2 Temmuz 2009 Perşembe

Demokrasinin neresindeyiz?

Sayın Hüseyin GÜLERCE
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 2 Temmuz 2009



Sayın GÜLERCE;


2 Temmuz 2009 tarihli ve “Vesayetçiler için bir avcı hikâyesi…” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın bir bölümünde;

“Olan biteni hâlâ anlamayanlar var. Medyada, iş dünyasında, yüksek yargı ve asker bürokrasisinde, CHP yönetiminde Türkiye'nin nereye doğru yöneldiğini hâlâ anlamayanlar, anlayamayanlar, kabullenemeyenler, hazmedemeyenler var. Türkiye, demokrasinin geri dönülmez ufkuna doğru yürüyor. Mesele, "kâğıt mı belge mi, dolu mu boru mu, yazı mı tura mı?" meselesi değil... Türkiye, demokratikleşiyor.” ifadesini kullanmışsınız.

Bu ifadenizden an anladığımıza göre; sizden ve sizin paralelinizdeki yayın kuruluşlarından başka hiç kimse, Türkiye’nin içinde bulunduğu zorlukları anlamamış!

Yıllardan beri ŞARTLANMIŞ KALIPLAR İÇERSİNDE yazı yazdığınız bir gerçektir. Sebebi kamuoyunca iyi bilinmeyen bu şartlanmışlık, beyin kıvrımlarınızda, akıl almaz bir ASKER DÜŞMANLIĞI yaratmıştır. Bu sebeple de, Türkiye’nin maruz kaldığı, kalacağı iç ve dış husumetlerin mihraklarını analiz edemiyorsunuz ve mensubu bulunduğunuz CEMAATİN mensuplarını yanlış yönlendiriyorsunuz. Bu davranışınız, belki belirli bir kesimde müspet etki yapabilir. Ama; genelde, tam anlamıyla bir kutuplaşma yaratmaktadır.

Etkili gibi görünen ve kimler tarafından yönetildiği ve yönlendirildiği kamuoyunca iyi bilinmeyen bir Cemaatin mensubu ve bu cemaate ait yayın organlarında istediğiniz şekilde fikir yayma imkânına sahip olduğunuz için, size yazmak zorunda kaldım. Evvelâ şu gerçeği zihninize yerleştirmenizi istiyorum:

26 Yıldan beri ülkeyi, sivil irade yönetmektedir. Eğer demokrasimizde bir sorun görüyorsanız; bunun sebebini Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde değil, siyasî yapının bozukluğunda aramak zorundasınız. Zira; Türkiye, 1983 yılından itibaren halkı sistemin dışına iten ve ikinci seçmen konumuna düşüren ve de siyasî parti liderlerini SEÇİLMİŞ DİKTATÖRLER konumuna getiren AZICIK ve GÖSTERMELİK bir DEMOKRASİ ile idare edilmektedir. Bu sistemde; DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirebilme isteği üstün gelmiştir.

Bu dönemde, 1982 Anayasa’sının kabulünden sonra düzenlenen SİYASÎ PARTİLER ve SEÇİM KANUNLARI ortadan kaldırılarak, “KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİNİ”, lider iradesine terk eden bir siyasî yapı oluşturulmuştur. Bu oluşumda, Yasama ve denetleme görevini HÜR İRADESİYLE ve SERBESTÇE yerine getirmesi gereken PARLÂMENTO, iktidar Partilerinin, dolayısı ile Başbakanların MUTLAK İRADESİNE tâbi hale getirilmiştir.

Bu görüşüme, millî irade kavramını yanlış yorumlayarak itirazda bulunabilirsiniz. Ama, şu sorularımın cevaplarını da vermek zorundasınız:

Bugün, Başbakan’ın istemediği bir kanun teklifi veya tasarısı TBMM gündemine alınarak görüşülebilir ve yasalaşabilir mi?

Veya Başbakan’ın her istediği kanun teklifi veya tasarısı, TBMM gündemine gelerek yasalaşmaz mı?

Milletvekili aday tespitinde, yetenekleri, kariyerleri ve kabiliyetleri gayet üstün olsa da, Parti lideri istemezse; bu kişilerin, Milletvekili seçilmeleri mümkün olur mu?

Siyasi parti liderleri istedikleri takdirde; yetenek, kariyer ve kabiliyetlerine bakılmaksızın her kişi, milletvekili seçilmez mi?

Bu durum, bugüne de mahsusu değildir. 80’li yıllarda gazeteci-yazar Güneri Civaoğlu, defalarca yazdığı yazılarında milletvekillerini, “KOL KALDIRMA MAKİNESİ’NİN AĞIR İŞÇİLERİ” olarak tarif etmiştir ve hiçbir tepki görmemiştir.

2002 yılında ve meclis kulisinde MHP’li bir milletvekili, hem de gazetecilerin huzurunda milletvekilleri için, “BEŞ DUDAK ARASINA HAPSOLMUŞ 550 TUTSAK” ifadesini kullanmıştı ve hiç kimse de, sesini çıkarmamıştı.

Bugün değişen bir şey var mıdır?

Demokratikleşen Türkiye böyle mi olmalıydı?

Şimdi gelelim, DARBE meselesine:

Türk Silâhlı Kuvvetleri, 1983 yılında idareyi sivillere devrettikten sonra DARBE düşünmemiştir. Bugün de düşünmemektedir, düşünmesi de mümkün değildir. Çünkü; Türk Silâhlı Kuvvetleri, geçen zaman içersinde Türkiye ve dünyada olup, bitenleri aklın, mantığın ve ilmin tahtında izleyerek irdelemesini başarmıştır. Bilgili olmanın yanında düşünmesini de bilmektedir. Ve askerler, sizden de, benden de, herkesten de, daha fazla demokrattırlar.

Ne var ki; kökü dışarıda ve başkaları tarafında yönlendirilen, finanse edilen ve desteklenen bazı kişi ve oluşumlar, birtakım tertiplerle ortalığa bir DARBE KORKUSU salarak, askerleri tahrik ve yıpratma rolünü üstlenmişlerdir. Hiç şüphesiz gerçek arzu ve hedefleri, askerlerin, tahriklere kapılarak bir darbe yapmalarıdır. Bu aktörleri sahneye süren ve bölgemizde hedef ve proje kovalayanlar, bir darbe vukuunda Türkiye’nin iç çatışmaya ve bölünmeye maruz kalacağının hesabını yapmaktadırlar. Belirli merkezlere veya oluşumlara bağlı ve o merkezlerden yönlendirilen bazı samimi kişiler veya kitleler, tefekkür ihtiyacı duymadıkları için, gerçekleri görememektedirler.

Sizi de bu durumda olan bir kişi olarak kabul ediyorum. Şayet siz; Orhan Erkanlı’nın “ANILAR, SORUNLAR, SORUMLULAR” adlı kitabı ile, Hasan Cemâl’in, “KİMSE KIZMASIN, KENDİMİ YAZDIM” kitabını, aklın, mantığın ve ilmin süzgecinden geçirerek okumasını başarabilseydiniz; bu tuzağa düşmez ve kutuplaşmaya sebep olabilecek yazılar yazmazdınız.

İsterseniz bu konuları; asûde kaldığınız zaman, kendi vücut ikliminizde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına, VİCDAN denilen mânevî varlığınıza danışarak tekrar irdeleyiniz. Bakalım; vicdanınızdan nasıl bir cevap alacaksınız?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Not: 28 Şubat sürecindeki yanılgınızdan da
kurtularak, salim bir düşünceye yöneliniz. Zira;
28 Şubat, bir darbe girişimi değildir. Bu süreçte
Başbakan Erbakan, tekrar başbakanlık koltuğuna
Oturabilmek için yanıp, tutuşan Tansu Çiller’in
İHTİRASINA yenik düşmüştür.

Hiç yorum yok: