24 Eylül 2009 Perşembe

İhanet mi, gaflet mi?

  

Sayın Mehmet Ali BİRAND

Posta Gazetesi Yazarı

İstanbul 24 Eylül 2009
Sayın BİRAND;
24 Eylül 2009 tarihli ve “Türkiye, sorunlarını ilk defa, kendi kendine çözüyor.” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Merak ediyorum:
Siz; hiçbir zaman, olayları doğru ve düzgün biçimde yansıtan, kamuoyunu yanıltmayan, insanları aldatmayan ve dış meseleleri çarpıtmayan, milleti ahmak ve aptal yerine koymayan yazılar yazmayacak mısınız?
Bugünkü yazınıza dahî, aldatıcı ve yanıltıcı ifadelerle başlamışsınız. Şöyle ki:
Yazınızın giriş bölümünde şu ifadeleri kullanmışsınız:
“Yakın tarihimize bir göz atarsanız, hep aynı senaryolarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. 1950’lerden başlayan ve 1980’lere kadar devam eden bu hastalığımızı eminim sizlerde hatırlarsınız.
Türkiye’yi yönetenlerimizin en büyük alışkanlıkları sorunları çözmek değil, aksine çözümsüzlüğü tercih etmeleriydi.

Ekonomi bir türlü rayına oturtulmaz, SSK’nın kara deliği giderek büyür, borçlar ödenemeyecek noktaya ulaşır, Sosyal çalkantılar kabarır, Kıbrıs başta olmak üzere, komşu ülkelerle ilişkiler krize girer, iktidarlar ise, sorunları görür, ne yapılması gerektiğini bilir, ancak hiçbiri kolları sıvayıp, eline neşteri alıp harekete geçmez veya geçemezdi.

Ne zamana kadar?

Ekonomi iflas işaretlerini verince, önce Washington ve Brüksel’in kapısı çalınır, ardından da IMF ile pazarlık masasına oturulurdu.

Parayı veren düdüğü çalar ya, işte o hesapla IMF’in reçeteleri uygulanmaya başlardı. SSK’daki deliğin kapatılması, bütçe harcamalarının kısılması, özelleştirme fırtınası, vergi gelirlerinin arttırılmasıyla ilgili önlemler ardı ardına uygulamaya sokulurdu.

Kendi kendime hep sorardım: ” Kardeşler, bunların düzelmesi gerektiğini biliyorsunuz da neden harekete geçmiyorsunuz? Neden IMF’in dayatmasını bekliyorsunuz ?”

Aldığımız yanıt hep aynı olurdu: IMF istediği için yaptık dersek oy kaybetmeyiz !

Anlayış buydu...

Demokrasi ve İnsan Hakları alanında Devlet acımasız suratını gösterir. İmzaladığımız anlaşmaların aksine hareket ederdik.

Ne zamana kadar?

Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği veya Avrupa Parlamentosunun sert tepkileri veya müttefik saydığımız ülkelerin kapımızı çalacakları güne kadar beklenirdi.

Hem bu tepkilere kızardık, hem de gerekeni yapardık.

Hükümetlerin gerekçeleri hep aynıydı: Müttefiklerimizle ilişkilerimizi bozmamak için adım atmak zorunda kaldığımızı söylerlerdi. Böylece oy kaybından kurtulduklarını sanarlardı!

Kıbrıs konusunda da hemen, hemen, aynı durumları yaşadık.

Çözümsüzlüğü benimsedik. Hiçbir yeni açılıma destek vermedik. Yıllar boyunca Uluslararası baskı altında yaşadık.”
Sayın BİRAND;
Baştan aşağı yanlışlarla dolu bu sözlerinizin neresini düzeltelim ki? Zîra; 1950-1980 Türkiye’sini yanlış bilgiler vererek tarif etmişsiniz. Şöyle ki:
1950-1980 arası Türkiye’si, ekonomide gayet iyi mesafeler almıştır. Bir ihtilâle ve bir müdahaleye ve maruz kaldığı iç ve dış husumetlere rağmen, hedeflerini iyi kovalamış ve çok önemli mesafeler de kat etmiştir. Teferruata girmek istemiyorum; “akıllıyım ve Türkiye’de olup, bitenleri dikkatli biçimde izliyorum.” diyen herkes; 1950 Türkiye’si ile 1980 Türkiye’sini, varları ve yokları ile mukayese ederek gerçeklere ulaşabilir.
Türkiye bu dönemde, borca da batmamıştır ve kimseye de avuç açarak, minnet de etmemiştir. Türkiye’nin 12 Eylül 1980 sabahı, 12,5 milyar dolar dış borcu vardı ve karşılığında da, 100 milyar doların üstündeki bir varlığı, 12 Eylül idaresine devretmiştir.
Bu dönemde Türkiye; bütün dış baskı ve dayatmalara ve de engellemelere rağmen iktisaden ve siyaseten haysiyetli bir dış politika izlemiştir. Ülkeyi idare eden bütün iktidarlar, bu çizgiden ayrılmamışlar ve Türkiye’nin haysiyet ve şerefini korumuşlardır.
Kıbrıs konusunda da, büyük devlet olmanın gereği yapılmıştır. Batı’nın tepkisine rağmen, Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirilmiş ve Kıbrıs Türklerinin can güvenlikleri sağlanmıştır. Kıbrıs Harekâtı sebebiyle Amerika’nın koyduğu siyasî, iktisadî ve askerî ambargoya rağmen Türkiye, hiçbir ülkeye boyun eğmemiş ve kıt imkânlara rağmen kalkınmasına ve gelişmesine devam etmiştir. Amerika’nın bütün baskılarına rağmen Türkiye, birincisi Şubat 1967, ikincisi 12 Aralık 1976’da olmak üzere Sovyetler Birliği ile 20 büyük projeyi kapsayan iki adet “EKONOMİK ve TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI” yapmış ve bu projeleri hayata geçirmiştir.
Şimdi; ikinci yanlışınızı ve yanılgınızı belgeleyen ifadelerinize gelelim:
Yazınızın bir bölümünde, şu ifadeleri kullanmışsınız:
“İlk adımı Özal attı, şimdi Erdoğan devam ediyor...

Bu gidişi bozan ilk lider Özal oldu.

Ekonomide öylesine değişiklikler yaptı ki, IMF Türkiye’nin arkasından koşar oldu. Örnek ülke konumuna girdik.

Ardından aynı çizgiyi Erdoğan sürdürdü.

Her ne kadar iktidarının ilk yıllarında, Avrupa Birliği baskısı sayesinde birçok reformu- bazen istemeye, istemeye – uygulamaya sokmuş olsa dahi, Kıbrıs’taki Annan Planı ile başlayan ve şimdi de Kürt Açılımı ile devam eden süreç ile herkesi şaşırttı.

Farklı bir yaklaşımla karşımıza çıktı.

Kürt Açılımı, olsun, Ermeni Açılımı olsun, bunlar Türkiye’ nin en önemli sorunlarını, kendi kendine çözme girişimidir. Muhalefet, bu açılımların Amerika Birleşik Devletlerinden kaynaklandığını, Washington’un baskısıyla yapıldığını istediği kadar ileri sürsün, genel izlenim bu girişimin Ankara’dan kaynaklandığı şeklindedir. ABD ve AB bu sorunların çözümü için kapımızı çalarlar. Ancak ABD istediği kadar bastırsın, Ankara istemese bu noktalara gelinemezdi.

Aslında bu yaklaşım, hepimizin öz güvenini arttırmalıdır.

Kendi sorunlarını yabancılara bırakmamak, yabancıların burunlarını sokmalarına izin vermemek en doğru yaklaşımdır. Ne zaman sizler adım atmaz ve sorunu çözümsüz bırakırsanız, o zaman yabancılar yavaş, yavaş içeri sokarlar ve bir gün bir de bakarsınız, duruma el koymuşlar ve önanaze çözüm planı koymuşlar.

O zaman çözüm sizin değil, yabancı güçlerin çözümü olur. Asıl korkulması gereken durum da budur...

Bu açılımda belki hemen sonuç alınmayacak, ancak ne olursa olsun ipler Ankara’nın elinde kalacak. Dışarıdan gelecek formüller değil, kendi aramızdaki çözümler ön plana geçecek.

Türkiye’nin böylesine ön alması, emin olun şimdiden dışarıda etkili olmaya başladı bile...Çeşitli başkentlerden artık “Türkiye’nin neler yapması gerektiği” telefonları değil, “Türkiye’ nin ne yapmak istediğini” soran telefonlar alıyoruz.

Türkiye kabuk değiştiriyor...”
Sayın BİRAND;
Turgut Özal, bir gidişi bozmuştur. Ama; bu, müspet yöne giden bir gidiş değildir. Ekonomide, çok büyük değişiklikler de yaptığı doğrudur. Ama; bu değişiklikler, Türkiye’yi, iktisaden tam anlamıyla dışa bağımlı hale getirmiştir. Uyguladığı ekonomi modeli, Türkiye’yi üretkenlikten uzaklaştıran ve DÖVİZ-FAİZ- BORSA üçgeninden ibaret olan şahane bir RANT EKONOMİSİ modelidir. Bu model, SICAK PARA RANTINI doğurmuş ve Türkiye’yi yakmıştır ve Türk milletini, fukaralığa mahkûm etmiştir. Gelinen nokta bellidir:
-1987’den günümüze kadar 600 milyar dolar faiz ödenmesine rağmen borç stoku, 500 milyar dolara ulaşmıştır.

-Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz, yabancıların eline geçmiştir.

-İktisadî bağımsızlığımızı kaybettiğimiz için dünya üzerinde, TAVİZ VEREN bir Türkiye vardır.
Ne yazık ki bu gerçeği, iktidar ve bilhassa Başbakan Erdoğan görememiş ve Özal’ın siyasî ve iktisadî politikalarının takipçisi olmuştur. İç kamuoyunun ve dış ülkelerin (ABD, AB, İNGİLTERE ve İSRAİL) baskısı arasında bocalamaktadır. Spekülâtif yabancı sermaye akışının kesilmesi ve muhtemel bir devalüasyon halinde nelerin olacağını görmektedir ve bilmektedir.
Bu gerçekleri göremeyecek, bilemeyecek kadar akılsız, bilgisiz ve beceriksiz bir kişi olamayacağınıza göre; Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarını başımıza belâ edenlerin, dış ülkeler olduğunu, milletten gizlemek isteyişinizi ve hattâ, kamuoyunu aldatmak için gayret sarf edişinizi anlamakta güçlük çekiyorum.
Siz ve sizin çizginizde olanların gerçekleri gizleyişi, her şeyden önce Başbakan Erdoğan’ı zora sokacak ve Türkiye’ye ağır bedel ödetecektir. Zîra; ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in, bölgemizde ve Türkiye üzerinde emellerinin, hedeflerinin, projelerinin olmadığını söyleyebilecek kadar GAFİL bir kişi olamazsınız.
Şimdi; samimi olarak soruyorum:
Eveleyip, geveleyeceğinize; Ermeni sorununun, Kıbrıs sorununun ve Kürt sorununun, neleri yapmamız halinde çözüleceğine dair, niçin net bir görüş beyan etmiyorsunuz?
“Bu sorunları biz çözmezsek, yabancılar el koyarlar.” sözünü söyleyecek kadar ileri gittiğinize göre; Türkiye, yabancılara boyun mu eğmelidir?
Merakım da şudur:
Siz; Türkiye’den yana mısınız; yoksa, yabancılardan yana mısınız? Göreviniz; milleti aldatarak, yanlış istikamette kamuoyu oluşturarak, yabancıların emel, hedef ve isteklerine hizmet etmek midir? En önemlisi; gelecek nesiller nezdinde, nasıl anılmak istiyorsunuz?
Yazdım ve cevabınızı bekliyorum.
Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Hiç yorum yok: