Sayın Akif BEKİ
Radikal Gazetesi Yazarı 31 Mart 2009
Ayın BEKİ;
31 Mart 2009 tarihli ve “SEÇİMİ KAYBEDEN MEDYA” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Seçmenin attığı oy, kimseyi şaşırtmamalıdır. Zira; demokrasinin hem var oluş sebebi ve hem de teminatı olan MEDYA, taraf tutmadan, vatani bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanarak gerçek anlamda görev yapmadığı için, seçim sonuçlarını tartışmanın yararı yoktur.
Bu görüşüm, bugüne mahsus da değildir. 12 Eylül 1980’den ve bilhassa Kasım 1983’ten itibaren devam eden bir süreçtir. Bu dönem zarfında OY’A, bir kâğıt parçası gözü ile bakan siyasî bir anlayış, milleti sistemin dışına iterek ve siyasî parti liderlerini “SEÇİLMİŞ DİKTATÖR” konumuna getirerek milleti depolitize etmiş ve şaşkına çevirmiştir.
Bu fiili gerçek tahtında medya mensupları, seçim neticelerini irdelemekten ziyade, kendi durumlarını sorgulayarak, gerçeklere ulaşabilme gayretlerine girmelidirler.
Doğu ve Güneydoğu meselesinde ise, yanıldığınızı ve henüz daha gerçekleri göremediğinizi söylemek zorundayım. Zira; Doğu ve Güneydoğu’daki gelişmeler, bizim dışımızda plânlanan hedeflerin varlığının kanıtıdır. Maksadımı daha iyi anlatabilmek için gazeteci yazar Nazlı Ilıcak’a yazdığım mektubumun suretini, bilgilerinize ve takdirlerinize sunmakla yetineceğim. Bu mektubumda, Özal döneminin, bugün gelişen olaylarla bağlantılı olduğunu net bir şekilde görmüş olacaksınız. İşte mektubum:
“Sayın Nazlı Ilıcak
Sabah Gazetesi Yazarı 30 Temmuz 2008
Sayın Nazlı Ilıcak;
29 Temmuz 2008 tarihli ve "Bombalar niye patlıyor" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Kerkük'te patlayan bombalar hakkında ahkam keserek, Güngören'deki patlamayı konu etmişsiniz. PKK'nın açıklamasını da yeterli bularak, "bu yüzden, "Kandil değil de, yoksa Ergenekon tutuklamalarına karşı bir güç gösterisi mi" diye düşünmeye başlamışsınız!
İNSAF!
O kadar şaşırtıcı yorumlar yapıyorsunuz ki; Başkalarının Türkiye hakkında yürüttükleri HUSUMET ve HEDEFLERİNİ örtmek ister gibi bir tavır sergiliyorsunuz.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle bilinen gerçek bellidir:
Başkaları, açık ifadeyle ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL, bu netameli bölgede kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; "Otur!" denilen yerde oturan ve "Kalk!" denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan huzursuz, mutsuz, ZAYIF bir TÜRKİYE arzu etmektedirler. Bu yüzden de iç ve dış siyasetimizi ve de ekonomimizi, kendi hedefleri doğrultusunda şekillendirmek isterler.
Soğuk harp dönemlerinde Türkiye; bir taraftan daima kendilerinden yana hükümetler arzu eden Batı ülkeleriyle, Türkiye'yi Komünist yapmak isteyen Rusya ve Çin'in, Mücadele ARENASI haline getirilmiştir. Sovyet Blokunun yıkılmasından sonra da, Türkiye'nin rahat bir nefes alacağını düşünenler, daima yanılmışlar ve olanları, iyi analiz edememişlerdir.
Bu hususta, geçmiş dönemdeki bir yazınız ile konuyu, biraz açmak istiyorum:
Tercüman Gazetesi'nde yayınlanan yazınızın tarihi, 24 Nisan 1992; yazınızın başlığı, "Özal ve İstikrarsızlık" şeklindedir.
Söz konusu bu yazınızda, Türk-Bulgar, Türk-Yunan, Türkiye-Azerbaycan ilişkileriyle, Irak krizi ve Ermeni meselesi konularını işlemişsiniz.
Irak krizi ile ilgili görüşlerinizi şu şekilde dile getirmişsiniz:
"Dünya, böyle bir kriz karşısında üzüntü duyarken, Özal'ın yorumu: "Bir devletin başına böyle bir şans, 100 senede bir gelir. Masaya oturacağız, bir koyup, üç alacağız."
Bu sözün tercümesi: Musul ve Kerkük'ü alabiliriz!
Sonuç: Türkiye, masanın dışında kaldı, Irak'ın kuzeyinde Saddam'ın hakimiyeti kırıldı. İstikrarsız bölgede, PKK'nın güçlenmesi imkanı doğdu. Üstelik Saddam, Apo ile yandaşlarına silah yardımı yaptı.
Turizm ve nakliye başta olmak üzere, ekonomik zararın haddi hesabı yok."
Sözkonusu yazınızın "HEP'in ve APO'nun Umudu" başlığını taşıyan bölümünde ise, şu ifadeleri kullanmışsınız:
"Şu sıralar, Türkiye'nin umudu olmaktan çıkan Cumhurbaşkanı'nın, TV'de Kürtçe yayın yapılsın teklifiyle, HEP'çilerin umudu haline geldiğini görüyoruz. HEP'çiler, "Özal, bizim genel başkanımız olsun" demişler. (Sabah Gazetesi, 23 Nisan 1992). Bundan bir müddet önce (25 Mart 1992 Milliyet) Abdullah Öcalan da, Özal'ı methederek, meseleyi onunla çözmenin daha kolay olacağını, şu sözlerle açıklamıştı:
"Bizi,en iyi anlayan Özal'dır. Belki, beni aramayı da düşünüyordur. Bizim soruna, çözüm bulacaksa Özal bulacaktır. Kürt olduğunu söylüyor, federasyondan bahsediyor. Konuyu, en iyi Özal biliyor."
Özal, hem dış politikada, hem iç politikada İSTİKRARSIZLIĞI temsil ediyor. Çelişkili tavırlarıyla, olur olmaz umutlar veriyor, Türkiye'yi sıkıntıya sokuyor.
Halbuki Türkiye'nin İSTİKRARA ihtiyacı var."
Şimdi, günümüze gelelim:
28 Temmuz 2008 tarihli Sabah Gazetesi'nde "Kemalizm'i AKP sarstı, iyi geçinin" başlığı ile sunulan haber yazının içeriği şöyledir:
"Kürt lider Talabani, DTP'nin AKP konusundaki tavrını eleştirdi.
Celal Talabani'nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin (KYB) Ankara temsilcisi Bahroz Galali, DTP'nin, AKP konusundaki tavrını eleştirdi. Galali, "Şimdiye kadar Türkiye'deki Kemalist ilkeleri kim sarstı? Kuşkusuz ki, AKP ve Türkiye'de Kemalizm, hep Kürtlere karşı oldu" iddiasında bulundu.
Bahroz Galali, KYB sitesince yayınlanan makalesinde, DTP'nin ikinci kurultayın bu günlerde yapılmasının özellikle önemli olduğunu belirterek, "Demokrasi ve barış destekçisi" Türk'ün genel başkan olarak seçilmesini, "CESUR" bir adım olarak nitelendirdi. DTP'nin, Türkiye'deki demokratik mücadele ile başedebilmesi amacıyla "Barşçıl, ılımlı ve esnek bir politika"yı benimsemesi gerektiğini de savunan Galali, makalesinde, gelecek yıl Türkiye'de yapılacak yerel seçimler konusunda da, DTP'yi uyardı.
Galali, DTP'nin "Gül Demeti" politikasını izlememesi halinde "Önümüzdeki seçimlerde DTP'nin elindeki belediyeleri kaybedeceği ve AKP'nin galip geleceği konusunda kuşku yok" diye yazdı.
DTP'nin AKP ile derin görüş ayrılığı içinde olduğunu, sık sık hissettiklerini belirten Galali, PKK'ya hiç değinmediği makalesinde şöyle devam etti:
"Şimdiye kadar Türkiye'deki Kemalist ilkeleri kim sarstı? Kuşkusuz ki AKP ve Türkiye'de Kemalizm hep, Kürtlere karşı oldu. Meseleyi şöyle ifade edelim: Kürtler için hangisi daha iyi? Türkiye'de, Kemalizm'in güçlü olması mı, zayıf olması mıdır? Bu soru, AKP'yi rakip görenler tarafından cevaplandırılsın. Bence bu, çok büyük bir siyasi hata. AKP, Kürt sorunu konusunda, önceki iktidar partilerinden çok daha iyi."
Sayın Ilıcak;
Türkiye'nin maruz kaldığı sorunları masaya yatırarak, "kürt sorununun" ne olduğunu ve nasıl yapılırsa Kürt sorununun çözüleceğini bir düşününüz ve henüz daha mahiyeti meçhul "Ergenekon" olayı ile "Darbe karşıtlığı" yayın ve gösterilerin hangi amaca yönelik olduğunu anlamaya çalışınız. Tabii, günün kafa karıştırıcı olayların havasına uymayacaksanız!
Unutulmamalıdır:
İnsanların hayatları, milletlerin ve devletlerin hayatlarına göre çok kısadır.
Saygılarımla.”
Ecz. Hüsnü Akıncı
31 Mart 2009 Salı
30 Mart 2009 Pazartesi
Ahkâm kesenler çoğalacaktır.
Sayın İsmet BERKAN
Radikal Gazetesi Yazarı 30 Mart 2009
Sayın BERKAN;
30 Mart 2009 tarihli ve “STALİNGRAD” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’nin oy kaybedeceği kesindi Asıl konuşulması gereken husus, AKP’nin niçin hezimete uğramadığı ve niçin hâlâ birinci parti olduğudur. Sebebine gelince:
AKP, bu seçimlere, DEVLETİN GÜCÜNÜ, ELİNDEKİ BELEDİYELERİN VE BELEDİYE ŞİRKETLERİNİN bütün imkânlarını, ölçüsüzce, fütursuzca ve hatta kanunsuzca dâhil etmiştir. Kömür, erzak, para, alışveriş çeki, vs. dağıtarak seçim kazanmak, gerçek bir demokrasinin kurallarına uymadığı halde; anlı, şanlı medyamız, demokrasi sözcüğünü ağızlarından düşürmeyen aydınlarımız, her nedense, bu duruma sessiz kalmışlardır. Basit bir örnek:
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, seçimlerden önce 200 bin aileye, 400 lira tutarında erzak paketi dağıttığını ve bu dağıtımın üç ayda bir yapılacağını basının ve televizyonların önünde resmen ilân etmiştir. Bu ihlâlin, en az 400 bin oyu etkileyeceğini, her nedense, kimse konuşmadı.
İstanbul Belediyesi de aynı şekilde davranmıştır. İstanbul Belediyesi’nin her gün 1 milyon adet bedava ekmek dağıttığı söylenmektedir. Kömür, erzak, para, alışveriş çeki dağıtımı da, hepimizin gözleri önünde yapılmıştır.
Bunun yanında, Sayıştay denetimi dışında tutulan Belediye Şirketleri de, alabildiğine seçim faaliyetlerine katılmışlar ve AKP’nin seçim finansmanına yardımcı olmuşlardır.
İstanbul Belediyesi’nin bu faaliyetleri, acaba, kaç yüz bin oya denktir?
Sosyal yardım adı altındaki bu faaliyetlerin bir kuralı da yoktur. Hazine’ye yüklü miktarlarda borçlu olan bu belediyeler, sosyal yardımları dahî, siyasî amaçlı olarak kullanmışlardır. Yani; sosyal yardımları devletin elinden alarak, siyasî hedefleri doğrultusunda yönlendirmişlerdir.
Şimdi; muhalefetin durumuna gelelim:
2002 seçimlerinden sonra hemen, hemen herkes, DENİZ BAYKAL’LA, dolayısı ile CHP ile uğraşmıştır. İktidarın olumsuz ve keyfî uygulamaları eleştirileceğine; devamlı surette Deniz Baykal eleştirilerek, “Bu iş, Deniz Baykal’la olmuyor” sözleriyle, âdetâ bir ALTERNATİFSİZLİK yaratılmış ve halkın zihnine kazınmıştır.
Ülkenin ve milletin geleceği ile ilgilenmeyen veya yeterli seviyede ilgilenemeyen ve içinde bulunduğu ekonomik güçlükler sebebiyle günlük yaşayan geniş halk kitleleri, yaratılan bu olumsuzluklar karşısında şaşkına dönmüştür ve iradesini kullanırken, demokrasinin gerçek değerlerini hatırlatan, aydınlatan ve yönlendiren olmadığı için, tereddüde düşmüştür. Açık ifadeyle, hale razı olarak, verilenle yetinmiştir.
Aslında; bir milletin, bir ülkenin geleceği, hedefleri, hiçbir zaman geniş halk kitlelerinin gündeminde yer alamamıştır. Gelişmiş Batı ülkelerinde de bu, böyledir. Bu hususlar, siyaset ve devlet adamlarının, basının ve aydınların gündeminde bulunur. Geniş halk kitleleri işleriyle, güçleriyle ve maişetleriyle ilgilenirler. Tabiatıyla geniş halk kitleleri bilgilendirildikleri, aydınlatıldıkları ve doğru istikamette yönlendirildikleri takdirde doğru kararlar verirler. Aksi halde; DEMOKRASİNİN, OTOKRASİYE dönüşmesi ve İSTİKRARSIZLIK kaynağı olması kaçınılmazdır.
Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı ülkelerinde BASIN, dördüncü kuvvet olarak tanımlanmıştır. Zira; gerçek anlamda görev yapan bir BASIN, gerçek bir demokrasinin hem TEMİNATIDIR ve hem de VAROLUŞ sebebidir.
Şimdi; başta siz olmak üzere bütün basın mensupları, aydınlar ve siyasetçiler, öz eleştiri yaparak, kendi kendilerine, yükümlü oldukları görevlerini yerine getirip, getirmediklerini sormalıdırlar. Bunu yaptıktan ve düzgün cevabını aldıktan sonra seçim sonuçlarını analize kalkışmalıdırlar. Aksi halde; hem kendilerini ve hem de halk kitlelerini yanıltmış ve yanlış yönlendirmiş olurlar.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Radikal Gazetesi Yazarı 30 Mart 2009
Sayın BERKAN;
30 Mart 2009 tarihli ve “STALİNGRAD” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
AKP’nin oy kaybedeceği kesindi Asıl konuşulması gereken husus, AKP’nin niçin hezimete uğramadığı ve niçin hâlâ birinci parti olduğudur. Sebebine gelince:
AKP, bu seçimlere, DEVLETİN GÜCÜNÜ, ELİNDEKİ BELEDİYELERİN VE BELEDİYE ŞİRKETLERİNİN bütün imkânlarını, ölçüsüzce, fütursuzca ve hatta kanunsuzca dâhil etmiştir. Kömür, erzak, para, alışveriş çeki, vs. dağıtarak seçim kazanmak, gerçek bir demokrasinin kurallarına uymadığı halde; anlı, şanlı medyamız, demokrasi sözcüğünü ağızlarından düşürmeyen aydınlarımız, her nedense, bu duruma sessiz kalmışlardır. Basit bir örnek:
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, seçimlerden önce 200 bin aileye, 400 lira tutarında erzak paketi dağıttığını ve bu dağıtımın üç ayda bir yapılacağını basının ve televizyonların önünde resmen ilân etmiştir. Bu ihlâlin, en az 400 bin oyu etkileyeceğini, her nedense, kimse konuşmadı.
İstanbul Belediyesi de aynı şekilde davranmıştır. İstanbul Belediyesi’nin her gün 1 milyon adet bedava ekmek dağıttığı söylenmektedir. Kömür, erzak, para, alışveriş çeki dağıtımı da, hepimizin gözleri önünde yapılmıştır.
Bunun yanında, Sayıştay denetimi dışında tutulan Belediye Şirketleri de, alabildiğine seçim faaliyetlerine katılmışlar ve AKP’nin seçim finansmanına yardımcı olmuşlardır.
İstanbul Belediyesi’nin bu faaliyetleri, acaba, kaç yüz bin oya denktir?
Sosyal yardım adı altındaki bu faaliyetlerin bir kuralı da yoktur. Hazine’ye yüklü miktarlarda borçlu olan bu belediyeler, sosyal yardımları dahî, siyasî amaçlı olarak kullanmışlardır. Yani; sosyal yardımları devletin elinden alarak, siyasî hedefleri doğrultusunda yönlendirmişlerdir.
Şimdi; muhalefetin durumuna gelelim:
2002 seçimlerinden sonra hemen, hemen herkes, DENİZ BAYKAL’LA, dolayısı ile CHP ile uğraşmıştır. İktidarın olumsuz ve keyfî uygulamaları eleştirileceğine; devamlı surette Deniz Baykal eleştirilerek, “Bu iş, Deniz Baykal’la olmuyor” sözleriyle, âdetâ bir ALTERNATİFSİZLİK yaratılmış ve halkın zihnine kazınmıştır.
Ülkenin ve milletin geleceği ile ilgilenmeyen veya yeterli seviyede ilgilenemeyen ve içinde bulunduğu ekonomik güçlükler sebebiyle günlük yaşayan geniş halk kitleleri, yaratılan bu olumsuzluklar karşısında şaşkına dönmüştür ve iradesini kullanırken, demokrasinin gerçek değerlerini hatırlatan, aydınlatan ve yönlendiren olmadığı için, tereddüde düşmüştür. Açık ifadeyle, hale razı olarak, verilenle yetinmiştir.
Aslında; bir milletin, bir ülkenin geleceği, hedefleri, hiçbir zaman geniş halk kitlelerinin gündeminde yer alamamıştır. Gelişmiş Batı ülkelerinde de bu, böyledir. Bu hususlar, siyaset ve devlet adamlarının, basının ve aydınların gündeminde bulunur. Geniş halk kitleleri işleriyle, güçleriyle ve maişetleriyle ilgilenirler. Tabiatıyla geniş halk kitleleri bilgilendirildikleri, aydınlatıldıkları ve doğru istikamette yönlendirildikleri takdirde doğru kararlar verirler. Aksi halde; DEMOKRASİNİN, OTOKRASİYE dönüşmesi ve İSTİKRARSIZLIK kaynağı olması kaçınılmazdır.
Bu sebepten dolayı gelişmiş Batı ülkelerinde BASIN, dördüncü kuvvet olarak tanımlanmıştır. Zira; gerçek anlamda görev yapan bir BASIN, gerçek bir demokrasinin hem TEMİNATIDIR ve hem de VAROLUŞ sebebidir.
Şimdi; başta siz olmak üzere bütün basın mensupları, aydınlar ve siyasetçiler, öz eleştiri yaparak, kendi kendilerine, yükümlü oldukları görevlerini yerine getirip, getirmediklerini sormalıdırlar. Bunu yaptıktan ve düzgün cevabını aldıktan sonra seçim sonuçlarını analize kalkışmalıdırlar. Aksi halde; hem kendilerini ve hem de halk kitlelerini yanıltmış ve yanlış yönlendirmiş olurlar.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
28 Mart 2009 Cumartesi
Firavunluk neşesi.
Sayın Uğur DÜNDAR
Kanal-D Televizyonu
Sayın Dündar; 28 Mart 2009
DEVLET, ana kaidelere ve ana belgelere göre işletilmezse; ne ad verilirse verilsin; hüküm süren rejim, keyfi ve baskıcı idarelerin rejimi haline gelir. Zira; kişilerin irade baskısına göre şekillenmiş bir idare tarzında sistem; en uç noktasına kadar hırsızların, yalancıların ve ahlâksızların eline geçer. AHLÂK ve FAZİLET, modası geçmiş ve eskimiş değerler olarak ayaklar altına alınır.
Bu duruma düşen bir ülkenin hedef kovalaması, huzur ve saadete ulaşması mümkün değildir ve bir kölelik sistemi, konumu, bilgisi ve becerisi ne olursa olsun herkesi, inim, inim inletir.
Kölelik denince kimsenin aklına ayağı prangalı, burnu halkalı, kulağı küpeli köleler gelmesin! Zira; bugünün köleleri, modern çağa uygun kölelerdir. Birkaç örnek:
İdare adamlarına uşaklığı kabullenmiş ilim adamı görüntüsündeki köleler.
Paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayan işadamı görüntüsündeki köleler.
Nerede "EVET!" ve nerede "HAYIR" denileceğini bilemez duruma düşen aydın görüntüsündeki köleler.
Hak, hukuk, adâlet ve Hukuk Devleti sözlerini dillerinden düşürmeyen hukuk adamı görüntüsündeki köleler.
Vatan, millet ve milli irade, demokrasi sözcükleri ile halkı aldatmayı marifet sayan devlet adamı görüntüsündeki siyasî köleler.
Bu örnekleri, irfan ve basiret sahibi herkes çoğaltabilir.
Maruz kaldığınız iftira ve aldığınız cevap, ülkemizin nasıl idare edildiğinin en büyük göstergesidir ve vicdan sahibi herkesi, derinden yaralar.
Üzülmenin bir faydası yoktur. Herkes, bu duruma nasıl düştüğümüzü aramalı ve halkı uyandırmalıdır. Tarihi bir örnek, herkese gereken dersi verecek niteliktedir. İşte örnek:
Gençliğimde inançlarımın gereği olarak tarihte zulmü ile ünlenen FİRAVUN'A çok kızıyordum. Ama; olgunluk çağına yaklaştıkça, yaşadığımız olayları gördükçe Firavun'a kızmaz oldum ve hatta bazı hususlarda haklı olduğunu düşündüm. Bugün de aynı düşüncedeyim. Zira;
Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
Göz kamaştırıcı bir SERVET,
Emrindeki kuvvetli bir ORDU,
Etrafında "Sen, bizim RABBİMİZSİN!" diye tapan ve eğilip, bükülen bir sürü İNSAN, FİRAVUN'U, FİRAVUN yapmıştır. Firavun'u FİRAVUN yapan ortam var oldukça, Firavun neş'esindeki kişilerin eksik olmayacağı, İLÂHÎ NİZAMIN gereğidir.
Bazen kendi kendime, "Firavun'un imkânlarına sahip olsaydım; acaba, ben de FİRAVUN olur muydum?" diye sorduğum olmuştur. Samimi olarak itiraf etmem gerekirse; henüz daha, bu sorunun düzgün bir cevabını bulabilmiş değilim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Kanal-D Televizyonu
Sayın Dündar; 28 Mart 2009
DEVLET, ana kaidelere ve ana belgelere göre işletilmezse; ne ad verilirse verilsin; hüküm süren rejim, keyfi ve baskıcı idarelerin rejimi haline gelir. Zira; kişilerin irade baskısına göre şekillenmiş bir idare tarzında sistem; en uç noktasına kadar hırsızların, yalancıların ve ahlâksızların eline geçer. AHLÂK ve FAZİLET, modası geçmiş ve eskimiş değerler olarak ayaklar altına alınır.
Bu duruma düşen bir ülkenin hedef kovalaması, huzur ve saadete ulaşması mümkün değildir ve bir kölelik sistemi, konumu, bilgisi ve becerisi ne olursa olsun herkesi, inim, inim inletir.
Kölelik denince kimsenin aklına ayağı prangalı, burnu halkalı, kulağı küpeli köleler gelmesin! Zira; bugünün köleleri, modern çağa uygun kölelerdir. Birkaç örnek:
İdare adamlarına uşaklığı kabullenmiş ilim adamı görüntüsündeki köleler.
Paranın üstündeki yazıdan başka bir değer ve hedef tanımayan işadamı görüntüsündeki köleler.
Nerede "EVET!" ve nerede "HAYIR" denileceğini bilemez duruma düşen aydın görüntüsündeki köleler.
Hak, hukuk, adâlet ve Hukuk Devleti sözlerini dillerinden düşürmeyen hukuk adamı görüntüsündeki köleler.
Vatan, millet ve milli irade, demokrasi sözcükleri ile halkı aldatmayı marifet sayan devlet adamı görüntüsündeki siyasî köleler.
Bu örnekleri, irfan ve basiret sahibi herkes çoğaltabilir.
Maruz kaldığınız iftira ve aldığınız cevap, ülkemizin nasıl idare edildiğinin en büyük göstergesidir ve vicdan sahibi herkesi, derinden yaralar.
Üzülmenin bir faydası yoktur. Herkes, bu duruma nasıl düştüğümüzü aramalı ve halkı uyandırmalıdır. Tarihi bir örnek, herkese gereken dersi verecek niteliktedir. İşte örnek:
Gençliğimde inançlarımın gereği olarak tarihte zulmü ile ünlenen FİRAVUN'A çok kızıyordum. Ama; olgunluk çağına yaklaştıkça, yaşadığımız olayları gördükçe Firavun'a kızmaz oldum ve hatta bazı hususlarda haklı olduğunu düşündüm. Bugün de aynı düşüncedeyim. Zira;
Debdebeli, tantanalı bir SALTANAT,
Göz kamaştırıcı bir SERVET,
Emrindeki kuvvetli bir ORDU,
Etrafında "Sen, bizim RABBİMİZSİN!" diye tapan ve eğilip, bükülen bir sürü İNSAN, FİRAVUN'U, FİRAVUN yapmıştır. Firavun'u FİRAVUN yapan ortam var oldukça, Firavun neş'esindeki kişilerin eksik olmayacağı, İLÂHÎ NİZAMIN gereğidir.
Bazen kendi kendime, "Firavun'un imkânlarına sahip olsaydım; acaba, ben de FİRAVUN olur muydum?" diye sorduğum olmuştur. Samimi olarak itiraf etmem gerekirse; henüz daha, bu sorunun düzgün bir cevabını bulabilmiş değilim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
27 Mart 2009 Cuma
Kürt sorunu nedir?
Sayın Cengiz ÇANDAR
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 3 Mart 1999
Sayın ÇANDAR;
Yazılarınızı dikkatle okuyorum. Fakat, ne yapmak istediğinizi ve neyi savunduğunuzu anlamış değilim. Örnek vereyim:
25 Şubat 1999 tarihli ve “ESASI KAÇIRMAYALIM” başlığını taşıyan yazınızın bir bölümünde, maksadı belli olmayan ifadeleriniz şöyledir:
“…Tam bir alacakaranlık ortamı….”ZAFER” duygusu içinde “MORALİ YÜKSELMİŞ” bir kamuoyu bir yanda; bu ülkenin vatandaşlarından oluşan bir başka ve hatırı sayılır kesim, hayal kırıklığı ve öfke içinde.”
Aynı yazınızın bir başka bölümünde de şunları söylemektesiniz:
“Apo yakalandı diye, “KÜRT SORUNUNA” ilişkin, daha önce defalarca vurguladığımız görüşlerimizden vazgeçecek de değiliz. Tersine; Apo’nun yakalanması, bunların geçerliliğini daha da belirgin hale getirdi.”
Saplantı haline gelmiş görüşünüzü de, şu ifadelerle dile getirmektesiniz:
“Bizim görüşümüzün özü, “KÜRT SORUNUNU” Apo ve PKK değil; tam aksine, “KÜRT SORUNUNUN, Apo ve PKK’yı yarattığı yönündeydi.”
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’de, etnik kökene göre bir uygulamanın yapıldığını söylemek için en azından, insafsız olmak gerekir. Kaldı ki; Kürt sorununun meydana getirdiğini ifade ettiğiniz terör olayları, en fazla, Kürt kökenli vatandaşlarımızı zarara uğratmıştır. Bu müthiş ve acımasız terör dehşetinden kaçan vatandaşlarımız, Batı bölgelerine sığınmaktadırlar. İster Kürt kökenli, ister Türk kökenli veya başka bir kökenli olsun; insanlarımız arasında bir ayırım ve düşmanlık yoktur. Herkes, başka bir şey talep etmeksizin, bu acımasız ve dehşetli terörün, son bulmasını istemektedir.
Meçhul bir ideoloji peşinde koşar gibi görünen kişilerin kimlikleri de, cümle âlemce bilinmektedir.
Yakalanan Abdullah Öcalan’ın vasıflarını saymaya gerek yoktur. Çünkü, vasıfları, herkesçe bilinmektedir. Öcalan’ın yerine liderlik kavgasına girenlerin vasıfları da bilinmektedir. İşte, 25 Şubat 1999 tarihli ve “PKK’LI KADINA YİNE RAHAT YOK” başlığı ile sunulan SABAH GAZETESİ’nin haberi:
Osman Öcalan’ın kimliği şöyle tanıtılıyor:
“Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan, henüz PKK’ya katılmadan önce, 1983-1985 yıllarında Libya’da faaliyette bulunduğu dönemde, Libyalı bir kadına sarkıntılık ettiği için sınır dışı edildi. Ayrıca, örgüte katılan kadınlardan kendisine bir harem kurdu.”
Liderlik iddiasında bulunan Cemil Bayık’ın kimliği de, şu ifadelerle tanıtılmaktadır:
“Cemil Bayık, 1970’li yılların başında üyesi olduğu THPK/C örgütünden, kadın üyelere sarkıntılık ettiği ve zimmetine para geçirdiği için uzaklaştırıldı. Bayık, yakın korumalarının önemli bir kısmını kadınlardan seçiyor ve bunları, ilişkiye zorluyor. Bu kadınlardan biri, 3 Şubat 1998 tarihinde, birçok kişinin gözleri önünde intihar etti.”
Liderlik yarışına giren bir diğer kişi, yani Kâni Yılmaz ise, şöyle tanıtılıyor:
“Kâni Yılmaz, 1980 öncesi Diyarbakır Cezaevi’nde PKK aleyhine, cezaevi yönetimiyle işbirliği yaptı. Avrupa’da zimmetine para geçirmeye devam etmesine ve kadınlara olan düşkünlüğüne rağmen, görevinden alınmadı.”
Şimdi size soruyorum:
Bu ve buna benzer kişilerin iddialarına göre mi, bir KÜRT SORUNU davasını takipçiliğini yapmaktasınız? Yoksa siz;
Tanzimat’ın ilânından sonra Avrupalılaşacağını zanneden ve her söze başlarken “ACABA, DÜVEL-İ MUAZZAMA NE DER?” kompleksine kapılan o günün aydınlarına özenerek, Batı ülkelerinin ve Amerika’nın geliştirdiği politikaların etkisiyle mi, bu hayali davanın takipçiliğine soyundunuz?
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumu sebebiyle rahat bırakılmayacağı gerçektir. Zaten, hiçbir dönemde rahat bırakılmamıştır. Çünkü; başkalarının, Türkiye üzerinde bir iddiası ve hedefi vardır. O da, şudur:
KENDİ KENDİSİNE YETERSİ VE DAİMA BAŞKALARINA MUHTAÇ VE DE İÇ SORUNLARIN ALTINDA EZİLMİŞ GÜÇSÜZ BİR TÜRKİYE!
Başkalarının iddiası ve hedefi, Türkiye’yi zora sokarsa, yazık olmaz mı?
Aydın geçinen veya kamuoyunu etkileme imkânlarına sahip kişilerin, gerçekleri örten yorumları sebebiyle Türkiye, aradığı huzuru bulamazsa yazık olmaz mı veya ayıp değil midir?
Ahkâm kesenler, yakın tarihimizden de mi ders almamaktadırlar?
Tarihi seyrine bir bakalım:
Milliyet Gazetesi Yazarı HASAN PULUR’un, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bazı bölümlerini birlikte okuyalım:
“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk
.
Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki hazin, elemli hikâyesi var.
Dosyada bir fotoğraf; Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curson…
Misak-ı Millî sınırları içinde kalan MUSUL ve KERKÜK’ün akibeti, iki ülkenin CEMİYET-İ AKVAM gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış. Yerli halk, “TÜRKİYE” diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye, PİLEBİSİT, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” Diye, karşı çıkıyor ve NASTURİ İSYANI başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı, kısa sürede bastırılıyor.
Yıllarca süren savaştan sonra YENİ TÜRK DEVLETİNİ KURANLARDAN, MUSUL ve KERKÜK’Ü almak için direnen İngilizler, yeni bir İSYAN hazırlığına giriyorlar.
Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” kulübünde iki kişi bezik oynamaktadır; biri, Türkiye’nin Başbakanı FETHİ OKYAR, diğeri de İngiltere Büyükelçisi LİNDSAY’DIR.
İngiliz Büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp Türkiye Başbakanı’na, hayırlı önerilerde bulunuyor:
“Ekselans, bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini; bakın, başınıza ne belâlar geliyor.”
İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:
“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”
Ve İngiliz elçisi, baklayı ağzından çıkarır:
“ÜSTELİK BİR DAHA ÜLKENİZDE, ZİNHAR BİR KÜRT İSYANI ÇIKMAYACAĞINI TAAHHÜT EDERİZ.”
Fethi Okyar, İngilizin bam teline basar:
“Ama sizin, IRAK üzerindeki MANDA süreniz bitmek üzere.”
Ne gam, emperyalizmin oyunu biter mi?
“Tasanız o olsun; biz, o süreyi uzatırız.”
Sonra, ne mi oldu?
ŞEYH SAİT İSYANI başlar, genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama; MUSUL ve KERKÜK de gider.
İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.
Aradan 13 yıl geçer.
Türkiye Cumhuriyeti, HATAY sorunu ile boğuşmakta, Hatay’ı Fransızlardan kurtarmaya çalışmaktadır.
İşte tam o günlerde, DERSİM İSYANI patlar, birbuçuk yıl sürer; isyan, acılarla, gözyaşlarıyla, ölümlerle bastırılır; emperyalizm, bu sefer tutturamamıştır. Hatay, Fransızlardan alınır.
Ve gelinir, 1980’li yılların ortalarına… Batıda, “TÜRK ÇAĞINDAN” söz edilmeye başlanır. Türkiye, kılıç, kalkan, topla, tüfekle değil; yetişmiş kadroları, insan gücü, kaynakları, ekonomisiyle dünyaya açılmaktadır. Hatta, “ADRİYATİK’TEN ÇİN SEDDİ’NE kadar TÜRK DÜNYASI’NDAN” bahsedilmektedir.
Emperyalizm buna katlanacak mıdır? Hiç katlanır mı? Türkiye’nin başına açılacak dert mi yoktur? Herkes hazır, alesta beklemektedir.
Ermeni tutmazsa, PKK.
Üstelik Türkler, “KİFAYETSİZ, MUHTERİS” politikacıların elinde ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilemez halde şaşkın, şaşkın dolanıp durmaktayken…
Ve bütün bunları seyredenler, susanlar, “Viran olası hanede evlâd ü ayâl var” diyenler…
Hay o haneniz başınıza yıkılmaya…”
İşte Hasan Pulur, bunları yazıyor. Yazının mürekkebi de kurumamış. Ama; siz ve sizin gibi anlaşılması zor kişiler, arı kovanına çomak sokmaktan zevk almaktasınız.
Bilerek veya bilmeyerek, bu büyük ülkenin insanlarını huzursuz etmektesiniz.
Batı’nın ortaya attığı “SEVR ŞARTLARINI” kabullenenlere, o günün kısıtlı imkânlarına rağmen, “MİSAK-I MİLLΔ şuuru ile ortaya çıkanlardan utanmayanlara, bir hatırlatmam olacaktır:
Eğer Türkiye sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde geçirebileceği 20-25 yıllık bir zaman dilimini yakalayabilse ve bütün gayretini kalkınması ve gelişmesi için hasredebilse; Batı emperyalizmi, kaçacak delik arar.
Ve soruyorum:
Sizler; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulacak her masada söz sahibi olan güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE istemiyor musunuz?
İçimden gelmiyor, ama, nezaketen saygılarımı sunarım.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 3 Mart 1999
Sayın ÇANDAR;
Yazılarınızı dikkatle okuyorum. Fakat, ne yapmak istediğinizi ve neyi savunduğunuzu anlamış değilim. Örnek vereyim:
25 Şubat 1999 tarihli ve “ESASI KAÇIRMAYALIM” başlığını taşıyan yazınızın bir bölümünde, maksadı belli olmayan ifadeleriniz şöyledir:
“…Tam bir alacakaranlık ortamı….”ZAFER” duygusu içinde “MORALİ YÜKSELMİŞ” bir kamuoyu bir yanda; bu ülkenin vatandaşlarından oluşan bir başka ve hatırı sayılır kesim, hayal kırıklığı ve öfke içinde.”
Aynı yazınızın bir başka bölümünde de şunları söylemektesiniz:
“Apo yakalandı diye, “KÜRT SORUNUNA” ilişkin, daha önce defalarca vurguladığımız görüşlerimizden vazgeçecek de değiliz. Tersine; Apo’nun yakalanması, bunların geçerliliğini daha da belirgin hale getirdi.”
Saplantı haline gelmiş görüşünüzü de, şu ifadelerle dile getirmektesiniz:
“Bizim görüşümüzün özü, “KÜRT SORUNUNU” Apo ve PKK değil; tam aksine, “KÜRT SORUNUNUN, Apo ve PKK’yı yarattığı yönündeydi.”
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’de, etnik kökene göre bir uygulamanın yapıldığını söylemek için en azından, insafsız olmak gerekir. Kaldı ki; Kürt sorununun meydana getirdiğini ifade ettiğiniz terör olayları, en fazla, Kürt kökenli vatandaşlarımızı zarara uğratmıştır. Bu müthiş ve acımasız terör dehşetinden kaçan vatandaşlarımız, Batı bölgelerine sığınmaktadırlar. İster Kürt kökenli, ister Türk kökenli veya başka bir kökenli olsun; insanlarımız arasında bir ayırım ve düşmanlık yoktur. Herkes, başka bir şey talep etmeksizin, bu acımasız ve dehşetli terörün, son bulmasını istemektedir.
Meçhul bir ideoloji peşinde koşar gibi görünen kişilerin kimlikleri de, cümle âlemce bilinmektedir.
Yakalanan Abdullah Öcalan’ın vasıflarını saymaya gerek yoktur. Çünkü, vasıfları, herkesçe bilinmektedir. Öcalan’ın yerine liderlik kavgasına girenlerin vasıfları da bilinmektedir. İşte, 25 Şubat 1999 tarihli ve “PKK’LI KADINA YİNE RAHAT YOK” başlığı ile sunulan SABAH GAZETESİ’nin haberi:
Osman Öcalan’ın kimliği şöyle tanıtılıyor:
“Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan, henüz PKK’ya katılmadan önce, 1983-1985 yıllarında Libya’da faaliyette bulunduğu dönemde, Libyalı bir kadına sarkıntılık ettiği için sınır dışı edildi. Ayrıca, örgüte katılan kadınlardan kendisine bir harem kurdu.”
Liderlik iddiasında bulunan Cemil Bayık’ın kimliği de, şu ifadelerle tanıtılmaktadır:
“Cemil Bayık, 1970’li yılların başında üyesi olduğu THPK/C örgütünden, kadın üyelere sarkıntılık ettiği ve zimmetine para geçirdiği için uzaklaştırıldı. Bayık, yakın korumalarının önemli bir kısmını kadınlardan seçiyor ve bunları, ilişkiye zorluyor. Bu kadınlardan biri, 3 Şubat 1998 tarihinde, birçok kişinin gözleri önünde intihar etti.”
Liderlik yarışına giren bir diğer kişi, yani Kâni Yılmaz ise, şöyle tanıtılıyor:
“Kâni Yılmaz, 1980 öncesi Diyarbakır Cezaevi’nde PKK aleyhine, cezaevi yönetimiyle işbirliği yaptı. Avrupa’da zimmetine para geçirmeye devam etmesine ve kadınlara olan düşkünlüğüne rağmen, görevinden alınmadı.”
Şimdi size soruyorum:
Bu ve buna benzer kişilerin iddialarına göre mi, bir KÜRT SORUNU davasını takipçiliğini yapmaktasınız? Yoksa siz;
Tanzimat’ın ilânından sonra Avrupalılaşacağını zanneden ve her söze başlarken “ACABA, DÜVEL-İ MUAZZAMA NE DER?” kompleksine kapılan o günün aydınlarına özenerek, Batı ülkelerinin ve Amerika’nın geliştirdiği politikaların etkisiyle mi, bu hayali davanın takipçiliğine soyundunuz?
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumu sebebiyle rahat bırakılmayacağı gerçektir. Zaten, hiçbir dönemde rahat bırakılmamıştır. Çünkü; başkalarının, Türkiye üzerinde bir iddiası ve hedefi vardır. O da, şudur:
KENDİ KENDİSİNE YETERSİ VE DAİMA BAŞKALARINA MUHTAÇ VE DE İÇ SORUNLARIN ALTINDA EZİLMİŞ GÜÇSÜZ BİR TÜRKİYE!
Başkalarının iddiası ve hedefi, Türkiye’yi zora sokarsa, yazık olmaz mı?
Aydın geçinen veya kamuoyunu etkileme imkânlarına sahip kişilerin, gerçekleri örten yorumları sebebiyle Türkiye, aradığı huzuru bulamazsa yazık olmaz mı veya ayıp değil midir?
Ahkâm kesenler, yakın tarihimizden de mi ders almamaktadırlar?
Tarihi seyrine bir bakalım:
Milliyet Gazetesi Yazarı HASAN PULUR’un, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bazı bölümlerini birlikte okuyalım:
“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk
.
Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki hazin, elemli hikâyesi var.
Dosyada bir fotoğraf; Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curson…
Misak-ı Millî sınırları içinde kalan MUSUL ve KERKÜK’ün akibeti, iki ülkenin CEMİYET-İ AKVAM gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış. Yerli halk, “TÜRKİYE” diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye, PİLEBİSİT, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” Diye, karşı çıkıyor ve NASTURİ İSYANI başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı, kısa sürede bastırılıyor.
Yıllarca süren savaştan sonra YENİ TÜRK DEVLETİNİ KURANLARDAN, MUSUL ve KERKÜK’Ü almak için direnen İngilizler, yeni bir İSYAN hazırlığına giriyorlar.
Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” kulübünde iki kişi bezik oynamaktadır; biri, Türkiye’nin Başbakanı FETHİ OKYAR, diğeri de İngiltere Büyükelçisi LİNDSAY’DIR.
İngiliz Büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp Türkiye Başbakanı’na, hayırlı önerilerde bulunuyor:
“Ekselans, bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini; bakın, başınıza ne belâlar geliyor.”
İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:
“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”
Ve İngiliz elçisi, baklayı ağzından çıkarır:
“ÜSTELİK BİR DAHA ÜLKENİZDE, ZİNHAR BİR KÜRT İSYANI ÇIKMAYACAĞINI TAAHHÜT EDERİZ.”
Fethi Okyar, İngilizin bam teline basar:
“Ama sizin, IRAK üzerindeki MANDA süreniz bitmek üzere.”
Ne gam, emperyalizmin oyunu biter mi?
“Tasanız o olsun; biz, o süreyi uzatırız.”
Sonra, ne mi oldu?
ŞEYH SAİT İSYANI başlar, genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama; MUSUL ve KERKÜK de gider.
İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.
Aradan 13 yıl geçer.
Türkiye Cumhuriyeti, HATAY sorunu ile boğuşmakta, Hatay’ı Fransızlardan kurtarmaya çalışmaktadır.
İşte tam o günlerde, DERSİM İSYANI patlar, birbuçuk yıl sürer; isyan, acılarla, gözyaşlarıyla, ölümlerle bastırılır; emperyalizm, bu sefer tutturamamıştır. Hatay, Fransızlardan alınır.
Ve gelinir, 1980’li yılların ortalarına… Batıda, “TÜRK ÇAĞINDAN” söz edilmeye başlanır. Türkiye, kılıç, kalkan, topla, tüfekle değil; yetişmiş kadroları, insan gücü, kaynakları, ekonomisiyle dünyaya açılmaktadır. Hatta, “ADRİYATİK’TEN ÇİN SEDDİ’NE kadar TÜRK DÜNYASI’NDAN” bahsedilmektedir.
Emperyalizm buna katlanacak mıdır? Hiç katlanır mı? Türkiye’nin başına açılacak dert mi yoktur? Herkes hazır, alesta beklemektedir.
Ermeni tutmazsa, PKK.
Üstelik Türkler, “KİFAYETSİZ, MUHTERİS” politikacıların elinde ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilemez halde şaşkın, şaşkın dolanıp durmaktayken…
Ve bütün bunları seyredenler, susanlar, “Viran olası hanede evlâd ü ayâl var” diyenler…
Hay o haneniz başınıza yıkılmaya…”
İşte Hasan Pulur, bunları yazıyor. Yazının mürekkebi de kurumamış. Ama; siz ve sizin gibi anlaşılması zor kişiler, arı kovanına çomak sokmaktan zevk almaktasınız.
Bilerek veya bilmeyerek, bu büyük ülkenin insanlarını huzursuz etmektesiniz.
Batı’nın ortaya attığı “SEVR ŞARTLARINI” kabullenenlere, o günün kısıtlı imkânlarına rağmen, “MİSAK-I MİLLΔ şuuru ile ortaya çıkanlardan utanmayanlara, bir hatırlatmam olacaktır:
Eğer Türkiye sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde geçirebileceği 20-25 yıllık bir zaman dilimini yakalayabilse ve bütün gayretini kalkınması ve gelişmesi için hasredebilse; Batı emperyalizmi, kaçacak delik arar.
Ve soruyorum:
Sizler; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulacak her masada söz sahibi olan güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE istemiyor musunuz?
İçimden gelmiyor, ama, nezaketen saygılarımı sunarım.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
26 Mart 2009 Perşembe
Kişiler ve Devlet.
Sayın Akif BEKİ
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 26 Mart 2009
Sayın BEKİ;
26 Mart 2009 tarihli ve Tartıştığımız şeye bak” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
ABDULLAH GÜL, Türkiye Cumhuriyeti Develeti’nin CUMHURBAŞKANIDIR. Bulunduğu makamın önemi sebebiyle, Türkiye’nin gerçek hedefleri doğrultusunda “Her makamım bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğine göre hareket etmek zorundadır.
Bölgede ABD’nin, Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi yakından ilgilendiren bir BÜYÜK KÜRDİSTAN DEVLETİ projesi vardır. Bu projenin ilk basamağı olarak Irak’ın Kuzeyinde bir KÜRT YÖNETİMİ oluşturmuştur. Bunu yaparken de, Kürt olmayan unsurları ezdirmiş, haklarını gasp ettirmiş ve zulme uğratmıştır. Celal Talabani’yi de silâh zoru ile Cumhurbaşkanı seçtirmiştir. PKK’yı da teşkilatlandıran, donatan ve destekleyen ABD’dir.
ABD, bu hedefini gerçekleştirmek için IRAK’ı Şii Bölgesi, Sünni Bölgesi ve Kürt Bölgesi olarak üçe bölecektir. Ki; ABD, bu hedefini, Birinci Körfez Savaşında resmen açıklamıştır.
Türkiye, ABD’nin bu plânına, İrak’ın toprak bütünlüğünün korunması yönünde karşı tavır koymuştur. Doğrusu da budur.
Koyduğu hedeflerini takip etmeyen veya takip edemeyen bir devlet, daima dış tesirlere boyun eğer ve taviz vermek zorunda kalır. Koyduğu hedeflerin takipçisi olan bir devlet ise; dış tesirlere boyun eğmez ve taviz vermez. Bunun önemini, herkesin bilmesi gereken bir örnekle izah edeyim:
1948 yılından itibaren YUNANİSTAN, Kıbrıs için bir hedef seçmiştir. Bu hedef, ENOSİS, yani İLHAKTIR.
O günden beri Yunanistan, bu hedefinden vazgeçmemiş ve bir adım geri atmamıştır. Kıta sahanlığı, Fırhattı, Adalar ve Karasuları konularında da, koyduğu hedeflerin takipçisi ve ısrarcısıdır.
Biz ise; Kıbrıs konusundaki hedeflerimizin takipçisi olamadık ve şekilden şekile girdik. Yani; taviz yolunu seçtik ve kendi hedeflerimizden uzaklaştık.
En büyük kozumuz olan Yunanistan’ın NATO’nun Askeri kanadına dönüşüne, Kenan Evren’in kişisel iradesiyle izin verdik ve pazarlık gücümüzü kaybettik. Üstelik Yunanistan, Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak, Ege Adalarını silahlandırdı.
Bu ölçüler içersinde değerlendirme yapabilmiş olsaydınız, Cumhur Başkanı Abdullah Gül’ün, o sözü söylememesi gerekirdi. Türkiye’nin Irak’a muhtaç olmadığını, aksine, Irak’ın Türkiye’ye muhtaç olduğunu dikkate alarak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ağırlığını ve gücünü, bütün muhataplarına hissettirmeliydi. Kuzey Irak’ta oluşturulan Bölgesel Kürt Yönetimi idarecileriyle asla ve asla görüşmemeliydi. Hatta Cumhurbaşkanı Gül, IRAK’a dahi gitmemeliydi.
PKK ile mücadele konusunda Talabani’nin ve Barzani’nin Türkiye’ye destek vereceğine inanmak, vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur. Daha bir sene evvel, “Türkiye’ye değil bir Kürt, bir Kürt kedisi dahi vermem.” diyen Celal Talabani’nin sözlerine güvenmek, ABD’nin isteklerini yerine getirmek demektir.
Bir Devlet başkanının çok gezmesi, birçok kişilerle görüşmesi, diplomatik başarı getirmez. Diplomatik başarı, bir devletin hedeflerinin gerçekleştirilmesiyle sağlanır. Şu gerçek unutulmamalıdır:
Hak ve Hakikat, kişilerle kaim olmaz. Kişilerle ancak ve ancak zulüm payidar olur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, KURUMLARI, KURULLARI ve KURALLARI olan bir BÜYÜK DEVLETTİR. Devletin BEKASINI, HEDEFLERİNİ ve YÜCELMESİNİ gözetmeyen teşebbüs ve ilişkiler, devletin İDDİASINI kaybettirir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 26 Mart 2009
Sayın BEKİ;
26 Mart 2009 tarihli ve Tartıştığımız şeye bak” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
ABDULLAH GÜL, Türkiye Cumhuriyeti Develeti’nin CUMHURBAŞKANIDIR. Bulunduğu makamın önemi sebebiyle, Türkiye’nin gerçek hedefleri doğrultusunda “Her makamım bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğine göre hareket etmek zorundadır.
Bölgede ABD’nin, Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi yakından ilgilendiren bir BÜYÜK KÜRDİSTAN DEVLETİ projesi vardır. Bu projenin ilk basamağı olarak Irak’ın Kuzeyinde bir KÜRT YÖNETİMİ oluşturmuştur. Bunu yaparken de, Kürt olmayan unsurları ezdirmiş, haklarını gasp ettirmiş ve zulme uğratmıştır. Celal Talabani’yi de silâh zoru ile Cumhurbaşkanı seçtirmiştir. PKK’yı da teşkilatlandıran, donatan ve destekleyen ABD’dir.
ABD, bu hedefini gerçekleştirmek için IRAK’ı Şii Bölgesi, Sünni Bölgesi ve Kürt Bölgesi olarak üçe bölecektir. Ki; ABD, bu hedefini, Birinci Körfez Savaşında resmen açıklamıştır.
Türkiye, ABD’nin bu plânına, İrak’ın toprak bütünlüğünün korunması yönünde karşı tavır koymuştur. Doğrusu da budur.
Koyduğu hedeflerini takip etmeyen veya takip edemeyen bir devlet, daima dış tesirlere boyun eğer ve taviz vermek zorunda kalır. Koyduğu hedeflerin takipçisi olan bir devlet ise; dış tesirlere boyun eğmez ve taviz vermez. Bunun önemini, herkesin bilmesi gereken bir örnekle izah edeyim:
1948 yılından itibaren YUNANİSTAN, Kıbrıs için bir hedef seçmiştir. Bu hedef, ENOSİS, yani İLHAKTIR.
O günden beri Yunanistan, bu hedefinden vazgeçmemiş ve bir adım geri atmamıştır. Kıta sahanlığı, Fırhattı, Adalar ve Karasuları konularında da, koyduğu hedeflerin takipçisi ve ısrarcısıdır.
Biz ise; Kıbrıs konusundaki hedeflerimizin takipçisi olamadık ve şekilden şekile girdik. Yani; taviz yolunu seçtik ve kendi hedeflerimizden uzaklaştık.
En büyük kozumuz olan Yunanistan’ın NATO’nun Askeri kanadına dönüşüne, Kenan Evren’in kişisel iradesiyle izin verdik ve pazarlık gücümüzü kaybettik. Üstelik Yunanistan, Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak, Ege Adalarını silahlandırdı.
Bu ölçüler içersinde değerlendirme yapabilmiş olsaydınız, Cumhur Başkanı Abdullah Gül’ün, o sözü söylememesi gerekirdi. Türkiye’nin Irak’a muhtaç olmadığını, aksine, Irak’ın Türkiye’ye muhtaç olduğunu dikkate alarak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ağırlığını ve gücünü, bütün muhataplarına hissettirmeliydi. Kuzey Irak’ta oluşturulan Bölgesel Kürt Yönetimi idarecileriyle asla ve asla görüşmemeliydi. Hatta Cumhurbaşkanı Gül, IRAK’a dahi gitmemeliydi.
PKK ile mücadele konusunda Talabani’nin ve Barzani’nin Türkiye’ye destek vereceğine inanmak, vücudu olmayan bir şeyin varlığına inanmak kadar gülünç olur. Daha bir sene evvel, “Türkiye’ye değil bir Kürt, bir Kürt kedisi dahi vermem.” diyen Celal Talabani’nin sözlerine güvenmek, ABD’nin isteklerini yerine getirmek demektir.
Bir Devlet başkanının çok gezmesi, birçok kişilerle görüşmesi, diplomatik başarı getirmez. Diplomatik başarı, bir devletin hedeflerinin gerçekleştirilmesiyle sağlanır. Şu gerçek unutulmamalıdır:
Hak ve Hakikat, kişilerle kaim olmaz. Kişilerle ancak ve ancak zulüm payidar olur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, KURUMLARI, KURULLARI ve KURALLARI olan bir BÜYÜK DEVLETTİR. Devletin BEKASINI, HEDEFLERİNİ ve YÜCELMESİNİ gözetmeyen teşebbüs ve ilişkiler, devletin İDDİASINI kaybettirir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
25 Mart 2009 Çarşamba
Hafızalar zayıflamamalıdır.
Sayın Kemal Derviş
Devlet Bakanı
Ankara 20 Temmuz 2001
Türkiye’yi ne derecede tanıdığınızı, iktisat bilginizin derinliğini bilmemekle beraber, her şeyi bildiğinizi varsayarak, şu soruyu sormak istiyorum:
Amerikan Merkez Bankası, iki yıllık bir program hazırlasa ve Amerikan dolarının her ay, Alman markı karşısında yüzde 2 oranında değer kaybedeceğini duyursa ve yabancı paraların tedavülüne imkân tanısa; bununla da yetinmeyerek, bankalarda döviz hesaplarının açılmasına izin vererek, döviz ticaretini serbest bıraksa; acaba, parası olan Amerikan vatandaşları, Alman markına yatırım yapmazlar mı?
Amerikan Hazinesi de, kur-faiz makasına dayalı bir iç borç politikası yürüterek, iç borç yönetimini bankalara veya para spekülatörlerinin eline bıraksa; acaba, Amerikan ekonomisi, rant esasına göre şekillenmez mi?
Sayın Bakan;
Kasım 2000 krizinden beri olup, bitenleri dikkatle izliyorum. Gelişinizi de, merakla izledim. 22 Şubat 2001’den itibaren de, ne yapmak istediğinizi anlamaya ve demeçlerinizdeki “Program” sözcüğünün ne anlama geldiğini çözmeye çalıştım. Vardığım netice şudur:
Aslında, olmayan ve para spekülâtörlerinin dayatmaları sonucunda oluşan krizi ortadan kaldırmaya matuf bir kararınıza rastlayamadım. Bilâkis; döviz piyasasında canavar yaratan ve doları, resmen hisse senedine dönüştüren karar ve uygulamalarınızı gördüm. Yani;
Kur-faiz makasına dayalı ve kur-faiz-borsa üçgeninden ibaret olan şahane rant sisteminin yeniden hayat bulmasına yardımcı oldunuz. Antrenörünüz IMF’nin talimatları doğrultusunda hareket ederek, Türkiye’nin gerçeklerine yüz çevirdiniz. Bilmem ki; bu durum karşısında, “piyasaları düzeltme görevinizi ne ölçüde yerine getirdiğinize dair” bir vicdan muhasebesi yapabildiniz mi?
“Ekonominin mimarı” olarak sizi, medyamız, başköşeye oturttu. Hazine, Merkez Bankası, BDDK, SPK, Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu, Borsa Yönetimi v.s. gibi kuruluşlar emrinizdedir. Dış piyasalarda havanız da yerinde; adeta , “Devlet bir yana, Kemal Derviş bir yana” sloganı, sistemden yararlananların parolası haline gelmiştir. Buna rağmen, ortada, görünür bir şey yok...
Merak ediyorum:
Ne yapmak istediğinizi, acaba, kendiniz de, anlayabildiniz mi?
Yoksa; gönlünüze siyaset ateşini düşürenlerin oyununa mı geldiniz?
Yoksa; bilmediğimiz bir misyonunuz mu var?
Sayın Bakan;
Türkiye, paralarını., dövizden faize ve tekrar faizden dövize yatırarak büyük kazançlar sağlayan para sahipleriyle birlikte izlediğiniz gibi bir Türkiye değildir. Türkiye’nin ekonomisi, milli gelirden yüzde 45 pay alan yüzde 1’lik kesim tarafından yönlendirilemez. Zaten; bu bilgisizlik ve tutku, Türkiye’yi zora sokmuştur. Ve iddia ile söylüyorum:
Döviz ticaretine dayalı hiçbir model, Türkiye’yi, bunalımdan kurtaramaz.
Halkı unutan, sosyal devlet anlayışından uzaklaşan, gelir dağılımını adaletsizleştiren ve sadece sermaye kesiminin çıkarlarını gözeten anlayış ve uygulamalar, Türkiye’nin dertlerine çare olamaz.
Çok konuşmakla iddia gerçekleştirilemez. “Ben... Ben...” diyerek de, bir yere varılamaz.
Hüner; herkesin, kendi vücut ikliminde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına, VİCDAN denilen manevi varlığı ile konuşabilmesindedir.
Bir düşününüz:
Hayat pahalılığı, toplumun büyük bir kesimini ateşten gömlek gibi kuşatmış; işsizlik, ürkütücü boyutlara ulaşmış; çaresizlik, herkesi canından bezdirecek hale gelmiş; üreten, yatırım yapan, istihdam yaratan kişi ve kurumlar yere serilmiş; buna rağmen siz, aldıklarıyla yetinmeyen ve daha fazlasını alabilmek için kriz yaratan finans kesiminin dayatmalarına çözümler aramaktasınız.
Ekonomi anlayışınız buysa; bu ülkenin ve insanlarımızın dertlerine çare bulamazsınız. Bu anlayışınızda değişiklik olmayacaksa; “Ben, bu işin üstesinden gelemeyeceğim.” diyerek, yiğitçe bu işi, yine, herkesin kötülemekle yarışa girdiği siyasi iradeye terk ediniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Devlet Bakanı
Ankara 20 Temmuz 2001
Türkiye’yi ne derecede tanıdığınızı, iktisat bilginizin derinliğini bilmemekle beraber, her şeyi bildiğinizi varsayarak, şu soruyu sormak istiyorum:
Amerikan Merkez Bankası, iki yıllık bir program hazırlasa ve Amerikan dolarının her ay, Alman markı karşısında yüzde 2 oranında değer kaybedeceğini duyursa ve yabancı paraların tedavülüne imkân tanısa; bununla da yetinmeyerek, bankalarda döviz hesaplarının açılmasına izin vererek, döviz ticaretini serbest bıraksa; acaba, parası olan Amerikan vatandaşları, Alman markına yatırım yapmazlar mı?
Amerikan Hazinesi de, kur-faiz makasına dayalı bir iç borç politikası yürüterek, iç borç yönetimini bankalara veya para spekülatörlerinin eline bıraksa; acaba, Amerikan ekonomisi, rant esasına göre şekillenmez mi?
Sayın Bakan;
Kasım 2000 krizinden beri olup, bitenleri dikkatle izliyorum. Gelişinizi de, merakla izledim. 22 Şubat 2001’den itibaren de, ne yapmak istediğinizi anlamaya ve demeçlerinizdeki “Program” sözcüğünün ne anlama geldiğini çözmeye çalıştım. Vardığım netice şudur:
Aslında, olmayan ve para spekülâtörlerinin dayatmaları sonucunda oluşan krizi ortadan kaldırmaya matuf bir kararınıza rastlayamadım. Bilâkis; döviz piyasasında canavar yaratan ve doları, resmen hisse senedine dönüştüren karar ve uygulamalarınızı gördüm. Yani;
Kur-faiz makasına dayalı ve kur-faiz-borsa üçgeninden ibaret olan şahane rant sisteminin yeniden hayat bulmasına yardımcı oldunuz. Antrenörünüz IMF’nin talimatları doğrultusunda hareket ederek, Türkiye’nin gerçeklerine yüz çevirdiniz. Bilmem ki; bu durum karşısında, “piyasaları düzeltme görevinizi ne ölçüde yerine getirdiğinize dair” bir vicdan muhasebesi yapabildiniz mi?
“Ekonominin mimarı” olarak sizi, medyamız, başköşeye oturttu. Hazine, Merkez Bankası, BDDK, SPK, Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu, Borsa Yönetimi v.s. gibi kuruluşlar emrinizdedir. Dış piyasalarda havanız da yerinde; adeta , “Devlet bir yana, Kemal Derviş bir yana” sloganı, sistemden yararlananların parolası haline gelmiştir. Buna rağmen, ortada, görünür bir şey yok...
Merak ediyorum:
Ne yapmak istediğinizi, acaba, kendiniz de, anlayabildiniz mi?
Yoksa; gönlünüze siyaset ateşini düşürenlerin oyununa mı geldiniz?
Yoksa; bilmediğimiz bir misyonunuz mu var?
Sayın Bakan;
Türkiye, paralarını., dövizden faize ve tekrar faizden dövize yatırarak büyük kazançlar sağlayan para sahipleriyle birlikte izlediğiniz gibi bir Türkiye değildir. Türkiye’nin ekonomisi, milli gelirden yüzde 45 pay alan yüzde 1’lik kesim tarafından yönlendirilemez. Zaten; bu bilgisizlik ve tutku, Türkiye’yi zora sokmuştur. Ve iddia ile söylüyorum:
Döviz ticaretine dayalı hiçbir model, Türkiye’yi, bunalımdan kurtaramaz.
Halkı unutan, sosyal devlet anlayışından uzaklaşan, gelir dağılımını adaletsizleştiren ve sadece sermaye kesiminin çıkarlarını gözeten anlayış ve uygulamalar, Türkiye’nin dertlerine çare olamaz.
Çok konuşmakla iddia gerçekleştirilemez. “Ben... Ben...” diyerek de, bir yere varılamaz.
Hüner; herkesin, kendi vücut ikliminde bulunan; sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan; “Sus!” dendiği zaman da susmayan ve adına, VİCDAN denilen manevi varlığı ile konuşabilmesindedir.
Bir düşününüz:
Hayat pahalılığı, toplumun büyük bir kesimini ateşten gömlek gibi kuşatmış; işsizlik, ürkütücü boyutlara ulaşmış; çaresizlik, herkesi canından bezdirecek hale gelmiş; üreten, yatırım yapan, istihdam yaratan kişi ve kurumlar yere serilmiş; buna rağmen siz, aldıklarıyla yetinmeyen ve daha fazlasını alabilmek için kriz yaratan finans kesiminin dayatmalarına çözümler aramaktasınız.
Ekonomi anlayışınız buysa; bu ülkenin ve insanlarımızın dertlerine çare bulamazsınız. Bu anlayışınızda değişiklik olmayacaksa; “Ben, bu işin üstesinden gelemeyeceğim.” diyerek, yiğitçe bu işi, yine, herkesin kötülemekle yarışa girdiği siyasi iradeye terk ediniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
24 Mart 2009 Salı
Sanal Ekonomi.
Sayın Nazım EKREN
Devlet Bakanı
Ankara 24 Mart 2009
Sayın BAKAN;
Haber Türk Televizyonunda yaptığınız açıklamalarınızı dinledim.
Gerçek olan husus şudur:
Türkiye zordadır. Hükümet olarak aldığınız veya almayı düşündüğünüz tedbirler, zorlukları ortadan kaldıracak nitelikte değildir ve Türkiye’yi rahatlatmayacaktır. Zira; Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. İktidarınız da, sizden evvelki iktidarlar gibi, bu gerçeği görememiştir.
12 Eylül 1980’den sonra ülkeyi idare eden iktidarların en büyük yanlışlığı ve hatası, geçmiş dönemleri kötüleyerek, kendi dönemlerini övme gayretlerine girmeleridir. Örnek vereyim:
Bugünkü krizi analiz ederken siz de, 2002 yılını esas alarak döneminizin başarılı olduğunu, milli gelirden ve borç stoklarından örnekler vererek açıklamaya çalıştınız. Şayet bu mukayeseyi, 12 Eylül öncesi Türkiye’si ile 12 Eylül sonrası Türkiye’si olarak yapabilseydiniz; hiç şüphesiz, iktisadi politikalarımızı daha akılcı olarak değerlendirmiş ve gerçeğe ulaşmış olurdunuz. Şöyle ki:
Her şeyden önce, 1965-1980 Türkiye’sinin 15 yıllık dönemini iyi analiz etmek icap ed er. Bunun için de “1965 yılında Türkiye’nin nesi vardı; 1980 Türkiye’sinin neleri oldu?” sorusunun cevabını bulmak lâzımdır. Birkaç örnek vereyim:
1965’te 1 milyon ton olan rafineri kapasitesi, 12 Eylül 1980’de 36 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te 4,5 milyar kilovat/saat olan elektrik enerji üretimi, 12 Eylül 1980’de 45 milyar kilovat/saata ulaşmıştır.
1965’te 4 milyon ton olan çimento üretimi 12 Eylül 1980’de, 22 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te 280 bin ton olan sıvı çelik üretimi, 12 Eylül 1980’de 8 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te hiç olmayan alüminyum ve Petro-kimya tesisleri, 12 Eylül 1980’de vardı.
Bu tespiti, altyapı yatırımları ve diğer sanayi tesisleri için de yapmak, şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkarır.
Türkiye, bu 15 yıllık dönem zarfında bu yatırımları gerçekleştirirken KARUN’UN HAZİNELERİNE de sahip değildi. 1965’te fert başına milli geliri, 400 dolar ve toplam ihracatı, geleneksel tarım ürünlerinden oluşan 500 milyon dolardı.
Türkiye bu dönemde, aşırı bir şekilde borçlanmamıştı. 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin; toplam borç stoku, 12,5 milyar dolardı.
12 Eylül 1980’de Türkiye’nin nüfusu 44,5 milyona; fert başına milli geliri, 1520 dolara; milli geliri, 67,5 milyar dolara; ihracatı ise, 3,5 milyar dolara ulaşmıştır.
Görülmektedir ki;
Türkiye’nin 12 Eylül sabahı borç stoku, milli gelirin yüzde 20’si kadardı. Şayet İhtilâl İdaresi, imkân bulsaydı ve gelmiş, geçmiş bütün Cumhuriyet Hükümetlerine “Bu borcu niçin yaptınız ve nerede kullandınız?” diye sorsaydı; karşılığında, 100 milyar dolar değerinde bir varlığın oluştuğunu tespit etmiş olurdu. Yalnız TÜPRAŞ ve PETRO-KİMYA tesisleri bu borcun karşılığıdır.
Şimdi, 1980 sonrasına bir bakalım:
Teferruata girmeyeceğim. Aradan geçen bu 29 yıl zarfında DEVLET, 550 milyar dolar faiz ödemiştir ve toplam borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır. Yani Türkiye, bu dönem zarfında 1 trilyon doların üstünde bir harcama yapmıştır.
Bu harcamanın karşılığı da yoktur. 2009 Bütçesinde 58 milyar lira faiz ödemesi öngörülmüştür. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz ve perakende ticaretimiz, yabancıların eline geçmiştir. İktidarınız da, 50 milyar doları aşan özelleştirme geliri ile övünmektedir.
İnceletirsiniz diye önemli bir husus dikkatlerinize arz ediyorum:
Türkiye, Ağustos 1989 yılında yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra borç batağına saplanmıştır. 1987 yılında Türkiye’nin iç borcu, 6 milyar dolardı. 2002 sonunda iç ve dış borç stoku, 220 milyar dolara ulaşmıştır. 6,5 yıllık iktidarınız döneminde ise toplam borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır. 6,5 yıl zarfında ödenen faiz, 220 milyar lirayı bulmuştur.
Milli gelirin üçe katlandığı da, bir rakam ifadesidir. 1968 sabit fiyatları ile milli gelirdeki artış, yüzde 33’tür.
Merak ettiğim husus ise şudur:
Âsûde kaldığınız zaman, kendi kendinize,”Acaba, Türkiye bu duruma niçin ve nasıl düştü veya düşürüldü?” sorusunu sorduğunuz oluyor mu?
Turgut Özal ve Tansu Çiller dönemlerinin irdelenmesinin ve sorgulanmasının zamanı gelmedi mi?
Atilla Karaosmanoğlu ve ekibinin, Kemal Derviş’in, ve buna benzer başkaları tarafından görevlendirilen kişilerin üstlendikleri görevlerin hedefleri, örtülü mü kalacaktır?
Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendisini besleyemeyecek duruma düşmesi ve halkın fukaralaşması, bir tesadüf müdür?
Genç, dinamik, yüksek teşebbüs kabiliyetli insan gücüne; zengin yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olan Türkiye’nin; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç olması aklın, mantığın, ilmin ve vicdanın kabul edebileceği bir husus mudur?
Sayın BAKAN;
Türkiye’nin kendine gelmesi ve büyük bir hamle gerçekleştirmesi şarttır. Bunun için de önce, yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarından vazgeçerek, gerçek anlamda ÜRETKEN bir EKONOMİNİYİ hayata geçirmek zorundadır.
Zira;
Para ticaretine dayalı bu çarpık ve yanlış model, Türkiye’nin geleceğini daha da zora sokacak ve hatta karartacaktır.Parasal oyunların, gözbağcılığı andıran tedbir ve ekonomik paketleriyle, Türkiye’nin ve Türk milletinin rahatlaması, hamle yapması ve geleceğe matuf hedeflere yönelmesi mümkün değildir.
Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiğini ispata hazırım.
Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından izleyen bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Gereğini yapacağınıza ve gereken kişi ve kurumları uyaracağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Devlet Bakanı
Ankara 24 Mart 2009
Sayın BAKAN;
Haber Türk Televizyonunda yaptığınız açıklamalarınızı dinledim.
Gerçek olan husus şudur:
Türkiye zordadır. Hükümet olarak aldığınız veya almayı düşündüğünüz tedbirler, zorlukları ortadan kaldıracak nitelikte değildir ve Türkiye’yi rahatlatmayacaktır. Zira; Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir. İktidarınız da, sizden evvelki iktidarlar gibi, bu gerçeği görememiştir.
12 Eylül 1980’den sonra ülkeyi idare eden iktidarların en büyük yanlışlığı ve hatası, geçmiş dönemleri kötüleyerek, kendi dönemlerini övme gayretlerine girmeleridir. Örnek vereyim:
Bugünkü krizi analiz ederken siz de, 2002 yılını esas alarak döneminizin başarılı olduğunu, milli gelirden ve borç stoklarından örnekler vererek açıklamaya çalıştınız. Şayet bu mukayeseyi, 12 Eylül öncesi Türkiye’si ile 12 Eylül sonrası Türkiye’si olarak yapabilseydiniz; hiç şüphesiz, iktisadi politikalarımızı daha akılcı olarak değerlendirmiş ve gerçeğe ulaşmış olurdunuz. Şöyle ki:
Her şeyden önce, 1965-1980 Türkiye’sinin 15 yıllık dönemini iyi analiz etmek icap ed er. Bunun için de “1965 yılında Türkiye’nin nesi vardı; 1980 Türkiye’sinin neleri oldu?” sorusunun cevabını bulmak lâzımdır. Birkaç örnek vereyim:
1965’te 1 milyon ton olan rafineri kapasitesi, 12 Eylül 1980’de 36 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te 4,5 milyar kilovat/saat olan elektrik enerji üretimi, 12 Eylül 1980’de 45 milyar kilovat/saata ulaşmıştır.
1965’te 4 milyon ton olan çimento üretimi 12 Eylül 1980’de, 22 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te 280 bin ton olan sıvı çelik üretimi, 12 Eylül 1980’de 8 milyon tona ulaşmıştır.
1965’te hiç olmayan alüminyum ve Petro-kimya tesisleri, 12 Eylül 1980’de vardı.
Bu tespiti, altyapı yatırımları ve diğer sanayi tesisleri için de yapmak, şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkarır.
Türkiye, bu 15 yıllık dönem zarfında bu yatırımları gerçekleştirirken KARUN’UN HAZİNELERİNE de sahip değildi. 1965’te fert başına milli geliri, 400 dolar ve toplam ihracatı, geleneksel tarım ürünlerinden oluşan 500 milyon dolardı.
Türkiye bu dönemde, aşırı bir şekilde borçlanmamıştı. 12 Eylül 1980’de Türkiye’nin; toplam borç stoku, 12,5 milyar dolardı.
12 Eylül 1980’de Türkiye’nin nüfusu 44,5 milyona; fert başına milli geliri, 1520 dolara; milli geliri, 67,5 milyar dolara; ihracatı ise, 3,5 milyar dolara ulaşmıştır.
Görülmektedir ki;
Türkiye’nin 12 Eylül sabahı borç stoku, milli gelirin yüzde 20’si kadardı. Şayet İhtilâl İdaresi, imkân bulsaydı ve gelmiş, geçmiş bütün Cumhuriyet Hükümetlerine “Bu borcu niçin yaptınız ve nerede kullandınız?” diye sorsaydı; karşılığında, 100 milyar dolar değerinde bir varlığın oluştuğunu tespit etmiş olurdu. Yalnız TÜPRAŞ ve PETRO-KİMYA tesisleri bu borcun karşılığıdır.
Şimdi, 1980 sonrasına bir bakalım:
Teferruata girmeyeceğim. Aradan geçen bu 29 yıl zarfında DEVLET, 550 milyar dolar faiz ödemiştir ve toplam borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır. Yani Türkiye, bu dönem zarfında 1 trilyon doların üstünde bir harcama yapmıştır.
Bu harcamanın karşılığı da yoktur. 2009 Bütçesinde 58 milyar lira faiz ödemesi öngörülmüştür. Üstelik; başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz ve perakende ticaretimiz, yabancıların eline geçmiştir. İktidarınız da, 50 milyar doları aşan özelleştirme geliri ile övünmektedir.
İnceletirsiniz diye önemli bir husus dikkatlerinize arz ediyorum:
Türkiye, Ağustos 1989 yılında yürürlüğe konan 32 Sayılı Konvertibilite Kararından sonra borç batağına saplanmıştır. 1987 yılında Türkiye’nin iç borcu, 6 milyar dolardı. 2002 sonunda iç ve dış borç stoku, 220 milyar dolara ulaşmıştır. 6,5 yıllık iktidarınız döneminde ise toplam borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır. 6,5 yıl zarfında ödenen faiz, 220 milyar lirayı bulmuştur.
Milli gelirin üçe katlandığı da, bir rakam ifadesidir. 1968 sabit fiyatları ile milli gelirdeki artış, yüzde 33’tür.
Merak ettiğim husus ise şudur:
Âsûde kaldığınız zaman, kendi kendinize,”Acaba, Türkiye bu duruma niçin ve nasıl düştü veya düşürüldü?” sorusunu sorduğunuz oluyor mu?
Turgut Özal ve Tansu Çiller dönemlerinin irdelenmesinin ve sorgulanmasının zamanı gelmedi mi?
Atilla Karaosmanoğlu ve ekibinin, Kemal Derviş’in, ve buna benzer başkaları tarafından görevlendirilen kişilerin üstlendikleri görevlerin hedefleri, örtülü mü kalacaktır?
Avrupa’da Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan Türkiye’nin, kendi kendisini besleyemeyecek duruma düşmesi ve halkın fukaralaşması, bir tesadüf müdür?
Genç, dinamik, yüksek teşebbüs kabiliyetli insan gücüne; zengin yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olan Türkiye’nin; kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç olması aklın, mantığın, ilmin ve vicdanın kabul edebileceği bir husus mudur?
Sayın BAKAN;
Türkiye’nin kendine gelmesi ve büyük bir hamle gerçekleştirmesi şarttır. Bunun için de önce, yürürlükteki yanlış ekonomi ve para politikalarından vazgeçerek, gerçek anlamda ÜRETKEN bir EKONOMİNİYİ hayata geçirmek zorundadır.
Zira;
Para ticaretine dayalı bu çarpık ve yanlış model, Türkiye’nin geleceğini daha da zora sokacak ve hatta karartacaktır.Parasal oyunların, gözbağcılığı andıran tedbir ve ekonomik paketleriyle, Türkiye’nin ve Türk milletinin rahatlaması, hamle yapması ve geleceğe matuf hedeflere yönelmesi mümkün değildir.
Türkiye’nin 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiğini ispata hazırım.
Türkiye meselelerini dikkatli ve yakından izleyen bir vatandaş olarak ve de demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Gereğini yapacağınıza ve gereken kişi ve kurumları uyaracağınıza inanmaktayım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
23 Mart 2009 Pazartesi
Ekonomi ve yabancı ideoloji.
Sayın Kemal Derviş
Devlet Bakanı
Ankara 21 Haziran 2001
Sayın BAKAN;
“Ekonomi bilmiyorsunuz.” diyemem. Ama; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımadığınızı söyleyebilirim.
Neden mi?
İşte sebebi:
Göreve geldiğiniz günden beri ortaya, tutarlı ve Türkiye gerçeklerine uygun ve geçerli bir para politikası koyamadınız. Siz de; 1987 yılı başından beri kur-faiz makasında geliştirilen şahane bir rant sistemine yenik düştünüz. Yenik düşmek bir yana;
Türkiye’nin; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini anlayamadınız. Eğer anlasaydınız;
Birleştirilen üç kamu bankasının ortak yönetim kurulu başkanlığına, Aydın Doğan’ın ortağı olduğu söylenen Dışbank Murahhas Azası Vural Akışık’ı, Fona devredilen bankalar için oluşturulan ortak yönetimin başına Koç Grubundan emekli Tevfik Altınok’u, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanlığına Koçbank Genel Müdürü Engin Akçakoca’yı getirmezdiniz.
Eğer Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanısaydınız;
Yaşanan ve bundan sonra yaşanacak krizlerin gerçek sebebinin; kur-faiz makasına dayalı çarpık bir ekonomik modelde “Sıcak para” rantından alabildiğine yararlanmasını başaran para sahiplerinin dayatmaları olduğunu görürdünüz. Beş büyük grubun, Türkiye’yi, nasıl sömürdüğünü anlardınız.
Sayın Bakan;
IMF ve Dünya Bankası diretti ve “Derviş Kanunları” adı verilen kanunlar, bir, bir Meclis’ten geçerek yürürlüğe girdi. Finans kesimi ve etkili holdingler “Takas” diye tutturdu ve takas gerçekleşti. Buna rağmen Türkiye, rahatladı mı?
Hayır!
Bundan sonra da rahatlaması mümkün müdür?
Yine hayır!
Neden?
Çünkü; finans ve bankacılık kesimi, alacağını aldıktan sonra, daha fazlasını alabilmek için tekrar bastırır ve dayatır!
Çünkü; en büyük sektör haline gelen döviz ticareti sayesinde bu etkin kesimler, çok büyük paralar kazanmışlar ve kazandıkları paraları, yurt dışında istiflemişlerdir. “Kısa vadeli yabancı sermaye” adı altında Türkiye’ye gelen sermaye de, bu kesimin paralarıdır.
Bir düşününüz:
“Tahtakale piyasası” adı verilen oluşum, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı çaresiz bırakmaktadır.
Ve bu güç, kamu bankalarını tasfiye ettirebilmektedir.
Merkez Bankası ile Hazine, oluşan bu gücün karşısında aciz kalmaktadır.
Büyük bir iddianın sahibi olan siz de, çaresizlik içersinde, şaşırmış vaziyette, ne yapacağınızı bilemez hale gelmiş bulunmaktasınız. Üstelik; para politikalarının tespitinde, Türkiye’ye hükmeden bankacıları söz sahibi yapmış durumdasınız.
Şu tabloya dikkat ediniz:
Aktif büyüklükleri 40 katrilyon lira olan kamu bankalarını, aktif büyüklükleri 35 katrilyon lira olan 6 özel bankanın hatırına, tasfiyeye tabi tutmaktasınız. Ki; kamu bankalarında oluşan mevduat, özel bankalarda oluşan mevduattan fazladır. Üstelik; kamu bankaları, 1987 başından itibaren revaç bulan sıcak para hareketinin içinde yer almamışlardır. Yani; belli özel bankalar, daima Merkez Bankası ve Hazine tarafından kollandıkları ve kayırıldıkları halde; çöken bankacılık sisteminin suçlusu, kamu bankaları gösterilmiştir.
Kamu bankaları tasfiye edildikten sonra acaba, neler olacaktır?
Zihnimde beliren olacakları ifade etmekten ürküyorum.
Bir acı gerçek daha:
78 katrilyon lira büyüklüğündeki 2001 yılı bütçesi, 31 katrilyon lira açık verecek ve 41 katrilyon liraya ulaşan iç borç faizlerini, tüm vergi gelirleri karşılayamayacaktır.
Buna rağmen siz; hala, finans kesimiyle pazarlık ve bankacılık kesimiyle müzakere ederek, ekonomi ve para politikalarını, tespit etmeye çalışıyorsunuz.
Yoksa; ekonomi denince, sizin de aklınıza sadece ve sadece, finans olayı mı geliyor? Öğrendiğiniz iktisat ilminde yatırım, üretim ve istihdam yer almıyor mu?
Sayın Bakan;
Gerçekten Türkiye’ye hizmet etmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak istiyorsanız; her şeyden önce Koç, Doğuş, Sabancı, Çukurova ve Doğan Gruplarını motive ederek ikna ediniz. Bu gruplar, döviz ticaretinden vazgeçsinler ve sıcak para rantını ortadan kaldırsınlar. Eğer bu gruplar, dışarıda tuttukları paraları Türkiye’ye getirirlerse; Türkiye rahatlar ve reel ekonomi canlanır. Bunun için de; Merkez Bankası ile Hazine’nin 15 yıllık uygulamalarını sorgulamak şarttır. Çünkü bu iki kurum, 15 yıldan beri rant ekonomisine hizmet etmişler ve bu sistemi yaşatmışlardır. Hiç gereği yokken, Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamışlardır. Bunun anlamı gayet açıktır:
Paralı kesimle okumuş adamlar, 15-20 yıldan beri, Türkiye’ye karşı görevlerini yerine getirmemişlerdir. Paranın üstündeki yazıyı tek hedef seçtikleri için, Türkiye’yi zora düşürmüşlerdir. Hele; Devletin üst seviyesinde ve bilhassa Hazine ve Merkez Bankası’nda görev yapan kişilerin çoğu; Atatürk’ün “Mektep, genç kafalara insanlığı, saygıyı, millet ve memleket sevgisini, istiklal şerefini öğretir.” sözünden nasiplerini almamışlardır.
Sayın Bakan;
Şimdilik sizi, art gayesiz ve belli bir misyona hizmet etmediğinizi kabul ettiğim için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Ama; buna rağmen, tereddüt içindeyim. Zira;
Türkiye’de görev üstlendikten sonra Amerika’da, “Türk-Amerikan Finans Derneğini” kurdurdunuz. Rabobank’ta görev yapan bazı Türklere, bu dernekte görev verdirdiniz. Belli ki; bir kadrolaşma hareketi içindesiniz. Bu kadrolaşmanın muhtelif gayeleri olabilir; siyaseti de kapsar, finans alanında çokuluslu sermayenin Türkiye’deki hâkimiyetini de kapsar... Bunları, zaman gösterecektir.
Dikkatli bir vatandaş olarak, sizi, yakından izlemeye devam edeceğim.
Eğer, değerlendirmelerim nefsinize uygun düşmüyorsa; samimiyetime binaen, bağışlamanızı dileyeceğim. Üstelik; hitap şeklimden rahatsızlık duymamanızı istirham edeceğim. Zira; medya ve bazı kuruluşlar (Başta TÜSİAD v.s) ve yakın arkadaşlarınız, neredeyse sizi, Mesih ilan ettiler. Denge sağlanması bakımından benim gibi sıradan vatandaşların da sahnede görünmeleri, demokratik rejim açısından lüzumludur; çok seslilikten kimseye zarar gelmez. Medeniyetini taklide çalıştığınız Amerika’da da bu, böyledir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Devlet Bakanı
Ankara 21 Haziran 2001
Sayın BAKAN;
“Ekonomi bilmiyorsunuz.” diyemem. Ama; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımadığınızı söyleyebilirim.
Neden mi?
İşte sebebi:
Göreve geldiğiniz günden beri ortaya, tutarlı ve Türkiye gerçeklerine uygun ve geçerli bir para politikası koyamadınız. Siz de; 1987 yılı başından beri kur-faiz makasında geliştirilen şahane bir rant sistemine yenik düştünüz. Yenik düşmek bir yana;
Türkiye’nin; finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edildiğini anlayamadınız. Eğer anlasaydınız;
Birleştirilen üç kamu bankasının ortak yönetim kurulu başkanlığına, Aydın Doğan’ın ortağı olduğu söylenen Dışbank Murahhas Azası Vural Akışık’ı, Fona devredilen bankalar için oluşturulan ortak yönetimin başına Koç Grubundan emekli Tevfik Altınok’u, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanlığına Koçbank Genel Müdürü Engin Akçakoca’yı getirmezdiniz.
Eğer Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanısaydınız;
Yaşanan ve bundan sonra yaşanacak krizlerin gerçek sebebinin; kur-faiz makasına dayalı çarpık bir ekonomik modelde “Sıcak para” rantından alabildiğine yararlanmasını başaran para sahiplerinin dayatmaları olduğunu görürdünüz. Beş büyük grubun, Türkiye’yi, nasıl sömürdüğünü anlardınız.
Sayın Bakan;
IMF ve Dünya Bankası diretti ve “Derviş Kanunları” adı verilen kanunlar, bir, bir Meclis’ten geçerek yürürlüğe girdi. Finans kesimi ve etkili holdingler “Takas” diye tutturdu ve takas gerçekleşti. Buna rağmen Türkiye, rahatladı mı?
Hayır!
Bundan sonra da rahatlaması mümkün müdür?
Yine hayır!
Neden?
Çünkü; finans ve bankacılık kesimi, alacağını aldıktan sonra, daha fazlasını alabilmek için tekrar bastırır ve dayatır!
Çünkü; en büyük sektör haline gelen döviz ticareti sayesinde bu etkin kesimler, çok büyük paralar kazanmışlar ve kazandıkları paraları, yurt dışında istiflemişlerdir. “Kısa vadeli yabancı sermaye” adı altında Türkiye’ye gelen sermaye de, bu kesimin paralarıdır.
Bir düşününüz:
“Tahtakale piyasası” adı verilen oluşum, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı çaresiz bırakmaktadır.
Ve bu güç, kamu bankalarını tasfiye ettirebilmektedir.
Merkez Bankası ile Hazine, oluşan bu gücün karşısında aciz kalmaktadır.
Büyük bir iddianın sahibi olan siz de, çaresizlik içersinde, şaşırmış vaziyette, ne yapacağınızı bilemez hale gelmiş bulunmaktasınız. Üstelik; para politikalarının tespitinde, Türkiye’ye hükmeden bankacıları söz sahibi yapmış durumdasınız.
Şu tabloya dikkat ediniz:
Aktif büyüklükleri 40 katrilyon lira olan kamu bankalarını, aktif büyüklükleri 35 katrilyon lira olan 6 özel bankanın hatırına, tasfiyeye tabi tutmaktasınız. Ki; kamu bankalarında oluşan mevduat, özel bankalarda oluşan mevduattan fazladır. Üstelik; kamu bankaları, 1987 başından itibaren revaç bulan sıcak para hareketinin içinde yer almamışlardır. Yani; belli özel bankalar, daima Merkez Bankası ve Hazine tarafından kollandıkları ve kayırıldıkları halde; çöken bankacılık sisteminin suçlusu, kamu bankaları gösterilmiştir.
Kamu bankaları tasfiye edildikten sonra acaba, neler olacaktır?
Zihnimde beliren olacakları ifade etmekten ürküyorum.
Bir acı gerçek daha:
78 katrilyon lira büyüklüğündeki 2001 yılı bütçesi, 31 katrilyon lira açık verecek ve 41 katrilyon liraya ulaşan iç borç faizlerini, tüm vergi gelirleri karşılayamayacaktır.
Buna rağmen siz; hala, finans kesimiyle pazarlık ve bankacılık kesimiyle müzakere ederek, ekonomi ve para politikalarını, tespit etmeye çalışıyorsunuz.
Yoksa; ekonomi denince, sizin de aklınıza sadece ve sadece, finans olayı mı geliyor? Öğrendiğiniz iktisat ilminde yatırım, üretim ve istihdam yer almıyor mu?
Sayın Bakan;
Gerçekten Türkiye’ye hizmet etmek ve ekonomik zorluklara geçerli çözümler bulmak istiyorsanız; her şeyden önce Koç, Doğuş, Sabancı, Çukurova ve Doğan Gruplarını motive ederek ikna ediniz. Bu gruplar, döviz ticaretinden vazgeçsinler ve sıcak para rantını ortadan kaldırsınlar. Eğer bu gruplar, dışarıda tuttukları paraları Türkiye’ye getirirlerse; Türkiye rahatlar ve reel ekonomi canlanır. Bunun için de; Merkez Bankası ile Hazine’nin 15 yıllık uygulamalarını sorgulamak şarttır. Çünkü bu iki kurum, 15 yıldan beri rant ekonomisine hizmet etmişler ve bu sistemi yaşatmışlardır. Hiç gereği yokken, Türkiye’yi iç ve dış borç batağına saplamışlardır. Bunun anlamı gayet açıktır:
Paralı kesimle okumuş adamlar, 15-20 yıldan beri, Türkiye’ye karşı görevlerini yerine getirmemişlerdir. Paranın üstündeki yazıyı tek hedef seçtikleri için, Türkiye’yi zora düşürmüşlerdir. Hele; Devletin üst seviyesinde ve bilhassa Hazine ve Merkez Bankası’nda görev yapan kişilerin çoğu; Atatürk’ün “Mektep, genç kafalara insanlığı, saygıyı, millet ve memleket sevgisini, istiklal şerefini öğretir.” sözünden nasiplerini almamışlardır.
Sayın Bakan;
Şimdilik sizi, art gayesiz ve belli bir misyona hizmet etmediğinizi kabul ettiğim için bu mektubumu yazmış bulunmaktayım. Ama; buna rağmen, tereddüt içindeyim. Zira;
Türkiye’de görev üstlendikten sonra Amerika’da, “Türk-Amerikan Finans Derneğini” kurdurdunuz. Rabobank’ta görev yapan bazı Türklere, bu dernekte görev verdirdiniz. Belli ki; bir kadrolaşma hareketi içindesiniz. Bu kadrolaşmanın muhtelif gayeleri olabilir; siyaseti de kapsar, finans alanında çokuluslu sermayenin Türkiye’deki hâkimiyetini de kapsar... Bunları, zaman gösterecektir.
Dikkatli bir vatandaş olarak, sizi, yakından izlemeye devam edeceğim.
Eğer, değerlendirmelerim nefsinize uygun düşmüyorsa; samimiyetime binaen, bağışlamanızı dileyeceğim. Üstelik; hitap şeklimden rahatsızlık duymamanızı istirham edeceğim. Zira; medya ve bazı kuruluşlar (Başta TÜSİAD v.s) ve yakın arkadaşlarınız, neredeyse sizi, Mesih ilan ettiler. Denge sağlanması bakımından benim gibi sıradan vatandaşların da sahnede görünmeleri, demokratik rejim açısından lüzumludur; çok seslilikten kimseye zarar gelmez. Medeniyetini taklide çalıştığınız Amerika’da da bu, böyledir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Kredi kartı faciası.
Sayın Güngör URAS
Milliyet Gazetesi Yazarı 23 Mart 3009
Sayın URAS;
Yazınızda bugünkü kredi kartı faiz oranlarını konu etmişsiniz. Konuyu, 2001 krizinden itibaren ele alırsanız, çok daha aydınlatıcı bir tablo ortaya koymuş olursunuz. Zira; enflasyon 30'lara, faiz oranları yüzde 60'lara düştüğü zamanlarda dahi kredi kartı faizleri yüzde 120-180 arasında dolaşmıştır.
2001 krizinden sonra kasıtlı olarak tasfiye edilen bankalardan sonra ayakta kalan bankalar için kredi kartı faizleri kurtarıcı olmuştur. Aslında "Krizden sonra bankacılık sistemimiz sağlamlaştı" şeklindeki görüşlerin temelinde, kredi kartı faizleri ile bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek ücretler vardır. Şayet bu yüksek faiz ve yüksek ücret politikası izlenmeseydi, banka bilânçoları zarar yazardı. Zordaki halkı soyan sistem, bankacılık kesimini güçlendirmiştir.
Bugün kredi kartı borç stoku, 40 milyar lira dolayındadır. Bir yıl asgari ödemelerin yapıldığını farz edelim; bu durumda geçerli faiz oranına göre bankacılık sisteminin sağlayacağı faiz, 24 milyar lira olacaktır. Bu kredi kartı faizlerinin yüzde 25'e çekildiğini farz edelim; o zaman bankacılık sisteminin faiz geliri, 14 milyar lira azalacaktır. Böyle bir durumda, "Falan banka, üç aylık dönemde kârını yüzde 60 arttırdı" sloganının veya reklâmının bir kıymeti kalır mı?
Şimdi, kredi kartlarının kaymaklı kadayıf denilecek bölümüne gelelim:
Kredi kartlarında yapılan nakit çekimlerde (Ki; hemen, hemen her kart sahibi ve bilhassa dar gelirli kart sahipleri nakit çekimi yapmaktadır.), "Nakit çekim ücreti" adı altında yüzde 3 oranında ekstra bir faiz uygulanmaktadır.
Ayrıca; kredi kartı ile satış yapan işletmelerin taamına yakını, vade sonunu beklemeden ilgili bankadan hemen ertesi günü, vadeli satışını nakde dönüştürmektedir. Bu işlem için uygulanan aylık faiz oranı yüzde 4-5 oranındadır.
Dolayısı ile bir kredi kartı üzerinden yapılan işlemlerle faiz oranları aylık yüzde 10'u bulmaktadır. Ve maalesef bu gerçek, henüz daha yeteri kadar gündeme getirilmemiştir. Bankacılık kesimi kollanacak diye, halkın soyulmasına göz yumulmuştur. Hükümet kanadı, "Faiz oranlarının belirlenmesi Merkez Bankası'na aittir."gibi geçersiz bir gerekçe ile işin üzerine gitmemiştir. Şayet dikkatli bir inceleme yapılsa; bugün icraya düşen kart borçlularının aslında, bankalardan alacaklı oldukları görülecektir. Çok kısa vadeli bir faiz sistemine uygulanan bu yüksek oranlı faiz, halkı boğduğu gibi, bankacılık sistemini de batıracaktır. Merkez Bankası tarafından yüzde 12-13 oranında bir faiz oranı ile fonlanan bankaların, halkı soyan bu denli vurgununa "DUR!" diyen çıkmayacak mıdır? İktisadın geçerli kuralı bellidir:
"ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE POZİTİF REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SİSTEMİNİ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR."
Ne yazık ki ülkemizde, 12 Eylül 1980'den sonra bu kurala uyulmamış ve finans kesimi korunarak, ülke ekonomisi perişan edilmiştir. Zaman, zaman meydana gelen veya kasıtlı olarak yaratılan krizlerin altında, bu gerçek vardır.
2002 sonunda vatandaşlarımızın banklara olan 6 milyar liralık borcu, bugün 120 milyar liraya ulaşmıştır. Bu durum, herkesi düşündürmelidir. Şu ibretli tablo aklıselim sahiplerini düşündürmelidir:
Bugün bankalardaki toplam mevduat 475 milyar liradır. Krediler, 375 milyar liradır. Bankaların elindeki Devlet İç borç Senetleri, 200 milyar liradır.
Bunun anlamı araştırılıp sorgulanmayacak mıdır? Veya Türkiye'nin, bu şartlarda nereye gideceğini düşünen çıkmayacak mıdır?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Milliyet Gazetesi Yazarı 23 Mart 3009
Sayın URAS;
Yazınızda bugünkü kredi kartı faiz oranlarını konu etmişsiniz. Konuyu, 2001 krizinden itibaren ele alırsanız, çok daha aydınlatıcı bir tablo ortaya koymuş olursunuz. Zira; enflasyon 30'lara, faiz oranları yüzde 60'lara düştüğü zamanlarda dahi kredi kartı faizleri yüzde 120-180 arasında dolaşmıştır.
2001 krizinden sonra kasıtlı olarak tasfiye edilen bankalardan sonra ayakta kalan bankalar için kredi kartı faizleri kurtarıcı olmuştur. Aslında "Krizden sonra bankacılık sistemimiz sağlamlaştı" şeklindeki görüşlerin temelinde, kredi kartı faizleri ile bankacılık hizmetlerinden alınan yüksek ücretler vardır. Şayet bu yüksek faiz ve yüksek ücret politikası izlenmeseydi, banka bilânçoları zarar yazardı. Zordaki halkı soyan sistem, bankacılık kesimini güçlendirmiştir.
Bugün kredi kartı borç stoku, 40 milyar lira dolayındadır. Bir yıl asgari ödemelerin yapıldığını farz edelim; bu durumda geçerli faiz oranına göre bankacılık sisteminin sağlayacağı faiz, 24 milyar lira olacaktır. Bu kredi kartı faizlerinin yüzde 25'e çekildiğini farz edelim; o zaman bankacılık sisteminin faiz geliri, 14 milyar lira azalacaktır. Böyle bir durumda, "Falan banka, üç aylık dönemde kârını yüzde 60 arttırdı" sloganının veya reklâmının bir kıymeti kalır mı?
Şimdi, kredi kartlarının kaymaklı kadayıf denilecek bölümüne gelelim:
Kredi kartlarında yapılan nakit çekimlerde (Ki; hemen, hemen her kart sahibi ve bilhassa dar gelirli kart sahipleri nakit çekimi yapmaktadır.), "Nakit çekim ücreti" adı altında yüzde 3 oranında ekstra bir faiz uygulanmaktadır.
Ayrıca; kredi kartı ile satış yapan işletmelerin taamına yakını, vade sonunu beklemeden ilgili bankadan hemen ertesi günü, vadeli satışını nakde dönüştürmektedir. Bu işlem için uygulanan aylık faiz oranı yüzde 4-5 oranındadır.
Dolayısı ile bir kredi kartı üzerinden yapılan işlemlerle faiz oranları aylık yüzde 10'u bulmaktadır. Ve maalesef bu gerçek, henüz daha yeteri kadar gündeme getirilmemiştir. Bankacılık kesimi kollanacak diye, halkın soyulmasına göz yumulmuştur. Hükümet kanadı, "Faiz oranlarının belirlenmesi Merkez Bankası'na aittir."gibi geçersiz bir gerekçe ile işin üzerine gitmemiştir. Şayet dikkatli bir inceleme yapılsa; bugün icraya düşen kart borçlularının aslında, bankalardan alacaklı oldukları görülecektir. Çok kısa vadeli bir faiz sistemine uygulanan bu yüksek oranlı faiz, halkı boğduğu gibi, bankacılık sistemini de batıracaktır. Merkez Bankası tarafından yüzde 12-13 oranında bir faiz oranı ile fonlanan bankaların, halkı soyan bu denli vurgununa "DUR!" diyen çıkmayacak mıdır? İktisadın geçerli kuralı bellidir:
"ÜRETMEYEN VEYA YETERLİ SEVİYEDE ÜRETİM YAPAMAYAN EKONOMİLERDE POZİTİF REEL FAİZ UYGULAMASI, EVVELÂ BANKACILIK SİSTEMİNİ BATIRIR VE SONRA DA, EKONOMİNİN BÜTÜN DENGELERİNİ BOZAR."
Ne yazık ki ülkemizde, 12 Eylül 1980'den sonra bu kurala uyulmamış ve finans kesimi korunarak, ülke ekonomisi perişan edilmiştir. Zaman, zaman meydana gelen veya kasıtlı olarak yaratılan krizlerin altında, bu gerçek vardır.
2002 sonunda vatandaşlarımızın banklara olan 6 milyar liralık borcu, bugün 120 milyar liraya ulaşmıştır. Bu durum, herkesi düşündürmelidir. Şu ibretli tablo aklıselim sahiplerini düşündürmelidir:
Bugün bankalardaki toplam mevduat 475 milyar liradır. Krediler, 375 milyar liradır. Bankaların elindeki Devlet İç borç Senetleri, 200 milyar liradır.
Bunun anlamı araştırılıp sorgulanmayacak mıdır? Veya Türkiye'nin, bu şartlarda nereye gideceğini düşünen çıkmayacak mıdır?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
21 Mart 2009 Cumartesi
Eleştiriye tahammülsüzlük
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 21 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ kurulduğu günden itibaren saygındır ve her şart altında itibarını korumasını başarmıştır.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle maruz kaldığı iç ve dış husumet mihraklarının meydana getirdiği olaylar zaman, zaman DEVLETİMİZİ zora sokmuş olsa da; bu zorluklar, başka ülkelerin başaramayacağı şekilde bertaraf edilmiştir ve hem DEVLETİN ve hem de MİLLETİN itibarı korunmuştur.
Bu sebeple; bugün Partinizin Sincan’da tertiplediği mitingde, iktidarınızı övmek maksadıyla söylediğiniz, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu saygınlığı, bu itibarı bizimle elde etmiştir.” şeklindeki sözleriniz, beni üzmüştür. Hiç şüphesiz, düşünmesini bilen herkesi de üzmüştür. Sebebine gelince:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1963 yılında Kıbrıs olayları sebebiyle günün ABD Başkanı Jonhson’un tehdit edici mektubuna boyun eğmemiş ve ABD’ye hak ettiği cevabı vermiştir.
1968 Arap- İsrail Savaşı sırasında ABD ve Birleşmiş Milletlerin bütün baskılarına rağmen Türkiye, Arapların tezi yanında yeralmıştır.
1969 yılında günün ABD Başkanı Nixon’un, haşhaş ekiminin yasaklanması için yaptığı ağır baskılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kararlı bir şekilde direnmiştir.
1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle ABD’nin 3 Mart 1975’ten itibaren yürürlüğe koyduğu ambargoya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, boyun eğmemiştir.
Soğuk Savaş dönemlerinde dahi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin baskısına rağmen, çok yönlü dış politika izleyerek, günün Sovyetler Birliği ile Ekonomik ve Teknik işbirliği anlaşmaları yapmıştır.
Kıbrıs ve Avrupa Birliği konularında, millî çıkarları doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dik durmasını başarmış ve hiçbir tavizi vermemiştir.
Açık ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iktidarınızdan evvel, BÜYÜK TÜRKİYE olduğunu herkese kabul ettirmiş ve BÜYÜK DÜŞÜNMESİNİ başarmıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza, BÜYÜK BİR MİRAS devredilemezdi.
Sayın BAŞPBAKAN;
Bir seçim sath-ı mailindeyiz. Meydanlarda, belirli ölçüler içersinde halkın his ve heyecanını canlı tutmak, elbette ki, siyasetin tabiatı icabı hakkınızdır.
Ancak; bunu yaparken Türkiye’nin geçmişini inkâr etmek, sizden evvelki iktidarları, sanki hiçbir şey yapmamışlar ve hiç hizmet vermemişler gibi kötülemek, hakkınız değildir. Bu gibi tutum ve davranışlar, partinize oy vermeyen vatandaşlarımızın gönüllerini kırar ve hatta rencide eder. Üstelik; vatandaşlarımızın arasında gerginlik yaratır.
İktidar olarak en önemli göreviniz, gönül kırmadan ve hiç kimseyi rencide etmeden ülkeyi yönetmek ve insanlarımızı, büyük bir İDEAL etrafında birleştirmek ve müşterek bir hedefe yöneltmektir.
Bir iktidarın, bütün insanları memnun etmesi, elbette ki düşünülemez. Memnun olanların bulunması kadar, memnun olmayanların da bulunması, gayet normaldir. Örnek: Gelir dağılımının bozuk olduğu bir ortamda kuyumcu ile sokaktaki işsiz vatandaşın değerlendirmeleri, elbette ki farklı olacaktır.
Ülkemiz, demokrasi ile idare edildiğine göre; farklı seslerin çıkması ve farklı değerlendirmelerin yapılması, gayet normaldir. Zaten demokrasiyi, güzel yapan husus da budur. Demokrasilerde muhalefet, iktidardan da önemlidir ve muhalefet, rejimin teminatıdır. Zira; bir partinin ebedi olarak iktidarda kalması düşünülemez. İktidarların geçici ve DEVLETİN devamlı olduğu düşünülürse; demokratik yarışın, bir fazilet mücadelesi içinde yapılması, ülkenin ve milletin yararınadır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 21 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ kurulduğu günden itibaren saygındır ve her şart altında itibarını korumasını başarmıştır.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle maruz kaldığı iç ve dış husumet mihraklarının meydana getirdiği olaylar zaman, zaman DEVLETİMİZİ zora sokmuş olsa da; bu zorluklar, başka ülkelerin başaramayacağı şekilde bertaraf edilmiştir ve hem DEVLETİN ve hem de MİLLETİN itibarı korunmuştur.
Bu sebeple; bugün Partinizin Sincan’da tertiplediği mitingde, iktidarınızı övmek maksadıyla söylediğiniz, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu saygınlığı, bu itibarı bizimle elde etmiştir.” şeklindeki sözleriniz, beni üzmüştür. Hiç şüphesiz, düşünmesini bilen herkesi de üzmüştür. Sebebine gelince:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1963 yılında Kıbrıs olayları sebebiyle günün ABD Başkanı Jonhson’un tehdit edici mektubuna boyun eğmemiş ve ABD’ye hak ettiği cevabı vermiştir.
1968 Arap- İsrail Savaşı sırasında ABD ve Birleşmiş Milletlerin bütün baskılarına rağmen Türkiye, Arapların tezi yanında yeralmıştır.
1969 yılında günün ABD Başkanı Nixon’un, haşhaş ekiminin yasaklanması için yaptığı ağır baskılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kararlı bir şekilde direnmiştir.
1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle ABD’nin 3 Mart 1975’ten itibaren yürürlüğe koyduğu ambargoya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, boyun eğmemiştir.
Soğuk Savaş dönemlerinde dahi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin baskısına rağmen, çok yönlü dış politika izleyerek, günün Sovyetler Birliği ile Ekonomik ve Teknik işbirliği anlaşmaları yapmıştır.
Kıbrıs ve Avrupa Birliği konularında, millî çıkarları doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dik durmasını başarmış ve hiçbir tavizi vermemiştir.
Açık ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iktidarınızdan evvel, BÜYÜK TÜRKİYE olduğunu herkese kabul ettirmiş ve BÜYÜK DÜŞÜNMESİNİ başarmıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza, BÜYÜK BİR MİRAS devredilemezdi.
Sayın BAŞPBAKAN;
Bir seçim sath-ı mailindeyiz. Meydanlarda, belirli ölçüler içersinde halkın his ve heyecanını canlı tutmak, elbette ki, siyasetin tabiatı icabı hakkınızdır.
Ancak; bunu yaparken Türkiye’nin geçmişini inkâr etmek, sizden evvelki iktidarları, sanki hiçbir şey yapmamışlar ve hiç hizmet vermemişler gibi kötülemek, hakkınız değildir. Bu gibi tutum ve davranışlar, partinize oy vermeyen vatandaşlarımızın gönüllerini kırar ve hatta rencide eder. Üstelik; vatandaşlarımızın arasında gerginlik yaratır.
İktidar olarak en önemli göreviniz, gönül kırmadan ve hiç kimseyi rencide etmeden ülkeyi yönetmek ve insanlarımızı, büyük bir İDEAL etrafında birleştirmek ve müşterek bir hedefe yöneltmektir.
Bir iktidarın, bütün insanları memnun etmesi, elbette ki düşünülemez. Memnun olanların bulunması kadar, memnun olmayanların da bulunması, gayet normaldir. Örnek: Gelir dağılımının bozuk olduğu bir ortamda kuyumcu ile sokaktaki işsiz vatandaşın değerlendirmeleri, elbette ki farklı olacaktır.
Ülkemiz, demokrasi ile idare edildiğine göre; farklı seslerin çıkması ve farklı değerlendirmelerin yapılması, gayet normaldir. Zaten demokrasiyi, güzel yapan husus da budur. Demokrasilerde muhalefet, iktidardan da önemlidir ve muhalefet, rejimin teminatıdır. Zira; bir partinin ebedi olarak iktidarda kalması düşünülemez. İktidarların geçici ve DEVLETİN devamlı olduğu düşünülürse; demokratik yarışın, bir fazilet mücadelesi içinde yapılması, ülkenin ve milletin yararınadır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Eleştiriye tahammülsüzlük
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 21 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ kurulduğu günden itibaren saygındır ve her şart altında itibarını korumasını başarmıştır.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle maruz kaldığı iç ve dış husumet mihraklarının meydana getirdiği olaylar zaman, zaman DEVLETİMİZİ zora sokmuş olsa da; bu zorluklar, başka ülkelerin başaramayacağı şekilde bertaraf edilmiştir ve hem DEVLETİN ve hem de MİLLETİN itibarı korunmuştur.
Bu sebeple; bugün Partinizin Sincan’da tertiplediği mitingde, iktidarınızı övmek maksadıyla söylediğiniz, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu saygınlığı, bu itibarı bizimle elde etmiştir.” şeklindeki sözleriniz, beni üzmüştür. Hiç şüphesiz, düşünmesini bilen herkesi de üzmüştür. Sebebine gelince:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1963 yılında Kıbrıs olayları sebebiyle günün ABD Başkanı Jonhson’un tehdit edici mektubuna boyun eğmemiş ve ABD’ye hak ettiği cevabı vermiştir.
1968 Arap- İsrail Savaşı sırasında ABD ve Birleşmiş Milletlerin bütün baskılarına rağmen Türkiye, Arapların tezi yanında yer almıştır.
1969 yılında günün ABD Başkanı Nixon’un, haşhaş ekiminin yasaklanması için yaptığı ağır baskılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kararlı bir şekilde direnmiştir.
1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle ABD’nin 3 Mart 1975’ten itibaren yürürlüğe koyduğu ambargoya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, boyun eğmemiştir.
Soğuk Savaş dönemlerinde dahi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin baskısına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok yönlü dış politika izleyerek, günün Sovyetler Birliği ile Ekonomik ve Teknik işbirliği anlaşmaları yapmıştır.
Kıbrıs ve Avrupa Birliği konularında, millî çıkarları doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dik durmasını başarmış ve hiçbir tavizi vermemiştir.
Açık ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iktidarınızdan evvel, BÜYÜK TÜRKİYE olduğunu herkese kabul ettirmiş ve BÜYÜK DÜŞÜNMESİNİ başarmıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza, BÜYÜK BİR MİRAS devredilmezdi.
Sayın BAŞPBAKAN;
Bir seçim sath-ı mailindeyiz. Meydanlarda, belirli ölçüler içersinde halkın his ve heyecanını canlı tutmak, elbette ki, siyasetin tabiatı icabı canlı tutmak hakkınızdır.
Ancak; bunu yaparken Türkiye’nin geçmişini inkâr etmek, sizden evvelki iktidarları, sanki hiçbir şey yapmamışlar ve hiç hizmet vermemişler gibi kötülemek, hakkınız değildir. Bu gibi tutum ve davranışlar, partinize oy vermeyen vatandaşlarımızın gönüllerini kırara ve hatta rencide eder. Üstelik; vatandaşlarımızın arasında gerginlik yaratır.
İktidar olarak en önemli göreviniz, gönül kırmadan ve hiç kimseyi rencide etmeden ülkeyi yönetmek ve insanlarımızı, büyük bir İDEAL etrafında birleştirmek ve müşterek bir hedefe yöneltmektir.
Bir iktidarın, bütün insanları memnun etmesi, elbette ki düşünülemez. Memnun olanların bulunması kadar, memnun olmayanların da bulunması, gayet normaldir. Örnek: Gelir dağılımının bozuk olduğu bir ortamda kuyumcu ile sokaktaki işsiz vatandaşın değerlendirmeleri, elbette ki farklı olacaktır.
Ülkemiz, demokrasi ile idare edildiğine göre; farklı seslerin çıkması ve farklı değerlendirmelerin yapılması, gayet normaldir. Zaten demokrasiyi, güzel yapan husus da budur. Demokrasilerde muhalefet, iktidardan da önemlidir ve muhalefet, rejimin teminatıdır. Zira; bir partinin ebedi olarak iktidarda kalması düşünülemez. İktidarların geçici ve DEVLETİN devamlı olduğu düşünülürse; demokratik yarışın, bir fazilet mücadelesi içinde yapılması, ülkenin ve milletin yararınadır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 21 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Türkiye Cumhuriyeti DEVLETİ kurulduğu günden itibaren saygındır ve her şart altında itibarını korumasını başarmıştır.
Bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle maruz kaldığı iç ve dış husumet mihraklarının meydana getirdiği olaylar zaman, zaman DEVLETİMİZİ zora sokmuş olsa da; bu zorluklar, başka ülkelerin başaramayacağı şekilde bertaraf edilmiştir ve hem DEVLETİN ve hem de MİLLETİN itibarı korunmuştur.
Bu sebeple; bugün Partinizin Sincan’da tertiplediği mitingde, iktidarınızı övmek maksadıyla söylediğiniz, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu saygınlığı, bu itibarı bizimle elde etmiştir.” şeklindeki sözleriniz, beni üzmüştür. Hiç şüphesiz, düşünmesini bilen herkesi de üzmüştür. Sebebine gelince:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1963 yılında Kıbrıs olayları sebebiyle günün ABD Başkanı Jonhson’un tehdit edici mektubuna boyun eğmemiş ve ABD’ye hak ettiği cevabı vermiştir.
1968 Arap- İsrail Savaşı sırasında ABD ve Birleşmiş Milletlerin bütün baskılarına rağmen Türkiye, Arapların tezi yanında yer almıştır.
1969 yılında günün ABD Başkanı Nixon’un, haşhaş ekiminin yasaklanması için yaptığı ağır baskılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kararlı bir şekilde direnmiştir.
1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı sebebiyle ABD’nin 3 Mart 1975’ten itibaren yürürlüğe koyduğu ambargoya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, boyun eğmemiştir.
Soğuk Savaş dönemlerinde dahi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin baskısına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok yönlü dış politika izleyerek, günün Sovyetler Birliği ile Ekonomik ve Teknik işbirliği anlaşmaları yapmıştır.
Kıbrıs ve Avrupa Birliği konularında, millî çıkarları doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dik durmasını başarmış ve hiçbir tavizi vermemiştir.
Açık ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iktidarınızdan evvel, BÜYÜK TÜRKİYE olduğunu herkese kabul ettirmiş ve BÜYÜK DÜŞÜNMESİNİ başarmıştır. Zaten aksi olsaydı; iktidarınıza, BÜYÜK BİR MİRAS devredilmezdi.
Sayın BAŞPBAKAN;
Bir seçim sath-ı mailindeyiz. Meydanlarda, belirli ölçüler içersinde halkın his ve heyecanını canlı tutmak, elbette ki, siyasetin tabiatı icabı canlı tutmak hakkınızdır.
Ancak; bunu yaparken Türkiye’nin geçmişini inkâr etmek, sizden evvelki iktidarları, sanki hiçbir şey yapmamışlar ve hiç hizmet vermemişler gibi kötülemek, hakkınız değildir. Bu gibi tutum ve davranışlar, partinize oy vermeyen vatandaşlarımızın gönüllerini kırara ve hatta rencide eder. Üstelik; vatandaşlarımızın arasında gerginlik yaratır.
İktidar olarak en önemli göreviniz, gönül kırmadan ve hiç kimseyi rencide etmeden ülkeyi yönetmek ve insanlarımızı, büyük bir İDEAL etrafında birleştirmek ve müşterek bir hedefe yöneltmektir.
Bir iktidarın, bütün insanları memnun etmesi, elbette ki düşünülemez. Memnun olanların bulunması kadar, memnun olmayanların da bulunması, gayet normaldir. Örnek: Gelir dağılımının bozuk olduğu bir ortamda kuyumcu ile sokaktaki işsiz vatandaşın değerlendirmeleri, elbette ki farklı olacaktır.
Ülkemiz, demokrasi ile idare edildiğine göre; farklı seslerin çıkması ve farklı değerlendirmelerin yapılması, gayet normaldir. Zaten demokrasiyi, güzel yapan husus da budur. Demokrasilerde muhalefet, iktidardan da önemlidir ve muhalefet, rejimin teminatıdır. Zira; bir partinin ebedi olarak iktidarda kalması düşünülemez. İktidarların geçici ve DEVLETİN devamlı olduğu düşünülürse; demokratik yarışın, bir fazilet mücadelesi içinde yapılması, ülkenin ve milletin yararınadır.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
20 Mart 2009 Cuma
Hislerle gerçeklere ulaşılamaz.
Sayın Ahmet Altan
Taraf Gazetesi Yazarı 20 Temmuz 2008
Sayın Altan;
20 Temmuz 2008 tarihli ve "Susurluk- Ergenekon- Baykal" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Varsayımlara dayalı ve henüz daha içyüzü açığa çıkmamış konularda beyin yıkama maksadını taşıyan yazılar yazmanızın iki sebebi olabilir:
1- Ya, tatmin edilmemiş arzularınız sebebiyle, daima kendinizle dahi kavgalı bir ruh halinin sahibisiniz.
2- Ya da, bizlerin bilmediği bir misyonun misyonerisiniz.
Devamlı surette Devletin önemli kurumlarına ve bilhassa Türk Silahlı Kuvvetleri'ne saldırmanız ve tahrik etmeniz, başka türlü izah edilemez.
Evet; bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye, daima iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır.
Nedeni de, bellidir:
Başkaları, bu netameli coğrafyada, kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; kendilerine tabi "Otur!" denilen yerde oturan ve "Kalk!" denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan ve gerçek hedeflerinden uzaklaşan; huzursuz, mutsuz zayıf bir Türkiye isterler.
Bunun için de, her çareye başvururlar. Türkiye'yi karıştırmak, huzursuz etmek ve milletin fertlerini birbirlerine düşürmek için; kendi misyonerleriyle birlikte, neyin karşılığı olursa olsun kandırdıkları yerli misyonerler vasıtasıyla hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Bugün görünüşte şiddetle karşı çıktığınız darbelerin ortamını da, gayet ustalıkla yaratmışlardır. Bugün de yapmak istedikleri budur. İhtimal dahilinde olmayan bir darbenin gerçekleştirilmesi için, darbeye zemin hazırlayacak bir ortam yaratmak istemektedirler. Çünkü; ABD, İNGİLTERE ve İsrail, muhtemel bir darbe sonrası iç çatışmaların çıkacağını ve Türkiye'nin bölüneceğini hesap etmektedirler.
Geçmişten basit bir örnek vereyim:
Demirel'in 30 Kasım 1975'te Bulgaristan'a yaptığı ziyarete, babanız Çetin Altan akıl erdirememişti ve şöyle diyordu:
"İÇERDE SAĞCILIK ŞAMPİYONLUĞU YAPAN DEMİREL'in DIŞ POLİTİKASI, 40 MİLYONUN TÜMÜ İÇİN, KAPALI KUTUDUR. İSMET PAŞA'nın DIŞ POLİTİKASI KAMUOYUNA SIMSIKI KAPALIYDI. AMA, DEMİREL'inki DAHA DA ESRARLIDIR ve GİZLİ RENKLER TAŞIMAKTADIR.
"POLİTİKA GAZETESİ'nin 26 KASIM TARİHLİ SAYISINDA BİR YAZI VARDI ve O YAZIDA BAŞLIK, ŞÖYLEYDİ:
SOVYET NOVASTASİ AJANSI'na GÖRE ADALET PARTİSİ İKTİDARINDA, TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ GELİŞTİ..."
İÇERDE KOROLAR BAŞKA ŞARKI SÖYLEMEKTE, TEPEDEKİ ÜST KADEME ORKESTRASI, BAŞKA HAVALAR ÇALMAKTADIR. BÜTÜN BUNLARIN CEVABINI VEREBİLMEK İÇİN, DEMİREL'in BEYİN KIVRIMLARINDA DOLAŞMAK GEREKİR..."
Babanız bu yazıyı, Bulgaristan'la başta elektrik olmak üzere yapılan iktisadi anlaşmalar üzerine yazmıştı. Sosyalist olan babanız, Bulgaristan'la yapılan bu anlaşmayı kabullenemiyordu ve karşı çıkıyordu. Neden? Çünkü ABD, Türkiye'nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile işbirliği yapmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Ayrıca babanız, Komünist Blokla işbirliği yaptığı için sağ seçmen nezdinde Demirel'i yıpratmak istiyordu. Bundan çıkan mana da açıktır: Babanız, görünüşte sosyalist; özünde, ABD'nin çıkarlarını koruyan bir kişiydi ve halk kitlelerini, tahrik ediyordu.
Bu örneği, bugüne uyarlarsak, verilecek hüküm netleşir:
Başta siz olmak üzere Taraf Gazetesi mensupları, devamlı surette Silahlı Kuvvetlerini hedef alarak, bir tahrik kampanyası başlattıklarına göre; halkı birbirine düşürerek bir kargaşanın çıkmasını hedeflemektedirler. Merakım da, şudur:
Siz; bu hareketin içinde,bilerek mi yer aldınız veya bir akıntıya mı kapıldınız?
İnkâr etseniz de, Türkiye'de, gelişmiş Batı ülkelerinde olmayan gayet HÜR bir ortam vardır; herkes ve her yerde istediğini söyleyebilmektedir. Öylesine ki; Türkiye'nin bölünmesi için çalışanlar dahi, gayet fütûrsuzca her istediklerini söyleyebilmektedirler.
Eğer sizler, gerçek anlamda bir demokrasi istiyorsanız; Halkı, sistemin dışına iten ve siyasi parti liderlerini "Seçilmiş Diktatör" konumuna getiren göstermelik ve azıcık demokrasi modeliyle ilgili olarak, niçin bir kampanya başlatarak, halkı uyandırmaya ve yönlendirmeye çalış miyorsunuz? 1983'ten itibaren Parlamento'nun, Başbakanların iradesine tabi olduğu gerçeğini, niçin dile getir miyorsunuz?
Bu şartlar altında "Türk Silahlı Kuvvetleri"'ni hedef seçmenizin, bir amacı vardır" dersem; haksız mı olurum?
Şayet, bu olup bitenlere akıl erdiremeyecek durumda iseniz; kendi vücut ikliminizde bulunan (şayet varsa) ; sessiz, sözsüz, bizsiz, sissiz konuşan; "SUS!" dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen manevi varlığınıza danışmanızı tavsiye ederim.
Şayet, bir çıkarınız veya kamuoyunca bilinmeyen bir MİSYONUNUZ yoksa; bazı kişilerin hatırı için, bu büyük GÜNAHI işlemeyiniz! Zira; hatır için işlenen GÜNAH, günahların en BÜYÜĞÜDÜR!
Unutmayınız:
DOĞRU HİSLERDEN MAHRUM OLAN KİŞİLER, VATANA ve MİLLETE HİZMET EDEMEZLER!
İçimden gelmiyor, ama, nezaketen saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Taraf Gazetesi Yazarı 20 Temmuz 2008
Sayın Altan;
20 Temmuz 2008 tarihli ve "Susurluk- Ergenekon- Baykal" başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Varsayımlara dayalı ve henüz daha içyüzü açığa çıkmamış konularda beyin yıkama maksadını taşıyan yazılar yazmanızın iki sebebi olabilir:
1- Ya, tatmin edilmemiş arzularınız sebebiyle, daima kendinizle dahi kavgalı bir ruh halinin sahibisiniz.
2- Ya da, bizlerin bilmediği bir misyonun misyonerisiniz.
Devamlı surette Devletin önemli kurumlarına ve bilhassa Türk Silahlı Kuvvetleri'ne saldırmanız ve tahrik etmeniz, başka türlü izah edilemez.
Evet; bulunduğumuz coğrafyanın özellikleri sebebiyle Türkiye, daima iç ve dış odakların husumetlerine maruz kalmıştır, kalmaktadır ve bundan sonra da kalacaktır.
Nedeni de, bellidir:
Başkaları, bu netameli coğrafyada, kendi kendine yetersiz ve daima başkalarına muhtaç; kendilerine tabi "Otur!" denilen yerde oturan ve "Kalk!" denilen yerde kalkan; iç ve dış gailelerle boğuşan ve gerçek hedeflerinden uzaklaşan; huzursuz, mutsuz zayıf bir Türkiye isterler.
Bunun için de, her çareye başvururlar. Türkiye'yi karıştırmak, huzursuz etmek ve milletin fertlerini birbirlerine düşürmek için; kendi misyonerleriyle birlikte, neyin karşılığı olursa olsun kandırdıkları yerli misyonerler vasıtasıyla hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Bugün görünüşte şiddetle karşı çıktığınız darbelerin ortamını da, gayet ustalıkla yaratmışlardır. Bugün de yapmak istedikleri budur. İhtimal dahilinde olmayan bir darbenin gerçekleştirilmesi için, darbeye zemin hazırlayacak bir ortam yaratmak istemektedirler. Çünkü; ABD, İNGİLTERE ve İsrail, muhtemel bir darbe sonrası iç çatışmaların çıkacağını ve Türkiye'nin bölüneceğini hesap etmektedirler.
Geçmişten basit bir örnek vereyim:
Demirel'in 30 Kasım 1975'te Bulgaristan'a yaptığı ziyarete, babanız Çetin Altan akıl erdirememişti ve şöyle diyordu:
"İÇERDE SAĞCILIK ŞAMPİYONLUĞU YAPAN DEMİREL'in DIŞ POLİTİKASI, 40 MİLYONUN TÜMÜ İÇİN, KAPALI KUTUDUR. İSMET PAŞA'nın DIŞ POLİTİKASI KAMUOYUNA SIMSIKI KAPALIYDI. AMA, DEMİREL'inki DAHA DA ESRARLIDIR ve GİZLİ RENKLER TAŞIMAKTADIR.
"POLİTİKA GAZETESİ'nin 26 KASIM TARİHLİ SAYISINDA BİR YAZI VARDI ve O YAZIDA BAŞLIK, ŞÖYLEYDİ:
SOVYET NOVASTASİ AJANSI'na GÖRE ADALET PARTİSİ İKTİDARINDA, TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ GELİŞTİ..."
İÇERDE KOROLAR BAŞKA ŞARKI SÖYLEMEKTE, TEPEDEKİ ÜST KADEME ORKESTRASI, BAŞKA HAVALAR ÇALMAKTADIR. BÜTÜN BUNLARIN CEVABINI VEREBİLMEK İÇİN, DEMİREL'in BEYİN KIVRIMLARINDA DOLAŞMAK GEREKİR..."
Babanız bu yazıyı, Bulgaristan'la başta elektrik olmak üzere yapılan iktisadi anlaşmalar üzerine yazmıştı. Sosyalist olan babanız, Bulgaristan'la yapılan bu anlaşmayı kabullenemiyordu ve karşı çıkıyordu. Neden? Çünkü ABD, Türkiye'nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile işbirliği yapmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Ayrıca babanız, Komünist Blokla işbirliği yaptığı için sağ seçmen nezdinde Demirel'i yıpratmak istiyordu. Bundan çıkan mana da açıktır: Babanız, görünüşte sosyalist; özünde, ABD'nin çıkarlarını koruyan bir kişiydi ve halk kitlelerini, tahrik ediyordu.
Bu örneği, bugüne uyarlarsak, verilecek hüküm netleşir:
Başta siz olmak üzere Taraf Gazetesi mensupları, devamlı surette Silahlı Kuvvetlerini hedef alarak, bir tahrik kampanyası başlattıklarına göre; halkı birbirine düşürerek bir kargaşanın çıkmasını hedeflemektedirler. Merakım da, şudur:
Siz; bu hareketin içinde,bilerek mi yer aldınız veya bir akıntıya mı kapıldınız?
İnkâr etseniz de, Türkiye'de, gelişmiş Batı ülkelerinde olmayan gayet HÜR bir ortam vardır; herkes ve her yerde istediğini söyleyebilmektedir. Öylesine ki; Türkiye'nin bölünmesi için çalışanlar dahi, gayet fütûrsuzca her istediklerini söyleyebilmektedirler.
Eğer sizler, gerçek anlamda bir demokrasi istiyorsanız; Halkı, sistemin dışına iten ve siyasi parti liderlerini "Seçilmiş Diktatör" konumuna getiren göstermelik ve azıcık demokrasi modeliyle ilgili olarak, niçin bir kampanya başlatarak, halkı uyandırmaya ve yönlendirmeye çalış miyorsunuz? 1983'ten itibaren Parlamento'nun, Başbakanların iradesine tabi olduğu gerçeğini, niçin dile getir miyorsunuz?
Bu şartlar altında "Türk Silahlı Kuvvetleri"'ni hedef seçmenizin, bir amacı vardır" dersem; haksız mı olurum?
Şayet, bu olup bitenlere akıl erdiremeyecek durumda iseniz; kendi vücut ikliminizde bulunan (şayet varsa) ; sessiz, sözsüz, bizsiz, sissiz konuşan; "SUS!" dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen manevi varlığınıza danışmanızı tavsiye ederim.
Şayet, bir çıkarınız veya kamuoyunca bilinmeyen bir MİSYONUNUZ yoksa; bazı kişilerin hatırı için, bu büyük GÜNAHI işlemeyiniz! Zira; hatır için işlenen GÜNAH, günahların en BÜYÜĞÜDÜR!
Unutmayınız:
DOĞRU HİSLERDEN MAHRUM OLAN KİŞİLER, VATANA ve MİLLETE HİZMET EDEMEZLER!
İçimden gelmiyor, ama, nezaketen saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
19 Mart 2009 Perşembe
Akıl, His ve Cehalet
Sayın Akif Beki
Radikal Gazetesi Yazarı 19 Mart 2009
Sayın Beki;
19 Mart 2009 tarihli yazınızın “Soğuk savaşın unutulmaz yüzleri” başlığını taşıyan bölümünü okudum.
“Demirel’den ne istedin?” diye soranlar haklıdır. Zira; bu soruyu soranlar, RADİKAL GAZETESİ gibi büyük bir gazetenin köşesinde olayları, hislerden azâde; aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdelemesini başaran ve kamuoyunu doğru bilgilendiren yazarlar görmek isterler.
Dikkatli ve ülke sorunlarını yakından takip etmesini başaran okuyucular, sorunların ve olayların hisler tahtında değerlendirildiği takdirde AKLIN, MANTIĞIN ve İLMİN, mutlak surette yenik düşeceğini iyi bilirler.
Şayet Demirel’le helâlleşmek istiyorsanız; her şeyden önce Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımanız, tarih ve coğrafya bilmeniz, dünya siyasi tarihini irdelemesini başarmanız ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlamanız şarttır.
Önemli olayları ve Türk siyasetine damgasını vurmuş şahsiyetleri kulaktan dolma telkinlere göre ve sempati veya antipati ölçülerine göre değerlendirmek; insanları aldatmak, yanlış yönlendirmek ve bilgisiz bırakmak anlamına gelir.
Tarihen sabittir ki; övülmesi gerekenlerin kötülenmesi ve kötülenmesi gerekenlerin övülmesi, bir milletin yıkım sebebidir. Zira; bu durumda, anlamadığına tapan veya kin besleyen bir toplum yapısı oluşur. Böyle bir oluşum; diktatörlerin, zalim istidatların ve câh hırsına yenik düşmüş adâletsizlerin çok sevdiği bir oluşumdur.
Yine, Tarihen sabittir ki:
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık etmeye başlarsa; toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelirse; toplumun fertleri de nerede “EVET!” ve nerede “HAYIR!” denileceğini bilemez duruma düşerse; milletlerin çöküşü ve zillete mahkûm oluşu kaçınılmazdır. Zira; bu hale düşmüş milletlerin, adâleti gözetmedikleri için, zulme maruz kalacakları kesindir. Bu gerçeği de gayet açık ve yorum gerektirmeyecek şekilde Hz. Peygamberimiz, “BİR MİLLET İCANINDA KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. FAKAT, ZULÜMLE ASLA DEVAM EDEMEZ!” sözleriyle belirtmiştir.
Sayın Beki;
Bu mektubumu, köşe yazarlığı yapmanız sebebiyle sorumluluğunuzu hatırlatmak için yazdım. Bir uyarı da yapmak istiyorum. O da şudur:
Demirel veya bir başkasını anlatmak, değerlendirmek ve yargılamak istiyorsanız; önce, Türkiye’nin siyasî ve iktisadî tarihini iyi öğrenmeniz ve öğreneceğiniz bilgiler tahtında düşünmesini bilmeniz şarttır. Bunu başarmak da, zor değildir. Zira; Türkiye, kapalı rejimlerle idare edilmemiştir. Her dönemin provokatör olmayan gerçek tanıkları vardır ve olayları, kişileri, hisleri dışlayarak akılcı bir şekilde kamuoyuna sunmuşlardır.
12 Mart 1971 olayının üzerinden 38 yıl geçmiştir. Öğrenmeden, araştırmadan, irdelemeden bugün, 50- 60 yaşında olanlar dahi doğru bir fikrin sahibi olamazlar. Sizden örnek vereyim:
Şayet siz;
Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar ve Sorumlular” adlı kitabını,
Hüseyin Demirel’in “12 Mart’ın İçyüzü” kitabını,
Sırrı Yüksel Cebeci’nin “Silahların Gölgesinde Demirel” kitabını,
Mehmet Altan’ın ilk baskı “Darbelerin Ekonomisi” kitabını,
Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabını,
Süleyman Demirel’in “1971 Buhranı ve Adalet Partisi” kitabı ile “DEVRAN” adlı kitabını okumuş olsaydınız; böylesine tutarsız bir yazı yazmaz “Demirel’le helâlleşmek istedim” sözleriyle, zeytinyağı gibi üste çıkabilme gayretine girmezdiniz. Hele;
DEMİREL’i, Giulio Andreotti ile ayni kefeye koyarak, kendi cahilliğinizi sergilemezdiniz.
Bu mektubuma, hislerinize yenik düşerek tepki göstereceğinizi tahmin ediyorum. Zira; bulunduğunuz köşenin kendinize ait olmadığını ve okuyucularınıza ait bir köşe olduğunu kavrayamayacak derecede SİYASİ BİR FANATİK görüntüsü sergilemektesiniz. Aksi bir iddianız varsa; geliniz, istediğiniz yerde ve seçeceğiniz vasıtalarla konuları, kamuoyu huzurunda tartışalım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Radikal Gazetesi Yazarı 19 Mart 2009
Sayın Beki;
19 Mart 2009 tarihli yazınızın “Soğuk savaşın unutulmaz yüzleri” başlığını taşıyan bölümünü okudum.
“Demirel’den ne istedin?” diye soranlar haklıdır. Zira; bu soruyu soranlar, RADİKAL GAZETESİ gibi büyük bir gazetenin köşesinde olayları, hislerden azâde; aklın, mantığın ve ilmin tahtında irdelemesini başaran ve kamuoyunu doğru bilgilendiren yazarlar görmek isterler.
Dikkatli ve ülke sorunlarını yakından takip etmesini başaran okuyucular, sorunların ve olayların hisler tahtında değerlendirildiği takdirde AKLIN, MANTIĞIN ve İLMİN, mutlak surette yenik düşeceğini iyi bilirler.
Şayet Demirel’le helâlleşmek istiyorsanız; her şeyden önce Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımanız, tarih ve coğrafya bilmeniz, dünya siyasi tarihini irdelemesini başarmanız ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini anlamanız şarttır.
Önemli olayları ve Türk siyasetine damgasını vurmuş şahsiyetleri kulaktan dolma telkinlere göre ve sempati veya antipati ölçülerine göre değerlendirmek; insanları aldatmak, yanlış yönlendirmek ve bilgisiz bırakmak anlamına gelir.
Tarihen sabittir ki; övülmesi gerekenlerin kötülenmesi ve kötülenmesi gerekenlerin övülmesi, bir milletin yıkım sebebidir. Zira; bu durumda, anlamadığına tapan veya kin besleyen bir toplum yapısı oluşur. Böyle bir oluşum; diktatörlerin, zalim istidatların ve câh hırsına yenik düşmüş adâletsizlerin çok sevdiği bir oluşumdur.
Yine, Tarihen sabittir ki:
İlim adamları, idare adamlarına uşaklık etmeye başlarsa; toplumun edepsizleri, hayırlılarına galip gelirse; toplumun fertleri de nerede “EVET!” ve nerede “HAYIR!” denileceğini bilemez duruma düşerse; milletlerin çöküşü ve zillete mahkûm oluşu kaçınılmazdır. Zira; bu hale düşmüş milletlerin, adâleti gözetmedikleri için, zulme maruz kalacakları kesindir. Bu gerçeği de gayet açık ve yorum gerektirmeyecek şekilde Hz. Peygamberimiz, “BİR MİLLET İCANINDA KÜFÜRLE DEVAM EDEBİLİR. FAKAT, ZULÜMLE ASLA DEVAM EDEMEZ!” sözleriyle belirtmiştir.
Sayın Beki;
Bu mektubumu, köşe yazarlığı yapmanız sebebiyle sorumluluğunuzu hatırlatmak için yazdım. Bir uyarı da yapmak istiyorum. O da şudur:
Demirel veya bir başkasını anlatmak, değerlendirmek ve yargılamak istiyorsanız; önce, Türkiye’nin siyasî ve iktisadî tarihini iyi öğrenmeniz ve öğreneceğiniz bilgiler tahtında düşünmesini bilmeniz şarttır. Bunu başarmak da, zor değildir. Zira; Türkiye, kapalı rejimlerle idare edilmemiştir. Her dönemin provokatör olmayan gerçek tanıkları vardır ve olayları, kişileri, hisleri dışlayarak akılcı bir şekilde kamuoyuna sunmuşlardır.
12 Mart 1971 olayının üzerinden 38 yıl geçmiştir. Öğrenmeden, araştırmadan, irdelemeden bugün, 50- 60 yaşında olanlar dahi doğru bir fikrin sahibi olamazlar. Sizden örnek vereyim:
Şayet siz;
Orhan Erkanlı’nın “Anılar, Sorunlar ve Sorumlular” adlı kitabını,
Hüseyin Demirel’in “12 Mart’ın İçyüzü” kitabını,
Sırrı Yüksel Cebeci’nin “Silahların Gölgesinde Demirel” kitabını,
Mehmet Altan’ın ilk baskı “Darbelerin Ekonomisi” kitabını,
Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabını,
Süleyman Demirel’in “1971 Buhranı ve Adalet Partisi” kitabı ile “DEVRAN” adlı kitabını okumuş olsaydınız; böylesine tutarsız bir yazı yazmaz “Demirel’le helâlleşmek istedim” sözleriyle, zeytinyağı gibi üste çıkabilme gayretine girmezdiniz. Hele;
DEMİREL’i, Giulio Andreotti ile ayni kefeye koyarak, kendi cahilliğinizi sergilemezdiniz.
Bu mektubuma, hislerinize yenik düşerek tepki göstereceğinizi tahmin ediyorum. Zira; bulunduğunuz köşenin kendinize ait olmadığını ve okuyucularınıza ait bir köşe olduğunu kavrayamayacak derecede SİYASİ BİR FANATİK görüntüsü sergilemektesiniz. Aksi bir iddianız varsa; geliniz, istediğiniz yerde ve seçeceğiniz vasıtalarla konuları, kamuoyu huzurunda tartışalım.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
18 Mart 2009 Çarşamba
Göstermelik demokrasi
Sayın Hasan Celal Güzel
Radikal Gazetesi Yazarı 18 Mart 2008
Sayın Güzel;
18 Mart 2008 tarihli ve "Demokrasiyi sıfırlayan hukuk rezaleti" başlığını taşıyan yazınızı okudum ve Flash Televizyonundaki konuşmanızı dinledim.
"Türkiye'de demokrasi artık rayına oturuyor derken; baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz." sözünüz, benim için çok dikkat çekiciydi.
Nedenine gelince:
Türkiye'de 12 Eylül 1980'den beri demokrasi yoktur ve demokrasi adı altında çarpık bir model hüküm sürmektedir. Bu model, halkı sistemin dışına itmiş ve siyasi parti liderlerini, tam anlamıyla seçilmiş diktatör konumuna getirmiştir. Eğer; belirli zamanlarda sandık başına davet edilen seçmenlerin, siyasi parti liderlerinin düzenledikleri listelere oy vermeleri, "DEMOKRASİ" kabul ediliyorsa; söyleyecek sözüm yoktur ve "Herkes yoluna!" demek zorunda kalırım.
Evet; gerçek bir demokraside Parlamento, rejimin kalbidir ve yapılan seçimler de "Şahdamarı" mesabesindedir. Ancak; bunun şartı da bellidir:
Seçimler, hür, adil ve eşit şartlarda yapılırsa; ancak o zaman, demokrasinin "Şahdamarı" işlevini görür. Hile, entrika ve gasp etme arzusuna dayalı seçimler, hiçbir zaman bu işlevi göremez. Zaten; görmediği de, bir arpa boyu yol alamadığımızdan bellidir. Zira; bu modelde oluşan Parlamento, kendi içinde hür ve serbest değildir ve iktidar partisinin liderinin esiridir. Bugün; Başbakan Erdoğan'ın istemediği bir kanun tasarısı Meclis gündemine gelemez ve istediği her kanun tasarısı kabul edilir. Dahası da var: Liderlerin istemediği bir kişi aday olamaz; liderlerin istediği her kişi, vasfına bakılmaksızın aday olur ve seçilir. Şimdi, soruyorum:
Böyle bir modelde, milli irade, nerededir?
Modelin, teâmül haline getirilişinin seyrine bakacak olursak; "Türkiye'de, 12 Eylül 1980'den beri demokrasi yoktur!" sözünü söylerken haklılık kazanırım. Bu modelin suçlusu da, İHTİLÂL değildir. Evet; ihtilâl, demokrasiye büyük bir darbe vurmuştur. Darbelerin savunulacak yönü yoktur. Eğer; 12 Eylül idaresi, siyasi partileri kapatmasaydı; eminim ki, bu çarpıklıkları yaşamayacak ve bugünkü duruma düşmeyecektik. Ama; ihtilâlin bu hatasının üzerine, 1983'te iktidara gelen siyasi iradeler, hata üstüne hata yaparak, rejimi, tanınmaz hale getirmişlerdir.
Şöyle ki:
1982 Anayasa' sının kabulünden sonra düzenlenen Seçim Kanunu, liderlere "Tek seçici" hakkı tanımıyordu. Öylesine ki; Partilere kayıtlı bütün seçmenleri "önseçmen" yapıyordu ve önseçimlerin de hâkim teminatı altında yapılmasını öngörüyordu! Yani; halkı sistemin içine dâhil ederek, gerçek bir demokrasinin kurulmasını hedefliyordu. Ama; 1983'te iktidara gelen Özal; 1987 seçimlerine gidilirken, öngörülen önseçimi iptal ederek, mutlak iradesine dayalı çarpık bir sistemin temellerini atmıştır. O günden bugüne kadar da, hiçbir siyasi irade, bu keyfiliğe son vermemiş ve bu çarpık modelden nemâlanma yolunu seçmiştir. Yani; siyasi ihtiraslarına yenik düşmüş Başbakanlar, keyfi tutum ve davranışları ile Devleti, bir parti Devleti haline getirme gayretine girmişlerdir. Böylece de, Başbakanlık gücüne dayanan iktidar sahipleri, rejimi, tanınmaz hale getirmişlerdir. Sade vatandaşların ellerine de "Milli irade" oyuncağını vererek, halka yalan söylemişler ve halkı aldatmışlardır. Şimdi, soruyorum:
Rejimi tanınmaz hale getirenler, askerler midir, devletin kurumları mıdır, yoksa siyasiler midir?
Bir hususu daha dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Bilinen köşe yazarları, medya patronları, bir bankanın veya bir holdingin müşâviri konumundaki iktisat adamları, mahiyeti vatandaşlarca iyi bilinmeyen misyonların misyonerleri, sistemin rant yiyicileri, devlete borç veren faiz yiyicileri; avazları çıktığı kadar "DEMOKRASİ" diye haykırırlarken; ülkeyi kasıp kavuran, milleti sefâlete iten ve Türkiye'yi dışa bağımlı hale getiren yolsuzluklardan, hırsızlıklardan, kanunsuzluklardan ve usulsüzlüklerden hiç dem vurmamaktadırlar.
Bu model mi, demokrasidir?
Unutulmamalıdır:
Baştakilerin yolsuzluklarına hesap soramayan sistemler; en uç noktasına kadar yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer. Ahlâk yere düştü mü; hırsızlar, yalancılar ve ahlâksızlar, milletin kaderine hükmeder hale gelirler. Bu şartlarda da DEVLET, tanınmaz hale gelir; ülkemiz ve milletimiz, telafisi imkânsız zararlara uğrar. Daha açık ifadeyle; Hürriyetler adâletle tahdid edilmezse; demokrasi adı altında, ACI ESÂRETLER kurulur.
Sayın Güzel;
Sistemin çarpıklığını dile getirelim; ama, devletin kurumlarını hedef alarak, yıpratılmalarına fırsat vermeyelim. Siyasi iktidarlar geçicidir; devlet, bakidir. Bir iktidar daima bulunur; ama, tahrip edilmiş bir devleti onarmak, o kadar kolay olmaz. Tarih, tahrip edilmiş devletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur. Şu sözüm, sizi ve sizler gibi düşünenleri belki üzer; ama, gerçektir:
Bugün askerler, sizden, benden ve demokrasi havarilerinden daha fazla demokrattırlar ve devlete ve rejime sahiplilik bilgi ve şuuru taşımaktadırlar. Türkiye'yi ve dünyayı da çok iyi izlemektedirler. Siz; siz olun da, Yüce İslâm Dinini, kendi çıkarları doğrultusunda istismar ederek ve halkı aldatarak kendi saltanatlarını daim kılmak için gayret edenlerin, bedava avukatlığına soyunmayınız. Zirâ; yalanın, hırsızlığın, başkalarının zararına servet edinmenin, insanları "Bizden olanlar ve bizden olmayanlar" şeklinde tasnife tabi tutanların, insanların ve kamunun mallarına tecavüz edenlerin; söylemleri ne olursa olsun; Yüce ve evrensel İslâm Dininde yerleri yoktur ve bu gibileri Allah, insanlık defterinden isimlerini, hiç şüphesiz, silmiştir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Radikal Gazetesi Yazarı 18 Mart 2008
Sayın Güzel;
18 Mart 2008 tarihli ve "Demokrasiyi sıfırlayan hukuk rezaleti" başlığını taşıyan yazınızı okudum ve Flash Televizyonundaki konuşmanızı dinledim.
"Türkiye'de demokrasi artık rayına oturuyor derken; baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz." sözünüz, benim için çok dikkat çekiciydi.
Nedenine gelince:
Türkiye'de 12 Eylül 1980'den beri demokrasi yoktur ve demokrasi adı altında çarpık bir model hüküm sürmektedir. Bu model, halkı sistemin dışına itmiş ve siyasi parti liderlerini, tam anlamıyla seçilmiş diktatör konumuna getirmiştir. Eğer; belirli zamanlarda sandık başına davet edilen seçmenlerin, siyasi parti liderlerinin düzenledikleri listelere oy vermeleri, "DEMOKRASİ" kabul ediliyorsa; söyleyecek sözüm yoktur ve "Herkes yoluna!" demek zorunda kalırım.
Evet; gerçek bir demokraside Parlamento, rejimin kalbidir ve yapılan seçimler de "Şahdamarı" mesabesindedir. Ancak; bunun şartı da bellidir:
Seçimler, hür, adil ve eşit şartlarda yapılırsa; ancak o zaman, demokrasinin "Şahdamarı" işlevini görür. Hile, entrika ve gasp etme arzusuna dayalı seçimler, hiçbir zaman bu işlevi göremez. Zaten; görmediği de, bir arpa boyu yol alamadığımızdan bellidir. Zira; bu modelde oluşan Parlamento, kendi içinde hür ve serbest değildir ve iktidar partisinin liderinin esiridir. Bugün; Başbakan Erdoğan'ın istemediği bir kanun tasarısı Meclis gündemine gelemez ve istediği her kanun tasarısı kabul edilir. Dahası da var: Liderlerin istemediği bir kişi aday olamaz; liderlerin istediği her kişi, vasfına bakılmaksızın aday olur ve seçilir. Şimdi, soruyorum:
Böyle bir modelde, milli irade, nerededir?
Modelin, teâmül haline getirilişinin seyrine bakacak olursak; "Türkiye'de, 12 Eylül 1980'den beri demokrasi yoktur!" sözünü söylerken haklılık kazanırım. Bu modelin suçlusu da, İHTİLÂL değildir. Evet; ihtilâl, demokrasiye büyük bir darbe vurmuştur. Darbelerin savunulacak yönü yoktur. Eğer; 12 Eylül idaresi, siyasi partileri kapatmasaydı; eminim ki, bu çarpıklıkları yaşamayacak ve bugünkü duruma düşmeyecektik. Ama; ihtilâlin bu hatasının üzerine, 1983'te iktidara gelen siyasi iradeler, hata üstüne hata yaparak, rejimi, tanınmaz hale getirmişlerdir.
Şöyle ki:
1982 Anayasa' sının kabulünden sonra düzenlenen Seçim Kanunu, liderlere "Tek seçici" hakkı tanımıyordu. Öylesine ki; Partilere kayıtlı bütün seçmenleri "önseçmen" yapıyordu ve önseçimlerin de hâkim teminatı altında yapılmasını öngörüyordu! Yani; halkı sistemin içine dâhil ederek, gerçek bir demokrasinin kurulmasını hedefliyordu. Ama; 1983'te iktidara gelen Özal; 1987 seçimlerine gidilirken, öngörülen önseçimi iptal ederek, mutlak iradesine dayalı çarpık bir sistemin temellerini atmıştır. O günden bugüne kadar da, hiçbir siyasi irade, bu keyfiliğe son vermemiş ve bu çarpık modelden nemâlanma yolunu seçmiştir. Yani; siyasi ihtiraslarına yenik düşmüş Başbakanlar, keyfi tutum ve davranışları ile Devleti, bir parti Devleti haline getirme gayretine girmişlerdir. Böylece de, Başbakanlık gücüne dayanan iktidar sahipleri, rejimi, tanınmaz hale getirmişlerdir. Sade vatandaşların ellerine de "Milli irade" oyuncağını vererek, halka yalan söylemişler ve halkı aldatmışlardır. Şimdi, soruyorum:
Rejimi tanınmaz hale getirenler, askerler midir, devletin kurumları mıdır, yoksa siyasiler midir?
Bir hususu daha dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Bilinen köşe yazarları, medya patronları, bir bankanın veya bir holdingin müşâviri konumundaki iktisat adamları, mahiyeti vatandaşlarca iyi bilinmeyen misyonların misyonerleri, sistemin rant yiyicileri, devlete borç veren faiz yiyicileri; avazları çıktığı kadar "DEMOKRASİ" diye haykırırlarken; ülkeyi kasıp kavuran, milleti sefâlete iten ve Türkiye'yi dışa bağımlı hale getiren yolsuzluklardan, hırsızlıklardan, kanunsuzluklardan ve usulsüzlüklerden hiç dem vurmamaktadırlar.
Bu model mi, demokrasidir?
Unutulmamalıdır:
Baştakilerin yolsuzluklarına hesap soramayan sistemler; en uç noktasına kadar yalancıların, hırsızların ve ahlâksızların eline geçer. Ahlâk yere düştü mü; hırsızlar, yalancılar ve ahlâksızlar, milletin kaderine hükmeder hale gelirler. Bu şartlarda da DEVLET, tanınmaz hale gelir; ülkemiz ve milletimiz, telafisi imkânsız zararlara uğrar. Daha açık ifadeyle; Hürriyetler adâletle tahdid edilmezse; demokrasi adı altında, ACI ESÂRETLER kurulur.
Sayın Güzel;
Sistemin çarpıklığını dile getirelim; ama, devletin kurumlarını hedef alarak, yıpratılmalarına fırsat vermeyelim. Siyasi iktidarlar geçicidir; devlet, bakidir. Bir iktidar daima bulunur; ama, tahrip edilmiş bir devleti onarmak, o kadar kolay olmaz. Tarih, tahrip edilmiş devletlerin acı sonlarını belgeleyen ibret levhalarıyla doludur. Şu sözüm, sizi ve sizler gibi düşünenleri belki üzer; ama, gerçektir:
Bugün askerler, sizden, benden ve demokrasi havarilerinden daha fazla demokrattırlar ve devlete ve rejime sahiplilik bilgi ve şuuru taşımaktadırlar. Türkiye'yi ve dünyayı da çok iyi izlemektedirler. Siz; siz olun da, Yüce İslâm Dinini, kendi çıkarları doğrultusunda istismar ederek ve halkı aldatarak kendi saltanatlarını daim kılmak için gayret edenlerin, bedava avukatlığına soyunmayınız. Zirâ; yalanın, hırsızlığın, başkalarının zararına servet edinmenin, insanları "Bizden olanlar ve bizden olmayanlar" şeklinde tasnife tabi tutanların, insanların ve kamunun mallarına tecavüz edenlerin; söylemleri ne olursa olsun; Yüce ve evrensel İslâm Dininde yerleri yoktur ve bu gibileri Allah, insanlık defterinden isimlerini, hiç şüphesiz, silmiştir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
17 Mart 2009 Salı
Görülmek istenmeyen gerçekler.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 1 Aralık 2004
Sayın BAŞBAKAN;
Belirttiğiniz gibi ülkemizde, “Bürokratik oligarşi” vardır ve bu durumdan siyaset adamlarının şikâyete hakları yoktur. Zira; bürokratik oligarşiyi, devlet katında çalışanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde tasnife tâbi tutan SİYASET ADAMLARI yaratmıştır.
Bu ayırım, ehliyet ve liyakati dışlamış; dâimâ, “Evet Efendim!” diyen yalaka dalkavukları, ön plâna çıkarmıştır. Neticede; yüksek ahlâk ve faziletin kıymeti kalmamış ve insan karakterinin süflî yönlerini istismar eden alçak karakterli uşaklar himaye edildikleri için, boş buldukları meydanda, istedikleri gibi at koşturmuşlardır. Siyasî tarihimizin 33 yılı, bu gerçeğin acı örnekleriyle doludur. Ki; “Siyasî oligarşi” yaratıcılığının müsebbibi, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra kurulan “Beyin takımı” hükümetidir. 1983 seçimlerinden sonra ise, iş, zıvanadan çıkmıştır.
Açık kalplilikle ifade ediyorum: iktidarınız da bu hususta, masum değildir.
Konuşmanızın bir bölümünde, “Doğrudan gelir desteğini alırsın, mazot desteğini alırsın. Bu millet, yatıp, kalkıp, size mi çalışacak?” tarzındaki ifadenizi ise, bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Zira;
Bu ülkenin en mağdur insanları, çiftçiler ve köylülerdir. Bu mağduriyet sebebiyle de ülkemizde, tarım ve hayvancılık yere serilmiştir. Devletin destekleri; hayalisi de dâhil, ithalât ve ihracatçıya akıtılmıştır.
Kaynak Kullanımı ve Destekleme Fonuna (KKDF) kesilen paralarla (Ki; bunlar, bankalardan kredi kullanan zordaki vatandaşlarımızdan zoraki kesilen paralardır.), KDV ve vergi iadelerini hesaplayanlar, bu gerçeği net bir şekilde görürler. Hele; Türkiye’nin iç borca ihtiyacı yokken, KUR-FAİZ makasında şekillendirilen bir modelle İÇ BORÇ CANAVARI yaratanlara aktarılan DEVLET KAYNAKLARI, dudak uçuklatır.
Sayın BAŞBAKAN;
Doğruları bulmak iktidarların görevidir. Ekte; DÜNYA BANKASI’nın bir raporundan alıntıları, tetkiklerinize arz ediyorum:
Dünya Bankası’nın 9 Mart 2004 tarihli Raporundan alınmıştır:
1-2004 yılı itibariyle Köylü nüfusumuz, 24 milyondur. Yani, 3 kişiden biri, köyde oturmaktadır. Konuya tarım nüfusu olarak bakılırsa bu sayı, 32 milyona çıkar. Yani; Türkiye’nin yüzde 45’i, tarımla uğraşmaktadır. Buna karşılık; tarımın millî gelirden aldığı pay, son üç yıl içinde yüzde 15’ten, yüzde 13’e gerilemiştir.
2-Rapora göre; üç yıllık program sürecinde çiftçilere yapılan malî destek, 4.3 milyar dolar gerilemiştir. Yani, azalmıştır.
3-Dünya Bankası övünerek, bu üç yıl içinde, starımsal gelirlerin reel olarak yüzde 16; tarım fiyatlarının reel olarak yüzde 13 gerilediğini açıklamaktadır.
4-Yine, program süresince gübre sübvansiyonları, yüzde 50 azalırken, gübre fiyatları ikiye katlanmıştır.
5-Aynı dönemde ekili alanlarda, 450 hektarlık bir azalma olmuştur.
6-Türkiye, OECD ülkeleri içinde tarımını en az destekleyen ülke konumuna düşürülmüştür.
Bu RAPORDAN çıkan anlam şudur:
Türkiye, köylü için çalışmamıştır. Aksine köylü, başkaları için çalışmıştır. Bugünkü iktidar ve bundan önceki iktidarlar, şimdiye kadar işçi, memur ve köylüye KEMER SIKTIRMIŞTIR. Buna mukabil iktidarlar, devlete borç verenlere YÜKSEK FAİZ ödemişlerdir. Yani; halkın yüzde 90’ı, yüzde 10’u için çalışmıştır.
Şu gerçek unutulmamalıdır:
TARIM ve HAYVANCILIĞINI geliştiremeyen ülkelerin SANAYİLEŞME ve BÜYÜME şansları yoktur. Kendi kendisini besleyemeyen ülkelerin, BÜYÜKLÜK iddia etmeleri de mümkün değildir.
Bir ülkenin dağları, yaylaları et, süt ve yün deposudur. Ovaları ise; sanayinin bitmez, tükenmez, en sağlam kaynağıdır. Halkın satın alma gücünün yükseltilmesi için, vazgeçilemez en önemli kaynaktır.
Değerlendirilmesi dileklerimle arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 1 Aralık 2004
Sayın BAŞBAKAN;
Belirttiğiniz gibi ülkemizde, “Bürokratik oligarşi” vardır ve bu durumdan siyaset adamlarının şikâyete hakları yoktur. Zira; bürokratik oligarşiyi, devlet katında çalışanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” şeklinde tasnife tâbi tutan SİYASET ADAMLARI yaratmıştır.
Bu ayırım, ehliyet ve liyakati dışlamış; dâimâ, “Evet Efendim!” diyen yalaka dalkavukları, ön plâna çıkarmıştır. Neticede; yüksek ahlâk ve faziletin kıymeti kalmamış ve insan karakterinin süflî yönlerini istismar eden alçak karakterli uşaklar himaye edildikleri için, boş buldukları meydanda, istedikleri gibi at koşturmuşlardır. Siyasî tarihimizin 33 yılı, bu gerçeğin acı örnekleriyle doludur. Ki; “Siyasî oligarşi” yaratıcılığının müsebbibi, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra kurulan “Beyin takımı” hükümetidir. 1983 seçimlerinden sonra ise, iş, zıvanadan çıkmıştır.
Açık kalplilikle ifade ediyorum: iktidarınız da bu hususta, masum değildir.
Konuşmanızın bir bölümünde, “Doğrudan gelir desteğini alırsın, mazot desteğini alırsın. Bu millet, yatıp, kalkıp, size mi çalışacak?” tarzındaki ifadenizi ise, bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Zira;
Bu ülkenin en mağdur insanları, çiftçiler ve köylülerdir. Bu mağduriyet sebebiyle de ülkemizde, tarım ve hayvancılık yere serilmiştir. Devletin destekleri; hayalisi de dâhil, ithalât ve ihracatçıya akıtılmıştır.
Kaynak Kullanımı ve Destekleme Fonuna (KKDF) kesilen paralarla (Ki; bunlar, bankalardan kredi kullanan zordaki vatandaşlarımızdan zoraki kesilen paralardır.), KDV ve vergi iadelerini hesaplayanlar, bu gerçeği net bir şekilde görürler. Hele; Türkiye’nin iç borca ihtiyacı yokken, KUR-FAİZ makasında şekillendirilen bir modelle İÇ BORÇ CANAVARI yaratanlara aktarılan DEVLET KAYNAKLARI, dudak uçuklatır.
Sayın BAŞBAKAN;
Doğruları bulmak iktidarların görevidir. Ekte; DÜNYA BANKASI’nın bir raporundan alıntıları, tetkiklerinize arz ediyorum:
Dünya Bankası’nın 9 Mart 2004 tarihli Raporundan alınmıştır:
1-2004 yılı itibariyle Köylü nüfusumuz, 24 milyondur. Yani, 3 kişiden biri, köyde oturmaktadır. Konuya tarım nüfusu olarak bakılırsa bu sayı, 32 milyona çıkar. Yani; Türkiye’nin yüzde 45’i, tarımla uğraşmaktadır. Buna karşılık; tarımın millî gelirden aldığı pay, son üç yıl içinde yüzde 15’ten, yüzde 13’e gerilemiştir.
2-Rapora göre; üç yıllık program sürecinde çiftçilere yapılan malî destek, 4.3 milyar dolar gerilemiştir. Yani, azalmıştır.
3-Dünya Bankası övünerek, bu üç yıl içinde, starımsal gelirlerin reel olarak yüzde 16; tarım fiyatlarının reel olarak yüzde 13 gerilediğini açıklamaktadır.
4-Yine, program süresince gübre sübvansiyonları, yüzde 50 azalırken, gübre fiyatları ikiye katlanmıştır.
5-Aynı dönemde ekili alanlarda, 450 hektarlık bir azalma olmuştur.
6-Türkiye, OECD ülkeleri içinde tarımını en az destekleyen ülke konumuna düşürülmüştür.
Bu RAPORDAN çıkan anlam şudur:
Türkiye, köylü için çalışmamıştır. Aksine köylü, başkaları için çalışmıştır. Bugünkü iktidar ve bundan önceki iktidarlar, şimdiye kadar işçi, memur ve köylüye KEMER SIKTIRMIŞTIR. Buna mukabil iktidarlar, devlete borç verenlere YÜKSEK FAİZ ödemişlerdir. Yani; halkın yüzde 90’ı, yüzde 10’u için çalışmıştır.
Şu gerçek unutulmamalıdır:
TARIM ve HAYVANCILIĞINI geliştiremeyen ülkelerin SANAYİLEŞME ve BÜYÜME şansları yoktur. Kendi kendisini besleyemeyen ülkelerin, BÜYÜKLÜK iddia etmeleri de mümkün değildir.
Bir ülkenin dağları, yaylaları et, süt ve yün deposudur. Ovaları ise; sanayinin bitmez, tükenmez, en sağlam kaynağıdır. Halkın satın alma gücünün yükseltilmesi için, vazgeçilemez en önemli kaynaktır.
Değerlendirilmesi dileklerimle arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
16 Mart 2009 Pazartesi
Değişmeyen gerçekler.
Sayın Bülent ARINÇ
TBMM Başkanı
Ankara 12 Nisan 2006
Sayın BAŞKAN;
“KUTLU DOĞUM HAFTASI” törenindeki sözleriniz, düşündürücüdür.
PEYGAMBER SEVGİSİNİ, gül demeti şovuna dönüştürmeniz ise, ibret vericidir.
Sebebine gelince:
İnsanlık âlemini karanlıktan aydınlığa çıkaran ve insanlık âleminin hakiki kurtarıcısı Hz. PEYGAMBERİMİZ, “İnsanlar, sözleriyle değil; yaptıkları ile değer bulur.” diye buyurmuşlardır.
Ne yazık ki; Müslümanlar, asırlardan beri KUR’AN’DA belirtilen GERÇEK İSLÂMA sırt çevirdikleri için, zillete mahkûm olmuşlardır. İSLÂMLA taban tabana zıt söz ve uygulamalarla, dalâlete düşmüşlerdir.
KUR’AN’IN hemen, hemen her sayfasında, “ÂDİL olunuz, ZULÜM yapmayınız.” Emri olduğu halde; yetim hakkı yiyerek, başkalarının zararına kasalarını doldurarak, hak etmedikleri makam, mevki ve rütbeleri elde ederek, adâletten uzaklaşarak, hem kendilerine ve hem de başkalarına zulmetmişlerdir.
Sayın BAŞKAN;
Gerçek PEYGAMBER SEVGİSİ, Hz. Peygamberimizin HIRA DAĞI’ndan tek başına İSLAMİYETİ ilân ettiği zaman verdiği emirlere uymakla mümkün olur. Ki; o emirler, hiçbir zaman değerini kaybetmemiştir ve KIYAMETE kadar geçerli olacaktır. İşte, o EMİRLER:
1-Aciz insan PUTUNA tapılmayacak. Yani; KULA, kulluk edilmeyecek.
2-FUKARA, inletilmeyecek.
3-GARİPLERİN, sırtına binilmeyecek.
4-ACİZLER, GÜÇSÜZLER, itilip, kakılmayacak.
5-HERKES hakkını, serbestçe alacak.
6-Herkes, yaptıklarının hesabını verecek.
Bu emirler, EVRENSELDİR ve gerçek DEMOKRASİNİN de TEMEL kurallarıdır. Bu emirlerin icapları yapılmadıkça; gül dağıtmanın, tören yapmanın, parlak sözler söylemenin, duygusal davranmanın ve ağlamanın, gözyaşı dökmenin bir anlamı kalmaz. Yapılan etkinlikler de, his istismarından öteye geçemez.
Bu sebeple; Hz. Peygamberimizin sevgi ve muhabbetini gönüllerde yaşatmak isteyenler, her şeyden önce, Hz. Peygamberimizin bu emirlerini, hayata geçirmelidirler. Herkesten önce de ülkeyi yönetenler, nefislerinin hayırlarını ayaklar altına alarak, bu emirlere uymak suretiyle topluma örnek olmalıdırlar. Zira; ülkeyi yönetenlerin yaptıkları, yönetilenler için örnek olur.
Kabul edilmelidir ki; zulüm sahiplerinin işlerine gelmeyen bu emirler hayata geçirilmedikçe; İslâmın gerçek nuru parlamayacak ve ne yapılırsa yapılsın, Hz. PEYGAMBERİMİZ, memnun olmayacaktır. Zira; gerçek İSLÂM DİNİ, sosyal meseleleri ön plânda tutan ve hayata geçirilmesini emreden EVRENSEL bir dindir.
Henüz daha milletvekilliği dokunulmazlığının çözüme kavuşturulamadığı ülkemizde; gül dağıtmayı, peygamber sevgisi olarak ilân etmek ve ölçüsü kabul etmek, bir SİYASÎ GÖSTERİNİN inkâr edilemez delilidir. Ki; bana göre, İSTİSMARIN en büyüğüdür.
İnançlarımın gereği VATANDAŞLIK HAKLARIMI kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
TBMM Başkanı
Ankara 12 Nisan 2006
Sayın BAŞKAN;
“KUTLU DOĞUM HAFTASI” törenindeki sözleriniz, düşündürücüdür.
PEYGAMBER SEVGİSİNİ, gül demeti şovuna dönüştürmeniz ise, ibret vericidir.
Sebebine gelince:
İnsanlık âlemini karanlıktan aydınlığa çıkaran ve insanlık âleminin hakiki kurtarıcısı Hz. PEYGAMBERİMİZ, “İnsanlar, sözleriyle değil; yaptıkları ile değer bulur.” diye buyurmuşlardır.
Ne yazık ki; Müslümanlar, asırlardan beri KUR’AN’DA belirtilen GERÇEK İSLÂMA sırt çevirdikleri için, zillete mahkûm olmuşlardır. İSLÂMLA taban tabana zıt söz ve uygulamalarla, dalâlete düşmüşlerdir.
KUR’AN’IN hemen, hemen her sayfasında, “ÂDİL olunuz, ZULÜM yapmayınız.” Emri olduğu halde; yetim hakkı yiyerek, başkalarının zararına kasalarını doldurarak, hak etmedikleri makam, mevki ve rütbeleri elde ederek, adâletten uzaklaşarak, hem kendilerine ve hem de başkalarına zulmetmişlerdir.
Sayın BAŞKAN;
Gerçek PEYGAMBER SEVGİSİ, Hz. Peygamberimizin HIRA DAĞI’ndan tek başına İSLAMİYETİ ilân ettiği zaman verdiği emirlere uymakla mümkün olur. Ki; o emirler, hiçbir zaman değerini kaybetmemiştir ve KIYAMETE kadar geçerli olacaktır. İşte, o EMİRLER:
1-Aciz insan PUTUNA tapılmayacak. Yani; KULA, kulluk edilmeyecek.
2-FUKARA, inletilmeyecek.
3-GARİPLERİN, sırtına binilmeyecek.
4-ACİZLER, GÜÇSÜZLER, itilip, kakılmayacak.
5-HERKES hakkını, serbestçe alacak.
6-Herkes, yaptıklarının hesabını verecek.
Bu emirler, EVRENSELDİR ve gerçek DEMOKRASİNİN de TEMEL kurallarıdır. Bu emirlerin icapları yapılmadıkça; gül dağıtmanın, tören yapmanın, parlak sözler söylemenin, duygusal davranmanın ve ağlamanın, gözyaşı dökmenin bir anlamı kalmaz. Yapılan etkinlikler de, his istismarından öteye geçemez.
Bu sebeple; Hz. Peygamberimizin sevgi ve muhabbetini gönüllerde yaşatmak isteyenler, her şeyden önce, Hz. Peygamberimizin bu emirlerini, hayata geçirmelidirler. Herkesten önce de ülkeyi yönetenler, nefislerinin hayırlarını ayaklar altına alarak, bu emirlere uymak suretiyle topluma örnek olmalıdırlar. Zira; ülkeyi yönetenlerin yaptıkları, yönetilenler için örnek olur.
Kabul edilmelidir ki; zulüm sahiplerinin işlerine gelmeyen bu emirler hayata geçirilmedikçe; İslâmın gerçek nuru parlamayacak ve ne yapılırsa yapılsın, Hz. PEYGAMBERİMİZ, memnun olmayacaktır. Zira; gerçek İSLÂM DİNİ, sosyal meseleleri ön plânda tutan ve hayata geçirilmesini emreden EVRENSEL bir dindir.
Henüz daha milletvekilliği dokunulmazlığının çözüme kavuşturulamadığı ülkemizde; gül dağıtmayı, peygamber sevgisi olarak ilân etmek ve ölçüsü kabul etmek, bir SİYASÎ GÖSTERİNİN inkâr edilemez delilidir. Ki; bana göre, İSTİSMARIN en büyüğüdür.
İnançlarımın gereği VATANDAŞLIK HAKLARIMI kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
15 Mart 2009 Pazar
Değişen bir şey yoktur.
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 15 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Başta siz olmak üzere bütün liderlerin miting meydanlarında yaptıkları konuşmaları dikkatle izliyorum.
Üzülerek ifade eydim ki; konuşmalar, zorluklarla boğuşan ve her türlü sıkıntılara katlanan halkımızı rahatlatıcı nitelikte değildir.
Bugün iktidarda siz varsınız ve bu seçimler, iktidar değiştirmeyecektir. İktidar olmanız hasebiyle sizden beklentimiz; gerginlikleri azaltıcı ve milletimizi rahatlatıcı ortam yaratmanızdır.
Türkiye zordadır ve gerçekten fukaralık, işsizlik had safhaya ulaşmıştır. Bu zorluklar, Eksimbank kredilerinin arttırılması, KOBİLERE verilecek yeni kredi destekleri, beyaz eşya ve otomobilde ÖTV indirimi ile aşılamaz. Çünkü Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir.
69 yaşımdayım ve Türkiye’yi iyi izleyen bir vatandaşım.
Bugünü değerlendirmek için yeni bir şeyler söylemeyeceğim. 29 Aralık 2004 tarihinde size yazdığım mektubumu, tekrar bilgilerinize arz etmekle yetineceğim. İşte, mektubum:
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan
Ankara 29 Aralık 2004
Sayın BAŞBAKAN;
İster kabul edilsin, ister kabul edilmesin; gerçek, şudur:
29 Aralık 1983’ten itibaren Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve siyasî iktidarları etkisi altına alabilen 10-15 holdinge esir edilmiştir.
Ülkemizde bu kesimler, genellikle devletin; desteği, teşviki, kredisi, ihalesi, vergi kolaylığı, istisnası, muafiyeti ile büyümüşlerdir. Bu sebeple de gözleri hep, devlettedir. Bu kesimler o kadar güçlüdürler ki; iç borçların yönetiminde söz sahibidirler ve sıcak para hareketlerini de yönetirler. Örnek:
Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı, 60 milyar dolardır. Özel sektör (Yukarıda belirttiğim kesim), 30-40 milyar dolarlık finansman bulabilmektedir. Bu finansman kaynağının büyük bir bölümü, bizim özel sektörümüzün, dışarıda tuttuğu kendi kaynağıdır. Ki; bu kaynak, daima sıcak para hareketinde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. İstediği zaman da, ekonomik kriz çıkarılabilmektedir. Bugüne kadar yaşanan krizler, aslında, sıcak para hareketini yöneten ve yönlendiren kesimin dayatmasıdır.
Dikkatlerinize arz ediyorum:
1991, 1995, 1999, 202 seçimleri, iktidar değiştirmiştir. Bu iktidar değişiklikleri, halkın memnuniyetsizliği ve iktidarların kolay idare tarzını seçmiş olmaları sebebiyledir. İşin ilginç yanı şudur:
Yıkılan iktidarlar, Maliye Bakanları ve ekonomiden sorumlu addedilen Devlet Bakanları yüzünden yıkılmışlardır. Zira; bu bakanlar, işin özünü kavrayamadıkları için Başbakanları ve hükümetleri yanıltmışlar; halka da, yalan söylemişlerdir.
Kendi kendime,”Değişen nedir?” diye sorduğum oluyor. Ama; hiçbir şeyin değişmediğini müşahede ettiğim için de üzülüyorum. Örnek:
Maliye Bakanı Unakıtan’ın Meclis’teki esprili konuşmalarını dinledim. “Para bol, bütçe fazla veriyor; isteyin, istediğiniz kadar.” diyor. Ama; gerçek, onun ifade ettiği gibi değildir. İşte gerçek:
Eczacıyım. Bağ-Kur ve SSK borçları daima, bizleri bunaltacak şekilde çok geç ödenir. Emekli Sandığı, nispeten sözleşme şartlarına uygun biçimde ödeme yapardı. Ama; 70 günden beri Emekli Sandığı da ödeme yapmıyor. (Bugün ödeme yapıp yapmayacağını da bilemiyorum.) Tahsilât yapamadığım için ödemelerimi, banka kredileriyle borçlanarak yapıyorum.
Bu şartlarda, Maliye Bakanı’nın sözleri, askıda kalmıyor mu?
Bu konuları derin bir analize tabi tutarsak; gerçek, şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkarır.
Şöyle ki:
Aslında DEVLET, hiçbir kesimin (müteahhit, eczacı, köylü, işçi, vs.) parasını zamanında ödemiyor. 20 yıldan beri DEVLET, ödemelerini aksatıyor. Bunun altında baskın bir lobinin, hâkim bir zümrenin baskısını aramak icap eder. Meselâ bu baskının sebebi bankacılık ve finans kesimi olabilir. Bu sayede finans ve bankacılık kesimi, faizle para kullandırma hedefini gerçekleştirmiş olabilir.
Bu konulara eğilmek ve çare bulmak, siyasî iktidarların görevidir.
Sayın BAŞBAKAN;
Nefis mukayesesi ve başkalarını sevme özelliği, iktidarların en önemli vasfı olmalıdır. Zira; bu özelliği taşıyan iktidarlar, adâletin sağlanmasını da temin etmiş olurlar.
Vatandaşlık haklarımı kullanarak, işlerin iyi gitmediğini duyurmak istedim. Ertuğrul Özkök’ün yaşadığı ülkemizde, Hüsnü Akıncı’nın da yaşadığını belirtmek istedim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 15 Mart 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Başta siz olmak üzere bütün liderlerin miting meydanlarında yaptıkları konuşmaları dikkatle izliyorum.
Üzülerek ifade eydim ki; konuşmalar, zorluklarla boğuşan ve her türlü sıkıntılara katlanan halkımızı rahatlatıcı nitelikte değildir.
Bugün iktidarda siz varsınız ve bu seçimler, iktidar değiştirmeyecektir. İktidar olmanız hasebiyle sizden beklentimiz; gerginlikleri azaltıcı ve milletimizi rahatlatıcı ortam yaratmanızdır.
Türkiye zordadır ve gerçekten fukaralık, işsizlik had safhaya ulaşmıştır. Bu zorluklar, Eksimbank kredilerinin arttırılması, KOBİLERE verilecek yeni kredi destekleri, beyaz eşya ve otomobilde ÖTV indirimi ile aşılamaz. Çünkü Türkiye, 29 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir.
69 yaşımdayım ve Türkiye’yi iyi izleyen bir vatandaşım.
Bugünü değerlendirmek için yeni bir şeyler söylemeyeceğim. 29 Aralık 2004 tarihinde size yazdığım mektubumu, tekrar bilgilerinize arz etmekle yetineceğim. İşte, mektubum:
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan
Ankara 29 Aralık 2004
Sayın BAŞBAKAN;
İster kabul edilsin, ister kabul edilmesin; gerçek, şudur:
29 Aralık 1983’ten itibaren Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle (Hazine ve Merkez Bankası tarafından kollanan ve kayırılan kesim), Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve siyasî iktidarları etkisi altına alabilen 10-15 holdinge esir edilmiştir.
Ülkemizde bu kesimler, genellikle devletin; desteği, teşviki, kredisi, ihalesi, vergi kolaylığı, istisnası, muafiyeti ile büyümüşlerdir. Bu sebeple de gözleri hep, devlettedir. Bu kesimler o kadar güçlüdürler ki; iç borçların yönetiminde söz sahibidirler ve sıcak para hareketlerini de yönetirler. Örnek:
Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı, 60 milyar dolardır. Özel sektör (Yukarıda belirttiğim kesim), 30-40 milyar dolarlık finansman bulabilmektedir. Bu finansman kaynağının büyük bir bölümü, bizim özel sektörümüzün, dışarıda tuttuğu kendi kaynağıdır. Ki; bu kaynak, daima sıcak para hareketinde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. İstediği zaman da, ekonomik kriz çıkarılabilmektedir. Bugüne kadar yaşanan krizler, aslında, sıcak para hareketini yöneten ve yönlendiren kesimin dayatmasıdır.
Dikkatlerinize arz ediyorum:
1991, 1995, 1999, 202 seçimleri, iktidar değiştirmiştir. Bu iktidar değişiklikleri, halkın memnuniyetsizliği ve iktidarların kolay idare tarzını seçmiş olmaları sebebiyledir. İşin ilginç yanı şudur:
Yıkılan iktidarlar, Maliye Bakanları ve ekonomiden sorumlu addedilen Devlet Bakanları yüzünden yıkılmışlardır. Zira; bu bakanlar, işin özünü kavrayamadıkları için Başbakanları ve hükümetleri yanıltmışlar; halka da, yalan söylemişlerdir.
Kendi kendime,”Değişen nedir?” diye sorduğum oluyor. Ama; hiçbir şeyin değişmediğini müşahede ettiğim için de üzülüyorum. Örnek:
Maliye Bakanı Unakıtan’ın Meclis’teki esprili konuşmalarını dinledim. “Para bol, bütçe fazla veriyor; isteyin, istediğiniz kadar.” diyor. Ama; gerçek, onun ifade ettiği gibi değildir. İşte gerçek:
Eczacıyım. Bağ-Kur ve SSK borçları daima, bizleri bunaltacak şekilde çok geç ödenir. Emekli Sandığı, nispeten sözleşme şartlarına uygun biçimde ödeme yapardı. Ama; 70 günden beri Emekli Sandığı da ödeme yapmıyor. (Bugün ödeme yapıp yapmayacağını da bilemiyorum.) Tahsilât yapamadığım için ödemelerimi, banka kredileriyle borçlanarak yapıyorum.
Bu şartlarda, Maliye Bakanı’nın sözleri, askıda kalmıyor mu?
Bu konuları derin bir analize tabi tutarsak; gerçek, şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkarır.
Şöyle ki:
Aslında DEVLET, hiçbir kesimin (müteahhit, eczacı, köylü, işçi, vs.) parasını zamanında ödemiyor. 20 yıldan beri DEVLET, ödemelerini aksatıyor. Bunun altında baskın bir lobinin, hâkim bir zümrenin baskısını aramak icap eder. Meselâ bu baskının sebebi bankacılık ve finans kesimi olabilir. Bu sayede finans ve bankacılık kesimi, faizle para kullandırma hedefini gerçekleştirmiş olabilir.
Bu konulara eğilmek ve çare bulmak, siyasî iktidarların görevidir.
Sayın BAŞBAKAN;
Nefis mukayesesi ve başkalarını sevme özelliği, iktidarların en önemli vasfı olmalıdır. Zira; bu özelliği taşıyan iktidarlar, adâletin sağlanmasını da temin etmiş olurlar.
Vatandaşlık haklarımı kullanarak, işlerin iyi gitmediğini duyurmak istedim. Ertuğrul Özkök’ün yaşadığı ülkemizde, Hüsnü Akıncı’nın da yaşadığını belirtmek istedim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Hiç eskimeyen yüzler.
Sayın Fehmi Koru,
Sayın Derya Sazak;
TRT-1 Televizyonu
Politik Açılım Programı 15 Mart 2009
Türkiye, 2002 yılında başlamadı.
Balkan ve Bağdat Pakt'ları sürecine geri dönünüz ve bölgede nelerin olduğunu irdeleyiniz.
Geçmişte Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerini düşününüz.
Bunları yaparken 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin meydana gelmesi için yapılan provokasyonların odaklarını araştırınız.
Ondan sonra da, birinci ve ikinci Irak Savaşlarının hikmetini ve hedeflerini ortaya koyunuz.
Bugüne gelince;
Büyük Ortadoğu Projesinin ilk etabı olan v e her haliyle Türkiye'yi zora sokan süreci iyi değerlendiriniz. Zira; hedefin ilk etabı gerçekleştirilmiştir ve Irak, üçe bölünmüştür.
Bu fiili durum karşısında bundan sonra olacakları, kendi vicdanlarınızda tartarak, dosdoğru biçimde halka anlatmaya azmediniz.
En son olarak da, Türkiye'nin ekonomisini ve demokrasisini masaya yatırınız. Dış siyasetimizi ABD ve AB'ye, ekonomimizi IMF ve Dünya Bankası'na endekslediğimizi açık kalplilikle ifade ederek, halkı aydınlatmaya çalışınız.
Aksi halde; doğruları bildiğiniz halde hatır veya çıkar karşılığı yalan söylemiş duruma düşersiniz. Zira; Türkiye'nin durumu bellidir:
Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçmiş ve milli sermaye tasfiye edilmiştir. Tarım ve hayvancılığımız çökertilerek, dışa bağımlı hale gelmişiz. Hatta perakende ticaretimiz dahi yabancıların eline geçmiştir. Tabir caizse Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke haline gelmiştir.
Eğer "Otur!" denilen yerde oturan ve "Kalk!" denilen yerde kalkan ve de başkalarına tâbi bir Türkiye'yi içinize sindirebiliyorsanız, işgal ettiğiniz ekrandan doğruları örtmeye ve halkı yanıltmaya devam ediniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Sayın Derya Sazak;
TRT-1 Televizyonu
Politik Açılım Programı 15 Mart 2009
Türkiye, 2002 yılında başlamadı.
Balkan ve Bağdat Pakt'ları sürecine geri dönünüz ve bölgede nelerin olduğunu irdeleyiniz.
Geçmişte Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerini düşününüz.
Bunları yaparken 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerinin meydana gelmesi için yapılan provokasyonların odaklarını araştırınız.
Ondan sonra da, birinci ve ikinci Irak Savaşlarının hikmetini ve hedeflerini ortaya koyunuz.
Bugüne gelince;
Büyük Ortadoğu Projesinin ilk etabı olan v e her haliyle Türkiye'yi zora sokan süreci iyi değerlendiriniz. Zira; hedefin ilk etabı gerçekleştirilmiştir ve Irak, üçe bölünmüştür.
Bu fiili durum karşısında bundan sonra olacakları, kendi vicdanlarınızda tartarak, dosdoğru biçimde halka anlatmaya azmediniz.
En son olarak da, Türkiye'nin ekonomisini ve demokrasisini masaya yatırınız. Dış siyasetimizi ABD ve AB'ye, ekonomimizi IMF ve Dünya Bankası'na endekslediğimizi açık kalplilikle ifade ederek, halkı aydınlatmaya çalışınız.
Aksi halde; doğruları bildiğiniz halde hatır veya çıkar karşılığı yalan söylemiş duruma düşersiniz. Zira; Türkiye'nin durumu bellidir:
Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçmiş ve milli sermaye tasfiye edilmiştir. Tarım ve hayvancılığımız çökertilerek, dışa bağımlı hale gelmişiz. Hatta perakende ticaretimiz dahi yabancıların eline geçmiştir. Tabir caizse Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de bir müstemleke haline gelmiştir.
Eğer "Otur!" denilen yerde oturan ve "Kalk!" denilen yerde kalkan ve de başkalarına tâbi bir Türkiye'yi içinize sindirebiliyorsanız, işgal ettiğiniz ekrandan doğruları örtmeye ve halkı yanıltmaya devam ediniz.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
14 Mart 2009 Cumartesi
Teşhis hatası
Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 14 Mert 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Kredi kartı borçlularının sahtekâr olmadıklarını, aksine, çarpık bankacılık sistemi tarafından sömürülen çaresiz mağdurlar olduklarını ispata hazırım.
Bu önemli konuyu bilgilerinize, tetkiklerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Başbakan ve AKP Genelbaşkanı
Ankara 14 Mert 2009
Sayın BAŞBAKAN;
Kredi kartı borçlularının sahtekâr olmadıklarını, aksine, çarpık bankacılık sistemi tarafından sömürülen çaresiz mağdurlar olduklarını ispata hazırım.
Bu önemli konuyu bilgilerinize, tetkiklerinize ve takdirlerinize arz ederim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
11 Mart 2009 Çarşamba
Hislerle oynamak tehlikelidir.
Sayın Bülent ARINÇ
TBMM Başkanı
Ankara 24 Nisan 2006
Sayın BAŞKAN;
23 Nisan nedeniyle TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmanızı dinledim ve gazetelere yansıyan bölümlerini okudum.
ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan bir vatandaş olarak gözlemim şudur:
Ülkemizde RJİM sorunu vardır ve sebebi de bellidir:
KUVVETLER AYRILIĞI prensibi, çalışmamaktadır. YASAMA, YARGI ve YÜRÜTMENİN, birbirlerine karşı bağımsızlığı, göz ardı edilmiştir. İktidar Partisi ve Genel Başkanı ve dolayısıyla BAŞBAKAN, TBMM’ne tam anlamıyla hâkimdir. Bu sebeple de; beraberinde adâleti getirmeyen kanunlar, yürürlüğe konmaktadır.
Sayın BAŞKAN;
DEVLET, bir kavramdır. Devletin ilmî tarifi bellidir:
“BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULU:” şeklindedir.
Bunun anlamı açıktır:
DEVLETİ İŞLETME görevi, hükümetlerindir. Eğer hükümetler, devleti gerektiği biçimde yönetemiyorsa; ”KURUMLAR SALTANATI” olarak ifade ettiğiniz oluşum, kaçınılmazdır. Hele hükümetler, Meclisin HÜR İRADESİ üzerine hakimiyet kuruyorsa; REJİM, tanınmaz hale gelir ; KURUL, KURAL ve KAVRAM kargaşası, ülkeyi tanınmaz ve devleti, işlevsiz hale getirir.
Açık ifade etmek gerekirse; ülkemizde DEVLET, dinî inançları teminat altına almıştır. Tartışılan, TÜRBAN konusudur. Ki; bu konu istismar edilmeseydi ve bazı siyasî partiler bunu, bir İDEOLOJİ haline getirmeseydi; bugün, gündemde olmayacaktı. Her aksiyonun, bir reaksiyonunun olacağı, tarihi süreçte kesin bir sonuçtur.
Aklıselim sahibi, bilen ve bilgisi tahtında düşünmesini bilen vatandaşları üzen husus, şudur:
Yüce İslâm Dini’nin güzellikleri, sosyal nitelikleri, ideolojik bir türban konusuna hapsedilmemeliydi. Zira; İslâm Dini’ne göre YALAN, İRTİKÂP, HAKSIZ KAZANÇ, GERÇEKLERİ ÖRTME, BAŞKALARININ ZARARINA SERVET EDİNME, israf, makam ve mevki sahiplerinin ADÂLETSİZLİĞİ, türban konusundan daha önemlidir.
Hz. Peygamberimiz, Taât ve ibadetlerin kabulü için, HELÂL KAZANCI şart kılmıştır. “YALAN ve İMAN, bir kalpte barınmaz.” diye, net beyanda bulunmuştur.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Herkes yaptıklarının hesabını verecektir.” diye, açık bir şekilde beyanda bulunduğu halde; henüz daha ülkemizde, “Milletvekili Dokunulmazlığı” hakkında bir karara varılamamış ve bir sisteme bağlanamamıştır.
Sayın BAŞKAN;
Konuşmanızda kast ettiğiniz yasak, açık ifade etmeseniz de, kamusal alandaki türban yasağıdır. Çünkü; bunun haricinde dinî bir yasak yoktur. Hattâ; İslâm Dini’ne göre yasak olmasına rağmen, “MEŞRU NİZAM HALİNE GETİRİLMİŞ” yasaklar dahî serbesttir. Bu yasaklar da; adam kayırma, vergi kaçırma, hak etmeyenlere makam ve mevki dağıtma, ihalelerde yandaş kollama, insanları, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye tasnife tâbî tutma, vs. gibi yasaklardır.
Bu bilinenler sebebiyle konuşmalarınızda, İslâm Dini’nin EVRENSEL kurallarına yer verseniz; daha isabetli davranmış olursunuz ve işin özüyle ilgisi olmayan tartışmaları da, kökünden kesersiniz. İşte o zaman bütün millet sizi, gönülden alkışlar.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
TBMM Başkanı
Ankara 24 Nisan 2006
Sayın BAŞKAN;
23 Nisan nedeniyle TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmanızı dinledim ve gazetelere yansıyan bölümlerini okudum.
ANA KAİDELERE ve ANA BELGELERE göre işleyen bir REJİM ve işleyen bir DEVLET arayan; REJİME ve DEVLETE sahiplilik BİLGİ ve ŞUURU taşıyan bir vatandaş olarak gözlemim şudur:
Ülkemizde RJİM sorunu vardır ve sebebi de bellidir:
KUVVETLER AYRILIĞI prensibi, çalışmamaktadır. YASAMA, YARGI ve YÜRÜTMENİN, birbirlerine karşı bağımsızlığı, göz ardı edilmiştir. İktidar Partisi ve Genel Başkanı ve dolayısıyla BAŞBAKAN, TBMM’ne tam anlamıyla hâkimdir. Bu sebeple de; beraberinde adâleti getirmeyen kanunlar, yürürlüğe konmaktadır.
Sayın BAŞKAN;
DEVLET, bir kavramdır. Devletin ilmî tarifi bellidir:
“BİR HÜKÜMET İDARESİNDEKİ SİYASÎ TOPLULU:” şeklindedir.
Bunun anlamı açıktır:
DEVLETİ İŞLETME görevi, hükümetlerindir. Eğer hükümetler, devleti gerektiği biçimde yönetemiyorsa; ”KURUMLAR SALTANATI” olarak ifade ettiğiniz oluşum, kaçınılmazdır. Hele hükümetler, Meclisin HÜR İRADESİ üzerine hakimiyet kuruyorsa; REJİM, tanınmaz hale gelir ; KURUL, KURAL ve KAVRAM kargaşası, ülkeyi tanınmaz ve devleti, işlevsiz hale getirir.
Açık ifade etmek gerekirse; ülkemizde DEVLET, dinî inançları teminat altına almıştır. Tartışılan, TÜRBAN konusudur. Ki; bu konu istismar edilmeseydi ve bazı siyasî partiler bunu, bir İDEOLOJİ haline getirmeseydi; bugün, gündemde olmayacaktı. Her aksiyonun, bir reaksiyonunun olacağı, tarihi süreçte kesin bir sonuçtur.
Aklıselim sahibi, bilen ve bilgisi tahtında düşünmesini bilen vatandaşları üzen husus, şudur:
Yüce İslâm Dini’nin güzellikleri, sosyal nitelikleri, ideolojik bir türban konusuna hapsedilmemeliydi. Zira; İslâm Dini’ne göre YALAN, İRTİKÂP, HAKSIZ KAZANÇ, GERÇEKLERİ ÖRTME, BAŞKALARININ ZARARINA SERVET EDİNME, israf, makam ve mevki sahiplerinin ADÂLETSİZLİĞİ, türban konusundan daha önemlidir.
Hz. Peygamberimiz, Taât ve ibadetlerin kabulü için, HELÂL KAZANCI şart kılmıştır. “YALAN ve İMAN, bir kalpte barınmaz.” diye, net beyanda bulunmuştur.
Yine Hz. Peygamberimiz, “Herkes yaptıklarının hesabını verecektir.” diye, açık bir şekilde beyanda bulunduğu halde; henüz daha ülkemizde, “Milletvekili Dokunulmazlığı” hakkında bir karara varılamamış ve bir sisteme bağlanamamıştır.
Sayın BAŞKAN;
Konuşmanızda kast ettiğiniz yasak, açık ifade etmeseniz de, kamusal alandaki türban yasağıdır. Çünkü; bunun haricinde dinî bir yasak yoktur. Hattâ; İslâm Dini’ne göre yasak olmasına rağmen, “MEŞRU NİZAM HALİNE GETİRİLMİŞ” yasaklar dahî serbesttir. Bu yasaklar da; adam kayırma, vergi kaçırma, hak etmeyenlere makam ve mevki dağıtma, ihalelerde yandaş kollama, insanları, “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye tasnife tâbî tutma, vs. gibi yasaklardır.
Bu bilinenler sebebiyle konuşmalarınızda, İslâm Dini’nin EVRENSEL kurallarına yer verseniz; daha isabetli davranmış olursunuz ve işin özüyle ilgisi olmayan tartışmaları da, kökünden kesersiniz. İşte o zaman bütün millet sizi, gönülden alkışlar.
Demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Övünmenin gizlediği gerçekler.
Sayın Kemal UNAKITAN
Maliye Bakanı 17 Temmuz 2008
Sayın Bakan;
AA muhabirine yaptığınız açıklamada, "Bazı kişiler, kehanette bulunuyorlar. Bakan olduğumdan beri, bunları dinliyorum. Her gün bunlar, kriz çıkartıyorlar; ancak, kriz miriz olduğu yok." demişsiniz.
Bir vatandaş olarak merak ediyorum:
Krizin ölçüsü nedir?
Kriz, kimler için yoktur?
Düzgün gittiğini ifade ettiğiniz ekonomi, hangi kesim içindir?
Ekonomi düzgün gidiyorsa;
a- Bir türlü önlenemeyen Dış ticaret açığı,
b- Ürkütücü boyutlara ulaşan cari açık (Ki; son 6 yılın cari açığı, 165 milyar dolardır),
c- Mart 2008 sonu itibarıyla 262 milyar dolara ulaşan dış borçlar,
d- 220 milyar dolara ulaşan iç borçlar, neyin nesidir?
Üstelik; Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçtiği halde bu olumsuz tablo meydana gelmiştir. Buna rağmen cari açığa, işsizliğe ve ekonomideki kayıt dışılığa çare bulunamamıştır.
Demecinizin bir bölümünde özelleştirme ile ilgili olarak, "Köprü ve otoyolların ihalesine bu yıl çıkmak istiyoruz. Otoyolların özelleştirilmesiyle ilgili TBMM'de bir kanun var. Komisyondan geçti. Şimdi genelkurulda. genelkurulda kabul edilince, önü açılacak. Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi bir ay içinde başlanacak. Bu yıl özelleştirmelerde önemli hamleler yapıyoruz. Bu yıl, biliyorsunuz PETKİM ve TEKEL'i özelleştirdik ve paralarını aldık. Limanlar var, özelleştirildi. Sırada, şeker fabrikaları, otoyollar, Milli Piyango ve Halk Bankası var." demişsiniz.
Yapılan ve yapılacak özelleştirmeler, acaba, tutarlı ve ülke ekonomisine fayda sağlayacak icraatlar mıdır? Bu icraatların halka ne faydası vardır?
Kar transferleri sebebiyle, gelecek nesiller, büyük bir yük altına girecektir. Bunun, ne anlama geldiğini acaba, hiç düşündüğünüz oldu mu? Bu soruyu haklı olarak soruyorum. Zira;
2003'ten Mayıs 2008 sonuna kadar doğrudan yatırım şirketleri, 7.6 milyar dolar kar transferi yapmışlardır. Finansal portfoy yatırımlarından yapılan kar transferi ise, 18 milyar dolardır. Ve bu transferler, bundan sonra artarak devam edecektir. Yani; hiç bitmeyen borç misali, Türk milletinin hakları, yabancıların nimeti olacaktır.
Bu durumun vahametini, bir örnekle açıklamak istiyorum:
Şişe Cam Sanayii’nde 17 bin kişi çalışmaktadır. Şişe Cam Sanayii'nin aylık personel gideri, devletin payı da (SSK primleri ve muhtasar vergiler) dâhil, 40 milyon dolardır. Yıllık, 480 milyon dolar. Şimdi bir hesap yapalım:
Doğrudan yatırım şirketlerinin kar olarak transfer ettikleri 7,6 milyar doların içinde 15 adet 500 milyon dolar vardır. Bunun anlamı, gayet açıktır:
Şişe Cam Sanayii şartlarında çalışan 255 bin kişinin ücretlerine ve devletin alacağı paya denk bir para, dış ülkelere transfer edilmiştir.
Yabancıların portföy yatırımları karşılığı transfer ettikleri 18 milyar doları da dahil edersek; ortaya çok acı bir tablo çıkar. Şöyle ki:
25,6 milyar doların içinde 51 adet 500 milyon dolar vardır. Bu da, devletin kaybettiği pay dahil, Şişe Cam Sanayii şartlarında çalışan 900 bin personelin ücretine denktir.
Gelecekteki rakamlar da, çok daha feci olacaktır. Yani; asıl riskimiz, önümüzdeki yıllarda anlaşılacaktır.
Acaba, bu fiili durumun hesabını yapabildiniz mi?
Bu modelle mi işsizliğe çare bulunacaktır?
Sayın Bakan;
Milletin büyük bir kesimi, ağır bir borç yükü altındadır. Ayrıca, ekonomik bağımsızlığımızı da kaybetmiş durumdayız. Her türlü olumsuzluklara rağmen rahat olan kitle, RANTİYE sınıfı ve KAYIT DIŞI faaliyet gösterenlerdir. Ki; bunların genel nüfus içindeki oranı, yüzde 10'u geçmez. Bu kesim için, krizden etkilenme de söz konusu olamaz. Bu kesim, "Kriz miriz yok" sözlerinizi alkışlayan kesimdir. Siz; geriye kalan yüzde 90'lık kesime, ne verdiğinizin hesabını yapmak zorundasınız. Ülkeyi, topyekün bir kalkınmaya götüremediğinizi, kabul etmek zorundasınız.
Mirasyedi fütursuzluğu ile size devredilen varlığı (Ki; bu varlığı, Türkiye'yi 2002 yılından başlatarak hep inkar ettiniz.) satmak suretiyle Türkiye'yi huzur ve refaha ulaştıramazsınz. En nihayet, bu varlıklar tükenecektir ve geriye, "Acaba, bana bir parça ekmek verirler mi?" diye yabancılara el açan geniş halk kitleleri kalacaktır.
Demokratik haklarımı kullanan bir vatandaş olarak görüşüm ve kabullenişim şudur:
Tek başına iktidar olmanıza rağmen, Türkiye'yi iyi idare edemediniz; bundan sonra da idare edemeyeceksiniz ve edemezsiniz.
Bu gerçeği lütfen kabulleniniz ve vicdani bir muhasebesini yapınız. Zira; Türkiye demek, belirli bir kesimin Türkiye'si demek değildir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not: Halkı asıl soyan husus, çok yüksek oranlı
dolaylı vergilerdir. Mutlaka, buna bir çare bulunmalıdır.
Maliye Bakanı 17 Temmuz 2008
Sayın Bakan;
AA muhabirine yaptığınız açıklamada, "Bazı kişiler, kehanette bulunuyorlar. Bakan olduğumdan beri, bunları dinliyorum. Her gün bunlar, kriz çıkartıyorlar; ancak, kriz miriz olduğu yok." demişsiniz.
Bir vatandaş olarak merak ediyorum:
Krizin ölçüsü nedir?
Kriz, kimler için yoktur?
Düzgün gittiğini ifade ettiğiniz ekonomi, hangi kesim içindir?
Ekonomi düzgün gidiyorsa;
a- Bir türlü önlenemeyen Dış ticaret açığı,
b- Ürkütücü boyutlara ulaşan cari açık (Ki; son 6 yılın cari açığı, 165 milyar dolardır),
c- Mart 2008 sonu itibarıyla 262 milyar dolara ulaşan dış borçlar,
d- 220 milyar dolara ulaşan iç borçlar, neyin nesidir?
Üstelik; Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadi değerlerimiz yabancıların eline geçtiği halde bu olumsuz tablo meydana gelmiştir. Buna rağmen cari açığa, işsizliğe ve ekonomideki kayıt dışılığa çare bulunamamıştır.
Demecinizin bir bölümünde özelleştirme ile ilgili olarak, "Köprü ve otoyolların ihalesine bu yıl çıkmak istiyoruz. Otoyolların özelleştirilmesiyle ilgili TBMM'de bir kanun var. Komisyondan geçti. Şimdi genelkurulda. genelkurulda kabul edilince, önü açılacak. Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi bir ay içinde başlanacak. Bu yıl özelleştirmelerde önemli hamleler yapıyoruz. Bu yıl, biliyorsunuz PETKİM ve TEKEL'i özelleştirdik ve paralarını aldık. Limanlar var, özelleştirildi. Sırada, şeker fabrikaları, otoyollar, Milli Piyango ve Halk Bankası var." demişsiniz.
Yapılan ve yapılacak özelleştirmeler, acaba, tutarlı ve ülke ekonomisine fayda sağlayacak icraatlar mıdır? Bu icraatların halka ne faydası vardır?
Kar transferleri sebebiyle, gelecek nesiller, büyük bir yük altına girecektir. Bunun, ne anlama geldiğini acaba, hiç düşündüğünüz oldu mu? Bu soruyu haklı olarak soruyorum. Zira;
2003'ten Mayıs 2008 sonuna kadar doğrudan yatırım şirketleri, 7.6 milyar dolar kar transferi yapmışlardır. Finansal portfoy yatırımlarından yapılan kar transferi ise, 18 milyar dolardır. Ve bu transferler, bundan sonra artarak devam edecektir. Yani; hiç bitmeyen borç misali, Türk milletinin hakları, yabancıların nimeti olacaktır.
Bu durumun vahametini, bir örnekle açıklamak istiyorum:
Şişe Cam Sanayii’nde 17 bin kişi çalışmaktadır. Şişe Cam Sanayii'nin aylık personel gideri, devletin payı da (SSK primleri ve muhtasar vergiler) dâhil, 40 milyon dolardır. Yıllık, 480 milyon dolar. Şimdi bir hesap yapalım:
Doğrudan yatırım şirketlerinin kar olarak transfer ettikleri 7,6 milyar doların içinde 15 adet 500 milyon dolar vardır. Bunun anlamı, gayet açıktır:
Şişe Cam Sanayii şartlarında çalışan 255 bin kişinin ücretlerine ve devletin alacağı paya denk bir para, dış ülkelere transfer edilmiştir.
Yabancıların portföy yatırımları karşılığı transfer ettikleri 18 milyar doları da dahil edersek; ortaya çok acı bir tablo çıkar. Şöyle ki:
25,6 milyar doların içinde 51 adet 500 milyon dolar vardır. Bu da, devletin kaybettiği pay dahil, Şişe Cam Sanayii şartlarında çalışan 900 bin personelin ücretine denktir.
Gelecekteki rakamlar da, çok daha feci olacaktır. Yani; asıl riskimiz, önümüzdeki yıllarda anlaşılacaktır.
Acaba, bu fiili durumun hesabını yapabildiniz mi?
Bu modelle mi işsizliğe çare bulunacaktır?
Sayın Bakan;
Milletin büyük bir kesimi, ağır bir borç yükü altındadır. Ayrıca, ekonomik bağımsızlığımızı da kaybetmiş durumdayız. Her türlü olumsuzluklara rağmen rahat olan kitle, RANTİYE sınıfı ve KAYIT DIŞI faaliyet gösterenlerdir. Ki; bunların genel nüfus içindeki oranı, yüzde 10'u geçmez. Bu kesim için, krizden etkilenme de söz konusu olamaz. Bu kesim, "Kriz miriz yok" sözlerinizi alkışlayan kesimdir. Siz; geriye kalan yüzde 90'lık kesime, ne verdiğinizin hesabını yapmak zorundasınız. Ülkeyi, topyekün bir kalkınmaya götüremediğinizi, kabul etmek zorundasınız.
Mirasyedi fütursuzluğu ile size devredilen varlığı (Ki; bu varlığı, Türkiye'yi 2002 yılından başlatarak hep inkar ettiniz.) satmak suretiyle Türkiye'yi huzur ve refaha ulaştıramazsınz. En nihayet, bu varlıklar tükenecektir ve geriye, "Acaba, bana bir parça ekmek verirler mi?" diye yabancılara el açan geniş halk kitleleri kalacaktır.
Demokratik haklarımı kullanan bir vatandaş olarak görüşüm ve kabullenişim şudur:
Tek başına iktidar olmanıza rağmen, Türkiye'yi iyi idare edemediniz; bundan sonra da idare edemeyeceksiniz ve edemezsiniz.
Bu gerçeği lütfen kabulleniniz ve vicdani bir muhasebesini yapınız. Zira; Türkiye demek, belirli bir kesimin Türkiye'si demek değildir.
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Not: Halkı asıl soyan husus, çok yüksek oranlı
dolaylı vergilerdir. Mutlaka, buna bir çare bulunmalıdır.
10 Mart 2009 Salı
9 Mart 2009 Pazartesi
Şükür ve İnsan
Sayın Rahmi TURAN
Hürriyet Gazetesi Yazarı 9 Mart 2009
Sayın TURAN;
9 Mart 2009 tarihli ve “Hamdolsun açız” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Şayet bu millet, “Hamdolsun!” nun mânâsını bilmiş olsaydı, bugünkü perişan bir duruma düşer miydi?
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan bir ülkede yaşayan insanlar, fukaralıkla boğuşur muydu?
Evet; hamdolsunun anlamı, Allah’a şükretmektir. Zira; insanların sahip oldukları bütün nimetler, Allah’ın, lütfederek verdiği ikramıdır. Bu sebeple de kullarının şükrünü görmek, yani, verdiği nimetlerin yerli yerinde kullanılmasını ister. Yalnız; bunun da, çok önemli şartları vardır:
Bir nimete kavuştuktan sonra “Hamdolsun” demekle bu şükür, eda edilmiş sayılmaz. Allah, şükrün eserini de görmek ister. Karnını tıka basa doyuran bir adamın yemekten sonra “Çok şükür Ya Rabbi veya hamdolsun” demesi, bir anlam ifade etmez. Açları bulup doyurması ile şükrünü yerine getirmiş olur. Birkaç örnek daha vermek isterim:
Servetin şükrü, memleketin, milletin ve insanların hayrı için sarf etmektir.
Güzelliğin şükrü, iffet ve namustur.
Kuvvetin şükrü, mazluma ve güçsüzlere inen yumruğa siper olmaktır.
Makam, mevki sahibi olmanın şükrü, adâletle hükmetmektir.
İlmin şükrü, bildikleriyle insanları aydınlatmaktır.
Hür bir ülkede yaşamanın şükrü, ülkeye ve millete hizmet etmektir.
Aklın şükrü, hayırda kullanmaktır. Aklı, şer aleti yapmamaktır.
Bunlar, maddi nimetlerdir ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şükretmenin bir de mânevî yönü vardır ki; bugüne kadar bunu pek konuşan çıkmamıştır. O da, şudur:
Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimet, hiçbir varlığa vermeyip, sâdece insan sınıfına bahşettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarıdır. Bu sıfatlar sayesinde insan, insan olma hakkını kazanmıştır. Zira; insanlık seciyesi, bu sıfatların yerli yerinde kullanılması ile muhafaza edilir.
İşte, en zor şükür de, İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının hakkını vermek ve yerli yerinde kullanmaktır. Bu şükrü eda edebilmek için;
Zalime ve zulme elpençe divan durmamak, haksızlık yapmamak, kamunun malına tecavüzde bulunmamak, yalan söylememek, insanları aldatmamak, kula, kulluk ederek, aciz insan putu yaratmamak, vatana ve millete ihanet etmemek, adâletten ayrılmamak, EVET ve HAYIR kelimelerinin nerede kullanılacağını iyi bilerek, zalim istidatlara fırsat vermemek, bir şeyler karşılığı (makam, mevki, yardım, vs karşılığı) hatır için günah işlememek ve hürriyetleri satmamak şarttır.
Görülmektedir ki; mânen ve felsefî açıdan bakacak olursak, şükür eda etmek ve “Hamdolsun!” demek, kolay bir iş değildir; YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET sahibi olmayı gerektirir.
Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz, “Bir millet, lâyık olduğu şekilde idare edilir” diye buyurmuşlardır.
İsmi hafızamdan silinmiş bir bilge kişi de, “Böcek olmayı kabullenenler, ayaklar altında ezilmeye mahkûm olurlar.” demiştir.
Bu sebeple; ölümü öldüremeyenler, kabrin kapısını kapayamayanlar, beşeriyetten aczi gideremeyenler, çok düşünmelidirler ve kuru sözlerle hamd edilemeyeceğini iyi bilmelidirler. Ayrıca, dikkat etsinler: Allah’ın kendilerine ikram ettiği bütün nimetler, bir gün, kabirlerinin üzerinde bir toprak yığınından ibaret kalacaktır. Zamanla, o toprak yığını da kalmaz ya!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Hürriyet Gazetesi Yazarı 9 Mart 2009
Sayın TURAN;
9 Mart 2009 tarihli ve “Hamdolsun açız” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Şayet bu millet, “Hamdolsun!” nun mânâsını bilmiş olsaydı, bugünkü perişan bir duruma düşer miydi?
Avrupa’da, Rusya’dan sonra en büyük toprağa sahip olan bir ülkede yaşayan insanlar, fukaralıkla boğuşur muydu?
Evet; hamdolsunun anlamı, Allah’a şükretmektir. Zira; insanların sahip oldukları bütün nimetler, Allah’ın, lütfederek verdiği ikramıdır. Bu sebeple de kullarının şükrünü görmek, yani, verdiği nimetlerin yerli yerinde kullanılmasını ister. Yalnız; bunun da, çok önemli şartları vardır:
Bir nimete kavuştuktan sonra “Hamdolsun” demekle bu şükür, eda edilmiş sayılmaz. Allah, şükrün eserini de görmek ister. Karnını tıka basa doyuran bir adamın yemekten sonra “Çok şükür Ya Rabbi veya hamdolsun” demesi, bir anlam ifade etmez. Açları bulup doyurması ile şükrünü yerine getirmiş olur. Birkaç örnek daha vermek isterim:
Servetin şükrü, memleketin, milletin ve insanların hayrı için sarf etmektir.
Güzelliğin şükrü, iffet ve namustur.
Kuvvetin şükrü, mazluma ve güçsüzlere inen yumruğa siper olmaktır.
Makam, mevki sahibi olmanın şükrü, adâletle hükmetmektir.
İlmin şükrü, bildikleriyle insanları aydınlatmaktır.
Hür bir ülkede yaşamanın şükrü, ülkeye ve millete hizmet etmektir.
Aklın şükrü, hayırda kullanmaktır. Aklı, şer aleti yapmamaktır.
Bunlar, maddi nimetlerdir ve örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şükretmenin bir de mânevî yönü vardır ki; bugüne kadar bunu pek konuşan çıkmamıştır. O da, şudur:
Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimet, hiçbir varlığa vermeyip, sâdece insan sınıfına bahşettiği İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarıdır. Bu sıfatlar sayesinde insan, insan olma hakkını kazanmıştır. Zira; insanlık seciyesi, bu sıfatların yerli yerinde kullanılması ile muhafaza edilir.
İşte, en zor şükür de, İRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının hakkını vermek ve yerli yerinde kullanmaktır. Bu şükrü eda edebilmek için;
Zalime ve zulme elpençe divan durmamak, haksızlık yapmamak, kamunun malına tecavüzde bulunmamak, yalan söylememek, insanları aldatmamak, kula, kulluk ederek, aciz insan putu yaratmamak, vatana ve millete ihanet etmemek, adâletten ayrılmamak, EVET ve HAYIR kelimelerinin nerede kullanılacağını iyi bilerek, zalim istidatlara fırsat vermemek, bir şeyler karşılığı (makam, mevki, yardım, vs karşılığı) hatır için günah işlememek ve hürriyetleri satmamak şarttır.
Görülmektedir ki; mânen ve felsefî açıdan bakacak olursak, şükür eda etmek ve “Hamdolsun!” demek, kolay bir iş değildir; YÜKSEK AHLÂK ve FAZİLET sahibi olmayı gerektirir.
Bu gerçeğe istinaden Hz. Peygamberimiz, “Bir millet, lâyık olduğu şekilde idare edilir” diye buyurmuşlardır.
İsmi hafızamdan silinmiş bir bilge kişi de, “Böcek olmayı kabullenenler, ayaklar altında ezilmeye mahkûm olurlar.” demiştir.
Bu sebeple; ölümü öldüremeyenler, kabrin kapısını kapayamayanlar, beşeriyetten aczi gideremeyenler, çok düşünmelidirler ve kuru sözlerle hamd edilemeyeceğini iyi bilmelidirler. Ayrıca, dikkat etsinler: Allah’ın kendilerine ikram ettiği bütün nimetler, bir gün, kabirlerinin üzerinde bir toprak yığınından ibaret kalacaktır. Zamanla, o toprak yığını da kalmaz ya!
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
Türkiye, bilinçli olarak aldatılmıştır.
Sayın Gazi Erçel
Merkez Bankası Başkanı
Ankara 11 Eylül 2000
Sayın Başkan;
Hazine ile birlikte uygulamaya koyduğunuz program yanlış ve Türkiye şartlarına uygun değildir. Zira; programın özü olan para politikaları, yine rant esasına göre şekillenmiştir. Reel ekonomiyi canlandıracak tedbirler içermemektedir. Kur- faiz makasına dayandırılan bu program da başarısız olacaktır. Bu bakımdan yapılan toplantılarda ortaya sürdüğünüz risklerin geçerliliği yoktur. Şöyle ki:
I- TL’nin değer kazanması mazereti, halkı aldatıcı bir mazerettir. Çünkü, yılbaşından Ağustos sonuna kadar geçen sekiz aylık süre zarfında Amerikan doları yüzde 21.4 değer kazanmıştır. Ağustos- Ağustos arası bir yıllık zaman dilimi zarfında dolar, Tl karşısında yüzde 48 oranında değer kazanmıştır. Geçen 20 yıl zarfında ise Amerikan doları, 9000 kat pahalılaşmıştır. Merak ediyorum:
Türk parası daha ne zamana kadar değer kaybetmeye devam edecektir? 20 yıldan beri uygulanan ve kur-faiz makasına dayandırılan bu programlardan Türkiye, nasıl bir fayda sağlayacaktır. İthalatı pahalılaşdırdığı için Türkiye’yi yatırımsız bırakan bu programlar, hedeflenen ihracat artışını nasıl sağlayacaktır? En önemlisi; daha ne zamana kadar Türkiye, pahalı döviz kazanma modeline boyun eğecektir?
2- Ekonomi bürokratları daha ne zamana kadar petrol fiyatları aldatmacasına sığınacaklardır? Türkiye’nin petrol faturası bellidir: petrolün en pahalı olduğu yıllarda dahi 3,5 milyar doları aşmamaktadır. İşte rakamlar:
İkibin yılının ilk beş ayında petrole ödediğimiz para 1.4 milyar dolardır. Petrol faturası geçmiş yıllarda şöyledir (yılın ilk beş ayı) :
1999’da 896 milyon dolar,
1998’ de 920 milyon dolar,
1997’de 1.4 milyar dolar,
1996’da 1.3 milyar dolar,
1995’te 1.1 milyar dolar.
I994’ te 889 milyon dolar,
1993’te 1 milyar dolar.
20 yıllık rakamları ortaya koyduğumuz zaman bu gerçeğin değişmediğini görürüz. 1977, 1978, 1979, 1980 yıllarında bir varil petrolün 35 dolar olduğunu akıldan çıkarmamak lazımdır. Bu gerçek, petrol fiyatlarına sığınanlara bir ders verebilir. Çünkü, petrol fiyatlarının ekonomiye etkisi, dış fiyatlardan değil; iç fiyatlardan dolayıdır. Maliyet üzerine konan yüzde 250 oranındaki vergilerle, sürekli devalüasyonlar, iç piyasadaki fiyatları dayanılmaz hale getirmiş ve reel ekonomiyi yere sermiştir.
3- Siyasi riske gelince; evet, siyasi iktidarlar risk taşımaktadır. Çünkü, iktidarlar siyasi riskin bedelini ödemektedirler. Ama, bürokratların siyasi riskten yakınmaları tutarlı ve gerçekçi değildir. Belki de, iktidarları yanıltmak ve sorumluluktan kurtulmak için ileri sürülen bir faktördür. Türkiye iyi idare edildiği zaman bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi, asıl konuya gelmek istiyorum:
İddiamı tekrarlıyorum: Türkiye, yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. 12 Eylül ı980’ den sonra ülkeyi yönetenler, reel ekonomiyi yıkarak, rant ekonomisini geçerli kılmışlardır. Türkiye’nin potansiyeli, gücü ve kaynakları, rant sağlayanlar (kayırılanlar) arasında paylaşılmıştır. Finans kesimine sağlanan ayrıcalıklar, reel ekonomi alanında faaliyet gösteren kesimleri ezip, geçmiştir. İç borçların tahlili, iddiamı, inkâr edilemeyecek derecede doğrulamaktadır. İşte, iç borç gerçeği:
1987 başından bu güne kadar ( ikibin yılı sonu dahil) geçen 14 yıllık süre zarfında ana para ve faiz adı altında yapılan ödemelerle 405 milyar dolar iç borç ödemesi yapılmıştır ve halen 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur. 2000 yılında yapılan ve yıl sonuna kadar yapılacak ödemelerin tutarı, 58,5 milyar dolardır. 2001 yılında ise, 43 milyar dolar ödenecektir. Ki; bu ödeme, program hedefidir. Muhakkak surette ödeme, program hedefini aşacaktır. Çünkü, yürürlükteki para politikası, döviz açık pozisyonu taşıyan finans kesimine, dolar bazında daha yüksek reel faiz ödenmesini sağlamaktadır. Faizlerin düşük seyretmesi ve kurun önceden belirlenmesi, bu amaca yöneliktir. 2001 Haziran sonuna kadar bu hedef gözetilecektir. Haziran’dan sonrası ise Allah kerim; belki de, ince ayar adı altında yüksek oranlı bir devâlüasyonla karşı karşıya kalabiliriz. Bunun kararını da, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” verecektir.
Şimdi, dikkat ediniz:
I987 başında iç borç stoku, 4,5 milyar dolardır. Bu borç için 14 yıl zarfında 405 milyar dolar ödeme yapılmıştır ve halen 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur. Yani; 1987 başındaki borcun yüz katı kadar iç borç ödemesi yapılmıştır. Yüz dolarlık borç için 11.100 dolar ödeme yapılmıştır. Bu sıcak para hareketinde oynayanlar, yıllık olarak dolar bazında ortalama yüzde 40 oranında faiz geliri elde etmişlerdir. Bu faiz oranı 2000 yılı için yüzde 41 olarak hedeflenmiştir. Bu hedef, kamufle edilmiş bir hedeftir; gerçek kar, yüzde 50’leri aşacaktır.
Şimdi soruyorum: Dünyanın hangi ülkesinde finans kesimine bu oranda bir kar ikram edilir?
Cevap vermekte zorlanacağınızı zannediyorum. Zira Türkiye, korkunç bir şekilde sıcak para batağına saplanmıştır. Finans kesiminin baskısını aşmak, sorumluları korkutmaktadır. Merak ediyorum: Pahalı döviz edinme yolunu açan bu sıcak para esaretinden Türkiye’yi kim ve nasıl kurtaracaktır?
Duygusal davrandığımı kimse iddia etmemelidir. Bu görüşlerimi doğrulayan çok sebep vardır. Bankaların fonlanması, tedavüldeki banknot miktarının çok düşük tutulması, bıyıklı yabancıların para transferlerine göz yumulması, hayali ithalat ve ihracatın yaygınlaşması, döviz açık pozisyonlarına alabildiğine izin verilmesi, düşüncelerimin doğruluğunu kanıtlar.
Döviz gerçeğine bir bakalım:
Merkez Bankası’nın 12 Mayıs 2000 tarihli verilerine göre uluslar arası döviz rezervimiz, 37 milyar 194 milyon dolardır.
Bu rezervin dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 12.905 milyar dolar.
Merkez Bankası’nda 24.290 milyar dolar.
Döviz Mevduat Hesapları:
12 Mayıs 2000 tarihi itibarıyla toplam döviz mevduatı, 58.908 milyar dolardır. Döviz mevduat hesaplarının dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 48.887 milyar dolar.
Merkez Bankası’nda 10.020 milyar dolar.
Buna göre 12 Mayıs itibarıyla sistemin döviz açığı, 21.613 milyar dolardır. Bankacılık sisteminin döviz açık pozisyonu ise, 35.982 milyar dolardır.
Bankalar arası döviz mevduatı 4.388 milyar dolardır. Bu rakam düşülürse; bankacılık sisteminin gerçek döviz açık pozisyonu, 31 milyar 594 milyon dolardır.
Buna karşılık Merkez Bankası’nın artı pozisyonu 19.279 milyar dolardır. Şimdilik bir döviz sıkışıklığı söz konusu olmayabilir. Ama; bankaların açık pozisyonları çok yüksek. Üstelik, dış ticaret açığı da büyüyor. Ödemeler dengesi de büyük açık veriyor. Bankalar açık pozisyonlarını kapatmak için döviz biriktirmeye başlarlarsa acaba ne olur?
Bu gerçekler, ister istemez aklımıza, uygulanan para politikalarının aslında bankaların açık pozisyonlarının kapatılmasına matuf olduğu şüphesini getirmektedir. Bu ihtimal, akla da yatkındır. Şöyle ki:
Bankaların Merkez Bankası’ndaki 18 milyar dolarını geri istemeleri mümkün değildir .Çünkü, açık pozisyon bulundurmaları kârlılıklarının kaynağıdır. Hazine bonolarından büyük kârlar elde etmektedirler. Paralarını Merkez Bankası’ndan çekseler, bununla yapabilecekleri karlı bir işlem yoktur.
Merkez Bankası, bu dövizleri ödeyemez. Çünkü, 1984 başından beri en büyük döviz kaynağımız, sıcak para hareketlerine dayanmaktadır.
Bu durum karşısında, şu gerçeği kabullenmek zorundayız:
Sıcak para hareketi, hem bankaların ve hem de Merkez Bankası’nın işine gelmektedir. Ekonomi, kur-faiz makasına göre düzenlenmiştir.. Bu sistemin yaşatılması için iç borç tuzağı geliştirilmiştir. Merkez Bankası ve Hazine, finans kesimi ile sıkı bir işbirliği yaparak, Türkiye’yi çıkmaza sokmuşlardır. Türkiye’nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca 1ihtiyacı olmadığı halde, bir iç borç canavarı yaratılmıştır. Hayati ihtiyacı için lüzumlu olan mega projelere 30-35 milyar dolar kaynak bulamayan Türkiye, 14 yıl zarfında 405 milyar dolar iç borç ödemeye mahkum edilmiştir. I980 yılında Türkiye’nin iç borç miktarı 100 milyon dolardı. Büyük işler de başarmıştı.
Sayın Başkan;
Gerçekleri görerek ve kabul ederek, Türkiye’nin şartlarına uygun ve 65 milyon insanımızı topyekün kalkınmaya götürebilecek bir ekonomik modeli hayata geçirecek gücünüz ve bilginiz var mıdır? İsteseniz de başarabilir misiniz? IMF ve Dünya Bankası engellerini aşabilir misiniz? İktisatçıların, siyasetçileri yanıltmasını önleyebilir misiniz?
Haksız mıyım?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Merkez Bankası Başkanı
Ankara 11 Eylül 2000
Sayın Başkan;
Hazine ile birlikte uygulamaya koyduğunuz program yanlış ve Türkiye şartlarına uygun değildir. Zira; programın özü olan para politikaları, yine rant esasına göre şekillenmiştir. Reel ekonomiyi canlandıracak tedbirler içermemektedir. Kur- faiz makasına dayandırılan bu program da başarısız olacaktır. Bu bakımdan yapılan toplantılarda ortaya sürdüğünüz risklerin geçerliliği yoktur. Şöyle ki:
I- TL’nin değer kazanması mazereti, halkı aldatıcı bir mazerettir. Çünkü, yılbaşından Ağustos sonuna kadar geçen sekiz aylık süre zarfında Amerikan doları yüzde 21.4 değer kazanmıştır. Ağustos- Ağustos arası bir yıllık zaman dilimi zarfında dolar, Tl karşısında yüzde 48 oranında değer kazanmıştır. Geçen 20 yıl zarfında ise Amerikan doları, 9000 kat pahalılaşmıştır. Merak ediyorum:
Türk parası daha ne zamana kadar değer kaybetmeye devam edecektir? 20 yıldan beri uygulanan ve kur-faiz makasına dayandırılan bu programlardan Türkiye, nasıl bir fayda sağlayacaktır. İthalatı pahalılaşdırdığı için Türkiye’yi yatırımsız bırakan bu programlar, hedeflenen ihracat artışını nasıl sağlayacaktır? En önemlisi; daha ne zamana kadar Türkiye, pahalı döviz kazanma modeline boyun eğecektir?
2- Ekonomi bürokratları daha ne zamana kadar petrol fiyatları aldatmacasına sığınacaklardır? Türkiye’nin petrol faturası bellidir: petrolün en pahalı olduğu yıllarda dahi 3,5 milyar doları aşmamaktadır. İşte rakamlar:
İkibin yılının ilk beş ayında petrole ödediğimiz para 1.4 milyar dolardır. Petrol faturası geçmiş yıllarda şöyledir (yılın ilk beş ayı) :
1999’da 896 milyon dolar,
1998’ de 920 milyon dolar,
1997’de 1.4 milyar dolar,
1996’da 1.3 milyar dolar,
1995’te 1.1 milyar dolar.
I994’ te 889 milyon dolar,
1993’te 1 milyar dolar.
20 yıllık rakamları ortaya koyduğumuz zaman bu gerçeğin değişmediğini görürüz. 1977, 1978, 1979, 1980 yıllarında bir varil petrolün 35 dolar olduğunu akıldan çıkarmamak lazımdır. Bu gerçek, petrol fiyatlarına sığınanlara bir ders verebilir. Çünkü, petrol fiyatlarının ekonomiye etkisi, dış fiyatlardan değil; iç fiyatlardan dolayıdır. Maliyet üzerine konan yüzde 250 oranındaki vergilerle, sürekli devalüasyonlar, iç piyasadaki fiyatları dayanılmaz hale getirmiş ve reel ekonomiyi yere sermiştir.
3- Siyasi riske gelince; evet, siyasi iktidarlar risk taşımaktadır. Çünkü, iktidarlar siyasi riskin bedelini ödemektedirler. Ama, bürokratların siyasi riskten yakınmaları tutarlı ve gerçekçi değildir. Belki de, iktidarları yanıltmak ve sorumluluktan kurtulmak için ileri sürülen bir faktördür. Türkiye iyi idare edildiği zaman bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi, asıl konuya gelmek istiyorum:
İddiamı tekrarlıyorum: Türkiye, yanlış para ve ekonomi politikalarıyla idare edilmektedir. 12 Eylül ı980’ den sonra ülkeyi yönetenler, reel ekonomiyi yıkarak, rant ekonomisini geçerli kılmışlardır. Türkiye’nin potansiyeli, gücü ve kaynakları, rant sağlayanlar (kayırılanlar) arasında paylaşılmıştır. Finans kesimine sağlanan ayrıcalıklar, reel ekonomi alanında faaliyet gösteren kesimleri ezip, geçmiştir. İç borçların tahlili, iddiamı, inkâr edilemeyecek derecede doğrulamaktadır. İşte, iç borç gerçeği:
1987 başından bu güne kadar ( ikibin yılı sonu dahil) geçen 14 yıllık süre zarfında ana para ve faiz adı altında yapılan ödemelerle 405 milyar dolar iç borç ödemesi yapılmıştır ve halen 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur. 2000 yılında yapılan ve yıl sonuna kadar yapılacak ödemelerin tutarı, 58,5 milyar dolardır. 2001 yılında ise, 43 milyar dolar ödenecektir. Ki; bu ödeme, program hedefidir. Muhakkak surette ödeme, program hedefini aşacaktır. Çünkü, yürürlükteki para politikası, döviz açık pozisyonu taşıyan finans kesimine, dolar bazında daha yüksek reel faiz ödenmesini sağlamaktadır. Faizlerin düşük seyretmesi ve kurun önceden belirlenmesi, bu amaca yöneliktir. 2001 Haziran sonuna kadar bu hedef gözetilecektir. Haziran’dan sonrası ise Allah kerim; belki de, ince ayar adı altında yüksek oranlı bir devâlüasyonla karşı karşıya kalabiliriz. Bunun kararını da, 19 bankadan oluşan “Piyasa Yapıcıları Kurulu” verecektir.
Şimdi, dikkat ediniz:
I987 başında iç borç stoku, 4,5 milyar dolardır. Bu borç için 14 yıl zarfında 405 milyar dolar ödeme yapılmıştır ve halen 55 milyar dolar iç borç stoku mevcuttur. Yani; 1987 başındaki borcun yüz katı kadar iç borç ödemesi yapılmıştır. Yüz dolarlık borç için 11.100 dolar ödeme yapılmıştır. Bu sıcak para hareketinde oynayanlar, yıllık olarak dolar bazında ortalama yüzde 40 oranında faiz geliri elde etmişlerdir. Bu faiz oranı 2000 yılı için yüzde 41 olarak hedeflenmiştir. Bu hedef, kamufle edilmiş bir hedeftir; gerçek kar, yüzde 50’leri aşacaktır.
Şimdi soruyorum: Dünyanın hangi ülkesinde finans kesimine bu oranda bir kar ikram edilir?
Cevap vermekte zorlanacağınızı zannediyorum. Zira Türkiye, korkunç bir şekilde sıcak para batağına saplanmıştır. Finans kesiminin baskısını aşmak, sorumluları korkutmaktadır. Merak ediyorum: Pahalı döviz edinme yolunu açan bu sıcak para esaretinden Türkiye’yi kim ve nasıl kurtaracaktır?
Duygusal davrandığımı kimse iddia etmemelidir. Bu görüşlerimi doğrulayan çok sebep vardır. Bankaların fonlanması, tedavüldeki banknot miktarının çok düşük tutulması, bıyıklı yabancıların para transferlerine göz yumulması, hayali ithalat ve ihracatın yaygınlaşması, döviz açık pozisyonlarına alabildiğine izin verilmesi, düşüncelerimin doğruluğunu kanıtlar.
Döviz gerçeğine bir bakalım:
Merkez Bankası’nın 12 Mayıs 2000 tarihli verilerine göre uluslar arası döviz rezervimiz, 37 milyar 194 milyon dolardır.
Bu rezervin dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 12.905 milyar dolar.
Merkez Bankası’nda 24.290 milyar dolar.
Döviz Mevduat Hesapları:
12 Mayıs 2000 tarihi itibarıyla toplam döviz mevduatı, 58.908 milyar dolardır. Döviz mevduat hesaplarının dağılımı şöyledir:
Ticari bankalarda 48.887 milyar dolar.
Merkez Bankası’nda 10.020 milyar dolar.
Buna göre 12 Mayıs itibarıyla sistemin döviz açığı, 21.613 milyar dolardır. Bankacılık sisteminin döviz açık pozisyonu ise, 35.982 milyar dolardır.
Bankalar arası döviz mevduatı 4.388 milyar dolardır. Bu rakam düşülürse; bankacılık sisteminin gerçek döviz açık pozisyonu, 31 milyar 594 milyon dolardır.
Buna karşılık Merkez Bankası’nın artı pozisyonu 19.279 milyar dolardır. Şimdilik bir döviz sıkışıklığı söz konusu olmayabilir. Ama; bankaların açık pozisyonları çok yüksek. Üstelik, dış ticaret açığı da büyüyor. Ödemeler dengesi de büyük açık veriyor. Bankalar açık pozisyonlarını kapatmak için döviz biriktirmeye başlarlarsa acaba ne olur?
Bu gerçekler, ister istemez aklımıza, uygulanan para politikalarının aslında bankaların açık pozisyonlarının kapatılmasına matuf olduğu şüphesini getirmektedir. Bu ihtimal, akla da yatkındır. Şöyle ki:
Bankaların Merkez Bankası’ndaki 18 milyar dolarını geri istemeleri mümkün değildir .Çünkü, açık pozisyon bulundurmaları kârlılıklarının kaynağıdır. Hazine bonolarından büyük kârlar elde etmektedirler. Paralarını Merkez Bankası’ndan çekseler, bununla yapabilecekleri karlı bir işlem yoktur.
Merkez Bankası, bu dövizleri ödeyemez. Çünkü, 1984 başından beri en büyük döviz kaynağımız, sıcak para hareketlerine dayanmaktadır.
Bu durum karşısında, şu gerçeği kabullenmek zorundayız:
Sıcak para hareketi, hem bankaların ve hem de Merkez Bankası’nın işine gelmektedir. Ekonomi, kur-faiz makasına göre düzenlenmiştir.. Bu sistemin yaşatılması için iç borç tuzağı geliştirilmiştir. Merkez Bankası ve Hazine, finans kesimi ile sıkı bir işbirliği yaparak, Türkiye’yi çıkmaza sokmuşlardır. Türkiye’nin iç borca, hele bu denli büyük bir iç borca 1ihtiyacı olmadığı halde, bir iç borç canavarı yaratılmıştır. Hayati ihtiyacı için lüzumlu olan mega projelere 30-35 milyar dolar kaynak bulamayan Türkiye, 14 yıl zarfında 405 milyar dolar iç borç ödemeye mahkum edilmiştir. I980 yılında Türkiye’nin iç borç miktarı 100 milyon dolardı. Büyük işler de başarmıştı.
Sayın Başkan;
Gerçekleri görerek ve kabul ederek, Türkiye’nin şartlarına uygun ve 65 milyon insanımızı topyekün kalkınmaya götürebilecek bir ekonomik modeli hayata geçirecek gücünüz ve bilginiz var mıdır? İsteseniz de başarabilir misiniz? IMF ve Dünya Bankası engellerini aşabilir misiniz? İktisatçıların, siyasetçileri yanıltmasını önleyebilir misiniz?
Haksız mıyım?
Saygılarımla.
Ecz. Hüsnü Akıncı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)