23 Eylül 2009 Çarşamba

Kimin ne yaptığı bilinmelidir.

Sayın Hasan Pulur



Milliyet Gazetesi Yazar



İstanbul 11 Mart 2001











10 Mart 2001 tarihli ve “Demirel köpürmüş !” başlığını taşıyan yazınızı okudum.







Sayın Demirel, çok yönlü husumetlerin mihrakı olmuştur. Bunun sebeplerini anlayabilecek bir idrakin sahibi olmadığınızı bildiğim halde, bu mektubumu yazmaya mecbur oldum. Çünkü: topluma hitap ederken, nezaket kuralları içinde kalmanızı ve doğruları yansıtmanızı istemek, vatandaşlık hakkımdır. Her ne kadar aklınız kilitlenmiş, basiretiniz bağlanmış, muhakemeniz durmuş olsa da, vatandaşlık görevimi yerine getirmek zorundayım.







Sayın Pulur;







Hakkı savunmak, doğruyu bulmak, adalette karar kılmak, insaflı olmak aslında, bir vicdan işidir. Vicdan’ın kelime anlamı, “bulmak” demektir. Bulmaktan maksat da, hak ve hakikatin bulunmasıdır. Herkes hayatı boyunca bir şeyler arar, ama; hak ve hakikati bulanlar ve savunanlar, vicdan sahibi olanlardır. Hislerine yenik düşenlerin, bu dünyada bulabilecekleri yegâne şey, ebedi hüsrandır.







Şimdi, konumuza gelelim:







“Bir Hasan Pulur klasiği” sözünü söyleyen Demirel, haklıdır. Çünkü; Demirel’in her sözünden ve her yaptığından rahatsız olan bir kişiliğiniz, bilinmeyen bir husus değildir. Geçmişte, bunun örnekleri çoktur. Mesela;



1976 yılında İskenderun Demir-Çelik tesislerinin açılış merasimi için Türkiye’ye gelen Rus Başbakanı Kosigin ile Demirel’in, beraberce kurdelâyı kesmesi karşısında şaşkınlığınızı ifade etmiştiniz.







Anti komünist başbakan Demirel ile komünist Kosigin’in buluşup, birbirlerine iltifat etmeleri karşısında, Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev’e “Açık Mektup” yazarak, “Başbakanınız Kosigin, asla ve kat’a komünist değildir.” diyerek, aklı sıra Demirel’i hicvetmiştiniz.



Bu davranışınız, bir Hasan Pulur klâsiği değil miydi? Yani; hislerinizle hareket etmemiş miydiniz?







O günlerde anlayamadığınız bir husus vardı. O da şudur:



Demirel, Türkiye’nin kalkınmasında takip ettiği politikayı, “nereden kaynak bulursak, oradan alacağız.” diyerek, formüle ediyordu. Diğer bir ifadeyle; Demirel, 1965’ten itibaren Türkiye’nin menfaati gereği bir veya birkaç ülke ile işbirliği yapmayı yeterli görmemiş; birçok memleketle yakın ilişkiler kurmuştur. Demirel’e göre elektriğin, fabrikanın, traktörün, demir-çeliğin komünisti olmazdı. Amerikanın, Türkiye’yi sanayi devleti haline getirmek isteyen liderlere karşı alerjisi olduğunu da biliyordu Demirel... Bu alerjide sorumsuzluk; şüphesiz, Amerika’nın egoizmindeydi. Bu gerçeği gayet iyi gören Demirel, “Türkiye, Amerika’nın himayesinde değildir; Rusların himayesi altına da girmeyecektir.” sözünü söylemiştir.







Ne yazık ki; bu gerçekleri göremeyen ve hisleriyle adam karalamakta gayet usta olan kişiler, hayatları boyunca Demirel’e husumet beslemişler ve onun bazı sözlerini çarpıtarak, temcit pilavı gibi önümüze koymuşlardır. Bu, bitmez, tükenmez husumetler, 1965 yılından beri devam etmektedir. Sağ kesimdeki bazı kişilerin husumeti de, o yıllarda başlamıştı. Onların zihninde de şüphe belirmişti. Öyle ya; Anikomünist bir başbakanın, Komünist Rusya ve diğer demirperde gerisi ülkelerle anlaşmalar yapması, işbirliğine girişmesi, onlara göre tutarlı bir yol değildi. Husumet sahibi ve besledikleri husumetlerin etkisinden hala kurtulamayan bu kişilerin anlamadıkları veya anlamak istemedikleri gerçek şudur:







Daha 1966’larda Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin kalkınmasında lâzım olan kredilerde kısıntılara gitmişlerdi. Bunun üzerine Demirel; 1967’de, daha önceleri sürdürülen temasları geliştirerek, Rusya ile geniş bir ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması yapmıştı.



Kliring sistemine göre yapılan anlaşmaya göre 15 yıl vadeli, yüzde 2,5 faizle kurulacak tesislerin karşılığı olarak Türkiye, dünya piyasalarında serbest dövizle satmakta zorluklarla karşılaştığı fındık, portakal, zeytin gibi malları veriyordu. Yani¸para yerine, mal.. Böyle bir durum Türkiye'’in işine gelmekteydi.







1967’de imzalanan anlaşmaya göre Ruslar, Türkiye’ye, 5,2 milyar liralık, aşağıda adı geçen tesisleri kurmayı kabul etmişlerdi:







- Seydişehir Alüminyum Tesisleri



- İzmir Aliağa Rafinerisi ve Petro kimya tesisleri



- Bandırma Sülfürik asit Fabrikası



- İskenderun Demir-Çelik Tesisleri



- Çanakkale Çan Linyit Tesisleri



- Bursa Orhaneli Linyit Santralleri



- Seyitömer Transmisyon Hattı







Rusya ile yapılan bu anlaşmalar, daima kendilerinden yana hükümet arzulayan Amerika ve Avrupa ülkelerini rahatsız etmişti. 12 Mart 1971 müdahalesiyle Demirel, iktidardan ayrıldı. Amerika’dan ithal edilen beyin takımı, yatırımları durdurdu veya yavaşlattı. Dört yıl sonra, Mart 1975’te Demirel tekrar bir koalisyon hükümeti kurarak, iktidara geldi. Eski politikalarını yine değiştirmedi. Yine, Rusya ve Demirperde ülkeleriyle işbirliğine girişti. Rahatsızlık duyanlar, yine hücuma geçti. Baskılar, bunaltıcıydı, ama, gerçekçi değildi. Bir kavram kargaşası yaratılmak isteniyordu. Tartışmalar, komünist-anikomünist mihrakına dayandırılıyordu. En nihayet 3 Ocak 1976 tarihinde Demirel beyanatıyla, herkese açık bir şekilde cevap verdi. Şöyle diyordu:







“İngiltere’si, Amerika’sı, Fransa’sı, Sovyetlerle tam işbirliği halindeyken Türkiye, neden tek kapıya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan elektrik santralleri alacağım. Yararım neyse, onu yapacağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası veya Avrupa Kalkınma Bankası mı?... Hayır!... Kısıtlı verdikleriyle yetinmek neden?...Yakında Japonlar gelecek, heyetle... Bir demir-çelik fabrikası da onlarla konuşacağım. Nereden bulursam, oradan alacağım elbette...”



İşte; sizlerin, daima 70 sent meselesine odaklandığınız o yıllarda Türkiye, bu anlaşmalar çerçevesinde, 20 büyük projeyi gerçekleştirmiştir. Ki; bu tesisler, Türkiye’nin can damarı olmuştur. Gönül isterdi ki bu kalkınma hamlesi, 12 Eylül 1980’den sonra da devam etsindi...







Elbette; Türkiye’nin kaynakları, kıttı. 1965’te Türkiye’nin 5 milyar dolar dış borcu vardı. Bütün ihracat geliri, 500 milyon dolardı. Bu yokluğa rağmen Türkiye, büyük işler başarmıştı 1980’de dış borcu, 12 milyar dolara ulaşmıştı. Ama; karşılığında, 50 milyar dolarlık tesisler kazanmıştı. Bugün dış borcu, 110 milyar dolara ulaşmıştır. Ama; ortada görünen bir şey, yoktur. Bunalım içinde yüzen mutsuz bir Türkiye vardır. Fert başına gelirini, 20 yıl zarfında 1550 dolardan ancak, 2700 dolara çıkarabilen bir Türkiye vardır. Üstelik; gelir dağılımı da, fevkalâde kötü ve ürkütücü biçimde bozulmuştur. Bir düşününüz:







28 milyar dolar döviz rezervi olan, yıllık döviz girdisi 55 milyar dolara ulaşan Türkiye, esen hafif bir rüzgârla, allak-bullak olmakta ve bunalıma girmektedir. Ama sizler, hala, 70 sentle, “yollar yürümekle aşınmaz” takıntısıyla dedikodu üretmektesiniz... Bu hâl karşısında üzülmemek ve hiddetlenmemek elde değildir. Dedikoduları bırakıp, gerçekleri konuşsanız, bu ülkeye daha yararlı olursunuz.







Mektubumu; zaman, zaman kullandığınız Mehmet Akif’in şu sözleri ile bitiriyorum:



“Şarka bakmaz, garbı bilmez, görgüden yok vâyesi,



Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.”







Saygılarımla.







Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: