır. Öyle inanıyorum ki;
Sabancı Grubu, Koç Grubu, Çukurova Grubu, Doğuş Grubu bir araya gelse ve Türkiye’nin istikbali için ittifak etse; Türkiye’nin ekonomisi, 5-6 ay zarfında düzelir ve halkı bezdiren rant olgusu ortadan kalkar. Bu sayede, iç ve dış borç bataklığı da kurutulur. Çünki; Türkiye’nin iç borca ve hele böylesine yüksek miktardaki bir iç borca hiç ihtiyacı yoktur. İç borçlar, Kur- Faiz makasında rant sağlamak için yaratılmıştır. Kurulacak ittifakın ilk ayağı şu olmalıdır:
Herkes dışarıda tuttuğu paraları Türkiye’ye getirmelidir. Herkes, sıcak para rantından vazgeçmelidir. Merkez Bankası, döviz ticaretine son vermelidir. Tahtakale ve döviz büfelerinin etkinliği ortadan kaldırılmalıdır. Gelişmiş Batı ülkelerinin dahi uygulamadığı tam konvertibilite sevdasından vazgeçilmeli ve Türk parasının hakimiyeti sağlanmalıdır.
Aksi halde;
Bu çarpık sistem devam ettiği sürece, hiçbiriniz varlıklarınızı koruyamayacak ve yabancı şirketlerin boyunduruğu altına gireceksiniz. Dolayısıyla Türkiye’ye yazık olacaktır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726s
Not: Yalnız Türkiye’de değil; bütün dünyada para efendisini kaybetmiş ve spekülâtif hareketlerin peşinde koşup rant sağlayan ihtiraslı ve ahlakı dışlamış kişilerin eline geçmiştir. Bu gerçek karşısında Türkiye için çıkış arayanlar, her sabah, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdırlar.
Ayrıca; tarım ve hayvancılığa herkes dikkat etmelidir. Zira; tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin, gerçek anlamda sanayileşmeleri mümkün değildir. Kendi kendisini besleyemeyen milletlerin de, büyüklük iddiasında bulunmaya hakları yoktur. Gelişmiş Batı ülkeleri her yıl 360 milyar dolarlık sübvansiyonla tarım kesimini desteklerken; Türkiye’nin, yok denecek orandaki tarım sübvansiyonlarını, ekonominin kamburu olarak kabullenmesi; aklın, mantığın, ilmin kabul edebileceği bir husus değildir.
Örnek ortadadır:
Türkiye, 1980’den önce 1 milyon tonun üstünde pamuk üretirken, Yunanistan 150 bin ton pamuk üretiyordu. Yunanistan’ın bugünkü pamuk üretimi 450 bin tona yükselirken, Türkiye’nin pamuk üretimi, 650 bin tona gerilemiştir. Gelecek yıl, daha da azalacaktır.
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 10 Şubat 2009
Sayın DİNÇER;
Fortune Türkiye Dergisi’ne verdiğiniz demeçte; “Her yere yatırım yapma devri geride kaldı. Eskiden neyi tutsanız altın oluyordu; öyle bir dönemin geri gelmesi, biraz zor.” demişsiniz.
Belli ki; Türkiye’nin gerçeklerini ve Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikalarıyla idare edildiğini, henüz daha anlayamamışsınız. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninden ibaret ve sadece RANTA dayalı bir ekonomi modeliyle Türkiye’nin gerçek hedeflerinden uzaklaştırıldığını görememişsiniz. En önemlisi;
Türkiye’nin finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini kavrayamamışsınız. Bir milletin belkemiği durumundaki orta tabakanın yok edildiğini de, görmezden gelmişsiniz. Paralı kesimin sorumsuz davrandığını da, aklınızdan dahî geçirmemişsiniz.
Henüz daha mahiyeti ve hangi hedefe yönelik olduğu iyi bilinmeyen FİNANSAL KRİZ meydana gelince de, telâşa kapılıp, gerçekleri yansıtmayan beyanlarla, kendinizi avutmaya çalışmaktasınız.
Bilmenizi isterim ki; Türkiye, başkalarının dayattığı RANT ekonomisinden vazgeçip, ÜRETKEN bir ekonomi modelini hayata geçirmediği sürece; daimâ KRİZE maruz kalacak ve sizler de, haklı veya haksız ŞİKÂYETLERİNİZE devam edeceksiniz.
Sözü uzatmayacağım: Amcanız merhum Sakıp Sabancı’ya 23 Nisan 2001 tarihinde yazdığım mektubumun suretini, bilgilerinize ve tetkiklerinize sunmakla yetineceğim. Zira; söz konusu mektubumda, Türkiye’nin nereye varacağını, net bir şekilde ortaya koymuşum.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sayın Sakıp Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
İstanbul 23 Nisan 2001
Medyada ve toplantılarda yaptığınız açıklamaları dikkatle ve merakla izliyorum. Gösteri ve şova yönelik hareketleriniz, iyi düşünmesini bilmeyen kişilerin hoşlarına gittiği de, kesindir. Ama; Türkiye’nin gerçeklerinden uzak ve günlük olayların sansasyonları ile bezenmiş bu açıklamalarınız, Türkiye’yi rahatlatmaz. Sadece siyaseti suçlayarak bir yere varılamayacağını, herkesten önce sizin bilmeniz gerekir.
Gerçek şudur ki; Türkiye, 20 yıldan beri yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. Kur-Faiz makasına dayalı müthiş bir rant sistemi, Türkiye’ye, hem zaman kaybettirmiş ve hem de kaynakların ziyan olmasına sebep olmuştur. Geçen bu zaman zarfında; Türkiye, ihtiyacı olduğu altyapı yatırımlarını tamamlayamamış; reel ekonomiyi, olması gereken seviyeye çıkaramamış; tarım ve hayvancılığını geliştirememiş ve hatta bu sektörü, yere sermiştir. Gelir dağılımının çok kötü bozulmasının yanında Türkiye, hiç hak etmediği halde; iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holding Türkiye’yi, kıpırdayamayacak bir şekilde esir almıştır. Kur- Faiz makasında yaratılan döviz ticareti, Türkiye’nin en büyük sektörü haline gelmiştir. Son devalüasyon, döviz hesabı bulunduran bir avuç insana, 17-18 katrilyonluk bir rant sağlamıştır. Ne acıdır ki; “Sakıp Sabancı” olarak bu çarpıklığı, hiçbir zaman dile getirmediniz. Finans ve bankacılık kesiminin, dayatmalar neticesinde çıkardıkları krizler karşısında hep, sessiz kaldınız veya sadece siyaseti suçlayarak, hedef saptırdınız. Paralı kesimi ise, asla ve asla, sorumluluğa ve fedakârlığa davet etmediniz. Neden?
Çünkü bu sistem, sizin de işinize geliyordu. Para piyasalarıyla istediğiniz gibi oynayabilme imkânını elinizde bulundurduğunuz için; ülke ekonomisine katkısı olması gereken bankacılık sisteminin, acımasız tefeciler gibi faaliyet göstermesine göz yumdunuz. Hiç şüphesiz; bu sorumsuz davranışınızda, danışman olarak veya fiilen istihdam ettiğiniz ekonomist veya siyasi kişilerin etkisi olmuştur.
Sayın Sabancı;
Gücenmeyiniz ve alınmayınız; bu ülke hepimizindir ve herkes, tenkidin ve ithamın en ağırına da katlanmak zorundadır. Kaldı ki; elimdeki bilgileri, akılcı bir şekilde sentez etmeden, hiç kimse hakkında gelişigüzel tenkitlerde bulunmadım. İsterseniz bu konuyu, birkaç örnekle izah edeyim:
1-Yetkililerinizin açıkladığına göre Akbank, 1997 yılında 80 trilyon lira net kazanç sağlamıştır. Aynı yıl Akbank, 178 trilyon lira faiz geliri elde etmiştir. Bu faiz gelirinin 157 trilyon lirası, Devlet İç Borç Senetlerinden sağlanmıştır. Yani; bankayı, Devlet beslemiştir.
2-1999 başlarında Akbank Genel Müdürü, ”1998 yılı Akbank için iyi bir yıl oldu. 1998 yılında çok uygun şartlarla ( libor + 0.5 faiz oranıyla), 1 milyar dolar sendikasyon kredisi temin ettik.” diye, bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama, sistemin getirdiği ve soygunu andıran müthiş bir rantın itirafı anlamına gelir. Şöyle ki:
1 Ocak 1998 tarihi ile 31 Aralık 1998 tarihleri arasında dolar kurundaki artış % 48’dir. Yani Tl., yüzde 48 oranında değer kaybetmiştir. Aynı yıl Devlet İç Borç Senetlerinin faizi, yüzde 120’nin üzerinde seyretmiştir. Bunun anlamı çok açıktır:
Ne ad altında (ister kredi, ister kendi parası) olursa olsun; dışarıdan getirilen dövizleri Tl.’ye çevirip, Hazine Bonosu ve Devlet Tahviline yatıranlar, dolar bazında en az, yüzde 50 oranında reel faiz elde etmişlerdir. “Kur-Faiz” makasına dayalı bir oyunda, nemalanmışlardır. Bu pastadan; Akbank da, hissesine düşen payı almıştır. Yani; Devlet, değişik ve meşru kılıf giydirilmiş bir mekanizmayla, bankacılık ve finans kesimini beslemiştir. Döviz açık pozisyonu bulunduranlara sağlanan bu avantaj, elbette ki, döviz ticaretini en büyük sektör haline getirmiş ve Türkiye’yi iç ve dış borç bataklığına saplamıştır. Ne yazık ki; bugüne kadar bu sistemin yanlışlığını dile getiren bir beyanatınıza rastlanmamıştır.
2-Akbank, Temmuz 1990 tarihinde, hisselerinin bir kısmını halka açtı. İhraç edilen hisse senetlerinin nominal değeri, 12 bin 500 lira idi. O günkü kur hesabına göre yaklaşık 4 dolar. Bugünkü kur değerine göre yaklaşık, 5 milyon lira. Aradan geçen 11 yıl zarfında Akbank hisselerinin değeri, hiçbir zaman nominal değerinin üzerine çıkmadı. Bugün hisselerin değeri, 3 bin 500 liradır. Dolar kuruna göre 0.3 Sent...Demek ki sistem, borsada da halka bir şey vermemiş. Ama; Borsaya açılanlara çok şeyler vermiş. 11 yıl evvel ihraç edilen 600 milyar Tl. tutarındaki hisseler, Akbank’a çok şeyler kazandırmış. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan bir RANT sisteminden daha ne beklenirdi ki? Elbette ki borsada yaratılan spekülâsyonlar, halkın canını yakacaktır. Ne yazık ki finans ve bankacılık kesiminin açıkgözlüğünü, bugüne kadar hiç dile getirmediniz. Ama; fırsat buldukça, beslediğiniz çarpık siyaseti yerden yere vurarak, halka, şirin gözükmeye çalıştınız.
3-21Şubat devalüasyonun akabinde boş bulunan Akbank Genel Müdürü, “Krizden, kazançlı çıktık.” Şeklinde bir açıklamada bulundu. Fiili durum ortadadır ve kimse aksini iddia etmedi:
Devalüasyondan bir gün önce Merkez Bankası 5 milyar dolar sattı. Kasım 2000 krizinde de 8 milyar dolar sattı. Yani; devalüasyondan evvel satılan 13 milyar dolar, finans ve bankacılık kesimine çok büyük bir rant sağladı. Bu rantın büyük paylaşımın yanında, bir haksız rekâbetle , sektörün, kendi arasındaki büyük kavgası mevcuttur. Kuvvetli olan, zayıfı, piyasadan silmiştir. Demirbank olayının içyüzü, bu müthiş kavgada gizlidir. Şimdi; “Akbank, devalüasyondan önce ne kadar dolar aldı?” sorusunu soran dikkatli vatandaşlar, yanlış bir hedefe mi yönelmiş olurlar? Sadece ve sadece siyaseti suçlarken, bu konulara açıklık getiren beyanatınız, niçin olmadı?
4-Gayet iyi bildiğiniz bir gerçek de şudur:
28 Nisan 2000 tarihine kadar iç borçlar, “İç Borç Danışma Kurulu” tarafından yönetilmiştir. 14 kişiden oluşan bu Kurulun Yönetimindeki 8 kişisi, “Para Yöneticileri Derneği’nin temsilcileridir. Ki; bu derneğin yönetimi, banka temsilcilerinin dönüşümlü olarak görev aldığı kişilerden oluşmuştur. 28 Nisan 2000 tarihinden itibaren de iç borç yönetimi, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” tarafından yürütülmektedir. Akbank da, bu kurulun içindedir. Yani Kurulda görevli 19 banka, Hazine ve Merkez Bankası bürokratlarıyla birlikte Türkiye’nin iç borcunu yönetmektedirler. Alabildiğine siyaseti suçlarken; bu çarpık sistemi dile getirmemiş olmanızı anlamak, mümkün değildir.
Sayın Sabancı;
Kurumlaşmamış ve paralı kesimle iç içe girmiş siyasetteki çarpıklığın ve verimsizliğin yanında; paralı kesimin de sorumsuzluğu ve ülke çıkarlarını gözetmeme ihtirası mevcuttur Bu durum karşısında paralı kesimi sorumlu davranmaya davet etmek, düşünmesini ve doğruları aramasını başaran vatandaşların görevi değil midir?
Artık herkes, sorumlu davranmak zorundadır. Çünkü; zaman ,zaman “Kriz” adı verilen fiili durumlar, paralı kesimin dayatmasından ibaret yapay bir durumdur. Faturası da, yıllardan beri fedakârlık gösteren halka çıkmaktadır. Artık; paralarını dövizden faize; faizden dövize yatırarak büyük rantlar sağlayan paralı kesim de, bu ülkeye katkıda bulunmalıdır. Dolar ticaretinin önü kesilmelidir. Dolara endeksli bir ekonominin, bağımsızlığından söz edilemez. Bir düşününüz:
Dolar, 20 yıl zarfında 15 bin kat pahalılanmıştır. Son 8 yıl zarfında 125 kat pahalılanmıştır. Her devalüasyon kararı, Türkiye’yi 10 yıl geriye götürmektedir. Türkiye’nin ekonomisi, bu acı durumu hak etmemiştir. Yanlış ekonomi ve para politikaları, Türkiye’nin önünü tıkamıştır. Ki: bu acı tablonun yaratılmasında, sizin de büyük payınız vardır. Öyle inanıyorum ki;
Sabancı Grubu, Koç Grubu, Çukurova Grubu, Doğuş Grubu bir araya gelse ve Türkiye’nin istikbali için ittifak etse; Türkiye’nin ekonomisi, 5-6 ay zarfında düzelir ve halkı bezdiren rant olgusu ortadan kalkar. Bu sayede, iç ve dış borç bataklığı da kurutulur. Çünki; Türkiye’nin iç borca ve hele böylesine yüksek miktardaki bir iç borca hiç ihtiyacı yoktur. İç borçlar, Kur- Faiz makasında rant sağlamak için yaratılmıştır. Kurulacak ittifakın ilk ayağı şu olmalıdır:
Herkes dışarıda tuttuğu paraları Türkiye’ye getirmelidir. Herkes, sıcak para rantından vazgeçmelidir. Merkez Bankası, döviz ticaretine son vermelidir. Tahtakale ve döviz büfelerinin etkinliği ortadan kaldırılmalıdır. Gelişmiş Batı ülkelerinin dahi uygulamadığı tam konvertibilite sevdasından vazgeçilmeli ve Türk parasının hakimiyeti sağlanmalıdır.
Aksi halde;
Bu çarpık sistem devam ettiği sürece, hiçbiriniz varlıklarınızı koruyamayacak ve yabancı şirketlerin boyunduruğu altına gireceksiniz. Dolayısıyla Türkiye’ye yazık olacaktır.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
0216-4181726s
Not: Yalnız Türkiye’de değil; bütün dünyada para efendisini kaybetmiş ve spekülâtif hareketlerin peşinde koşup rant sağlayan ihtiraslı ve ahlakı dışlamış kişilerin eline geçmiştir. Bu gerçek karşısında Türkiye için çıkış arayanlar, her sabah, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumalıdırlar.
Ayrıca; tarım ve hayvancılığa herkes dikkat etmelidir. Zira; tarım ve hayvancılığını geliştiremeyen ülkelerin, gerçek anlamda sanayileşmeleri mümkün değildir. Kendi kendisini besleyemeyen milletlerin de, büyüklük iddiasında bulunmaya hakları yoktur. Gelişmiş Batı ülkeleri her yıl 360 milyar dolarlık sübvansiyonla tarım kesimini desteklerken; Türkiye’nin, yok denecek orandaki tarım sübvansiyonlarını, ekonominin kamburu olarak kabullenmesi; aklın, mantığın, ilmin kabul edebileceği bir husus değildir.
Örnek ortadadır:
Türkiye, 1980’den önce 1 milyon tonun üstünde pamuk üretirken, Yunanistan 150 bin ton pamuk üretiyordu. Yunanistan’ın bugünkü pamuk üretimi 450 bin tona yükselirken, Türkiye’nin pamuk üretimi, 650 bin tona gerilemiştir. Gelecek yıl, daha da azalacaktır.
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Kim, kimi kandırıyor?
Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans Gazetesi Yazarı 22 Temmuz 2009.
22 Temmuz 2009 tarihli ve “Abdullah Öcalan’ın ‘Yol Haritası’ na Doğru” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;
“Peki, Abdullah Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı “yol haritası”nın hiç anlamı ve değeri yok mu? Abdullah Öcalan’a İmralı’da dört duvar arasında bir tutukludan başka hiçbir şey ifade etmeyen biri olarak yaklaşmak doğru mu? İlk sorunun cevabı kestirmeden ve kısaca tek kelime ile: Var. İkinci sorunun cevabı da kestirmeden ve kısaca tek kelime ile: Değil. Evet, Kürt sorunu ile PKK sorunu aynı şeyler değiller. Ama her ikisi arasında yakın ilişkiyi, kafamızı kuma gömmediğimiz ve bu ülkede kan dökülmemesini içtenlikle arzu ettiğimiz takdirde, görmemek de mümkün değil Kürt sorunu, gerçi, PKK’dan önce vardı ve belki PKK olmasa da var olacak. Yani Kürt sorunu, PKK’nın ürünü ve sonucu değil; tersine PKK, Kürt sorununun bir sonucu ve yan ürünlerinden biri. Ancak, geldiğimiz noktada her ikisini birbirlerinden tümüyle ayırabilmek hem kolay değil, hem de gerçekçi değil.”
İfadelerini kullanmışsınız.
Merakım şudur:
Abdullah Öcalan, 15 Ağustos’ta ne açıklayacak ve Türkiye’den ne isteyecektir?
Ankara, bir yol haritası ortaya koymazsa, ne olacaktır ve Ankara’dan nasıl bir yol haritası bekliyorsunuz?
İmralı’nın açıklaması, niye Türkiye’yi daha da zora soksun?
Siz de çok iyi bilmektesiniz ki; yaratılan Kürt sorununun müsebbibi ne Türkiye’dir ve ne de, Kürt kökenli vatandaşlarımızdır. Bu sorunu yaratanlar, sizin, gerçekleri gayet iyi bildiğiniz halde, asla üzerinde aydınlatıcı yazı yazmadığınız ve dâimâ inkâr ettiğiniz DIŞ GÜÇLERDİR.
15 Ağustos 1984 günü 21:30’da Eruh’u basan PKK, bugüne kadar 45 bin 879 saldırı gerçekleştirmiş; bu saldırılar sonuncunda 41 bin kişi ölmüş, 8 bin 400 şehit verilmiş ve 10 bin 392 vatandaşımız gazi olmuştur. PKK, gerçekleştirdiği eylemlerde Türk, Kürt, çoluk, çocuk, yaşlı, genç ayırımı yapmaksızın katliâmlar yapmıştır. Buna rağmen ülkemizde, bir Türk-Kürt çatışması meydana gelmemiştir. Zaten dış güçleri çileden çıkaran da, böyle bir çatışmanın meydana gelmemiş olmasıdır.
Bu durum, size bir şeyler anlatmıyor mu?
Dış güçlerin kuklası konumundaki Öcalan’ın, PKK’yı ve sözüm ona DEMOKRASİ mücadelesi verdiğini ifade eden DTP’yi yönettiği, yönlendirdiği, bilinmeyen bir husus değildir. Öcalan, dıştan aldığı talimatları yerine getirmektedir.
Bu gerçeği bilmeyecek kadar bilgisiz ve cahil olamayacağınıza göre; bir mertlik gösterin de, bu yaratılan yapmacık Kürt sorunu, kökünden çözülüversin!
Unutmayınız: Bu ülkenin; gerçeklerini bilen, dünya ve bulunduğumuz coğrafya şartlarında olayları analiz edebilen sizden başka fikir adamları, yazarları ve bilim adamları da vardır. Onlardan bir tanesi de ERHAN GÖKSEL’dir. Örnek olsun diye Erhan Göksel’in yazdıklarından bir bölümünü, bilgilerinize sunuyorum:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Sayın ÇANDAR;
Herhalde, ERHAN GÖKSEL’in bu görüşüne katılırsınız. Ben, Erhan Göksel’den daha fazlasını bildiğinize inanmaktayım. Merakım; niçin, yanlış bir yol izlediğinizdir. Yaşınız itibarı ile benim gibi, dünya hayatının sonlarını yaşamaktasınız. İç ve dış gailelerle boğuşan, huzursuz, mutsuz ve çaresiz ve de üniter yapısını kaybederek bölünmüş bir Türkiye’yi, her halde öbür dünyadan seyretmek istemezsiniz.
İç ve dış gailelerden arınmış; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde 15-20 yıllık bir zaman dilimini yakalamış GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’nin, neleri başaracağını bilmemenize imkân ve ihtimal yoktur.
Buna rağmen Kürt meselesinde, niçin yanlış bir yol izlemektesiniz?
Dünyayı bir beden olarak düşünecek olursak, bu bedenin yüzü mesabesindeki Türkiye’ye ve bu asil ve yüce MİLLETE hiç mi borcunuz yoktur?
Bütün refahını, kendi dünyası dışındaki dünyayı sömürmesine, zulme ve haksızlığa uğratmasına, ezmesine borçlu olan EMPERYAL GÜÇLERE hizmet etmenin, kime ve ne faydası olur?
Yanılıyorsam, lütfen, yanıldığımı belirtiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not:
Bir ülkeye en büyük fenalık, kötülük yapanlardan değil,
Kenara çekilip, hiçbir şey yapmayanlardan gelir.
Referans Gazetesi Yazarı 22 Temmuz 2009.
22 Temmuz 2009 tarihli ve “Abdullah Öcalan’ın ‘Yol Haritası’ na Doğru” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;
“Peki, Abdullah Öcalan’ın 15 Ağustos’ta açıklayacağı “yol haritası”nın hiç anlamı ve değeri yok mu? Abdullah Öcalan’a İmralı’da dört duvar arasında bir tutukludan başka hiçbir şey ifade etmeyen biri olarak yaklaşmak doğru mu? İlk sorunun cevabı kestirmeden ve kısaca tek kelime ile: Var. İkinci sorunun cevabı da kestirmeden ve kısaca tek kelime ile: Değil. Evet, Kürt sorunu ile PKK sorunu aynı şeyler değiller. Ama her ikisi arasında yakın ilişkiyi, kafamızı kuma gömmediğimiz ve bu ülkede kan dökülmemesini içtenlikle arzu ettiğimiz takdirde, görmemek de mümkün değil Kürt sorunu, gerçi, PKK’dan önce vardı ve belki PKK olmasa da var olacak. Yani Kürt sorunu, PKK’nın ürünü ve sonucu değil; tersine PKK, Kürt sorununun bir sonucu ve yan ürünlerinden biri. Ancak, geldiğimiz noktada her ikisini birbirlerinden tümüyle ayırabilmek hem kolay değil, hem de gerçekçi değil.”
İfadelerini kullanmışsınız.
Merakım şudur:
Abdullah Öcalan, 15 Ağustos’ta ne açıklayacak ve Türkiye’den ne isteyecektir?
Ankara, bir yol haritası ortaya koymazsa, ne olacaktır ve Ankara’dan nasıl bir yol haritası bekliyorsunuz?
İmralı’nın açıklaması, niye Türkiye’yi daha da zora soksun?
Siz de çok iyi bilmektesiniz ki; yaratılan Kürt sorununun müsebbibi ne Türkiye’dir ve ne de, Kürt kökenli vatandaşlarımızdır. Bu sorunu yaratanlar, sizin, gerçekleri gayet iyi bildiğiniz halde, asla üzerinde aydınlatıcı yazı yazmadığınız ve dâimâ inkâr ettiğiniz DIŞ GÜÇLERDİR.
15 Ağustos 1984 günü 21:30’da Eruh’u basan PKK, bugüne kadar 45 bin 879 saldırı gerçekleştirmiş; bu saldırılar sonuncunda 41 bin kişi ölmüş, 8 bin 400 şehit verilmiş ve 10 bin 392 vatandaşımız gazi olmuştur. PKK, gerçekleştirdiği eylemlerde Türk, Kürt, çoluk, çocuk, yaşlı, genç ayırımı yapmaksızın katliâmlar yapmıştır. Buna rağmen ülkemizde, bir Türk-Kürt çatışması meydana gelmemiştir. Zaten dış güçleri çileden çıkaran da, böyle bir çatışmanın meydana gelmemiş olmasıdır.
Bu durum, size bir şeyler anlatmıyor mu?
Dış güçlerin kuklası konumundaki Öcalan’ın, PKK’yı ve sözüm ona DEMOKRASİ mücadelesi verdiğini ifade eden DTP’yi yönettiği, yönlendirdiği, bilinmeyen bir husus değildir. Öcalan, dıştan aldığı talimatları yerine getirmektedir.
Bu gerçeği bilmeyecek kadar bilgisiz ve cahil olamayacağınıza göre; bir mertlik gösterin de, bu yaratılan yapmacık Kürt sorunu, kökünden çözülüversin!
Unutmayınız: Bu ülkenin; gerçeklerini bilen, dünya ve bulunduğumuz coğrafya şartlarında olayları analiz edebilen sizden başka fikir adamları, yazarları ve bilim adamları da vardır. Onlardan bir tanesi de ERHAN GÖKSEL’dir. Örnek olsun diye Erhan Göksel’in yazdıklarından bir bölümünü, bilgilerinize sunuyorum:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Sayın ÇANDAR;
Herhalde, ERHAN GÖKSEL’in bu görüşüne katılırsınız. Ben, Erhan Göksel’den daha fazlasını bildiğinize inanmaktayım. Merakım; niçin, yanlış bir yol izlediğinizdir. Yaşınız itibarı ile benim gibi, dünya hayatının sonlarını yaşamaktasınız. İç ve dış gailelerle boğuşan, huzursuz, mutsuz ve çaresiz ve de üniter yapısını kaybederek bölünmüş bir Türkiye’yi, her halde öbür dünyadan seyretmek istemezsiniz.
İç ve dış gailelerden arınmış; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde 15-20 yıllık bir zaman dilimini yakalamış GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’nin, neleri başaracağını bilmemenize imkân ve ihtimal yoktur.
Buna rağmen Kürt meselesinde, niçin yanlış bir yol izlemektesiniz?
Dünyayı bir beden olarak düşünecek olursak, bu bedenin yüzü mesabesindeki Türkiye’ye ve bu asil ve yüce MİLLETE hiç mi borcunuz yoktur?
Bütün refahını, kendi dünyası dışındaki dünyayı sömürmesine, zulme ve haksızlığa uğratmasına, ezmesine borçlu olan EMPERYAL GÜÇLERE hizmet etmenin, kime ve ne faydası olur?
Yanılıyorsam, lütfen, yanıldığımı belirtiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not:
Bir ülkeye en büyük fenalık, kötülük yapanlardan değil,
Kenara çekilip, hiçbir şey yapmayanlardan gelir.
Gafletle ihanet aynı kapıya çıkar.
Sayın Mehmet Ali BİRAND
Posta Gazetesi Yazarı 22 Temmuz 2009
Sayın BİRAND;
22 Temmuz 2009 tarihli ve “ÇÖZÜM MERKEZİ ANKARA İSE…” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;
“ Dün bu köşe’deki yazımda da sözünü etmiştim.
Öcalan’ın 15 Ağustos açıklamasından önce harekete geçilmez ve Ankara’nın yol haritası ortaya konmazsa, ister istemez İmralı ön almış olacak ve Ankara, sanki ona tepki göstermekle yetiniyormuş gibi bir konuma düşecektir.
Davutoğlu’ndan herşeyi açıkça anlatmasını, paylaşmasını gayet tabi bekleyemezdik. Ancak Öcalan’ın yapacağı açıklamayı da küçümsememek gerekir.
İmralı’nın açılımı, sorunu daha da zora sokabilir veya kolaylaştırabilir. Türkiye’yi rahatlatabilir veya gerilimi arttırabilir. Unutmayalım ki, Öcalan İmralı’da tutulsa dahi, hem Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir bölümü, hem de PKK üstünde önemli prestiji vardır.” İfadelerini kullanmışsınız.
Merakım şudur:
Abdullah Öcalan, 15 Ağustos’ta ne açıklayacak ve Türkiye’den ne isteyecektir?
Ankara, bir yol haritası ortaya koymazsa, ne olacaktır ve Ankara’dan nasıl bir yol haritası bekliyorsunuz?
İmralı’nın açıklaması, niye Türkiye’yi daha da zora soksun?
Siz de çok iyi bilmektesiniz ki; yaratılan Kürt sorununun müsebbibi ne Türkiye’dir ve ne de, Kürt kökenli vatandaşlarımızdır. Bu sorunu yaratanlar, sizin, gerçekleri gayet iyi bildiğiniz halde, asla üzerinde aydınlatıcı yazı yazmadığınız ve dâimâ inkâr ettiğiniz DIŞ GÜÇLERDİR.
15 Ağustos 1984 günü 21:30’da Eruh’u basan PKK, bugüne kadar 45 bin 879 saldırı gerçekleştirmiş; bu saldırılar sonuncunda 41 bin kişi ölmüş, 8 bin 400 şehit verilmiş ve 10 bin 392 vatandaşımız gazi olmuştur. PKK, gerçekleştirdiği eylemlerde Türk, Kürt, çoluk, çocuk, yaşlı, genç ayırımı yapmaksızın katliâmlar yapmıştır. Buna rağmen ülkemizde, bir Türk-Kürt çatışması meydana gelmemiştir. Zaten dış güçleri çileden çıkaran da, böyle bir çatışmanın meydana gelmemiş olmasıdır.
Bu durum, size bir şeyler anlatmıyor mu?
Dış güçlerin kuklası konumundaki Öcalan’ın, PKK’yı ve sözüm ona DEMOKRASİ mücadelesi verdiğini ifade eden DTP’yi yönettiği, yönlendirdiği, bilinmeyen bir husus değildir. Öcalan, dıştan aldığı talimatları yerine getirmektedir.
Bu gerçeği bilmeyecek kadar bilgisiz ve cahil olamayacağınıza göre; bir mertlik gösterin de, bu yaratılan yapmacık Kürt sorunu, kökünden çözülüversin!
Unutmayınız: Bu ülkenin; gerçeklerini bilen, dünya ve bulunduğumuz coğrafya şartlarında olayları analiz edebilen sizden başka fikir adamları, yazarları ve bilim adamları da vardır. Onlardan bir tanesi de ERHAN GÖKSEL’dir. Örnek olsun diye Erhan Göksel’in yazdıklarından bir bölümünü, bilgilerinize sunuyorum:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Sayın BİRAND;
Herhalde, ERHAN GÖKSEL’in bu görüşüne katılırsınız. Ben, Erhan Göksel’den daha fazlasını bildiğinize inanmaktayım. Merakım; niçin, yanlış bir yol izlediğinizdir. Yaşınız itibarı ile benim gibi, dünya hayatının sonlarını yaşamaktasınız. İç ve dış gailelerle boğuşan, huzursuz, mutsuz ve çaresiz ve de üniter yapısını kaybederek bölünmüş bir Türkiye’yi, her halde öbür dünyadan seyretmek istemezsiniz.
İç ve dış gailelerden arınmış; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde 15-20 yıllık bir zaman dilimini yakalamış GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’nin, neleri başaracağını bilmemenize imkân ve ihtimal yoktur.
Buna rağmen Kürt meselesinde, niçin yanlış bir yol izlemektesiniz?
Dünyayı bir beden olarak düşünecek olursak, bu bedenin yüzü mesabesindeki Türkiye’ye ve bu asil ve yüce MİLLETE hiç mi borcunuz yoktur?
Bütün refahını, kendi dünyası dışındaki dünyayı sömürmesine, zulme ve haksızlığa uğratmasına, ezmesine borçlu olan EMPERYAL GÜÇLERE hizmet etmenin, kime ve ne faydası olur?
Yanılıyorsam, lütfen, yanıldığımı belirtiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not:
Bir ülkeye en büyük fenalık, kötülük yapanlardan değil,
Kenara çekilip, hiçbir şey yapmayanlardan gelir.
Posta Gazetesi Yazarı 22 Temmuz 2009
Sayın BİRAND;
22 Temmuz 2009 tarihli ve “ÇÖZÜM MERKEZİ ANKARA İSE…” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;
“ Dün bu köşe’deki yazımda da sözünü etmiştim.
Öcalan’ın 15 Ağustos açıklamasından önce harekete geçilmez ve Ankara’nın yol haritası ortaya konmazsa, ister istemez İmralı ön almış olacak ve Ankara, sanki ona tepki göstermekle yetiniyormuş gibi bir konuma düşecektir.
Davutoğlu’ndan herşeyi açıkça anlatmasını, paylaşmasını gayet tabi bekleyemezdik. Ancak Öcalan’ın yapacağı açıklamayı da küçümsememek gerekir.
İmralı’nın açılımı, sorunu daha da zora sokabilir veya kolaylaştırabilir. Türkiye’yi rahatlatabilir veya gerilimi arttırabilir. Unutmayalım ki, Öcalan İmralı’da tutulsa dahi, hem Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir bölümü, hem de PKK üstünde önemli prestiji vardır.” İfadelerini kullanmışsınız.
Merakım şudur:
Abdullah Öcalan, 15 Ağustos’ta ne açıklayacak ve Türkiye’den ne isteyecektir?
Ankara, bir yol haritası ortaya koymazsa, ne olacaktır ve Ankara’dan nasıl bir yol haritası bekliyorsunuz?
İmralı’nın açıklaması, niye Türkiye’yi daha da zora soksun?
Siz de çok iyi bilmektesiniz ki; yaratılan Kürt sorununun müsebbibi ne Türkiye’dir ve ne de, Kürt kökenli vatandaşlarımızdır. Bu sorunu yaratanlar, sizin, gerçekleri gayet iyi bildiğiniz halde, asla üzerinde aydınlatıcı yazı yazmadığınız ve dâimâ inkâr ettiğiniz DIŞ GÜÇLERDİR.
15 Ağustos 1984 günü 21:30’da Eruh’u basan PKK, bugüne kadar 45 bin 879 saldırı gerçekleştirmiş; bu saldırılar sonuncunda 41 bin kişi ölmüş, 8 bin 400 şehit verilmiş ve 10 bin 392 vatandaşımız gazi olmuştur. PKK, gerçekleştirdiği eylemlerde Türk, Kürt, çoluk, çocuk, yaşlı, genç ayırımı yapmaksızın katliâmlar yapmıştır. Buna rağmen ülkemizde, bir Türk-Kürt çatışması meydana gelmemiştir. Zaten dış güçleri çileden çıkaran da, böyle bir çatışmanın meydana gelmemiş olmasıdır.
Bu durum, size bir şeyler anlatmıyor mu?
Dış güçlerin kuklası konumundaki Öcalan’ın, PKK’yı ve sözüm ona DEMOKRASİ mücadelesi verdiğini ifade eden DTP’yi yönettiği, yönlendirdiği, bilinmeyen bir husus değildir. Öcalan, dıştan aldığı talimatları yerine getirmektedir.
Bu gerçeği bilmeyecek kadar bilgisiz ve cahil olamayacağınıza göre; bir mertlik gösterin de, bu yaratılan yapmacık Kürt sorunu, kökünden çözülüversin!
Unutmayınız: Bu ülkenin; gerçeklerini bilen, dünya ve bulunduğumuz coğrafya şartlarında olayları analiz edebilen sizden başka fikir adamları, yazarları ve bilim adamları da vardır. Onlardan bir tanesi de ERHAN GÖKSEL’dir. Örnek olsun diye Erhan Göksel’in yazdıklarından bir bölümünü, bilgilerinize sunuyorum:
“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKE İÇİNDE, gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”
Sayın BİRAND;
Herhalde, ERHAN GÖKSEL’in bu görüşüne katılırsınız. Ben, Erhan Göksel’den daha fazlasını bildiğinize inanmaktayım. Merakım; niçin, yanlış bir yol izlediğinizdir. Yaşınız itibarı ile benim gibi, dünya hayatının sonlarını yaşamaktasınız. İç ve dış gailelerle boğuşan, huzursuz, mutsuz ve çaresiz ve de üniter yapısını kaybederek bölünmüş bir Türkiye’yi, her halde öbür dünyadan seyretmek istemezsiniz.
İç ve dış gailelerden arınmış; sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde 15-20 yıllık bir zaman dilimini yakalamış GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’nin, neleri başaracağını bilmemenize imkân ve ihtimal yoktur.
Buna rağmen Kürt meselesinde, niçin yanlış bir yol izlemektesiniz?
Dünyayı bir beden olarak düşünecek olursak, bu bedenin yüzü mesabesindeki Türkiye’ye ve bu asil ve yüce MİLLETE hiç mi borcunuz yoktur?
Bütün refahını, kendi dünyası dışındaki dünyayı sömürmesine, zulme ve haksızlığa uğratmasına, ezmesine borçlu olan EMPERYAL GÜÇLERE hizmet etmenin, kime ve ne faydası olur?
Yanılıyorsam, lütfen, yanıldığımı belirtiniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Not:
Bir ülkeye en büyük fenalık, kötülük yapanlardan değil,
Kenara çekilip, hiçbir şey yapmayanlardan gelir.
21 Temmuz 2009 Salı
Darbe Öcüsü!
Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans Gazetesi Yazarı
İstanbul 21 Temmuz 2009
Sayın ÇANDAR;
21 Temmuz 2009 tarihli ve “ERGENEKON 2: CİN, ŞİŞEDEN ÇIKTI…” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Yabancı basında Türkiye hakkında çıkan yazılardan uzun uzadıya bahsederek, kendi aklınızca, yeni senaryoların peşine düşmüşsünüz. Yazılan bu yorumları naklettikten sonra da, yazınızı, şu ifadelerle noktalamışsınız:
“ Yanisi şu: Bu davanın nasıl seyredeceğini, yol boyunca neler olup-biteceğini bilemeyiz. Ama “İkinci Ergenekon Davası”nın başlaması başlı başına, Türkiye’de bugüne dek rastlanmayan bir olay olması bir yana, yakın geçmişte rastlanmasına ihtimal bile verilmediği göz önüne alınırsa, “tarihi” bir adımdır.
Türkiye’de demokrasi yolunda, “hukukun üstünlüğü”nün sağlanması yani hiçbir sıfatın ve mevkiin “hukukun üzerinde olamayacağı”nın ortaya çıkması bakımından “dev” bir adımdır.
Evet, davanın nasıl seyredeceğini, yol boyunca neler olup-biteceğini bilemesek de, bildiğimiz bir şey var: “Cin şişeden çıkmıştır”!
20 Temmuz 2009’dan itibaren, ne olursa olsun, bu gerçek değişmeyecek.
Cin şişeden çıktı!”
Evet; ortalıkta bir CİN dolaşmaktadır. Ama, bu CİN’in, kimler tarafından ve niçin ortaya salındığını bilmeyecek veya bilemeyecek kadar bilgisiz ve bağlantısız olamayacağınıza göre; yapılmak istenenleri ve yapmak istediklerinizi açık bir şekilde ifade etseniz, acaba, daha dürüst davranmış olmaz mısınız?
Bugün ülkemizde bir DARBE tehlikesi ve tehdidi olmadığını gayet iyi bildiğiniz halde; bir “DARBE ÖCÜSÜ” yaratarak, halk efkârını karıştırmak isteyenlerle saf tutmanızın bir anlamı olmalıdır.
Evet; geçmişte darbeler, müdahaleler olmuştur. Bu darbe ve müdahale ortamlarını da, okyanus ötesi ülkenin tertip, destek ve provokasyonları sağlamıştır. Tabii, yerli işbirlikçileri de kullanılarak, DEVLET, sokağa mağlûp ettirilmiştir. Bu kaide dışı olayların, yabancılar için siyasî, iktisadî ve askerî hedefleri vardı.
Muhakkak surette bilginiz dâhilindedir: Türkiye, 12 Mart 1971’den beri siyasî ve iktisadî istikrara kavuşamamıştır. Zaten ABD, İNGİLTERE, İSRAİL ve başta Almanya olmak üzere AVRUPA ÜLKELERİNİN hedefleri ve çıkarları da, bunu gerektiriyordu. Zira; dünya coğrafyasında çok önemli bir konumu bulunan Türkiye’nin, kendi kendine yeterli olması, güçlenmesi ve bölgede söz sahibi olması, EMPERYALİZMİN arzu etmediği bir husustur. Bu bakımdan, 12 Mart 1971 müdahalesi, başkalarının hedefleri açısından çok önemlidir. Bu gerçek tahtında kendinize, “12 MART 1971 MÜDAHALESİ OLMASAYDI; ACABA BUGÜN, DÜNYA ÜZERİNDE NASIL BİR TÜRKİYE OLURDU?” sorusunu sormanız gerekmektedir.
Acaba, böyle bir soruyu sorabilir misiniz?
Soramazsınız. Zira; o dönemde, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettirmek için meydana getirilen hareketlerin ve provokasyonların içinde bulunmuştunuz. Hayalî konuşmuyorum; Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabından örnek ve delil sunuyorum. İşte, Hasan Cemâl’in yazdıkları:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
Görülmektedir ki; O gün, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettiren, bir darbe ortamı yaratan hareketlerin ve provokasyonların içinde yer almışsınız. Bu hareketleriniz de, “MEŞRU BİR HÜKÜMETİ YIKMAK ve ASKERLERİ DARBE YAPMAYA TEŞVİK ETMEK” açısından, ZAMAN AŞIMINA tabî olmayan bir SUÇ oluşturmuştur. Türkiye’yi, böylesine kaosa iten bir suçu işlediğinizden dolayı da, bugün YARGILANMANIZ gerekmektedir.
Sayın ÇANDAR;
Geçmiş olayların ışığında bir değerlendirme yapacak olursak; gayri ihtiyarî bazı şüpheler ve ince hesaplar aklıma geliyor. O da, şudur:
Geçmiş yıllarda ORDUYU, sokak hareketleriyle, düzenlenen provokasyonlarla DARBEYE teşvik edenler; acaba bugün, DARBE ÖCÜSÜ yaratarak, psikolojik saldırılarla askerleri tahrik ederek, yeni bir DARBE yapılmasını mı sağlamaya çalışıyorlar? Bölgenin oyuncuları, bir darbe vukua geldiği zaman Türkiye’nin iç savaşa sürüklenerek, BÖLÜNECEĞİNİ Mİ hesap etmektedirler?
Öyle ya! Geçmişte, darbe ortamının sağlanması için çalışan ne kadar aktif rol almış kişiler varsa; bugün hepsi, ANTİ MİLİTARİS ve GÖSTERMELİK DEMOKRASİ SAVUNUCUSU olarak yine, sahne almışlardır.
Dünyayı karış, karış dolaşarak, herkesle rahat görüşme imkânına sahip olan siz; acaba, bu yorumlarıma ne dersiniz?
Türkiye, sizin veya benim bilmediğim dış saldırılara mı maruz kalmaktadır?
Hedef, Türkiye’nin ÜNİTER YAPISINI bozarak, bir birleriyle kavga eden bir toplum yapısı mı oluşturmaktır?
Sayılarını dahî iyi bimediğimiz SİVİL TOPLUM KURULUŞU adı verilen oluşumlar, dış kaynakların yardımlarıyla, Türkiye’yi, TUZAĞA MI DÜŞÜRMEK istiyorlar?
Cevap vererek beni aydınlatırsanız, çok memnun olurum ve size, minnettar kalırım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Referans Gazetesi Yazarı
İstanbul 21 Temmuz 2009
Sayın ÇANDAR;
21 Temmuz 2009 tarihli ve “ERGENEKON 2: CİN, ŞİŞEDEN ÇIKTI…” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Yabancı basında Türkiye hakkında çıkan yazılardan uzun uzadıya bahsederek, kendi aklınızca, yeni senaryoların peşine düşmüşsünüz. Yazılan bu yorumları naklettikten sonra da, yazınızı, şu ifadelerle noktalamışsınız:
“ Yanisi şu: Bu davanın nasıl seyredeceğini, yol boyunca neler olup-biteceğini bilemeyiz. Ama “İkinci Ergenekon Davası”nın başlaması başlı başına, Türkiye’de bugüne dek rastlanmayan bir olay olması bir yana, yakın geçmişte rastlanmasına ihtimal bile verilmediği göz önüne alınırsa, “tarihi” bir adımdır.
Türkiye’de demokrasi yolunda, “hukukun üstünlüğü”nün sağlanması yani hiçbir sıfatın ve mevkiin “hukukun üzerinde olamayacağı”nın ortaya çıkması bakımından “dev” bir adımdır.
Evet, davanın nasıl seyredeceğini, yol boyunca neler olup-biteceğini bilemesek de, bildiğimiz bir şey var: “Cin şişeden çıkmıştır”!
20 Temmuz 2009’dan itibaren, ne olursa olsun, bu gerçek değişmeyecek.
Cin şişeden çıktı!”
Evet; ortalıkta bir CİN dolaşmaktadır. Ama, bu CİN’in, kimler tarafından ve niçin ortaya salındığını bilmeyecek veya bilemeyecek kadar bilgisiz ve bağlantısız olamayacağınıza göre; yapılmak istenenleri ve yapmak istediklerinizi açık bir şekilde ifade etseniz, acaba, daha dürüst davranmış olmaz mısınız?
Bugün ülkemizde bir DARBE tehlikesi ve tehdidi olmadığını gayet iyi bildiğiniz halde; bir “DARBE ÖCÜSÜ” yaratarak, halk efkârını karıştırmak isteyenlerle saf tutmanızın bir anlamı olmalıdır.
Evet; geçmişte darbeler, müdahaleler olmuştur. Bu darbe ve müdahale ortamlarını da, okyanus ötesi ülkenin tertip, destek ve provokasyonları sağlamıştır. Tabii, yerli işbirlikçileri de kullanılarak, DEVLET, sokağa mağlûp ettirilmiştir. Bu kaide dışı olayların, yabancılar için siyasî, iktisadî ve askerî hedefleri vardı.
Muhakkak surette bilginiz dâhilindedir: Türkiye, 12 Mart 1971’den beri siyasî ve iktisadî istikrara kavuşamamıştır. Zaten ABD, İNGİLTERE, İSRAİL ve başta Almanya olmak üzere AVRUPA ÜLKELERİNİN hedefleri ve çıkarları da, bunu gerektiriyordu. Zira; dünya coğrafyasında çok önemli bir konumu bulunan Türkiye’nin, kendi kendine yeterli olması, güçlenmesi ve bölgede söz sahibi olması, EMPERYALİZMİN arzu etmediği bir husustur. Bu bakımdan, 12 Mart 1971 müdahalesi, başkalarının hedefleri açısından çok önemlidir. Bu gerçek tahtında kendinize, “12 MART 1971 MÜDAHALESİ OLMASAYDI; ACABA BUGÜN, DÜNYA ÜZERİNDE NASIL BİR TÜRKİYE OLURDU?” sorusunu sormanız gerekmektedir.
Acaba, böyle bir soruyu sorabilir misiniz?
Soramazsınız. Zira; o dönemde, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettirmek için meydana getirilen hareketlerin ve provokasyonların içinde bulunmuştunuz. Hayalî konuşmuyorum; Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabından örnek ve delil sunuyorum. İşte, Hasan Cemâl’in yazdıkları:
"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….
Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. Bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"
Bir tek amacımız vardı:
ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.
Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"
Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:
"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?
1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey, her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu.Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:
"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."
Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.
Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi.
FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"
Görülmektedir ki; O gün, DEVLETİ, sokağa mağlûp ettiren, bir darbe ortamı yaratan hareketlerin ve provokasyonların içinde yer almışsınız. Bu hareketleriniz de, “MEŞRU BİR HÜKÜMETİ YIKMAK ve ASKERLERİ DARBE YAPMAYA TEŞVİK ETMEK” açısından, ZAMAN AŞIMINA tabî olmayan bir SUÇ oluşturmuştur. Türkiye’yi, böylesine kaosa iten bir suçu işlediğinizden dolayı da, bugün YARGILANMANIZ gerekmektedir.
Sayın ÇANDAR;
Geçmiş olayların ışığında bir değerlendirme yapacak olursak; gayri ihtiyarî bazı şüpheler ve ince hesaplar aklıma geliyor. O da, şudur:
Geçmiş yıllarda ORDUYU, sokak hareketleriyle, düzenlenen provokasyonlarla DARBEYE teşvik edenler; acaba bugün, DARBE ÖCÜSÜ yaratarak, psikolojik saldırılarla askerleri tahrik ederek, yeni bir DARBE yapılmasını mı sağlamaya çalışıyorlar? Bölgenin oyuncuları, bir darbe vukua geldiği zaman Türkiye’nin iç savaşa sürüklenerek, BÖLÜNECEĞİNİ Mİ hesap etmektedirler?
Öyle ya! Geçmişte, darbe ortamının sağlanması için çalışan ne kadar aktif rol almış kişiler varsa; bugün hepsi, ANTİ MİLİTARİS ve GÖSTERMELİK DEMOKRASİ SAVUNUCUSU olarak yine, sahne almışlardır.
Dünyayı karış, karış dolaşarak, herkesle rahat görüşme imkânına sahip olan siz; acaba, bu yorumlarıma ne dersiniz?
Türkiye, sizin veya benim bilmediğim dış saldırılara mı maruz kalmaktadır?
Hedef, Türkiye’nin ÜNİTER YAPISINI bozarak, bir birleriyle kavga eden bir toplum yapısı mı oluşturmaktır?
Sayılarını dahî iyi bimediğimiz SİVİL TOPLUM KURULUŞU adı verilen oluşumlar, dış kaynakların yardımlarıyla, Türkiye’yi, TUZAĞA MI DÜŞÜRMEK istiyorlar?
Cevap vererek beni aydınlatırsanız, çok memnun olurum ve size, minnettar kalırım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Değişen nedir?
Sayın Derya SAZAK
Milliyet Gazetesi Yazarı 20 Temmuz 2009
Sayın SAZAK;
Ortalığa DARBE KORKUSU salarak halkın efkârını karıştıran DEMOKRASİ HAVARİLERİNİN çirit attığı günümüzde; fikren geçmişe bir seyahate çıktım. Arşivimdeki size ait iki yazı, dikkatimi çekti. Belki biraz zamanınızı alır, ama, günümüze ışık tutacağı için, dikkatlerinize ve tetkiklerinize sunmayı uygun buldum. İşte, yazılarınız:
1-Yazınızın tarihi, 11 Ekim 1988’dir. Başlığı, “GÜVEN BUNALIMI” dır. İçeriği ise şöyledir:
“RV lokantasında bir akşam yemeği….Masadaki ANAP-DYP koalisyonu hayli ilgi çekiyor.
Doğru Yolculara bakıyoruz…Bursa Milletvekili Cavit Çağlar, Muğla Milletvekili Lâtif Çakıcı, Zonguldak Milletvekili Ömer Barutçu.
Anavatanlı konuklara gelince…Meclis Grup Başkanvekili, eski Bakan Ahmet Karaevli ve Yozgat Milletvekili Lütfullah Kayalar.
Memleket meselelerine fazla girilmiyor. Havadan, sudan konuşuluyor, anılar tazeleniyor.
Meclis çıkışı kuliste karşılaşıp, ayaküstü kararlaştırılan bir akşam yemeğinden siyasî anlam çıkarmak niye?...
Son günlerde sıklaşan böyle temasları “ÇENGEL OPERASYONU” diye yorumlamak da erken…Hem, kimin kime yaklaştığı da belli değil…Şimdilik söylenen, “Lütfullah, bizim eski gençlik kolları başkanımızdı…Ahmet Bey de eski arkadaşımız. Severiz kendilerini” türünden lâflar.
Hepsi o kadar. Aslında, başkent geceleri hareketlenmeye başladı. Davetler, gece sohbetleri, çay, kahve ikramları giderek sıklaşıyor.
“Geçiyordum, uğradım” diyerek, Meclis’te parti gruplarının yolunu şaşıran parlâmenterlerin sayısı da artıyor.
DYP’li Köksal TOPTAN, dün Konya ANAP Milletvekili Mehmet ŞİMŞEK’i kabul etmiş…
SHP’nin DOĞU KÖKENLİ bazı Milletvekilleri, ANAP’ın transfer listesine dâhil edilmiş.
Kulisler, “DEDİKODU” kaynıyor…
Bakanları hedef alan GENSORU ÖNERGELERİ, ilk yoklamalar. Muhalefet, Mart’taki yerel seçimin ardından bir atağa hazırlanıyor…
1989 sonbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça, “POLİTİKA KAZANI” iyice fokurdayacak.
ANAP’taki gerginlik, Başbakan ÖZAL’IN devreye girmesiyle yumuşatılmış gibi görünüyor. Ancak, kutsal ittifakın “HAREKETÇİ” kanadı, kavgayı bırakmış değil…
Eyüp AŞIK ile konuşuyoruz.
KEÇECİLER ile birlikte kongreye kadar liderin yakın çevresinde olan EYÜP BEY, şöyle dert yanıyor:
“Öyle hatalar yapılıyor ki, insan ister istemez politikadan soğuyor. İdealler, rafa kaldırılıyor. Daha Meclis’in ikinci yasama döneminde çoğu arkadaşımız, bir daha seçilmek istemiyor. Küstürülmüş milletvekilleri…”
İktidar grubundaki bu yargıyı, partinin liberal kanadından da işitmiştik…
Eyüp AŞIK, Karadenizli…
Öyle kolay pes edeceğe benzemiyor, ama, yine de yakınıyor:
“…Nasıl küsmezsiniz…Herkes konuşuyor. Doktoru, koruması, ailesi…Sâdece milletvekilleri politika yapamıyor. Biz sesimizi çıkarsak, bu sefer “VAY EFENDİM, BAŞ KALDIRIYOR” diye şikâyet ediyorlar.
Böyle şey olur mu? Cumhurbaşkanı kim olacak? Neredeyse onu da, KORUMA GÖREVLİSİ tayin edecek.”
Herkes, DERT KÜPÜ…
TAŞAR, AŞIK, PEHLİVANLI grubu, “KARAR” eşiğinde…Bakalım, “KOPMA” noktasından nasıl geri çevrilecekler?
Oltan SUNGURLU, dün KONUT ile MECLİS arasında “MEKİK” dokuyarak, uzlaşma zemini aradı. ÖZAL adına arabuluculuk yaptı.
Pazarlık, “KAHVECİNİN KELLESİNİ KURTARMA” operasyonunu aştı; lider ile “HAREKETÇİ” kanat arasındaki “GÜVEN BUNALIMINI” gidermeye dönüştü.
2-Yazınızın tarihi, 16 Ekim 1988’dir. Başlığı, “ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİ” dir. İçeriği ise şöyledir:
“ADAPAZARI’ndan eczacı Hüsnü AKINCI, Trabzon Milletvekili Eyüp AŞIK’a gönderdiği mektubun bir kopyasını da bize yollamış…
Hafta başında günlüğümüze almıştık.
ANAPLI AŞIK, parlâmentonun iktidar kanadındaki manzarayı, şöyle yargılıyordu:
“Öyle hatalar yapılıyor ki, insan ister istemez politikadan soğuyor. İdealler rafa kaldırılıyor. Daha Meclis’in ikinci yasama döneminde çoğu arkadaşımız, bir daha seçilmek istemiyor. Küstürülmüş milletvekilleri.”
Varolmanın dayanılmaz sancısı…Ülke yönetiminde “SÖZ SAHİBİ” olması gereken iktidara mensup bir milletvekilinin çözümsüzlüğü…
Eyüp Bey’in yakınma dolu satırlarını okuyunca, dayanamamış, eczacı Hüsnü Bey…Okuyalım, neler yazmış:
“Gerçekleri söylemek varken, ideallere sımsıkı sarılmak varken, küserek susmak şaşırtıcıdır.
Sizi parlâmentoya gönderen vatandaşlar, yılgınlık gösterip politikadan soğuyasınız diye seçmediler. Milletin hakkını, hukukunu savunasınız diye gönderdiler.
Hedefiniz yeniden seçilmek değilse, parlâmentonun kutsal çatısı altında ettiğiniz yemine sadık kalarak doğru olanı savunmalısınız.
Küserek, mazeret beyan edeceğinize, milletin vekilleri olduğunuzu hatırlamalısınız. Bunu hatırlarsanız, doktorun, korumanın, ailenin size pek etkisi olmaz.
O zaman Cumhurbaşkanını da, milletin size verdiği temsil yetkisini yerinde kullanarak HÜR İRADENİZLE seçebilirsiniz.”
Mektubunda bir de izlenimini anlatıyor eczacı HÜSNÜ AKINCI:
“…Sakarya Milletvekili ERSİN TARANOĞLU, kalabalık bir vatandaş topluluğu huzurunda bana, “BİZ GERÇEKLERİ DİLE GETİREMEYİZ. ZİRA BİZ, MİLLETİN DEĞİL, ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİYİZ. ÖN SEÇİM MERHALESİNDEN GEÇMEDİK. ÖZAL’IN TAYİNİ İLE GELDİK.” deyivermiştir.”
Mektupta ANAP’lı Ersin TARANOĞLU’nun bu sözlerini naklederek EYÜP AŞIK’a şu mesajı iletiyor:
“Aynı kanatta iseniz ve artık buna isyan edecek duruma gelmişseniz, bunun diyetini vermekte gecikmemelisiniz. Bunun diyeti, vatandaşların, milletin ve devletin menfaatleri doğrultusunda hareket etmektir. Zira, ortada bir devlet vardır, ortada milletin kaderi söz konusudur.
Türkiye’nin HANEDAN ZİHNİYETİ ile yönetilmesi mümkün değildir. Türkiye REJİMİNİN ana KAİDELERİ, ana BELGELERİ vardır. HUKUK DEVLETİ İLKESİ, keyfe göre rafa kaldırılamaz.”
Demek ki halk, ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİ’NİN sıkıntısını kavramış durumda…
Aslında Adapazarı’ndan gelen mektubun adresi, tek bir parlâmenter değil, tüm parlâmento…
Milletvekillerinden çözüm bekleniyor. Umutsuzluğa kapalı…Umut arıyor insanlar.”
Sayın SAZAK;
Size ait olan bu iki yazının üzerinden tam 21 yıl geçmiş…Şimdi size, sormak zorundayım:
Aradan geçen 21 yıl zarfında ne değişmiştir?
Bugün, ÖZAL yoktur. Ama, sistem, hiç değişmemiştir. HALKI, sistemin dışına iten ÇARPIK VE AZICIK bir DEMOKRASİ anlayışı hüküm sürmektedir ve TEK ADAM İRADESİ, her şeye hâkimdir.
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen bir dâvâ sebebiyle, ortaya DARBEYE dayandırılan bir ÖCÜ KORKUSU salarak, demokrasimizdeki çarpıklığı örtmek isteyenlere karşı, ne zamana kadar sessiz kalacaksınız?
Türkiye, aradan geçen 26 yıl zarfında tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olamamışsa; bunun müsebbibi ASKERLER MİDİR? Yoksa SİVİL İRADE MİDİR?
Çıktığınız televizyon programlarında ve yazılarınızda bu gerçeği, niçin dile getirmiyor sunuz?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Milliyet Gazetesi Yazarı 20 Temmuz 2009
Sayın SAZAK;
Ortalığa DARBE KORKUSU salarak halkın efkârını karıştıran DEMOKRASİ HAVARİLERİNİN çirit attığı günümüzde; fikren geçmişe bir seyahate çıktım. Arşivimdeki size ait iki yazı, dikkatimi çekti. Belki biraz zamanınızı alır, ama, günümüze ışık tutacağı için, dikkatlerinize ve tetkiklerinize sunmayı uygun buldum. İşte, yazılarınız:
1-Yazınızın tarihi, 11 Ekim 1988’dir. Başlığı, “GÜVEN BUNALIMI” dır. İçeriği ise şöyledir:
“RV lokantasında bir akşam yemeği….Masadaki ANAP-DYP koalisyonu hayli ilgi çekiyor.
Doğru Yolculara bakıyoruz…Bursa Milletvekili Cavit Çağlar, Muğla Milletvekili Lâtif Çakıcı, Zonguldak Milletvekili Ömer Barutçu.
Anavatanlı konuklara gelince…Meclis Grup Başkanvekili, eski Bakan Ahmet Karaevli ve Yozgat Milletvekili Lütfullah Kayalar.
Memleket meselelerine fazla girilmiyor. Havadan, sudan konuşuluyor, anılar tazeleniyor.
Meclis çıkışı kuliste karşılaşıp, ayaküstü kararlaştırılan bir akşam yemeğinden siyasî anlam çıkarmak niye?...
Son günlerde sıklaşan böyle temasları “ÇENGEL OPERASYONU” diye yorumlamak da erken…Hem, kimin kime yaklaştığı da belli değil…Şimdilik söylenen, “Lütfullah, bizim eski gençlik kolları başkanımızdı…Ahmet Bey de eski arkadaşımız. Severiz kendilerini” türünden lâflar.
Hepsi o kadar. Aslında, başkent geceleri hareketlenmeye başladı. Davetler, gece sohbetleri, çay, kahve ikramları giderek sıklaşıyor.
“Geçiyordum, uğradım” diyerek, Meclis’te parti gruplarının yolunu şaşıran parlâmenterlerin sayısı da artıyor.
DYP’li Köksal TOPTAN, dün Konya ANAP Milletvekili Mehmet ŞİMŞEK’i kabul etmiş…
SHP’nin DOĞU KÖKENLİ bazı Milletvekilleri, ANAP’ın transfer listesine dâhil edilmiş.
Kulisler, “DEDİKODU” kaynıyor…
Bakanları hedef alan GENSORU ÖNERGELERİ, ilk yoklamalar. Muhalefet, Mart’taki yerel seçimin ardından bir atağa hazırlanıyor…
1989 sonbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça, “POLİTİKA KAZANI” iyice fokurdayacak.
ANAP’taki gerginlik, Başbakan ÖZAL’IN devreye girmesiyle yumuşatılmış gibi görünüyor. Ancak, kutsal ittifakın “HAREKETÇİ” kanadı, kavgayı bırakmış değil…
Eyüp AŞIK ile konuşuyoruz.
KEÇECİLER ile birlikte kongreye kadar liderin yakın çevresinde olan EYÜP BEY, şöyle dert yanıyor:
“Öyle hatalar yapılıyor ki, insan ister istemez politikadan soğuyor. İdealler, rafa kaldırılıyor. Daha Meclis’in ikinci yasama döneminde çoğu arkadaşımız, bir daha seçilmek istemiyor. Küstürülmüş milletvekilleri…”
İktidar grubundaki bu yargıyı, partinin liberal kanadından da işitmiştik…
Eyüp AŞIK, Karadenizli…
Öyle kolay pes edeceğe benzemiyor, ama, yine de yakınıyor:
“…Nasıl küsmezsiniz…Herkes konuşuyor. Doktoru, koruması, ailesi…Sâdece milletvekilleri politika yapamıyor. Biz sesimizi çıkarsak, bu sefer “VAY EFENDİM, BAŞ KALDIRIYOR” diye şikâyet ediyorlar.
Böyle şey olur mu? Cumhurbaşkanı kim olacak? Neredeyse onu da, KORUMA GÖREVLİSİ tayin edecek.”
Herkes, DERT KÜPÜ…
TAŞAR, AŞIK, PEHLİVANLI grubu, “KARAR” eşiğinde…Bakalım, “KOPMA” noktasından nasıl geri çevrilecekler?
Oltan SUNGURLU, dün KONUT ile MECLİS arasında “MEKİK” dokuyarak, uzlaşma zemini aradı. ÖZAL adına arabuluculuk yaptı.
Pazarlık, “KAHVECİNİN KELLESİNİ KURTARMA” operasyonunu aştı; lider ile “HAREKETÇİ” kanat arasındaki “GÜVEN BUNALIMINI” gidermeye dönüştü.
2-Yazınızın tarihi, 16 Ekim 1988’dir. Başlığı, “ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİ” dir. İçeriği ise şöyledir:
“ADAPAZARI’ndan eczacı Hüsnü AKINCI, Trabzon Milletvekili Eyüp AŞIK’a gönderdiği mektubun bir kopyasını da bize yollamış…
Hafta başında günlüğümüze almıştık.
ANAPLI AŞIK, parlâmentonun iktidar kanadındaki manzarayı, şöyle yargılıyordu:
“Öyle hatalar yapılıyor ki, insan ister istemez politikadan soğuyor. İdealler rafa kaldırılıyor. Daha Meclis’in ikinci yasama döneminde çoğu arkadaşımız, bir daha seçilmek istemiyor. Küstürülmüş milletvekilleri.”
Varolmanın dayanılmaz sancısı…Ülke yönetiminde “SÖZ SAHİBİ” olması gereken iktidara mensup bir milletvekilinin çözümsüzlüğü…
Eyüp Bey’in yakınma dolu satırlarını okuyunca, dayanamamış, eczacı Hüsnü Bey…Okuyalım, neler yazmış:
“Gerçekleri söylemek varken, ideallere sımsıkı sarılmak varken, küserek susmak şaşırtıcıdır.
Sizi parlâmentoya gönderen vatandaşlar, yılgınlık gösterip politikadan soğuyasınız diye seçmediler. Milletin hakkını, hukukunu savunasınız diye gönderdiler.
Hedefiniz yeniden seçilmek değilse, parlâmentonun kutsal çatısı altında ettiğiniz yemine sadık kalarak doğru olanı savunmalısınız.
Küserek, mazeret beyan edeceğinize, milletin vekilleri olduğunuzu hatırlamalısınız. Bunu hatırlarsanız, doktorun, korumanın, ailenin size pek etkisi olmaz.
O zaman Cumhurbaşkanını da, milletin size verdiği temsil yetkisini yerinde kullanarak HÜR İRADENİZLE seçebilirsiniz.”
Mektubunda bir de izlenimini anlatıyor eczacı HÜSNÜ AKINCI:
“…Sakarya Milletvekili ERSİN TARANOĞLU, kalabalık bir vatandaş topluluğu huzurunda bana, “BİZ GERÇEKLERİ DİLE GETİREMEYİZ. ZİRA BİZ, MİLLETİN DEĞİL, ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİYİZ. ÖN SEÇİM MERHALESİNDEN GEÇMEDİK. ÖZAL’IN TAYİNİ İLE GELDİK.” deyivermiştir.”
Mektupta ANAP’lı Ersin TARANOĞLU’nun bu sözlerini naklederek EYÜP AŞIK’a şu mesajı iletiyor:
“Aynı kanatta iseniz ve artık buna isyan edecek duruma gelmişseniz, bunun diyetini vermekte gecikmemelisiniz. Bunun diyeti, vatandaşların, milletin ve devletin menfaatleri doğrultusunda hareket etmektir. Zira, ortada bir devlet vardır, ortada milletin kaderi söz konusudur.
Türkiye’nin HANEDAN ZİHNİYETİ ile yönetilmesi mümkün değildir. Türkiye REJİMİNİN ana KAİDELERİ, ana BELGELERİ vardır. HUKUK DEVLETİ İLKESİ, keyfe göre rafa kaldırılamaz.”
Demek ki halk, ÖZAL’IN MİLLETVEKİLLERİ’NİN sıkıntısını kavramış durumda…
Aslında Adapazarı’ndan gelen mektubun adresi, tek bir parlâmenter değil, tüm parlâmento…
Milletvekillerinden çözüm bekleniyor. Umutsuzluğa kapalı…Umut arıyor insanlar.”
Sayın SAZAK;
Size ait olan bu iki yazının üzerinden tam 21 yıl geçmiş…Şimdi size, sormak zorundayım:
Aradan geçen 21 yıl zarfında ne değişmiştir?
Bugün, ÖZAL yoktur. Ama, sistem, hiç değişmemiştir. HALKI, sistemin dışına iten ÇARPIK VE AZICIK bir DEMOKRASİ anlayışı hüküm sürmektedir ve TEK ADAM İRADESİ, her şeye hâkimdir.
Henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen bir dâvâ sebebiyle, ortaya DARBEYE dayandırılan bir ÖCÜ KORKUSU salarak, demokrasimizdeki çarpıklığı örtmek isteyenlere karşı, ne zamana kadar sessiz kalacaksınız?
Türkiye, aradan geçen 26 yıl zarfında tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke olamamışsa; bunun müsebbibi ASKERLER MİDİR? Yoksa SİVİL İRADE MİDİR?
Çıktığınız televizyon programlarında ve yazılarınızda bu gerçeği, niçin dile getirmiyor sunuz?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
18 Temmuz 2009 Cumartesi
Korku ve Başarı Ölçüsü.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Temmuz 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Konya İl Kongresi’nde yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini, dikkatle okudum.
“Türlü taktiklerle, kirli oyunlarla, çirkin senaryolarla millet iradesini gölgelemek istediler. Çetelerle, mafyayla, hukuk dışılıkla, hukuku zorlayarak, provokasyonlarla üzerimize geldiler, hâlâ geliyorlar. Hiçbirinde geri adım atmadık. Taviz vermedik. Bundan sonra da geri adım atmayacağız, yılgınlık, bıkkınlık göstermeyeceğiz.” şeklindeki sözlerinizi yadırgamadım dersem, yalan söylemiş olurum. Sebebine gelince:
Bugün ülkeyi idare eden, yetki ve sorumluluğunuzu istediğiniz gibi kullanan bir Başbakan’sınız. Öyle de olması lâzımdır. Zira; DEVLETİ, bir ahenk içersinde yönetme görevi hükümetinize aittir. Bu sebeple de, üstü örtülü konuşmak, itham etmek, kapalı yorumlar yapmak, bir Başbakan’ın işi olmamalıdır. Kesin bir bilgi, belge ve oluşum varsa; gereğini yapmak, yaptırmak, devletin ilgili birimlerini harekete geçirmek, Hükümetin görevidir. Akasi halde;
“Türlü taktiklerle, kirli oyunlarla, çirkin senaryolarla milletin iradesini gölgelemek isteyenler kimlerdir?”,
“Çetelerle, mafyayla, hukuk dışılıkla, hukuku zorlayarak, provokasyonlarla üzerinize gelenler kimlerdir?”, diye soranlara, verecek bir cevap bulamazsınız. Zira; size, Geri adım atın, taviz verin, yılgınlık, bıkkınlık gösterin.” diyen yoktur; “Ülkeyi, iyi idare ediniz1” diyen çoktur. Kabul edilmelidir ki; akıl almaz yanlış uygulamalarınıza rağmen İKTİDARINIZ, hiçbir iktidara nasip olmayacak derecede desteklenmiş ve aşırı bir şekilde eleştirilmemiştir. Eğer bir sıkıntı, bir huzursuzluk varsa veya öyle hissediyorsanız; bunun sebebini, idare tarzınızda aramalısınız.
Ülkenin gerçekleri bellidir ve bilinmektedir:
İşsizlik ve fukaralık yaygınlaşmış; büyük sermeye, küçük sermayeyi ezdiği için orta tabaka erimiş ve gelir dağılımı fevkalâde adâletsizleşmiş; ücretliler, emkli, dul ve yetimler, köylü ve çiftçiler, SOSYAL REFAH DEVLETİ hedefiyle bağdaşmayacak derecede perişan bir duruma düşmüşlerdir. Rahat olanlar sâdece, KOLAY İDARE TARZI benimsendiği için RANTİYE sınıfıdır. Meydanlarda, il ve ilçe kongrelerinde konuşulması gereken asıl husus, bu bilinenler olmalıdır ve çözüm yolları aranmalıdır. Zira; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bilinmektedir:
SEBEBİ VE HEDEFİ NE OLURSA OLSUN; ZİHİNLERİNDE BİR TAKIM ÖCÜ YARATANLAR VEYA ÖCÜ KORKUSU SALANLAR, BİR MÜDDET SONRA, KENDİLERİ O ÖCÜLERDEN KORKAR HALE GELİRLER.
SAYIN BAŞBAKAN;
Türkiye, her bakımdan zordadır. Bilhassa, iktisadî zorluklar, rantiye sınıfı dışındaki her kesimin belini bükmüştür. Bu zorluklara nasıl bir çözüm getirmeyi düşündüğünüzü bilemediğim için, aşağıda belirttiğim soruları sormak zorunda kaldım.
Ki; bu sorulara vereceğiniz cevaplar, Türkiye meselelerini ne derece takip ettiğinizin ölçüsü olacaktır. İşte sorularım:
1-Size göre ekonomideki başarının ölçüsü nedir?
2-2001 ekonomik krizi niçin yaratılmıştır ve bu krizden sonra ülkemizde siyasî, ekonomik ve stratejik açıdan ne gibi değişiklikler olmuştur?
3-12 Eylül 1980’den sonra meydana gelen veya getirilen ekonomik krizlerin sebepleri neydi ve bu krizlerden en fazla hangi kesimler etkilenmiştir?
4-Küreselleşme size göre nedir ve küreselleşmenin kurallarını kim koymuştur ve de KÜRESEL SRMAYEYİ kim veya kimler kontrol etmektedir?
5-IMF’nin dünya ülkeleri hakkındaki hedefleri ve görevleri nedir ve de bu, ülkeleri nasıl etkilemektedir?
6-2001 krizinden nasıl bir ders alındı ve geleceğin daha iyi olacağına dair işaretler nelerdir? Ani bir kur artışı veya beklenmeyen bir devâlüasyonda, neler olur ve Türkiye, hangi yaptırımlarla karşı karşıya kalır?
7-Bankacılık sistemimiz, hangi ölçülere göre başarılıdır ve sağlam yapıdadır? Çok yüksek reel faizler (kredi kartları, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri ve mevduat karşılığı krediler) ve bankacılık hizmetlerinden alınan çok yüksek ücretler olmasaydı; bankacılık sisteminin durumu ve blânçoları ne olurdu?
8-İhracatta başarının ölçüsü nedir? İhracatımız arttığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ büyüyor, azaldığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ küçülüyor. Acaba, neden? Bunun gerçekçi bir ANALİZİNİ yaptırabilir misiniz?
9-Ekonomik ve sosyal şartlar yerine getirilse dahî, Türkiye’yi AVRUPA BİRLİĞİNE alırlar mı? Almazlarsa niçin almazlar? Şöyle de sorabilirim: Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üye olursa, bundan Avrupa Birliği nasıl etkilenir?
10-Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra aşırı miktarda borçlanmıştır ve 29 yıl zarfında çok büyük miktarda faiz ödemiştir. Açık ifadeyle iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Size göre acaba, bunun sebebi nedir? Bu durum karşısında Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile idare edildiğini, hiç irdelediğiniz ve düşündüğünüz oldu mu?
11-Bir gerçektir: Finans ve bankacılık sistemimizle, önemli iktisadî değerlerimiz ve önemli altyapılarımız, yabancıların eline geçmiştir. Hattâ, perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Bunda; KUR-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan RANT EKONOMİSİNİN etkisi var mıdır? Böyle devam ederse; gelecekte, Türkiye’nin durumu ne olacaktır?
12-Yabancıların kâr transferleri her yıl artarak devam edecektir. Bu durumdan gelecekte, Türk milleti nasıl etkilenecektir?
13-Ülkemizde gelir dağılımı gayet adâletsizdir, işsizlik yaygındır, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Bu çarpıklıklar düzeltilmeden Türkiye’nin geleceği nasıl olacaktır?
14-Benim, 25 yıldan beri savunduğum görüşüm şudur: Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esîr edilmiştir. Bu görüşüme katılır mısınız?
15-Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’ndan sonra ülkemizde DÖVİZ TİCARETİ en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Ani kur artışları, beklenmedik devâlüasyonlar veya uzun süreli düşük kurlar, bazı kesimlere çok büyük kazançlar sağlamış ve geniş halk kitlelerini de zarara uğratmıştır. Neticede üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomi modeli ortaya çıkmıştır. Döviz ticareti devam ettiği sürece Türkiye, ekonomik veya finansal krizlerden kurtulabilir mi?
16-Döviz kurlarının tespiti veya belirlenmesi kimlerin elindedir? T.C.Merkez Bankası gerçekten bağımsız mıdır? Yoksa, Newyork’a mı bağımlıdır? IMF ve Dünya Bankası’nın kur tayin ve tespitinde etkisi var mıdır?
SAYIN BAŞBAKAN;
Hemen, hemen her konuşmanızı dinlediğim için bu soruları sormak zorunda kaldım.
Sorularıma açıklık getirecek ve sorularımı tartışacak derecede Türkiye ekonomisini yakından ve çok dikkatli biçimde izleyen bir eczacı vatandaşım. Umarım ki; bu mektubum elinize geçer ve sorularımı cevaplandırırsınız. Benim için ölçü, gerçek bir iktisatçı olan Joan Robinson’un şu ünlü sözüdür:
“İktisat bilmenin faydası, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 18 Temmuz 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Konya İl Kongresi’nde yaptığınız konuşmanızın basına yansıyan bölümlerini, dikkatle okudum.
“Türlü taktiklerle, kirli oyunlarla, çirkin senaryolarla millet iradesini gölgelemek istediler. Çetelerle, mafyayla, hukuk dışılıkla, hukuku zorlayarak, provokasyonlarla üzerimize geldiler, hâlâ geliyorlar. Hiçbirinde geri adım atmadık. Taviz vermedik. Bundan sonra da geri adım atmayacağız, yılgınlık, bıkkınlık göstermeyeceğiz.” şeklindeki sözlerinizi yadırgamadım dersem, yalan söylemiş olurum. Sebebine gelince:
Bugün ülkeyi idare eden, yetki ve sorumluluğunuzu istediğiniz gibi kullanan bir Başbakan’sınız. Öyle de olması lâzımdır. Zira; DEVLETİ, bir ahenk içersinde yönetme görevi hükümetinize aittir. Bu sebeple de, üstü örtülü konuşmak, itham etmek, kapalı yorumlar yapmak, bir Başbakan’ın işi olmamalıdır. Kesin bir bilgi, belge ve oluşum varsa; gereğini yapmak, yaptırmak, devletin ilgili birimlerini harekete geçirmek, Hükümetin görevidir. Akasi halde;
“Türlü taktiklerle, kirli oyunlarla, çirkin senaryolarla milletin iradesini gölgelemek isteyenler kimlerdir?”,
“Çetelerle, mafyayla, hukuk dışılıkla, hukuku zorlayarak, provokasyonlarla üzerinize gelenler kimlerdir?”, diye soranlara, verecek bir cevap bulamazsınız. Zira; size, Geri adım atın, taviz verin, yılgınlık, bıkkınlık gösterin.” diyen yoktur; “Ülkeyi, iyi idare ediniz1” diyen çoktur. Kabul edilmelidir ki; akıl almaz yanlış uygulamalarınıza rağmen İKTİDARINIZ, hiçbir iktidara nasip olmayacak derecede desteklenmiş ve aşırı bir şekilde eleştirilmemiştir. Eğer bir sıkıntı, bir huzursuzluk varsa veya öyle hissediyorsanız; bunun sebebini, idare tarzınızda aramalısınız.
Ülkenin gerçekleri bellidir ve bilinmektedir:
İşsizlik ve fukaralık yaygınlaşmış; büyük sermeye, küçük sermayeyi ezdiği için orta tabaka erimiş ve gelir dağılımı fevkalâde adâletsizleşmiş; ücretliler, emkli, dul ve yetimler, köylü ve çiftçiler, SOSYAL REFAH DEVLETİ hedefiyle bağdaşmayacak derecede perişan bir duruma düşmüşlerdir. Rahat olanlar sâdece, KOLAY İDARE TARZI benimsendiği için RANTİYE sınıfıdır. Meydanlarda, il ve ilçe kongrelerinde konuşulması gereken asıl husus, bu bilinenler olmalıdır ve çözüm yolları aranmalıdır. Zira; tarihin, hiçbir döneminde tekzip edilemeyen gerçeği bilinmektedir:
SEBEBİ VE HEDEFİ NE OLURSA OLSUN; ZİHİNLERİNDE BİR TAKIM ÖCÜ YARATANLAR VEYA ÖCÜ KORKUSU SALANLAR, BİR MÜDDET SONRA, KENDİLERİ O ÖCÜLERDEN KORKAR HALE GELİRLER.
SAYIN BAŞBAKAN;
Türkiye, her bakımdan zordadır. Bilhassa, iktisadî zorluklar, rantiye sınıfı dışındaki her kesimin belini bükmüştür. Bu zorluklara nasıl bir çözüm getirmeyi düşündüğünüzü bilemediğim için, aşağıda belirttiğim soruları sormak zorunda kaldım.
Ki; bu sorulara vereceğiniz cevaplar, Türkiye meselelerini ne derece takip ettiğinizin ölçüsü olacaktır. İşte sorularım:
1-Size göre ekonomideki başarının ölçüsü nedir?
2-2001 ekonomik krizi niçin yaratılmıştır ve bu krizden sonra ülkemizde siyasî, ekonomik ve stratejik açıdan ne gibi değişiklikler olmuştur?
3-12 Eylül 1980’den sonra meydana gelen veya getirilen ekonomik krizlerin sebepleri neydi ve bu krizlerden en fazla hangi kesimler etkilenmiştir?
4-Küreselleşme size göre nedir ve küreselleşmenin kurallarını kim koymuştur ve de KÜRESEL SRMAYEYİ kim veya kimler kontrol etmektedir?
5-IMF’nin dünya ülkeleri hakkındaki hedefleri ve görevleri nedir ve de bu, ülkeleri nasıl etkilemektedir?
6-2001 krizinden nasıl bir ders alındı ve geleceğin daha iyi olacağına dair işaretler nelerdir? Ani bir kur artışı veya beklenmeyen bir devâlüasyonda, neler olur ve Türkiye, hangi yaptırımlarla karşı karşıya kalır?
7-Bankacılık sistemimiz, hangi ölçülere göre başarılıdır ve sağlam yapıdadır? Çok yüksek reel faizler (kredi kartları, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri ve mevduat karşılığı krediler) ve bankacılık hizmetlerinden alınan çok yüksek ücretler olmasaydı; bankacılık sisteminin durumu ve blânçoları ne olurdu?
8-İhracatta başarının ölçüsü nedir? İhracatımız arttığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ büyüyor, azaldığı zaman CARÎ İŞLEMLER AÇIĞIMIZ küçülüyor. Acaba, neden? Bunun gerçekçi bir ANALİZİNİ yaptırabilir misiniz?
9-Ekonomik ve sosyal şartlar yerine getirilse dahî, Türkiye’yi AVRUPA BİRLİĞİNE alırlar mı? Almazlarsa niçin almazlar? Şöyle de sorabilirim: Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üye olursa, bundan Avrupa Birliği nasıl etkilenir?
10-Türkiye, 12 Eylül 1980’den sonra aşırı miktarda borçlanmıştır ve 29 yıl zarfında çok büyük miktarda faiz ödemiştir. Açık ifadeyle iç ve dış borç batağına saplanmıştır. Size göre acaba, bunun sebebi nedir? Bu durum karşısında Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış EKONOMİ ve PARA POLİTİKALARI ile idare edildiğini, hiç irdelediğiniz ve düşündüğünüz oldu mu?
11-Bir gerçektir: Finans ve bankacılık sistemimizle, önemli iktisadî değerlerimiz ve önemli altyapılarımız, yabancıların eline geçmiştir. Hattâ, perakende ticaretimiz dahî yabancıların eline geçmiştir. Bunda; KUR-FAİZ-BORSA üçgeninde yaratılan RANT EKONOMİSİNİN etkisi var mıdır? Böyle devam ederse; gelecekte, Türkiye’nin durumu ne olacaktır?
12-Yabancıların kâr transferleri her yıl artarak devam edecektir. Bu durumdan gelecekte, Türk milleti nasıl etkilenecektir?
13-Ülkemizde gelir dağılımı gayet adâletsizdir, işsizlik yaygındır, tarım ve hayvancılık çökmüştür. Bu çarpıklıklar düzeltilmeden Türkiye’nin geleceği nasıl olacaktır?
14-Benim, 25 yıldan beri savunduğum görüşüm şudur: Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esîr edilmiştir. Bu görüşüme katılır mısınız?
15-Ağustos 1989’da yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararı’ndan sonra ülkemizde DÖVİZ TİCARETİ en büyük ve en kârlı sektör haline gelmiştir. Ani kur artışları, beklenmedik devâlüasyonlar veya uzun süreli düşük kurlar, bazı kesimlere çok büyük kazançlar sağlamış ve geniş halk kitlelerini de zarara uğratmıştır. Neticede üretmeyen veya yeterli seviyede üretemeyen bir ekonomi modeli ortaya çıkmıştır. Döviz ticareti devam ettiği sürece Türkiye, ekonomik veya finansal krizlerden kurtulabilir mi?
16-Döviz kurlarının tespiti veya belirlenmesi kimlerin elindedir? T.C.Merkez Bankası gerçekten bağımsız mıdır? Yoksa, Newyork’a mı bağımlıdır? IMF ve Dünya Bankası’nın kur tayin ve tespitinde etkisi var mıdır?
SAYIN BAŞBAKAN;
Hemen, hemen her konuşmanızı dinlediğim için bu soruları sormak zorunda kaldım.
Sorularıma açıklık getirecek ve sorularımı tartışacak derecede Türkiye ekonomisini yakından ve çok dikkatli biçimde izleyen bir eczacı vatandaşım. Umarım ki; bu mektubum elinize geçer ve sorularımı cevaplandırırsınız. Benim için ölçü, gerçek bir iktisatçı olan Joan Robinson’un şu ünlü sözüdür:
“İktisat bilmenin faydası, bir ülkenin ekonomisini düzeltmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak için değil, iktisatçıların yanıltmalarını önlemek içindir.”
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
16 Temmuz 2009 Perşembe
Şöhretli Misyonerler ve Gariban Halk!
Sayın Ertuğrul Özkök
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 28 Nisan 2001
27 Nisan 2001 tarihli ve “Ankara temsilcileri ne diyor?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Birtakım mihrakların çıkarlarını korumak için yaratılan her kriz döneminde olduğu gibi; bu kriz döneminde de, üstlendiğiniz görev icabı, “Medya Demokratı” olarak ortaya çıkıverdiniz.
Bir zamanlar Özal’ı, Tansu Çiller’i ve isimlerini saymaya lüzum görmediğim birçok Türk büyüğünü göklere çıkartıp parlattığınız müthiş metodunuzla, bu defa, Kemal Derviş’i kamuoyuna sunmaktasınız. İsrail’in milli gününde tertiplenen gece ziyafetinde, Batı ülkelerinin büyükelçi ve diplomatları, Kemal Derviş’i konuşmuşlar. Kemal Derviş’in performansı, övgü ile konu edilmiş. Öylesine ki; Bazı Batılı büyük elçiler, “Derviş, 6 ay sonra Başbakan olur mu?” diye sormuşlar.
Geceye katılmamış olmanıza rağmen, geceye katılanların anlattıkları, sizi de etkilemiş. Etkinin boyutu büyük olmalı ki; şu müthiş cümleleri, yazınıza konu etmişsiniz:
“Hava, çok olumlu. Bütün batılı büyük elçiler, 15 yasanın uygulanma durumunu gün, gün izliyormuş.
Büyük bir Batılı büyükelçi (Her halde ABD büyükelçisi olsa gerek), “Bu yasaların listesini çıkarttık. Her sabah toplantısında, bunların, uygulanma durumunu gözden geçiriyoruz” demiş.
Son bir hafta içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin performansını çok iyi buluyorlarmış.”
Sayın Özkök;
Belli ki yine, yeni bir siyasi yapılanma programında önemli bir rol üstlenmişsiniz. Kullandığınız ifadeler ve uyguladığınız metot, rencide edici olsa da; bu misyonu, sonuna kadar izleyeceğiniz belli olmuştur. Görevli olduğunuz medya grubunun stratejisi de böylece, ifşa edilmiş oldu. Bünyesinde; HÜRRİYET, MİLLİYET, RADİKAL, POSTA, GÖZCÜ, SON ÇAĞRI, GAZETE PAZAR, FİNANSAL FORUM, FANATİK, HAFTA SONU olmak üzere 10 gazete; KANAL-D TELEVİZYONU, RADYO D, MİLLİYET HABER AJANSI olmak üzere 1 özel televizyon, 1 adet radyo ve 1 haber ajansı; 34 adet haftalık, on beş adet günlük veya aylık dergiye sahip DOĞAN HOLDİNG’in karşısında tutunabilecek kuvvet yoktur. Kolu, kanadı kırılan ve henüz daha statüsü iyice belli olmayan MEDYA HOLDİN de, Doğan Holdinge yardımcı olacaktır. Yani; Türkiye, Kemal Derviş’in Başbakanlığına hazır olmalıdır. Çünkü; kamuoyu demek, medyanın oluşturduğu fiili durum demektir. Zaten; şu sözlerinizle, startı vermiş bulunmaktasınız:
“Halkın siyasetten ve siyasetçiden umudunu kestiği bir anda DERVİŞ, çıkıp geldi.
Hem sözleri, hem davranışları ile insanları, kendine bağladı; umut haline geldi.
Halkın istediği yeni bir insanı oraya getirmek de; hem Ecevit’i, hem DSP’yi büyütür.”
Sayın Özkök;
Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Ancak; sizi iyi tanıyan bir kişi olarak bazı tavsiyelerim de olacak. Şöyle ki:
1-27 Nisan 2001 tarihli Hürriyet Gazetesi, Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn’un Le Monde’a , “Derviş’i biz gönderdik.” Şeklindeki açıklamasını, haber olarak vermiş. Bu tarz haberlerin verilmemesi gerekir. Zira bu açıklamalar, Derviş’i Başbakan yapma gayretlerinizi baltalayabilir.
2- Amerika’da bulunan ve Türkiye’nin durumunu çok yakından izleyen bir dostum, bir bilgi notu gönderdi. Verilen bilgi şöyledir:
12 Aralık 2000 tarihinde ve saat 17.30’da, Dünya Bankası Konferans Salonunda “Türkiye’nin ekonomik ve siyasi geleceği” adı altında bir konferans tertiplenmiş. Toplantıyı, Kemal Derviş düzenlemiş. Konuşmacı ise, Sakıp Sabancı imiş. Sabancı, bir hafta süre ile Derviş’in konuğu olmuş. Aynı günlerde, başta Kemal Derviş olmak üzere Dünya Bankası’nda görevli 4 Türk, “Türkiye’de görev almaya hazırız.” diye, Başbakan Bülent Ecevit’e mektup göndermişler. Mektubu da, Sakıp Sabancı getirmiş..
Bu haberin veya bilginin doğru olup olmadığını tahkik ettirmenizde fayda vardır. Zira: Kemal Derviş Başbakan olduğu zaman, bu işin onurunu başkasına kaptırmak istemeyen Sabancı, “Kemal Derviş’i ben getirttim.” diyerek, sizlerin gayretlerini sıfırlayabilir ve açıkta kalırsınız.
3- :Bugünlerde Grubunuza ait gazeteler, Cumhur Ersümer’i konu alarak, büyük bir fazilet mücadelesi veriliyormuş gibi bir görüntü sergilemektedirler. Aylardan beri Enerji Bakanlığı ile ilgili çeşitli haber ve yorumlar, sürmanşet halinde duyurularak, temizlik veya kirlilikten kurtulma adı altında kamuoyu oluşturmaktadırlar.
Sütten ağzı yanan halkımız, yoğurdu, üfleyerek yemek zorundadır. Çünkü; zaman, zaman medya tarafından yanıltılmıştır. Bu sebeple; “Enerji meselesinde Doğan Grubunun bir isteği veya çıkarı var mıdır?” diye halk, tereddüde düşebilir. Böyle bir tereddüde mahal vermemek için elinizden gelen gayreti göstermek zorundasınız. Hattâ, özveride bulunmalısınız. Kemal Derviş’in kadrolaşmasına dikkat etmelisiniz. Mesela:
Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığına Vural Akışık getirilmiştir. Ki: oluşturulan bu yönetim, birleştirilecek üç kamu bankasını (Ziraat, halk, emlak bankaları) da yönetecektir. Akışık, bu göreve getirilirken Dışbank murahhas azalığı görevinde bulunuyordu. Dışbank, Doğan Grubuna ait olduğu için, gelecekte
birtakım kişiler, bu konuyu istismar edebilirler. Yani; bir hedef gerçekleştirilirken, halkın şüpheye düşürülmemesi gerekir,
4- Halkımız, Türkiye’nin sorunlarını iyi bilir ve yakından izler. Belki bir zaman için yanılabilir. Ama sonunda, doğruları bulur. Bu bakımdan kamuoyu oluştururken Türkiye’nin; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiği gerçeğini halka, açık ve net biçimde anlatınız. Kur-Faiz makasında yaratılan müthiş iç borç soygunlarını ısrarla ve net biçimde gündeme getiriniz. Kasım krizinden ve 21 Şubat devalüasyonundan evvel Merkez Bankasından alınan 13 milyar doların hesabını sorunuz. Bu vurguna alet olanları, kamuoyuna teşhir ediniz.
5-İç borç gerçeğini, olması gerektiği biçimde halka sununuz. Bu hizmetin yapılmasında büyük fayda vardır. Zira;
İç borç stoku, 1999 yılı sonunda 23 katrilyon lira idi. 2000 yılı sonuna doğru iç borç stoku, 32 katrilyon liraya yükseldi. Mart 2001 sonunda, 51 katrilyon liraya ulaştı. Yılsonunda 100 katrilyon liraya dayanır.
Türkiye, bu borç batağına hiç gereği yokken sürüklenmiştir. Yaratılan bir saadet zinciri, Türkiye’yi yağmalatmıştır. Devlet iç borç senetlerinden nemalananlar iyi teşhir edilmezse, bu bataklık, Türkiye’yi boğar ve halkı mutsuzlaştırır.
Sayın Özkök;
Herkes vicdanının sesini dinlemek ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU göstermek zorundadır.
Kamuoyu oluşturanlar, bu şartın gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Aksi halde Türkiye, sömürgeleşir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; AHLAK ve FAZİLET, alçak
adamların nezdinde ve nazarında çirkin görünmektedir.
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 28 Nisan 2001
27 Nisan 2001 tarihli ve “Ankara temsilcileri ne diyor?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Birtakım mihrakların çıkarlarını korumak için yaratılan her kriz döneminde olduğu gibi; bu kriz döneminde de, üstlendiğiniz görev icabı, “Medya Demokratı” olarak ortaya çıkıverdiniz.
Bir zamanlar Özal’ı, Tansu Çiller’i ve isimlerini saymaya lüzum görmediğim birçok Türk büyüğünü göklere çıkartıp parlattığınız müthiş metodunuzla, bu defa, Kemal Derviş’i kamuoyuna sunmaktasınız. İsrail’in milli gününde tertiplenen gece ziyafetinde, Batı ülkelerinin büyükelçi ve diplomatları, Kemal Derviş’i konuşmuşlar. Kemal Derviş’in performansı, övgü ile konu edilmiş. Öylesine ki; Bazı Batılı büyük elçiler, “Derviş, 6 ay sonra Başbakan olur mu?” diye sormuşlar.
Geceye katılmamış olmanıza rağmen, geceye katılanların anlattıkları, sizi de etkilemiş. Etkinin boyutu büyük olmalı ki; şu müthiş cümleleri, yazınıza konu etmişsiniz:
“Hava, çok olumlu. Bütün batılı büyük elçiler, 15 yasanın uygulanma durumunu gün, gün izliyormuş.
Büyük bir Batılı büyükelçi (Her halde ABD büyükelçisi olsa gerek), “Bu yasaların listesini çıkarttık. Her sabah toplantısında, bunların, uygulanma durumunu gözden geçiriyoruz” demiş.
Son bir hafta içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin performansını çok iyi buluyorlarmış.”
Sayın Özkök;
Belli ki yine, yeni bir siyasi yapılanma programında önemli bir rol üstlenmişsiniz. Kullandığınız ifadeler ve uyguladığınız metot, rencide edici olsa da; bu misyonu, sonuna kadar izleyeceğiniz belli olmuştur. Görevli olduğunuz medya grubunun stratejisi de böylece, ifşa edilmiş oldu. Bünyesinde; HÜRRİYET, MİLLİYET, RADİKAL, POSTA, GÖZCÜ, SON ÇAĞRI, GAZETE PAZAR, FİNANSAL FORUM, FANATİK, HAFTA SONU olmak üzere 10 gazete; KANAL-D TELEVİZYONU, RADYO D, MİLLİYET HABER AJANSI olmak üzere 1 özel televizyon, 1 adet radyo ve 1 haber ajansı; 34 adet haftalık, on beş adet günlük veya aylık dergiye sahip DOĞAN HOLDİNG’in karşısında tutunabilecek kuvvet yoktur. Kolu, kanadı kırılan ve henüz daha statüsü iyice belli olmayan MEDYA HOLDİN de, Doğan Holdinge yardımcı olacaktır. Yani; Türkiye, Kemal Derviş’in Başbakanlığına hazır olmalıdır. Çünkü; kamuoyu demek, medyanın oluşturduğu fiili durum demektir. Zaten; şu sözlerinizle, startı vermiş bulunmaktasınız:
“Halkın siyasetten ve siyasetçiden umudunu kestiği bir anda DERVİŞ, çıkıp geldi.
Hem sözleri, hem davranışları ile insanları, kendine bağladı; umut haline geldi.
Halkın istediği yeni bir insanı oraya getirmek de; hem Ecevit’i, hem DSP’yi büyütür.”
Sayın Özkök;
Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Ancak; sizi iyi tanıyan bir kişi olarak bazı tavsiyelerim de olacak. Şöyle ki:
1-27 Nisan 2001 tarihli Hürriyet Gazetesi, Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn’un Le Monde’a , “Derviş’i biz gönderdik.” Şeklindeki açıklamasını, haber olarak vermiş. Bu tarz haberlerin verilmemesi gerekir. Zira bu açıklamalar, Derviş’i Başbakan yapma gayretlerinizi baltalayabilir.
2- Amerika’da bulunan ve Türkiye’nin durumunu çok yakından izleyen bir dostum, bir bilgi notu gönderdi. Verilen bilgi şöyledir:
12 Aralık 2000 tarihinde ve saat 17.30’da, Dünya Bankası Konferans Salonunda “Türkiye’nin ekonomik ve siyasi geleceği” adı altında bir konferans tertiplenmiş. Toplantıyı, Kemal Derviş düzenlemiş. Konuşmacı ise, Sakıp Sabancı imiş. Sabancı, bir hafta süre ile Derviş’in konuğu olmuş. Aynı günlerde, başta Kemal Derviş olmak üzere Dünya Bankası’nda görevli 4 Türk, “Türkiye’de görev almaya hazırız.” diye, Başbakan Bülent Ecevit’e mektup göndermişler. Mektubu da, Sakıp Sabancı getirmiş..
Bu haberin veya bilginin doğru olup olmadığını tahkik ettirmenizde fayda vardır. Zira: Kemal Derviş Başbakan olduğu zaman, bu işin onurunu başkasına kaptırmak istemeyen Sabancı, “Kemal Derviş’i ben getirttim.” diyerek, sizlerin gayretlerini sıfırlayabilir ve açıkta kalırsınız.
3- :Bugünlerde Grubunuza ait gazeteler, Cumhur Ersümer’i konu alarak, büyük bir fazilet mücadelesi veriliyormuş gibi bir görüntü sergilemektedirler. Aylardan beri Enerji Bakanlığı ile ilgili çeşitli haber ve yorumlar, sürmanşet halinde duyurularak, temizlik veya kirlilikten kurtulma adı altında kamuoyu oluşturmaktadırlar.
Sütten ağzı yanan halkımız, yoğurdu, üfleyerek yemek zorundadır. Çünkü; zaman, zaman medya tarafından yanıltılmıştır. Bu sebeple; “Enerji meselesinde Doğan Grubunun bir isteği veya çıkarı var mıdır?” diye halk, tereddüde düşebilir. Böyle bir tereddüde mahal vermemek için elinizden gelen gayreti göstermek zorundasınız. Hattâ, özveride bulunmalısınız. Kemal Derviş’in kadrolaşmasına dikkat etmelisiniz. Mesela:
Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığına Vural Akışık getirilmiştir. Ki: oluşturulan bu yönetim, birleştirilecek üç kamu bankasını (Ziraat, halk, emlak bankaları) da yönetecektir. Akışık, bu göreve getirilirken Dışbank murahhas azalığı görevinde bulunuyordu. Dışbank, Doğan Grubuna ait olduğu için, gelecekte
birtakım kişiler, bu konuyu istismar edebilirler. Yani; bir hedef gerçekleştirilirken, halkın şüpheye düşürülmemesi gerekir,
4- Halkımız, Türkiye’nin sorunlarını iyi bilir ve yakından izler. Belki bir zaman için yanılabilir. Ama sonunda, doğruları bulur. Bu bakımdan kamuoyu oluştururken Türkiye’nin; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiği gerçeğini halka, açık ve net biçimde anlatınız. Kur-Faiz makasında yaratılan müthiş iç borç soygunlarını ısrarla ve net biçimde gündeme getiriniz. Kasım krizinden ve 21 Şubat devalüasyonundan evvel Merkez Bankasından alınan 13 milyar doların hesabını sorunuz. Bu vurguna alet olanları, kamuoyuna teşhir ediniz.
5-İç borç gerçeğini, olması gerektiği biçimde halka sununuz. Bu hizmetin yapılmasında büyük fayda vardır. Zira;
İç borç stoku, 1999 yılı sonunda 23 katrilyon lira idi. 2000 yılı sonuna doğru iç borç stoku, 32 katrilyon liraya yükseldi. Mart 2001 sonunda, 51 katrilyon liraya ulaştı. Yılsonunda 100 katrilyon liraya dayanır.
Türkiye, bu borç batağına hiç gereği yokken sürüklenmiştir. Yaratılan bir saadet zinciri, Türkiye’yi yağmalatmıştır. Devlet iç borç senetlerinden nemalananlar iyi teşhir edilmezse, bu bataklık, Türkiye’yi boğar ve halkı mutsuzlaştırır.
Sayın Özkök;
Herkes vicdanının sesini dinlemek ve REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU göstermek zorundadır.
Kamuoyu oluşturanlar, bu şartın gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Aksi halde Türkiye, sömürgeleşir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not:
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; AHLAK ve FAZİLET, alçak
adamların nezdinde ve nazarında çirkin görünmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)