Sayın Cengiz ÇANDAR
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 3 Mart 1999
Sayın ÇANDAR;
Yazılarınızı dikkatle okuyorum. Fakat, ne yapmak istediğinizi ve neyi savunduğunuzu anlamış değilim. Örnek vereyim:
25 Şubat 1999 tarihli ve “ESASI KAÇIRMAYALIM” başlığını taşıyan yazınızın bir bölümünde, maksadı belli olmayan ifadeleriniz şöyledir:
“…Tam bir alacakaranlık ortamı….”ZAFER” duygusu içinde “MORALİ YÜKSELMİŞ” bir kamuoyu bir yanda; bu ülkenin vatandaşlarından oluşan bir başka ve hatırı sayılır kesim, hayal kırıklığı ve öfke içinde.”
Aynı yazınızın bir başka bölümünde de şunları söylemektesiniz:
“Apo yakalandı diye, “KÜRT SORUNUNA” ilişkin, daha önce defalarca vurguladığımız görüşlerimizden vazgeçecek de değiliz. Tersine; Apo’nun yakalanması, bunların geçerliliğini daha da belirgin hale getirdi.”
Saplantı haline gelmiş görüşünüzü de, şu ifadelerle dile getirmektesiniz:
“Bizim görüşümüzün özü, “KÜRT SORUNUNU” Apo ve PKK değil; tam aksine, “KÜRT SORUNUNUN, Apo ve PKK’yı yarattığı yönündeydi.”
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’de, etnik kökene göre bir uygulamanın yapıldığını söylemek için en azından, insafsız olmak gerekir. Kaldı ki; Kürt sorununun meydana getirdiğini ifade ettiğiniz terör olayları, en fazla, Kürt kökenli vatandaşlarımızı zarara uğratmıştır. Bu müthiş ve acımasız terör dehşetinden kaçan vatandaşlarımız, Batı bölgelerine sığınmaktadırlar. İster Kürt kökenli, ister Türk kökenli veya başka bir kökenli olsun; insanlarımız arasında bir ayırım ve düşmanlık yoktur. Herkes, başka bir şey talep etmeksizin, bu acımasız ve dehşetli terörün, son bulmasını istemektedir.
Meçhul bir ideoloji peşinde koşar gibi görünen kişilerin kimlikleri de, cümle âlemce bilinmektedir.
Yakalanan Abdullah Öcalan’ın vasıflarını saymaya gerek yoktur. Çünkü, vasıfları, herkesçe bilinmektedir. Öcalan’ın yerine liderlik kavgasına girenlerin vasıfları da bilinmektedir. İşte, 25 Şubat 1999 tarihli ve “PKK’LI KADINA YİNE RAHAT YOK” başlığı ile sunulan SABAH GAZETESİ’nin haberi:
Osman Öcalan’ın kimliği şöyle tanıtılıyor:
“Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan, henüz PKK’ya katılmadan önce, 1983-1985 yıllarında Libya’da faaliyette bulunduğu dönemde, Libyalı bir kadına sarkıntılık ettiği için sınır dışı edildi. Ayrıca, örgüte katılan kadınlardan kendisine bir harem kurdu.”
Liderlik iddiasında bulunan Cemil Bayık’ın kimliği de, şu ifadelerle tanıtılmaktadır:
“Cemil Bayık, 1970’li yılların başında üyesi olduğu THPK/C örgütünden, kadın üyelere sarkıntılık ettiği ve zimmetine para geçirdiği için uzaklaştırıldı. Bayık, yakın korumalarının önemli bir kısmını kadınlardan seçiyor ve bunları, ilişkiye zorluyor. Bu kadınlardan biri, 3 Şubat 1998 tarihinde, birçok kişinin gözleri önünde intihar etti.”
Liderlik yarışına giren bir diğer kişi, yani Kâni Yılmaz ise, şöyle tanıtılıyor:
“Kâni Yılmaz, 1980 öncesi Diyarbakır Cezaevi’nde PKK aleyhine, cezaevi yönetimiyle işbirliği yaptı. Avrupa’da zimmetine para geçirmeye devam etmesine ve kadınlara olan düşkünlüğüne rağmen, görevinden alınmadı.”
Şimdi size soruyorum:
Bu ve buna benzer kişilerin iddialarına göre mi, bir KÜRT SORUNU davasını takipçiliğini yapmaktasınız? Yoksa siz;
Tanzimat’ın ilânından sonra Avrupalılaşacağını zanneden ve her söze başlarken “ACABA, DÜVEL-İ MUAZZAMA NE DER?” kompleksine kapılan o günün aydınlarına özenerek, Batı ülkelerinin ve Amerika’nın geliştirdiği politikaların etkisiyle mi, bu hayali davanın takipçiliğine soyundunuz?
Sayın ÇANDAR;
Türkiye’nin, dünya coğrafyasındaki konumu sebebiyle rahat bırakılmayacağı gerçektir. Zaten, hiçbir dönemde rahat bırakılmamıştır. Çünkü; başkalarının, Türkiye üzerinde bir iddiası ve hedefi vardır. O da, şudur:
KENDİ KENDİSİNE YETERSİ VE DAİMA BAŞKALARINA MUHTAÇ VE DE İÇ SORUNLARIN ALTINDA EZİLMİŞ GÜÇSÜZ BİR TÜRKİYE!
Başkalarının iddiası ve hedefi, Türkiye’yi zora sokarsa, yazık olmaz mı?
Aydın geçinen veya kamuoyunu etkileme imkânlarına sahip kişilerin, gerçekleri örten yorumları sebebiyle Türkiye, aradığı huzuru bulamazsa yazık olmaz mı veya ayıp değil midir?
Ahkâm kesenler, yakın tarihimizden de mi ders almamaktadırlar?
Tarihi seyrine bir bakalım:
Milliyet Gazetesi Yazarı HASAN PULUR’un, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bazı bölümlerini birlikte okuyalım:
“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk
.
Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki hazin, elemli hikâyesi var.
Dosyada bir fotoğraf; Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curson…
Misak-ı Millî sınırları içinde kalan MUSUL ve KERKÜK’ün akibeti, iki ülkenin CEMİYET-İ AKVAM gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış. Yerli halk, “TÜRKİYE” diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye, PİLEBİSİT, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” Diye, karşı çıkıyor ve NASTURİ İSYANI başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı, kısa sürede bastırılıyor.
Yıllarca süren savaştan sonra YENİ TÜRK DEVLETİNİ KURANLARDAN, MUSUL ve KERKÜK’Ü almak için direnen İngilizler, yeni bir İSYAN hazırlığına giriyorlar.
Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” kulübünde iki kişi bezik oynamaktadır; biri, Türkiye’nin Başbakanı FETHİ OKYAR, diğeri de İngiltere Büyükelçisi LİNDSAY’DIR.
İngiliz Büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp Türkiye Başbakanı’na, hayırlı önerilerde bulunuyor:
“Ekselans, bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini; bakın, başınıza ne belâlar geliyor.”
İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:
“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”
Ve İngiliz elçisi, baklayı ağzından çıkarır:
“ÜSTELİK BİR DAHA ÜLKENİZDE, ZİNHAR BİR KÜRT İSYANI ÇIKMAYACAĞINI TAAHHÜT EDERİZ.”
Fethi Okyar, İngilizin bam teline basar:
“Ama sizin, IRAK üzerindeki MANDA süreniz bitmek üzere.”
Ne gam, emperyalizmin oyunu biter mi?
“Tasanız o olsun; biz, o süreyi uzatırız.”
Sonra, ne mi oldu?
ŞEYH SAİT İSYANI başlar, genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama; MUSUL ve KERKÜK de gider.
İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.
Aradan 13 yıl geçer.
Türkiye Cumhuriyeti, HATAY sorunu ile boğuşmakta, Hatay’ı Fransızlardan kurtarmaya çalışmaktadır.
İşte tam o günlerde, DERSİM İSYANI patlar, birbuçuk yıl sürer; isyan, acılarla, gözyaşlarıyla, ölümlerle bastırılır; emperyalizm, bu sefer tutturamamıştır. Hatay, Fransızlardan alınır.
Ve gelinir, 1980’li yılların ortalarına… Batıda, “TÜRK ÇAĞINDAN” söz edilmeye başlanır. Türkiye, kılıç, kalkan, topla, tüfekle değil; yetişmiş kadroları, insan gücü, kaynakları, ekonomisiyle dünyaya açılmaktadır. Hatta, “ADRİYATİK’TEN ÇİN SEDDİ’NE kadar TÜRK DÜNYASI’NDAN” bahsedilmektedir.
Emperyalizm buna katlanacak mıdır? Hiç katlanır mı? Türkiye’nin başına açılacak dert mi yoktur? Herkes hazır, alesta beklemektedir.
Ermeni tutmazsa, PKK.
Üstelik Türkler, “KİFAYETSİZ, MUHTERİS” politikacıların elinde ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilemez halde şaşkın, şaşkın dolanıp durmaktayken…
Ve bütün bunları seyredenler, susanlar, “Viran olası hanede evlâd ü ayâl var” diyenler…
Hay o haneniz başınıza yıkılmaya…”
İşte Hasan Pulur, bunları yazıyor. Yazının mürekkebi de kurumamış. Ama; siz ve sizin gibi anlaşılması zor kişiler, arı kovanına çomak sokmaktan zevk almaktasınız.
Bilerek veya bilmeyerek, bu büyük ülkenin insanlarını huzursuz etmektesiniz.
Batı’nın ortaya attığı “SEVR ŞARTLARINI” kabullenenlere, o günün kısıtlı imkânlarına rağmen, “MİSAK-I MİLLΔ şuuru ile ortaya çıkanlardan utanmayanlara, bir hatırlatmam olacaktır:
Eğer Türkiye sulh, sükûn, huzur ve güven ortamı içersinde geçirebileceği 20-25 yıllık bir zaman dilimini yakalayabilse ve bütün gayretini kalkınması ve gelişmesi için hasredebilse; Batı emperyalizmi, kaçacak delik arar.
Ve soruyorum:
Sizler; kendi kendine yeterli ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş; dünya üzerinde kurulacak her masada söz sahibi olan güçlü, müreffeh bir BÜYÜK TÜRKİYE istemiyor musunuz?
İçimden gelmiyor, ama, nezaketen saygılarımı sunarım.
Ecz. Hüsnü Akıncı.
27 Mart 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder