29 Kasım 2009 Pazar

Tertip ve hileler, herkesi aldatır.

Sayın Mehmet TEZKAN
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 29 Kasım 2009


Sayın TEZKAN;


26 Kasım 2009 tarihli ve “Cunta, dehşet saçacaktı” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Henüz daha varlığının olup, olmadığı bilinmeyen ve Taraf Gazetesi tarafından ortaya atılan iddialara dayanarak böyle bir yazıyı yazmamalıydınız. Yazınıza bir bakalım:

Yazınızın bir bölümünde;

“Bayram günü bunları yazmak istemezdim.. Ama mecburum..Türkiye’de dehşet şeyler oluyor..Kafes adlı bir eylem planı bulunmuştu.. Taraf geçen hafta manşetten duyurdu..Planı Ergenekon’dan tutuklanan denizci bir yarbay hazırlamış..Öyle dehşet verici şeyler planlanmış ki.. Pılını pırtını topla ülkeyi terk et cinsinden..Veya o kadar da vakit kaybetme kap bavulu çek git der gibi..” ifadelerini kullanmışsınız. Arkasından da “Peki, doğru mu?” sorusunu sormuşsunuz? Muhatabı belli olmayan bu sorunun arkasından, “Bilmiyorum.. Ama, bu kadarı da olmaz dedirtiyor.” yorumunu yapmaya hakkınız olabilir mi?

İfadelerinize devam edelim. Yine, yazınızın bir bölümünde;

“Neler yok ki neler..Gayrimüslimlere yönelik saldırılar yapılacakmış, Adalara kalkan vapur iskelelerinde bomba patlatılacakmış.. İşadamı ve sanatçılar kaçırılacakmış..Daha da ötesi Koç Müzesi’nde bulunan denizaltı patlatılarak denizaltıyı gezen çocuklar öldürülecekmiş..” ifadelerinizle, “Yok artık demeyin. Plânda yazanlar bunlar.” sözleriyle, iddiaları doğru imiş gibi kabullenmişsiniz ve ardından da, “Peki doğru mu?” sorusunu sorarak, “Bilmiyorum.” cevabı ile kendinizle zıtlaşmışsınız. “Cekmiş, cakmış” gibi örtülü ifadelerle, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alanlara, “Ne hakkınız var ve ne yapmak istiyorsunuz? sorusunu sormak aklınıza gelmedi mi? Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, böylesine çirkin tertiplerin içine olabileceğini, nasıl düşünebiliyorsunuz?

Yazınıza devam edelim. Yine bir bölümünde;

“Deniz Kuvvetleri’ndeki ‘albaylar ağırlıklı cunta’ ortalığı karıştırmak, ülkeyi kaosa sürüklemek istiyor olabilir mi?Albaylar ağırlıklı diyorum, içlerinde iki amiralin de olduğu iddia ediliyor..Acayip bir şey..Yapılmak istenenler akıl ötesi..” ifadelerini kullanırken, açık bir tavır koyarak, iddiaları ortaya atanları, niçin kınamadınız?

Yazınızın devamında;

“Peki belge bir başka ‘tezgâh’ın ürünü olabilir mi? Bakın bunlar böyle işler yapacaklardı deyip kamuoyunda infial yaratarak ordunun içine daha rahat el atmanın tezgâhı mesela..” ifadelerine yer verirken, “Onu da bilmiyorum.” kesin hükmüyle, niçin tereddüt sergiliyorsunuz? Siz; Türkiye’nin ABD, İngiltere ve İsrail tarafından, kendi istek, çıkar ve hedefleri doğrultusunda şekillendirilmek istendiğini bilmeyecek kadar bilgisiz, duyarsız ve irfansız olabilir misiniz? Ülkemizde gelişen ve geleceğimizi tehdit altına alan olaylarda, CIA ve Mossad’ın parmağı olacağını hesaba katarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alanlarla aynı çizgiyi, niçin paylaşıyorsunuz?

Yine yazınızın bir bölümünde;

“Bütün bu soru işaretleri arasında dün çok önemli bir gelişme oldu.. İki albay ile bir yarbaya tutuklama kararı çıktı.. Daha önce ifade vermişler, savcılar tutuklanmalarını istemişti.. Nöbetçi hâkim bıraktı..Savcı itiraz etti.. Üç yargıçtan oluşan mahkeme tutuklama kararı çıkardı..Yani Albay Dursun Çiçek’in tam tersi oldu.. Nöbetçi hâkim bıraktı, mahkeme tutukladı” ifadelerini kullanarak, yargıya intikal etmiş ve nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bu konu hakkında, okuyucuları tereddüde düşürecek ve yanlış yönlendirecek bir tutumu, niçin sergiliyorsunuz? “Bu ne demek?Şu.. Demek ki ‘Kafes’ yabana atılmaması gereken bir plân.. Meçhul asker mektupları gibi ne olduğu belli olmayan, ayakları yere basmayan kafa karıştırıcı türden değil..Gidişat bunu gösteriyor..” ifadelerini kullanarak, niçin kesin bir kanaat belirtiyorsunuz?

Devam edelim:

“Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a katılıyorum.. Erdoğan ile Başbuğ konunun üzerine gitmeli, ne gerekiyorsa yapmalı..Cadı avı başlasın demiyorum.. Kimin hakkında kuvvetli şüphe varsa yargının önüne çıkarılsın..Rütbesine bakılmaksızın..” ifadelerini kullanırken; Zahit Akman’ın istifa etmeyişini etik bulmayarak, tavır koyan Bülent Arınç’ın, cadı avına çıkmış olabileceğini, öteden beri bilinen görüşleri sebebiyle politik davranabileceğini, hiç düşünmediniz mi? Sonra, Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un gereken hassasiyeti göstermediklerini ve gereğini yapmadıklarını, nasıl düşünebiliyorsunuz?

Yazınızın son bölümünde;

“Yok yere asker düşmanlığı yapmasına, sabah kalkıp askere nereden çaksam diye fırsat aranmasına, bir şey bulunamazsa, eski defterlerin açılmasına karşıyım..Askerler neredeyse, PKK ile mücadele etti diye de ayıplanacak..Suçlanacak..Memleket o hale geliyor..Ama o başka bu başka..Buradaki iddialar ciddi.. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz..Dilerim savcılar sonuna kadar gidebilirler..” ifadelerini kullanmışsınız.

Bu iddiaları ortaya atanların niyetlerinin asker düşmanlığı yapmak olduğu ve askerleri yıpratmak, tahrik etmek için çalıştıkları ve PKK ile mücadele edenleri hedef aldıkları ve de ülkeyi karıştırmak gayesiyle hareket ettikleri, akla gelen en yakın ihtimâldir. İddiaların ciddî olduğuna dair tutarlı delillerin olmadığı bellidir. Ateş olmayan yerde duman çıkarmak isteyenlerin niyetlerinin de, savcıları ve hâkimleri baskı altına almak olduğu ihtimali, gayet kuvvetlidir. Bu bakımdan hâkim ve savcıların işleri de zordur. Zîra; ortalığa darbe korkusu salanlar, Türkiye’ye yeni bir elbise biçmek istemektedirler. Tabii, bölgemizin büyük oyuncularının yönlendirmeleriyle, bunu yapmak istemektedirler.


Sayın TEZKAN;

Önemli ve büyük bir gazetenin yazarısınız. Siz; cehalet, sefalet, husumet doğuracak yazılar yazamazsınız. Hele; ortaya çıkmayan muhbirlerin iddialarına dayanarak, ortalığı ateşe vermek isteyenlerin tuzaklarına düşemezsiniz. Sizin göreviniz; ihtimallerden, dedikodulardan ve sahneye konmak istenmen senaryolardan uzak durarak; bulunduğumuz coğrafyanın önemi ve özellikleri sebebiyle, Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış husumet odaklarının faaliyetlerini, siyasî, iktisadî ve askerî açılardan inceleyerek, irdeleyerek halkı bilgilendirmek, aydınlatmak ve doğru istikamete yönlendirmektir. Zîra; yaratılan veya yaratılmak istenen öcüler ve korkular, milletin ve devletin ufkunu karartır.

Şu gerçek akıldan çıkarılmamalı ve unutulmamalıdır:

TEFRİKALR, İHTİLÂFLAR, KAVGALAR içinde ÇALKALANAN, FERTLERİ, birbiriyle BOĞUŞAN milletler, harice karşı MEVCUDİYETLERİNİ muhafaza EDEMEZLER!


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

28 Kasım 2009 Cumartesi

Aldatanlara hesap sorulmalıdır.

Sayın Hasan CEMÂL
Milliyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 28 Kasım 2009


Sayın CEMÂL;


28 Kasım 2009 tarihli ve “Paşa, paşa istifa bizde olabilir mi?” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Alman Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmesini konu ederek, her zaman yaptığınız gibi Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçmişsiniz. Açık ifade etmeseniz de, Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmesini istemektesiniz

Henüz daha ne olduğu, kimlerin tarafından ve niçin ortaya atıldığı iyi bilinmeyen ve de nasıl sonuçlanacağı belli olmayan birtakım iddialara dayanarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef alan hezeyanlarınızı anlamak için, beyin kıvrımlarınızda dolaşmamız gerekecektir.

Aslında istifa etmesi gereken kişi Genelkurmay Başkanı değil; vaktiyle yaptığınız provokasyonlar ve Kuseyri’nin ölümünü gizleyerek saptırmanız sebebiyle gazeteciliği ve yazarlığı bırakarak, siz istifa etmelisiniz. “Kimse kızmasın kendimi yazdım” adlı kitabınız, bunun şart olduğunu ispatlamaktadır. Zîra; 12 Mart 1971 Müdahalesi’nden önce darbe ortamı hazırlamak ve günün meşru iktidarını yıkmak için yaptıklarınız, Türkiye’ye, bugüne dahî etkisi olan istikrarsızlık getirmiş ve çok kıymetli yıllarımızın ziyan edilmesine sebep olmuştur. Bu sebeple de; bu gibi faaliyetler, “Zaman Aşımına” olmadığı için yargılanmanız gerekir.

Bugün bir darbe ortamının ve ihtimalinin olmamasına rağmen; demokrat kisvesine bürünerek, ülkenin en önemli kurumu olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni yıpratıcı ve tahrik edici şekilde hedef seçmenizin, muhakkak surette, bizlerce ve kamuoyunca iyi bilinmeyen bir sebebi ve hedefi olmalıdır. Hele; ülkemizde, bir etnik çatışma çıkartmak için alabildiğince faaliyet gösterenlerin çok olduğu bir zamanda, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin hedef seçilmesi, aklın, mantığın ve ilmin kabul edebileceği bir husus değildir.

Yazınızın bir bölümünde; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın şu sözlerini, görüşlerinizi kuvvetlendirmek için dayanak göstermeniz, düşündürücüdür:

“Yönetimler şeffaf olmalı, hesap verebilir olmalı. Buna ulaşamayan hiçbir kurum yıpranmaktan kurtulamayacaktır. Yıpranmamanın tek yolu vardır: Çıkıp hesap verebilmek! Üstünü örtmek veya topu taca atmak değil. Türkiye’de demokrasinin müdahalelerden kurtulması için, Türkiye nasıl şu yedi yıl içinde 55’e yakın mafya tipi örgütlenmeden kurtulduysa, buna benzer örgütlenmelerden de kurtulsun, Batı tipi bir ülke olsun.”


SAYIN CEMÂL;


Bülent Arınç, mevcut Hükümet’in Bakanı olan bir politikacıdır. Elbette ki; konuşmaları, beyanları siyasî amaç taşıyacaktır. Eleştirilere muhatap olmadığı için de, politik davranmaktan çekinmeyecektir. Ama; bir gerçeği de hatırlamanız şarttır. O da şudur:

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Deniz Feneri davası” ile ilgili olarak günün RÜTÜK Başkanı Zahit Akman hakkında, “O makamda oturması etik değildir, istifa etmesi gerekir.” açıklamasını yapmıştı. Bu açıklamasına rağmen Zahit Akman, istifa etmemiştir.

Yönetimlerin şeffaf ve hesap verebilir olmaları; gerçeklerin üstünün örtülmemesi, demokrasinin müdahalelerden kurtulması, Mafya tipi örgütlerin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin gerçek anlamda Batı tipi bir gerçek demokrasi ile idare edilmesi, herkesin arzusu, hedefi ve müşterek dileğidir.

Ama; ne yazık ki Türkiye, 29 yıldan beri tam anlamıyla HÜR ve DEMOKRAT bir ülke haline getirilememiştir. Yürürlükteki çarpık ve gerçek demokrasinin özüne aykırı Siyasî Partiler ve Seçim Kanunları sebebiyle siyasî iktidarlar DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirmeyi başarmışlardır. Baştakilerin yolsuzluklarına hesap sormayan bir sistem oluştuğu için de; ŞEFFAF ve hesap verebilir bir ortam sağlanamamıştır. KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ işlevsiz hale getirildiği için de; daima tartışmalı ve göstermelik azıcık demokrasi, hükmünü sürdürmüştür. Batı demokrasilerinde olduğu gibi, Milletvekili dokunulmazlıklarına sınır getirilmediği için de; yolsuzluk, haksızlık, usulsüzlük, kayırmacılık, yandaşlık ve keyfîlik söylentileri, halkı huzursuzluğuna ve karamsarlığına sebep olmuştur.

29 yıldan beri de; bu çarpıklığı düzeltmek, Türkiye’yi tam anlamıyla HÜR VE DEMOKRAT BİR ÜLKE haline getirmek için, hiçbir siyasî iktidar üzerine düşen görevi yerine getirmemiş ve iktidar gücünün cazibesine kapılarak, halkı oyalamıştır. Bu çarpık sistemi, gerçek bir demokrasiye dönüştürmek için, iki dönemden beri tek başına ve büyük meclis çoğunluğuna rağmen, AKP iktidarı da gayret göstermemiştir. Siz ve sizin gibi demokrasiyi dillerinden düşürmeyen yazarlar, çizerler ve aydın geçinenler, bu gerçek karşısında sessiz kalmayı yeğlemişlerdir.

Acaba, haksız mıyım?

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı


Not: Münasebet aldığı için Kitabınızdan bir bölüm naklediyorum:

"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….

Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:

"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"


"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

Bir tek amacımız vardı:

ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.

Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"

"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?

1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey (Avcıoğlu), her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."

Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.

Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi:

FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"

27 Kasım 2009 Cuma

Adâletsizlik, zulüm demektir.

Sayın Nurettin CANİKLİ
AKP Grup Başkanvekili
TBMM
Ankara 26 Kasım 2009


Sayın CANİKLİ


Yeni Çek Kanunu tasarısında yapılacak değişiklikle ilgili olarak, Meclis’te düzenlediğiniz basın tolantısında;

“Af düzenlemesi söz konusu değil. Getirilecek düzenlemeyle; alacaklının hakları korunurken, borçluya borcunu ödeme şansı veriliyor. Tarafların karşılıklı anlaşması durumunda; çekten dolayı kovuşturması, soruşturması ve cezası olanların infazı durdurulacak. Taraflar, borcun ödenmesi konusunda anlaşamazlarsa; o zaman, kamu araya girecek ve belli bir süre konacak. Borçlu, anlaşılan şartları, verilen sürede yerine getiremezse; ertelenen cezası, yeniden başlayacak.” ifadelerini kullanmışsınız.

Bu ifadeleriniz, şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Zîra; yürürlükteki kanuna göre de, starafların karşılıklı anlaşması durumunda ceza, ortadan kalkmaktadır. Çünkü; bu suç, şikâyete bağlı bir suç olarak kabul edildiği için, alacaklı şikâyetinden vazgeçtiği zaman, ceza ortadan kalkmaktadır.

Ayrıca; acze düşmüş borçlunun hapis yatmasıyla, alacaklının hakları korunmuş olmuyor ki?

Diğer önemli husus; kişiler arasındaki hukukun, şaşırtıcı bir şekilde Devlet Hukuku haline getirilmiş olması hususudur. Adî ve kambiyo senetleriyle sair borçlarda uygulanmayan tazminat ve adlî para cezası, niçin sâdece çeklerde vardır? Diğer bütün alacaklar, İcra İflâs Kanunları’na göre işleme tabî tutulurken, çekler için hapis cezası niçin vardır? Bu hususta acaba, hangi baskın lobi etkilidir? Bankacılar mı? Bir türlü faaliyetleri önlenemeyen para sahibi tefeciler mi? Yoksa; resmî hüviyet kazanarak, faizle para satan factoring şirketleri mi?

Gelişmiş Batı ülkelerinde hiç kimse, borcundan dolayı hapse girmemektedir. Bütün işlemler, kişiler arasındaki hukuka göre yürütülmektedir. Normal ve âdil olanı da, budur. Zîra; ticarî hayatta acze düşmek herkes için ve her zaman mümkündür ve hiç kimse de, işlerinin bozulmasını istemez. Özellikle ülkemizde; meydana gelen ekonomik krizler, hükümetlerin kötü idareleri ve hükümetlerin, vatandaşlarına olan borçlarını zamanında ödememeleri sebebiyle iflâslar, acze düşmeler ve tasfiyeler, gayet yaygın ve ihtimal dâhilindedir.

Uzun zamandan beri tartışılan ve bir türlü doğrusu bulunamayan ve adâletsiz bir uygulamada ısrar edilen ve de; kimin, neyi ve niçin istediği açıklığa kavuşturulamayan Çek Kanunu hakkındaki görüş ve düşüncelerimi, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’e, 27 Ekim 2009 tarihli mektubumla arz etmiştim. Ekte; bu mektubumu bilgilerinize ve tetkiklerinize arz ediyorum.

Gereken hassasiyeti, adâlet ölçüleri içinde göstereceğinize inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı


Eki:

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’e yazdığım
27 Ekim 2009 tarihli mektubum.


Sayın Nihat Ergün
Sanayi ve Ticaret Bakanı
Ankara 27 Ekim 2009


Sayın BAKAN;


Türkiye Büyük Millet Meclisi Adâlet Alt Komisyonu’nda görüşülen ÇEK YASASI ile ilgili olarak;

"Eğer adli para cezaları ödenebilir miktarda olursa, o zaman ödeyenler, hapis yatmamış olacak. Bu durum, çeke olan güveni azaltabilir. Adli para cezası ödenmediği için de, hapis cezasına dönüşüyor. Adâlet Bakanlığı’ndan gelen tasarıda ve komisyondaki tasarıda, çekin ödenen miktarı, adlî para cezasından çıkarılıyor ve adlî para cezası, ödenebilir duruma geliyor. Eğer adlî para cezaları ödenebilir miktarda olursa, o zaman bunu ödeyenler, hapis yatmamış olacaklar. Bu da, çeke olan güveni azaltabilir. Hiç adlî para cezası olmasın fikrini öne sürenler de var. Bankalar da, çekin, daha güvenceye tabi tutulması talebini seslendiriyor. Bu da, bankaların çek verme sürecini zorlaştırabilir. Bu konuda; bir takım taleplerle, ekonomik etkiler analiz edilmeden karar verilemez. Gerek Hazine ve gerekse Merkez Bankası, konunun ekonomik boyutlarını ele alan çalışmalar içinde. Ancak, beklentiler çok büyük. Hapis cezası olmasın beklentileri var.” ifadelerini kullandığınızı, gazetelerden okudum.


Sayın BAKAN;


Hükümet olarak size düşen görev; beklentilerden ziyade ADÂLETİ sağlamaktır. Zîra; yürürlükteki ÇEK KANUNU, gayet adâletsiz bir kanundur ve Avrupa hukuk normlarına da uygun değildir. Ülkemizde maalesef, beraberinde adâleti getirmeyen yasalar mevcuttur ve bu yüzden de, Avrupa hukuk normlarına uymayan gariplikler yaşanmaktadır. Avrupa ülkelerinde borcundan dolayı hiç kimse, hapse girmemektedir. Bu bakımdan; yeni düzenlenecek Çek Yasası’nda, adâletin sağlanması hedef alınmalıdır. Şöyle ki:

Piyasada vadeli işlemler için üç ödeme aracı kullanılmaktadır. Bunlar, AÇIK HESAP, KAMBİYO SENEDİ ve ÇEK şeklindedir.

Açık hesap ve kambiyo senetlerinden oluşan borçlar, ödenmediği takdirde; takibi, İCRA ve İFLÂS Kanunlarına göre yapılır ve TAZMİNAT, ADLÎ PARA CEZASI veya İDARÎ CEZA uygulanmaz.

Ödenmeyen ÇEK BORÇLARINDA ise, ayrıca ÇEK TAZMİNATI vardır ve ADLÎ PARA CEZA uygulanır. Tabiatıyla ödeme güçlüğüne ve acze düşen kişiler, adlî ceza sebebiyle cezaevine girmektedirler.

Bu durum da; çek ve senet borçlarının ödenememesi halinde, FARKLI ve ADÂLETSİZ bir uygulamanın varlığını göstermektedir ve bu adâletsizliğin hikmetini araştıran, sorgulayan çıkmamıştır.

Acaba; bu adâletsizlik, Hükümetler üzerinde lobi oluşturan kesimlerin baskısı ile mi getirilmiştir?

Konuyu, biraz açmak istiyorum:


1-Her ne kadar kanunlarda çek vadesi yoksa da; yıllardan beri vadeli çek kullanımı, piyasada yaygın olduğu için, teâmül haline gelmiştir. Bankalar dahî, vadeli müşteri çekleri karşılığı bazı müşterilerine kredi vermektedirler.

2-Bir türlü engellenemeyen büyük para sahibi TEFECİLER, resmî hüviyet kazanan FAKTÖRİNG şirketleri ve BANKALAR, vadeli çekler karşılığında faizle para satmaktadırlar.

3-Herhangi bir sebeple çeki karşılıksız kalan insanlara karşı TEFECİLER, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİ ve BANKALAR, kanunların da kendilerine tanıdığı imkân ve güce dayanarak, gayet acımasız davranmaktadırlar.

Tefeciler ve Faktöring şirketleri, ÇEK TAZMİNATI ve ADLÎ PARA CEZASI imkânlarından yararlanarak ve bu imkânları tehdit aracı olarak kullanarak, haklarından fazlasını almaktadırlar ve tahsil imkânı kalmadığı takdirde borçluyu, cezaevine göndermektedirler. Bu durumda, uzlaşma kapıları da kapatılmaktadır.

Bankalar ise; üçüncü şahıslara ait çeklere karşılık kredi verdiği müşterisinin zora düştüğünü sezdikleri anda; teminatta bulundurdukları üçüncü şahsa ait çekleri, vadelerine bakmaksızın tahsile koymaktadırlar. Bu imkândan yararlanarak kendi alacaklarını kurtarırken, bir anda üçüncü şahısları zora sokmaktadırlar ve hattâ, birçok kişinin iflâslarına sebep olmaktadırlar.

Bu durum, ÇEK KANUNU DÜZENLEMESİNDE; TEFECİLERİN, FAKTÖRİNG ŞİRKETLERİNİN VE BANKALARIN, idare üzerindeki BASKILARININ olduğunu göstermektedir. Nitekim, yeni Çek Kanunu düzenlemesi için Adâlet Bakanlığı yetkililerinin, finans ve bankacılık kesiminden görüş aldıklarını, gazetelerden okudum. Zaten ödenmeyen veya ödenemeyen senet ve çek borçları arasındaki adâletsiz uygulamanın varlığı, başka bir ihtimâli akla getirmez. Zira; çekler, para sahipleri tarafından acımasız bir silâh olarak kullanılmaktadır. Ticaret hayatıdır: Ticarette, ihtilafların çıkması, acze düşülmesi mukadderdir. Bunların çözüm yeri de, Hukuk Mahkemeleri, İcra ve İflâs Mercileri olmalıdır. Zaten öyledir; ayrıcalık, sâdece çekler içindir.

4-Hükümetlerin uyguladıkları yanlış iktisadî politikalar, meydana gelen ekonomik krizler, vatandaşların ve ticaret erbabının zora düşmesine sebep olmaktadır. Örnek: Hükümetlerin, vatandaşlara olan borçlarını zamanında ödememeleri, yalnız alacaklıyı zora sokmaz; zincirleme bir etkiyle, bütün piyasayı zora sokar. Özellikle Türkiye; 29 yıldan beri uygulanan yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyle daimâ, krizlere maruz kalmış ve reel ekonomide, hiçbir zaman istikrar sağlanamamıştır. Tabir caizse; Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye’nin ekonomisini istek ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir. Vatandaşları borç batağına sürükleyen, gelir dağılımındaki adâletsizliği yaygınlaştıran ve milleti fukaralaştıran gerçek, budur.


Sayın BAKAN;


Yargının işi, yürürlükteki kanunları uygulamaktır. Yargı, beraberinde adâleti getirmeyen kanunları, elbette ki, yok farz edemez. Oluşturulan içtihatlar da yine, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde oluşturulur.

Vatandaşların elinde ise hiçbir imkân yoktur. Zira; ADÂLETSİZ KANUNLARIN iptal istemi için ANAYASA MAHKEMESİNE götürülmesi, yine yargının yetkisindedir.

Bu mektubumla maksadımı ifade ettiğimi zannediyorum. Ödeme aracı olan kambiyo senetleriyle, çekler arasındaki Adâletsizliğin giderilmesi hususunda gereken girişimlerde bulunacağınıza ve kanayan yara ve zulüm haline gelen bu konuya, çözüm bulacağınıza inanmaktayım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

26 Kasım 2009 Perşembe

Doğruları kim ve ne zaman söyleyecektir.

Sayın Şükrü KIZILOT
Hürriyet Gazetesi Yazarı
Ankara 26 Ekim 2009


Sayın KIZILOY;


26 Kasım 2009 tarihli ve “10 aylık iç borç artışı, önceki 50 aydan fazla” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Çöken ve göstermelik bütçelerle ülkenin nerelere geldiğini, hislerden uzak bir şekilde aklın, mantığın ve ilmin tahtında anlatmışsınız.

Yazınızda; borç mukayeselerini yaparken “Cumhuriyetin ilânından 2002’ye kadar 150 milyar, 2002- 2009 döneminde 177 milyar” ifadenize açıklık getirilmelidir. Zira; Cumhuriyeti kurulduğu günden 2002 sonuna kadar geçen süre analize esas alınırsa; bu, yanıltıcı olur. Asıl mukayese, 12 Eylül 1980 esas alınarak yapılmalıdır. Sebebine gelince:

12 Eylül 1980 günü Türkiye’nin iç borcu yok denecek kadar azdı. Takriben 200 milyon dolar seviyesindeydi. O günkü kura göre 14 milyar lira.

Bu borç, 1987 yılında 6 katrilyon 400 milyon liraya çıkmış ve giderek yükselmiştir. 1989 Ağustos ayında yürürlüğe konan 32 Sayılı konvertibilite kararı ile döviz ticaretinin serbest hale getirilmesinden sonra, iç borçlar kontrolden çıkmış ve 2002 sonunda 150 milyar (150 katrilyon) liraya ulaşarak, Türkiye’nin en büyük kamburu haline gelmiştir. Üstelik; giderek büyüyen borçları çevirmek için, yeniden borçlanma ihtiyacı sebebiyle ödenen faizler, üretimin gerilemesine, istihdamın daralmasına ve yatırımların durmasına veya istenen seviyeye ulaşmamasına sebep olmuştur. İç borçların 2002’den 2007’ye kadar 177 milyar lira artarak 327 milyar liraya ulaşması gayet normaldir. Özelleştirme gelirleri (50 milyar dolar, 75 milyar lira) ve İşsizlik Fonu’ndan kaynak aktarması olmasaydı, iç borç bugün, 500 milyar liraya ulaşmış olurdu. Üstelik 2002-2009 döneminde halkımız da, altından kalkamayacağı büyüklükte bir borç yükü altında girmiştir. 2002 sonunda, Marmara depremine ve 2001 krizine rağmen, halkımızın bankalara olan 6,4 milyar lira olan borcu, bugün, 150 milyar liraya ulaşmıştır.

Dış borçlar da aynı durumdadır. 12 Eylül 1980 sabahı 12,5 milyar dolar olan dış borcumuz, 365 milyar dolara ulaşmıştır. Dış borçlar da, 1989 yılından sonra, sıcak para rantına dayalı olarak, hızla artmıştır. Üstelik; bu dönem zarfında, başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimiz ve altyapı tesislerimiz ve de perakende ticaretimiz yabancıların eline geçmiştir. Yitirdiğimiz veya mantıksız bir şekilde tasfiye ettiğimiz varlıklarımızı bir daha yerine de koyamayız. Bundan sonra faiz ödemeleriyle bütçe açıkları, Türkiye’yi, daha da zora sokacak ve borçlarımızın artmasına sebep olacaktır. Bugün toz-pembe tablo çizenler, muhtemel bir devalüasyondan sonra halimizin, ne olacağını da hesaba katmak zorundadırlar. Bugün dolar kuru, 2001 yılının Eylül ayı kuruna eşittir. Bunun; belli bir hedefe yönelik bir maksadı ve hesabı olmalıdır.

İşte; mukayesenin, 2002 yılı baz alınarak değil de, 12 Eylül 1980 baz alınarak yapılmasında büyük bir zaruret vardır. Hatta, böyle bir mukayesenin, 1965-1980 dönemi ile 12 Eylül 1980 sonrası dönemi kapsayacak şekilde yapılmasında, daha büyük zaruret vardır. Şöyle ki:

12 Eylül 1980 Askeri idaresinin elinde imkân olsaydı da; gelmiş geçmiş bütün Cumhuriyet hükümetlerine, “Bu kadar borcu niçin yaptınız ve aldığınız bu borçları nerede kullandınız?” sorusunu sorarak hesaba çekseydi; karşılığında, 100 milyar dolar değerinden fazla bir varlık meydana getirildiğini görecekti. Sâdece Tüpraş ve Petkim’in değerinin, 12,5 milyar dolar olduğunu görecekti.

Bu tarz bir irdeleme ve sorgulama, Türkiye’nin, 12 Eylül 1980’den sonra yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edildiği gerçeğini ortaya çıkaracaktır. Gelir dağılımındaki bozukluk, işsizliğin yaygınlaşması, fukaralık, üretimsizlik veya yetersiz üretim, yatırımsızlık, tarım ve hayvancılığın çökmesi, orta tabakanın erimesi, ekonomik faaliyetlerin yabancıların eline geçmesi, lüzumlu KİT’lerin ve Birliklerin tasfiyesi, rantların yükselmesi, bu yanlış ekonomi ve para politikaları sebebiyledir.

Ne yazık ki; televizyonlara çıkan ve gazetelerde yazı yazan tele-vole ekonomistleri, 12 Eylül’den sonra sahne tutan fırsatçı siyasetçiler, bu gerçeğe eğilmemişler ve Türkiye’yi iktisaden dışa bağımlı hale getiren bu yanlış politikaların devamı için, halkı aldatacak şekilde ellerinden gelen gayreti göstermişlerdir. Döviz-Faiz- Borsa üçgeninden ibaret olan bu yıkıcı ve yakıcı rant ekonomisini övmekten başka bir şey yapmamışlar veya yapamamışlardır. İktisadî bağımsızlıklarını kaybeden milletlerin akibetlerinin, ne olacağını asla ve asla söylememişlerdir.


Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

24 Kasım 2009 Salı

Adâlet herkes için eşit tecellî etmelidir.

Sayın Bülent KORUCU
Zaman Gazetesi Yazarı
İstanbul 24 Kasım 2009


Sayın KORUCU;

24 Kasım 2009 tarihli ve “YARSAV’ın yeni yüzü: Emine Hanım” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Yazınızın içeriğine temas etmeyeceğim. Zîra; faydası olmaz ve şartlanmışlığınızı ortadan kaldırmaz. Yarasa kuşu nasıl güneşten hoşlanmazsa; yarasa kuşu tabiatlı insanlar da, hakikat güneşinden hoşlanmazlar; bildiklerini okumaktan, yönlendirildikleri istikametten ve de, batılı HAK şeklinde göstermekten vazgeçmezler; saplantı haline getirdikleri ideolojilerini asla terk etmezler. Tarih, kula, kulluğu benimsemiş kişilerin, serüvenleriyle doludur.

İddialı alanınıza girdiği için hatırlatmakta fayda umuyorum:

Hz. Peygamberimiz, Hıra Dağı’ndan tek başına İslâm Dini’ni ilân ettiği zaman şu emirleri verdi:

1- Aciz insan Putuna tapılmayacak. Yani; Kula, KULLUK edilmeyecek.
2- Fukara, inletilmeyecek.
3- Gariplerin sırtına binilmeyecek.
4- Acizler, güçsüzler, itilip kakılmayacak.
5- Herkes hakkını, serbestçe alacak.

İşte bu emirler, HAKİKİ BİR DEMOKRASİNİN özüdür.

Şimdi kendinizi bir yoklayınız ve ne derecede demokrat olduğunuza karar veriniz. Bu öz eleştiriyi yapmanızda zaruret vardır. Zira; Hz. Peygamberimiz, yalanı ve iftirayı kesin olarak yasaklamıştır. Bu husustaki emirleri de, gayet açıktır ve yol göstericidir:

“Yalanı olanın dini olmaz. Zîra; yalanla iman, bir kalpte barınamaz.”

“Bir kimse bir kimseye, onda olmayan bir hal sebebiyle iftira ve isnatta bulunsa; yarın AHRET âleminde ALLAH, iftira ve isnatta bulunan kişiyi, iftira ve isnatlarını ispat ettirinceye kadar İRİN ÇAMURUNDA tutacaktır.” Buraya dikkat ediniz: olmayan bir şey ispat edilemeyeceğine göre; iftira ve isnatta bulunan kişiler, ebedî olarak azapta kalacaklardır demektir.

Bunları yazış sebebim şudur:

Grubunuz, uzun zamandan beri, sanki bir merkezden emir almışçasına, yargıya intikal etmiş; henüz daha ne olduğu ve nasıl sonuçlanacağı bilinmeyen konularda, suç icat ederek ve masuniyet karinesini çiğneyerek bazı kişileri, sanki suçları kesinleşmiş gibi ilân eden yayınlar yapmaktadır. Bunu yaparken de; devletin iki önemli kurumu olan YARGIYA ve TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ’NE, adetâ savaş açarcasına çatmaktadır. Vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanan bu yayınları ile belirli bir siyasî gayeye hizmet etmektedir ve de, birtakım ÖCÜLER yaratarak topluma korku aşılamaya çalışmaktadır.

Sormak zorundayım:

Bu yayınların insafa, vicdana, ahlâka, akla, mantığa, ilme ve dine uygun yanı var mıdır?

Haksızlıklar, yolsuzluklar, vurgunlar, keyfî uygulamalar, adam kayırmalar, rüşvet, irtikâp ve irtişâ hakkında tek satır yayın yapmayan grup, gölge avına çıkmışçasına, oluşumu ve akîbeti henüz daha bilinmeyen konularda, niçin tozu, dumana katmaktadır?

Grubunuzda, kendi HÜR İRADESİNİ kullanabilecek nitelikte yazar ve haberci yok mudur?

Grubunuzda, asûde kalıp, kendi vücut ikliminde bulunan; sessiz-sözsüz, bizsiz-sizsiz konuşan; “SUS!” dendiği zaman da susmayan ve adına VİCDAN denilen mânevî varlığına danışan kimse yok mudur?

Grubunuzda, tefrikalar, ihtilâflar, kavgalar içinde çalkalanan; fertleri birbiriyle boğuşan milletlerin, harice karşı mevcudiyetlerini muhafaza edemeyeceklerini bilen, gören, anlayan kimse yok mudur?

Grubunuzda, Hz. Peygamberimizin, “Sonunda özür dileyeceğin bütün sözlerden ve işlerden sakın” hadis-i şerifini bilen kimse yok mudur?

Grubunuzda, “Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mes’uliyetine ortak sayılır” evrensel kuralını hatırlayabilecek kimse yok mudur?

Grubunuzda, Hz. Peygamberimizin, “Adâlet güzeldir; fakat, emîrlerde olursa daha da güzeldir. Adâleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler, çökmek zorunda kalır. Bir saat adâletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır.” hadis-i şerifini hatırlayan ve icabına uyan kimse yok mudur?

Yoksa; grubunuzdaki herkes, “Hedefe ulaşmak için her şey mubahtır” görüş, kabulleniş ve anlayışına göre mi hareket etmektedir?


Sayın KORUCU;


Lütfen açık ve mert olunuz ve bu yüce milletin ve bu güzel ülkenin kaderi ile oynamayınız. Birtakım hezeyan ve varsayımlarla milletin efkârını karıştırarak tefrikalara sebep olmayınız. Kendinizi, her şeyi bilen, gören ve anlayan bir bilge kişi zannetmeyiniz. Ülkenin insanlarını, bir kalıba sığdırma gibi BEYHUDE bir gayretin içinde olmayınız. Zîra; hilkatin kanununa aykırı olduğu için bunu başaramazsınız. Yapabiliyorsanız; ahlâk, fazilet, adâlet, kerem ve mürüvvet örneği olmaya gayret ediniz ve de, Allah’ın ikram ettiği nimetleri yerli yerinde kullanmaya çalışınız. Aksi halde; kendinize yazık ettiğiniz gibi, ülkeye ve millete zarar verirsiniz. Ne güzel söylemişler:

“İrfansız eğer şah-ı cihan olsa da insan,
Âlem-i insaniyete ziyan eyledi de gitti.”

Elinizde kalem ve gazetede köşeniz var. İstediğiniz gibi yazabilir ve istediğiniz istikamette kamuoyu oluşturmak için çalışabilirsiniz. Tabii, eleştirilere de katlanmak şartıyla bunu yapma hakkına sahipsiniz.

Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

23 Kasım 2009 Pazartesi

Gerçekler ne zaman konuşulacaktır?

Sayın Murat YETKİN
Radikal Gazetesi Yazarı
İstanbul 23 Kasım 2009


Sayın YETKİN;

23 Kasım 2009 tarihli ve “Erdoğan’ın Meclis’teki sorusu Diyarbakır’da yankı bulmuş” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınızın, “Bu noktada iki soru” bölümümdeki şu ifadeleriniz düşündürücüdür:

“1- Şimdiye dek atılan adımların bir etkisi oldu mu? Örneğin, TRT Şeş izleniyor mu? Balıkçıbaşı esnafı hep bir ağızdan cevaplıyor: Programları, şarkı türküyü TRT Şeş’ten izliyorlar, ama haberler hâlâ Roj TV’den. Neden? Bir kişi sessizce cevaplıyor: Çatışma olmuşsa kimin öldüğünü bir saat içinde veriyor. Yorum yapılabilir, ama gerek yok.


2- Bu açılım süreci devam ederse, AK Parti bölgeden oy alabilir mi? Bu soruya net yanıt yok. Ancak bu açılım sürdürülmezse o da Fırat’ın doğusundan fazla oy alamayacak. MHP zaten yok gibi, son tartışmaların ardından CHP’nin de bir kendini affettirme açılımı gerekecek bölgeden oy almak için. Yani, AK Parti’nin bölgeden oy almayı sürdürmesi, bölgenin tek partiye, DTP’ye bırakılmaması için açılımın sürdürülmesi gerekli görünüyor.”

Merak edilir:

Adına ne denirse densin; çok konuşulan ama, henüz daha ne olduğu hiç kimse tarafından bilinmeyen açılımın, başkaları tarafından pompalanan Kürt sorunu ile ilgili olduğu, artık iyice belli olmuştur. Nasıl bir çözüm getirilmek istendiğini de, Başbakan Erdoğan’dan başkası bilmemektedir. Açık ifade edilmese de; ABD’nin istekleri doğrultusunda, Barzanî ile birlikte bir çözüm arandığı belli olmuştur. Bu sebeple de Barzani, yüksek perdeden konuşmaktadır. Bugün yaptığı açıklamada Barzani, Kuzey Irak’ta kendi ordusunu kuracağını ilân etmiştir. Kürtçe televizyon yayınları, anadil meselesi, kültürel haklar v.s. ise, halkı uyutmak için öne sürülen tuzaklardır.

Aslında bu açılımlarla AKP’ye de tuzak kurulmuştur. Açılım süreci devam ederse AKP bölgeden oy alırmış; devam etmezse AKP de Fırat’ın doğusundan oy alamazmış. AKP, bölgeyi DTP’ye bırakmaması için açılımları sürdürmeliymiş!..Oluşturulan bu kanaat, aslında, MHP ve CHP’nin, bölgeden niçin oy alamadığının ispatıdır. Yarın aynı durum, AKP’nin de başına gelecektir. Böyle olacağını söylemek için müneccim olmaya da gerek yoktur. Bunun işareti, kısa süre evvel, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin sözcüleri tarafından açıklanmıştı. İşte o açıklamalar:


“28 Temmuz 2008 tarihli Sabah Gazetesi'nde "Kemalizm'i AKP sarstı, iyi geçinin" başlığı ile sunulan haber yazının içeriği şöyledir:


"Kürt lider Talabani, DTP'nin, AKP konusundaki tavrını eleştirdi.


Celal Talabani'nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin (KYB) Ankara temsilcisi Bahroz Galali, DTP'nin, AKP konusundaki tavrını eleştirdi. Galali, "Şimdiye kadar Türkiye'deki Kemalist ilkeleri kim sarstı? Kuşkusuz ki, AKP ve Türkiye'de Kemalizm, hep Kürtlere karşı oldu" iddiasında bulundu.


Bahroz Galali, KYB sitesince yayınlanan makalesinde, DTP'nin ikinci kurultayın bu günlerde yapılmasının özellikle önemli olduğunu belirterek, "Demokrasi ve barış destekçisi" Türk'ün genel başkan olarak seçilmesini, "CESUR" bir adım olarak nitelendirdi. DTP'nin, Türkiye'deki demokratik mücadele ile baş edebilmesi amacıyla "Barşçıl, ılımlı ve esnek bir politika"yı benimsemesi gerektiğini de savunan Galali, makalesinde, gelecek yıl Türkiye'de yapılacak yerel seçimler konusunda da, DTP'yi uyardı.


Galali, DTP'nin "Gül Demeti" politikasını izlememesi halinde "Önümüzdeki seçimlerde DTP'nin elindeki belediyeleri kaybedeceği ve AKP'nin galip geleceği konusunda kuşku yok" diye yazdı.


DTP'nin, AKP ile derin görüş ayrılığı içinde olduğunu, sık, sık hissettiklerini belirten Galali, PKK'ya hiç değinmediği makalesinde şöyle devam etti:


"Şimdiye kadar Türkiye'deki Kemalist ilkeleri kim sarstı? Kuşkusuz ki AKP ve Türkiye'de Kemalizm hep, Kürtlere karşı oldu. Meseleyi şöyle ifade edelim: Kürtler için hangisi daha iyi? Türkiye'de, Kemalizm'in güçlü olması mı, zayıf olması mıdır? Bu soru, AKP'yi rakip görenler tarafından cevaplandırılsın. Bence bu, çok büyük bir siyasi hata. AKP, Kürt sorunu konusunda, önceki iktidar partilerinden çok daha iyi."


Bu açıklamalar göstermektedir ki; bölgede, PKK’nın baskısı devam etmektedir. Zaten DTP’nin istekleri de, bunun böyle olduğunu göstermektedir. Yani; Türkiye, çok zor bir sürece girmiştir. Bu da, PKK’nın, dolayısı ile ABD’nin hedeflerine ulaştığını göstermektedir. Başta siz olmak üzere medya bülbülleri de, gerçekleri örtmek ve devleti sorumlu tutmak için, akla, mantığa ve ilme aykırı yayın ve yorumlarıyla olağanüstü gayret göstermektedirler. Sanki PKK, Kürtleri katletmemiş, köyleri yakmamış, halkın üstüne baskı kurmamış, sayısız cinayetler işlememiş gibi, olayların sorumlusu olarak devleti ve askerleri göstermektesiniz. Tek yapmadığınız veya henüz daha zamanı gelmediği için yapamadığınız şey: Açılımın gerçek hedefi ve nasıl yapılacağıdır.

DTP, Barzani’den ve Talabani’den, daha doğrusu Amerika’dan aldığı destekle isteklerini açık bir şekilde belirtmektedir. Bu isteklerini gerçekleştirmek için de, en fazla tepki göreceği batı bölgelerimizde miting gezilerine çıkmaktadır ve gerginlik yaratacak ne kadar provokatif hareket varsa hepsini yapmaktadır. Belli ki DTP, gerginliği had safhaya çıkartarak, bir Türk-Kürt çatışmasının başlamasını istemektedir. Bugün DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, kimin tertip ettiği bilinmeyen veya belki de DTP'nin bizzat tertip ettirdiği İzmir'deki olayı bahane ederek, “Eğer bu olaylar, devam ederse, biz de mukabelede bulunuruz.” ifadesini kullanmış ve adeta, herkese meydan okumuştur. Belli ki; DTP, uluslar arası kamuoyunun dikkatlerini çekecek tertiplerin ve gayretlerin içindedir.


Sayın YETKİN;


Siz, bu gerçekleri bilmeyecek derecede bilgisiz, basiretsiz ve gafil olamazsınız. Kanaatime göre siz, bizlerin ve kamuoyunun bilmediği veya hiçbir zaman öğrenemeyeceği çok daha fazla şeyleri bilmektesiniz. ABD’nin istihbarat birimleri tarafından bilgilendirildiğinize de inanmaktayım. Zira; ABD, kendi hedefleri doğrultusunda, ülkelerin kamuoylarını oluşturmak için toplum mühendisliğini kullanmasını gayet iyi başaran bir ülkedir. ABD, akşamdan aldığı ilhamlara göre ülkesini idare eden ve dünyayı şekillendiren bir ülke değildir. Uzun vadeli (50 yıllık, 100 yıllık) programlarını ve hedeflerini de oluşturur ve iktidarlar değişse dahî, oluşturduğu bu program ve hedeflerinden asla vazgeçmez. Bu gerçek tahtında merakım şudur:

Siz de mi tuzağa düştünüz? Yoksa siz, “acaba acır mı?” diye, başınızı taşa çarpacak kadar gafil misiniz?

Beni aydınlatırsanız, gerçekten çok memnun olurum?


Saygılarımla.

 
Ecz. Hüsnü Akıncı

Çok bilmişlerin yanıltmaları.

  



Sayın Enis BERBEROĞLU
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 22 Kasım 2009


Sayın BERBEROĞLU;


22 Kasım 2009 tarihli ve “Derin Devlete yeni gözlük numarası” başlığını taşıyan yazınızı okudum.


“Bir ülkenin dış siyasetini bulunduğu coğrafyası belirler” gerçeğini unutarak, yaşanan, gelişen olayları “His terazisinde” tartarak kamuoyu oluşturmaya çalışmanız, büyük bir gazetede köşe yazarlığı yapan size, hiç yakışmamış. Belli ki; bilerek veya bilmeyerek, “devletlerin korunma reflekslerinin olacağı” gerçeğini, henüz daha kabullenememişsiniz.

Yazınızın bir bölümünde;

“Şimdi kendinizi emekliliği yaklaşmış derin devletçi yerine koyun. Hükümetin bugün söylediklerini daha 10 yıl önce aklınızdan geçirseniz dahi, en yakın meslektaşınız bacağa değil, kafanıza sıkardı. Bugün eskiden ihanet saydığınız lafları edenlere karşı bildiğiniz yöntemlerle mücadeleye kalkarsanız sonu Silivri. Şahsi başladık öyle bitirelim. Madde bir... Derin devlete naçiz tavsiyem gözlük numarasını değiştirsin. İç dost ve düşmana odaklı yakın gözlük devri bitti, Türkiye’nin sorumluluk coğrafyası genişlerken uzak gözlüğü lazım. Madde iki... Tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi akıl karıştıran dönüşümler darbe koşullarında mümkün olur. Bu ülkenin askeri, siyaseti, medyası aynen devam etmeyecek. Muhtemelen bu kaostan daha büyük ve zengin bir Türkiye çıkacak, ama en azından bizim yaştakilere tanıdık gelmeyecek.” ifadelerini kullanmışsınız.

Tarihi süreçler, iç ve dış husumet odaklarının husumetleri dikkate alınmazsa, bu görüşlerinizden dolayı size, madalya verilmesi gerekir. “Devletler arasında ebedî dostluklar ve düşmanlıklar yoktur.” kuralı, görmezden gelinirse; hiç şüphesiz size, “Nobel Barış Ödülü” verilmelidir.

Size sormak zorundayım:

Bugüne kadar komşularımızla olan münasebetlerimizde meydana gelen olumsuz gelişmelerde, Türkiye’nin, ne gibi kusuru olmuştur?

1991 yılına kadar Irak’la bir problem mi yaşadık?

Suriye, Ermenistan ve Yunanistan’la olan münasebetlerimizde, bizim kusurumuz nedir?

İran ve Arap ülkeleriyle uyuşmazlığımız ve problemlerimiz mi olmuştur?

Bugün, bölgemizi ABD, İngiltere ve İsrail, kendi hedef, çıkar ve projeleri doğrultusunda şekillendirmiyor mu?

İç meselelerimizde problem haline gelen Kürt ve Alevî sorunlarını, durduk yerde biz mi yarattık?

Bu sorularıma nasıl bir cevap vereceğinizi bilmediğim için, bizim dışımızda gelişen ve bizi hedef alan tarihî süreçten bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum:

Bütün cihan bilmektedir ki; sudan bir bahane ile Irak’ı işgal ederek ÜÇ PARÇAYA bölen, Irak Cumhuraşkanlığı makamına CELÂL TALÂBANÎ’yi oturtan, Irak’ın kuzeyinde oluşturduğu Bölgesel Kürt Yönetimi’nin başına MESUT BARZANÎ’yi getiren GÜÇ, Amerika Birleşik Devletleri’dir.

Bugünkü şartlarda Türkiye, Irak’ın kuzeyinde oluşturulan KÜRT DEVLETİ’ni tanımak zorunda kalacaktır. Zîra; Türkiye, gerçek hedeflerinden uzaklaşmış ve dış politikasını, MUCİZE kişilerin eline bırakmıştır. 1919 yılından ve 1991 Şubat ayında başlayan Körfez Savaşı’ndan itibaren meydana gelen gelişmeler, Bu görüşümü doğrular niteliktedir. Şöle ki:


1- Bölgemizin büyük oyuncusu ABD’nin emelleri, Amiral Webb’in, Lord Curzon’a yazdığı 19 Ağustos 1919 tarihli yazısından tarafımızca bilinmektedir. Amiral Webb, söz konusu yazısında şu ifadeleri kullanmıştır:

“AMERİKA, TRABZON ve ERZURUM’u içine alan bir ERMENİSTAN’ı himaye edecektir. GERİ KALAN DÖRT İLDE DE, KÜRT DEVLETİ KURDURACAKTIR.”

2- Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazı olduğu gerekçesiyle ABD, LOZAN ANTLAŞMASI’nı onaylamamıştır. Bu hususta, Hasan Pulur’un yazısı örnek gösterilebilir:

Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bir bölümünde şunları yazmıştır:



“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli Büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk.

Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin, Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonraki hazin, elemli hikâyesi var…

Dosyada bir fotoğraf…Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curzon…

Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ün âkibeti, iki ülkenin, Cemiyet-i Akvam gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış.

Yerli halk, Türkiye diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye plebisit, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” diye karşı çıkıyor ve Nasturi İsyanı başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı kısa sürede bastırılıyor….

Yıllarca süren savaştan sonra, yeni Türk Devletini kuranlardan Musul ve Kerkük’ü almak için direnen İngilizler, yeni bir isyan hazırlığına giriyorlar.

Oğuz Gökmen’in anlattığına göre, “CERİDE D’ORİENT” Kulübünde iki kişi bezik oynamaktadırlar. Biri, Türkiye’nin Başbakanı Fethi Okyar, diğeri de İngiltere Büyükelçisi Lindsay’dır.

İngiliz büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp, Türkiye Başbakanına hayırlı önerilerde bulunuyor:

“Ekselans; bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini, bakın başınıza ne belâlar geliyor.”

İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:

“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul Petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”

İngiliz Elçisi, baklayı ağzından çıkarır:

“Üstelik; bir daha ülkenizde zinhar bir KÜRT İSYANI çıkmayacağını taahhüt ederiz.”

Fethi Okyar, İngilizin bamteline basar:

“Ama sizin, Irak üzerindeki MANDA SÜRENİZ bitmek üzere…”


Ne gam! Emperyalizmin oyunu biter mi?

“Tasanız o olsun; biz, o süreyi hemen uzatırız.”

Sonra ne mi oldu?

Şeyh Sait İsyanı başlar; genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama, MUSUL ve KERKÜK de gider.

İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.”


3- Güneri Civaoğlu’nun yazısı da, konuya ışık tutan iyi bir örnektir:


Güneri Civaoğlu’nun 2 Şubat 1991 tarihli ve “İKİ YARBAY” başlığını taşıyan yazısından bir bölüm şöyledir:

“Hyati Regeny Otelinin 11. katında bir dairede, ABD Kuvvetleri Ordu Sözcülüğü Merkezinde Amerikalı yarbayın sözleri…

Amerikalı yarbayla duvara asılı dev Ortadoğu haritasının önündeyiz.

Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyeti olan geniş alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri, tane, tane seçerek anlatıyor:

“İşte KÜRT DEVLETİ burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak. Bu yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun bir boşluk doğacak. Kürtler, bir devlet kurarak, buradaki boşluğu dolduracaklar. BELKİ, TÜRKİYE’DEN DE TOPRAK İSTERLER.

Ona, anımsatıyorum:

“Türkiye, bunu kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor.”

Amerikalı Yarbay, “O ZAMAN ÇARPIŞACAKSINIZ!” diyor.

Soruyorum:

“Türkiye’nin düzenli orduları, silâhları, topları, zırhlıları, tankları, uçakları, füzeleri var. Böyle büyük bir güce nasıl karşı koyarlar? Hem gerek Suriye, gerek İran, Irak’ın toprak bütünlüğü için açık tavır koymuş bulunuyorlar. Onların da bölgede bir Kürt devleti oluşmasına göz yumacaklarına, nasıl ihtimal veriyorsunuz?”

Amerikalı Yarbayın verdiği yanıt, düşündürücüdür:

“Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin de yakında, çok silâhları olacaktır. Saddam’ın bıraktığı silâhlar, onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silâhları olacak. Uçakları, tankları, füzeleri, zırhlıları, helikopterleri, havaalanları, vs. gibi”

4- Yeni olduğu için hafızalarımızdadır:

ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton Türkiye'yi ziyaretinde; resmî görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, "Türkiye'nin demokrasisini ve etnik yapısını konuştuk. Şu anda size, Başkan Obama'nın Nisan başında Türkiye'yi ziyaret edeceğinin müjdesini verebilirim. Başkan Obama, Türkiye ile bir likte, Dünyayı yeniden şekillendirecektir." sözlerini söylemiştir.


Sayın BERBEROĞLU;


Yürüttüğümüz dış politikada, kendi irademizin ve etkinliğimizin ölçüsünü ortaya koyabilir misiniz?

Bu sorumun cevabını, herkes verebilmelidir. Zîra; 8 yıldan beri çok değişik ve bir birleriyle çelişkili politikalar izledik ve esen rüzgâra göre bir çizgide yürüdük. Medyatik görüntüleri de öne çıkarmasını çok iyi başardık. Her medyatik gösteriler ardından da, önemli taahhütlerde bulunduk ve imzalar attık. Dış politikamızı ABD’ye, iç politikamızı AB’ye, ekonomimizi de IMF ve Dünya Bankası’na endeksledik. Başta bankalarımız olmak üzere önemli iktisadî değerlerimizi ve altyapı tesislerimizi yabancılara kaptırdık. Perakende ticaretimiz dahî, yabancıların eline geçmiştir. Hem devlet ve hem de millet, altından kalkılamayacak derecede ağır bir borç yükü altındadır ve millet, fukaralıkla boğuşmaktadır.

Her nedense bu gerçekleri görmek istemeyen veya görmezden gelen siz ve sizler gibi düşünenler, Derin Devlet, Susurluk, Silivri, Ergenekon, Darbe masallarıyla bu millete UYKU HAPI yutturarak, ülkeyi, gelecekte telâfisi mümkün olmayacak bir şekilde zora ve riske sokmaktasınız. Sanki her şeyi, herkesten fazla biliyormuşsunuz gibi; örtülü veya açık bir şekilde Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni, HEDEF TAHTASINA oturtarak, başkalarının ekmeklerine yağ sürmektesiniz. Açık ifade etmem gerekirse; bu çizgide niçin yürüdüğünüzü, bugüne kadar anlayabilmiş değilim. Sizin engin bilgi ve kültürünüz karşısında acaba, biz mi sönük kalıyoruz?

DEVLETİN, bir PARTİ DEVLETİ haline getirildiği gerçeğine hiç değinmediğiniz için, sizi, DEMOKRASİ ARAYIŞINDA olan bir kişi olarak kabullenmemiz mümkün olabilir mi?

Yoksa siz, “OTUR!” denilen yerde oturan, “KALK!” denilen yerde kalkan bir Türkiye mi arzu etmektesiniz?

Bu durum karşısında gerçekten merak ediyorum: Acaba, geleceğimiz nasıl olacaktır? Beni bilgilendirir ve aydınlatırsanız memnun olur ve minnettar kalırım.


Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

22 Kasım 2009 Pazar

Yanlış Bulunmalıdır.

Sayın Tevfik BİLGİN
BDDK Başkanı
Ankara 22 Kasım 2009


Sayın BAŞKAN;


TBMM Plân Bütçe Komisyonu’nda, “2010, bankacılık için zorlu yıl olacak” ifadesini kullandığınızı, gazetelerden okudum.

Gayet haklısınız. Zira; 29 yıldan beri Bankacılık sistemimiz, gerçek anlamda bir SERMAYE PİYASASININ oluşmasının engelidir ve tamamen, Kur-Faiz makasında oluşturulan bir RANT EKONOMİSİNE hizmet etmektedir. Bunun en tutarlı göstergesi de şöyledir:

Repo ve likit fonlar ve döviz tevdiat hesapları dahil, 11 Eylül 2009 tarihi itibariyle bankalardaki toplam mevduat, 458 milyar liradır. Bu mevduatın sadece ve sadece 35 milyar lirası vadesiz mevduattır. ( Döviz tevdiat hesaplarını da, fiktif karakter taşıdıkları için vadeli mevduat kabul etmek icap eder). Yani; bankacılık sistemimiz, büyük miktarda kaydî para üretmektedir. Mevduat yapısına göre de bu rantı, toplumun çok az bir kesimi paylaşmaktadır. Bankacılık sistemimiz üretimi, istihdamı ve yatırımları desteklememektedir.

Son yedi yıldan beri çok yüksek oranlı pozitif reel faiz uygulamaları sebebiyle sistemin, iktisat ilminin gereği olarak, eninde sonunda tıkanacağı kesindir. İktisat ilminin şaşmaz ve tekzip edilemeyecek kuralı bellidir:

“Üretmeyen veya yeterli seviyede üretim yapamayan ekonomilerde, “pozitif reel faiz” uygulaması, her şeyden önce bankacılık sektörünü batırır ve ondan sonra da ekonominin bütün dengelerini bozar.”

Bu sebeple; bankacılık sektörümüzün sağlammış gibi görünen yapısı aldatıcıdır ve büyük riskler taşımaktadır. Zira; görüntüdeki bu sağlam yapı, halkın sömürülmesi, haksızlığa uğratılması ve hatta soyulması sebebiyle elde edilmiş sanal bir sağlamlıktır. Şöyle ki:

1- Geçmişte olduğu gibi bugün de kredi kartlarına çok yüksek oranlı bir faiz uygulanmaktadır. Borçlarını ödeyemeyenleri bir tarafa bırakalım; bir bölümünü veya asgarî miktarını ödeyebilenler, bu yüksek faizler sebebiyle bankalara haksız bir kaynak aktarmaktadırlar.


Kredi kartlarında dikkat çekilmeyen diğer yüksek faizli gelir, kredi kartlarıyla satış yapan işletmelerin ödedikleri yüksek oranlı faizlerdir. Şöyle ki: Kredi kartları vasıtasıyla satış yapan işyerlerinin büyük bir kısmı, likit sıkışıklıkları sebebiyle, vade sonunu beklemeden tahsilât yapmaktadırlar ve bankalara, aylık yüzde 3,5-5 oranında faiz ödemektedirler.

2- Halk arasında çok yaygın olarak kullanılan “mevduat karşılığı kredi” adı altında kullanılan kredi çeşidinin faizleri de çok yüksektir. Aylık, yüzde 4-5 oranındadır. Bu krediler de bankalara, yüksek gelir sağlamaktadır. Ticarî kredilerin faizleri de çok yüksektir.

3- Tüketici kredilerine uygulanan faiz oranları, mevduat faizlerinin ve Merkez Bankası’nın borç verme faizlerinin düşmüş olmasına rağmen, bugün dahî çok yüksektir. Ek gelirlerle birlikte aylık yüzde 1,5 oranını aşmaktadır. Mevduat faizlerinde sınır olmasına rağmen tüketici kredilerine her banka, değişik oranlı faiz uygulamaktadır. Muhtaç insanlar, zorunlu olarak buna razı olmaktadırlar.

4- Kart ücretleri çok yüksektir ve bankalar için kolay elde edilen yüksek bir gelirdir. Ayrıca bankalar, bankacılık hizmetleri karşılığı olarak çok yüksek ücret almaktadırlar. Öylesine ki; bir kişi, oğlunun, kızının, eşinin aynı şubedeki hesabına para yatırırken dahî ücret alınmaktadır. Bankamatikler vasıtası ile para yatırmalar dahi, 5 lira da olsa, ücrete tabidir. Bunu yanında bankalar, kredi verdikleri müşterilerini zorunlu sigortaya tabi tutmaktadırlar.

5- Bugün dolar kuru, 2001 yılı Kasım ayının kuruna eşittir. Bundan faydalanan bankalar, temin ettikleri dış kredileri, iç piyasada, verdikleri yüksek faizli kredilerde değerlendirmektedirler. Neredeyse sıfır faizle sağladıkları bu kaynaklardan, çok büyük kârlar elde etmektedirler.

Bu gerçekler tahtında düşünülecek olunursa; çok yüksek oranlı reel faiz uygulanmasa ve bankacılık hizmetlerinden yüksek ücretler alınmasa ve de dış kredi kullanılmasa; hiç şüphesiz, banka blânçoları zarar yazar. Bankalar, ellerinde bulundurdukları yaklaşık 460 milyar liralık mevduata her yıl, en az 45 milyar faiz ödemek zorundadırlar. Hele; bankalarda bulunan 150 milyar lira karşılığındaki döviz tevdiat hesapları, bankalar için büyük risk taşımaktadır. Bir devaluasyon, bankaları zora sokacağı ve hatta bazı bankaları batıracağı gibi; Türkiye’nin ekonomisini alt-üst edecek ve milletin, devletin perişanlığına sebep olacaktır. Ki; devaluasyonlar ve düşük kur uygulamaları, bizim elimizde değil, yabancıların elindedir. Yabancılar, istedikleri zaman kriz çıkartırlar ve kamuoyunca bilinmeyen hedefleri doğrultusunda Türkiye’yi ve Türk milletini zora sokarlar. Zaten; 29 yıldan beri yapılanlar budur. Ya ani kur atışları, ya uzun süre uygulanan sabit kur oyunları veya beklenmedik devalusayonlar ile Türkiye, daima krizlere maruz bırakılmış ve zora sokulmuştur. Piyasa Yapıcısı bankalara bakanlar, bu gerçeği, çok daha iyi görürler.

Bu sebeple; gelecekte sadece bankalar risk altında değil, Türkiye de risk altındadır. Zira; Türkiye, başta bankaları olmak üzere önemli iktisadî varlıklarını ve altyapı tesislerini yabancılara kaptırmış durumdadır. Ve hatta, perakende ticaretimiz dahî yabancıların elindedir.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

20 Kasım 2009 Cuma

İktidar olmak kolay değildir.

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan ve AKP Genel Başkanı
Ankara 20 Kasım 2009


Sayın BAŞBAKAN;


AKP Genel Merkezi’nde düzenlenen “Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısında” yaptığınız konuşmanızın bir bölümünde;


"Statükonun devam etmesi demek, daha fazla şehit demektir, daha fazla ölüm demektir, daha fazla kan ve daha fazla yüreği parçalanmış anne demektir. Açık söylüyorum, 'statüko devam etsin' demek, ölümlere, çatışmalara, yıkıma, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ortak olmak demektir" ifadelerini kullanmışsınız.


Önceleri “Kürt Açılımı”, sonraları “Demokratik Açılım”, şimdi de “Millî Birlik Projesi” adı verilen ve henüz daha ne olduğu ve nelerin yapılmak istendiği belli olmayan açılımlara dayandırdığınız bu sözleriniz, düşündürücüdür. Zira; halkın zihni, gerçekten karışıktır ve halk arasında zıtlaşmalar meydana gelmiştir. Sebebine gelince:


Ne yapmak istediğinizi, hangi çözümleri getireceğinizi, halk bilmemektedir. “Kişi, cahili olduğu şeyin kuvvetli düşmanıdır.” gerçeği dikkate alınacak olunursa; konu hakkında bilgilendirilmeyen halkın, siyasî aidiyetlerine göre bir birleriyle zıtlaşacağı, gayet tabiidir.


Merak edilir:


Statükonun ne olduğunu; Alevî ve Kürt meselelerinin nasıl çözüleceğini, halkı bilgilendirecek şekilde net olarak açıklamak varken; “Daha fazla şehit, daha fazla ölüm, daha fazla kan, daha fazla yüreği parçalanmış anne demektir; ölümlere, çatışmalara, yıkıma, haksızlığa, hukuksuzluğa, adâletsizliğe ortak olmak demektir.” sözlerini söylemenizdeki hikmet nedir?


Bölücü emeller taşıyanların ve Kürt milliyetçiliği yapanların dışındaki halk; ister Türk, ister Kürt veya diğer kökenli olsun; PKK terörünün, Amerika, İngiltere ve İsrail’in kendi hedefleri ve çıkarları doğrultusunda yarattıkları bir terör olduğuna inanmaktadır. Yani; halkın sağduyusu yerindedir ve doğrudur. Halk, kan dökülmesini istemediği gibi; Türkiye’nin ÜNİTER YAPISININ bozulmasına da razı değildir. Bu gerçeği açık bir şekilde ifade ederek, halkı bilgilendirseniz; “Kürt sorunu” adı altında yaratılan bu gerginliği, ortadan kaldırmış ve zıtlaşmaları önlemiş olursunuz. Gerçek çözüm de, ancak bu şekilde sağlanır.


Alevî meselesi de öyledir. Kaldı ki; “Alevilerin temsilcisiyim” diye ortaya çıkan bazı kişilerin anlayış ve görüşleri, bütün Alevîlerin benimsediği görüşler değildir. Bu konu da, gerçek zemininde tartışılmamaktadır. Kerbelâ’dan bahsetmek, çözümün kolaylaşacağı anlamına gelmez. Zira; Kerbelâ’da, saltanat hırsı ile hareket edenler, Hz. Peygamberimizin torunlarını hunharca şehit etmişler ve akabinde İkindi Namazı’na durmuşlardır. Öyle zannediyorum ki; saltanat hırsları galip ve bu büyük zulmün müsebbipleri olan Emevî Saltanatı’nın kurucusu Muaviye ile zorla biat aldığı oğlu Yezid’i kınayan ve onların zalim odlularını beyan eden bir açıklama yapsanız; bazı kişilerce istismar edilen Alevî konusunun yatışmasını sağlamış olursunuz.


Bu konuları siyaset zeminine ve meydanlara taşımak, zamirinizdeki çözümleri imkânsız kılacağı gibi; halk arasında gerginlik yaratacak ve kıyamete kadar kapanmayacak derin bir ayrıkçı hendek açacaktır. Esasen sıkıntıda ve zorda olan halk, gerginlik istememektedir ve ülkeyi idare edenlerden itidal beklemektedir.


Sayın BAŞBAKAN;


Halkın asıl derdi ekonomi alanındaki darlıktır. Açlık ve fakirlikle ilgili göstergeler, iç açıcı değildir. 2006 ve 2007 göstergelerine göre nüfusumuzun yüzde 18,5’i (12,9 milyon kişi), gıda ve gıda dışı harcamalarda yoksuldur.


2009 yılı Ocak-Ekim döneminde bütçe harcamaları, 218 milyar liradır. Bu dönemde 50,2 milyar lira faiz ödenmiştir ve bütçe 40 milyar lira açık vermiştir. Açık, yılsonuna kadar 60 milyar liraya ulaşacaktır.


2010 yılı bütçesi 286,9 milyar lira büyüklüğünde tasarlanmıştır. 2010 yılı için bütçe açığı 50,1 milyar, faiz ödemesi 58,8 milyar, personel giderleri 60,3 milyar lira olarak öngörülmüştür. Personel giderleri, faiz harcamalarına eşittir. Yatırımlara ayrılan pay ise, yok denecek kadar azdır. SGK’ya yapılacak transferler, bütçenin en büyük kamburudur.


Böyle bir bütçe ile halkın rahatlatılamayacağı, Türkiye’nin ekonomisinin düzeltilemeyeceği, fukaralığın ve çaresizliğin giderilemeyeceği, artan işsizliğin önlenemeyeceği gün gibi aşikârdır.


Hükümet olarak size düşen en önemli görev, bu kötü tabloyu düzeltmek ve halkı rahatlatmaktır.


Elbette ki muhalefet görevini yapacaktır. Adı üstünde muhalefet… Muhalefetin eleştirileri ne kadar ağır olursa olsun (Ki; bana göre muhalefetin tutarsız eleştirileri yoktur. Meclis’teki müzakereleri izleyen herkes, bu gerçeği görür.); eleştirilere katlanmak ve icabında haklı eleştirilerine ilgi göstermek, iktidarların görevidir. Muhalefetsiz bir demokrasi, hiçbir ülkede yoktur. Tarihen sabittir ki; muhalefetin eleştirilerine katlanamayan iktidarlar, güç kaybederler. Muhalefetin eleştirilerine sert cevaplar veren iktidarlar, durduk yerde halkın zıtlaşmalarına sebep olurlar. Ki; bu zıtlaşmalar, hisleri hâkim kılacağı; aklı, mantığı ve ilmi dışlayacağı sebebiyle, iktidarlar için en büyük tehlikedir.


Sulh, sükûn, huzur ve güven ortamının sağlanmasını arzu eden bir vatandaş olarak, demokratik haklarımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz etmeyi uygun buldum.


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Vicdansızlık, insanlık dışıdır.

Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans, Radikal, Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 20 Kasım 2009


Sayın ÇANDAR;


20 Kasım 2009 tarihli ve “Cuntalar, ortaya saçılıyor; Devlet, kabuk değiştiriyor” başlığını taşıyan yazınızı okudum. Yazınız; yıllardan beri yaptığınız gibi yalan, iftira ve kugulara dayalı bir görev yazısıdır.

Başkalarının, kendi hedef, çıkar ve projeleri doğrultusunda yarattıkları Kürt ve Ermeni konularını kaşıyan ve olayları saptıran ve gerçek hedeflerini gizleyen bu yazılarınızın asıl amacının; her halde, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni yıpratmak ve tahrik etmek olduğunu anlamamamız için aptal, geri zekâlı ve hiçbir şeye aklı ermeyen kişiler olduğumuzu zannetmiyorsunuzdur.

1960 yıllardan itibaren her türlü illegal olayların içinde yer alan ve devleti, sokağa mağlûp ettirmek için darbe ortamı hazırlayanlarla birlikte hareket eden siz; acaba, ne zamandan beri demokrat kisvesi giydiniz?

Dilinizden düşürmediğiniz “Cuntalar” ifadesini kullanırken; bir gölge avına çıktığınızı bilmeyecek, anlamayacak ve gerçekleri göremeyecek kadar bilgisiz, beceriksiz ve yaptığı işi bilmeyen bir kişi olamayacağınıza göre; ortalığa bir darbe öcüsü salarak, toplumu aldatmak isteyişinizin gerçek amacı nedir?

Dünyanın her tarafını dolaşabilecek kadar imkânlara sahip olan siz; devletin en önemli kurumu olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni hedef seçerken; esas maksadınız nedir ve bu gayreti, kimlerin hesabına sürdürmektesiniz? Acaba, bizlerin bilmediği bir misyonunuz mu vardır?

1983 yılından beri askerler kışlasındadır ve ülkeyi sivil iktidarlar yönetmektedir. Askerlerin bir darbe yapmak gibi bir niyetlerinin olmadığını gayet iyi bildiğiniz halde; etrafa, devamlı olarak bir darbe korkusu salmak isteyişinizin gerçek amacı nedir? Acaba, bir darbenin yapılmasını ABD, İngiltere ve İsrail mi istemektedir? Bu ülkeler, bir darbe vukuunda iç çatışmaların çıkacağını ve Türkiye’nin bölüneceğini mi, hesap etmektedirler?

Yılardan beri (26 yıl) ülkeyi idare eden siyasî iktidarların DEVLETİ, bir PARTİ DEVLETİ haline getirdikleri iyi bilinirken; bu konuya hiç temas etmeyen ve gerekli uyarıyı yapmayan sizin demokratlığınıza inanacağımızı mı zannediyorsunuz? Aslında; Hasan Cemâl’in yazdığı “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” kitabı ortadayken, sizlerin yargılanması gerekir. O kitapta, meşru bir siyasî iktidarı devirmek ve darbe ortamı hazırlamak için neler yaptığınız, gayet açık olarak anlatılmıştır. Öyle zannediyorum ki; hakkınızda suç duyurusu yapanlar, rahatlıkla sizleri mahkûm ettirirler. Zira; bu gibi suçlarda, zaman aşımı yoktur. Umarım ki; birileri, bu konuya eğilir ve hakkınızda suç duyurusu yapar.


Sayın ÇANDAR;


Aklınızı, başınıza toplayınız ve başkalarından sağladığınız güç ve imkânlarla bu yüce milleti huzursuz edip, ülkeyi zora sokmayınız. Gerçek demokrasi ölçülerine uymayan göstermelik demokratlığınızla ahkâm keserek, esasen geçim gailesiyle boğuşan ve borç altında inleyen masum halkın kaderiyle oynamayınız. Ve biliniz ki; bu ülke ve bu millet, sahipsiz değildir ve bir gün, olayların gerçek yüzünü öğrenecek ve sizleri, vicdanlarda mahkûm edecektir. Öyle bir an gelecektir ki; yaratarak yaymaya çalıştığınız öcülerden korkar hale geleceksiniz. Çıktığınız gölge avının size bir fayda vermeyeceğini, net bir şekilde anlayacaksınız. Üstelik; çıkacağınız Ahret İstasyonu’nun ilk durağı olan, iki metre uzunluğundaki, bir metre genişliğindeki ve bir metre derinliğindeki kabre tevdi edilirken, bu millete ve bu ülkeye zarar verdiğiniz için çok azap çekeceksiniz ve öbür âleme mahrum olarak göçeceksiniz. Zira; hayat, ilerde hesabı sorulmak üzere, Allah tarafından insanlara verilen ödünç bir sermayedir.

Bu mektubumun sizi sinirlendireceğini gayet iyi biliyorum. Hiç sinirlenmeyiniz. Nasıl elde ettiğiniz bilinmeyen köşenizden, milyonları zehirleyen yazıları yazmanızın cevapsız kalmaması, gerçek demokrasinin icabıdır.

Yazdıklarıma itirazınız olacaksa; sizinle her yerde, her vasıtada ve her zaman tartışmaya hazırım. Elinizde televizyon da vardır. Beni, programınıza davet edebilirsiniz. Tabii, samimiyetiniz ve cesaretiniz varsa.

İçimden gelmiyor; ama, mektup sonlarında adet olduğu için nezaketen saygılarımı sunarım.

 
Ecz. Hüsnü Akıncı

19 Kasım 2009 Perşembe

Gerçeklerin üstü örtülmemelidir.


Sayın Hasan Celal Güzel
Radikal Gazetesi Yazarı 1 Ağustos 2008


Sayın Güzel;


1 Ağustos 2008 tarihli ve "Demokrasiye doğru" başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Konuları irdelerken ve fikir beyan ederken; aklı, mantığı ve ilmi dışladığınız için hislerinize yenik düştüğünüzü söylersem, sakın alınmayınız. Zira; buna ait, kendi ifadenizle şekillendirdiğiniz kanıtım vardır. İşte kanıtım:

"Bugün, aydınlık bir gün...Zira Türkiye, demokrasiye ve ışıklı bir istikbale doğru yelken açıyor!" demektesiniz.

Bu ifadenizle, Türkiye'de demokrasi olmadığını mı anlatmak istiyorsunuz? Yoksa; AKP iktidarını eleştirenleri, antidemokrat mı ilân etmek istiyorsunuz?

Bu sebeple "Demokratik" veya "Antidemokratik" ifadelerinizle neyi kastettiğinizi açıklamanız gerekir. Size göre; sempati duyduğunuz siyasi partiler mi, demokratik oluyorlar? Veya antipati duyduğunuz siyasi partiler mi antidemokratik oluyorlar?

Laikliğe de açıklık getirmeniz şarttır. Size göre lâiklik nedir, anti lâiklik nedir? Ne yapılırsa lâikliğe karşı, odak oluşturulur? Bu konuyu örneklerle açıklamanız lazımdır. İpuçları vereyim:

Tarikatlar, cemaatler, dini vakıf ve dernekler veya dini referans alan oluşumlar, seçim zamanı mensuplarını, herhangi bir siyasi partiye yönlendirirlerse, yani, mensuplarının hür olması gereken iradelerine ipotek koyarlarsa; bu, lâiklik ihlâli manasına gelir mi, gelmez mi?


Herhangi bir siyasi parti, başörtüsü veya türbanı siyasi bir simge ve referans haline getirerek, insanlara farklı muamele yaparsa; bu, lâiklik ihlâli manasına gelir mi, gelmez mi?


Herhangi bir iktidar, taat ve ibadet ölçülerine göre hareket ederek, tayin ve atamalarını "Bizden olanlar" veya "Bizden olmayanlar" ölçüleri içersinde kadrolar oluşturursa; bu, lâiklik ihlâli manasına gelir mi, gelmez mi?

Meramımı anlatamamış olma ihtimaline karşı, tarihi bir örnek vermek istiyorum:

Hz. Ali, Mısır Valisi Malik İbni Eşteri'ye gönderdiği emirnamesinin bir bölümünde, "...Ve en ziyade nefret edeceğin, yanına sokmayıp uzaklaştıracağın kimseler; halkın kusurlarını, ayıplarını araştıranlardır. Bu ahlâkta olan kimseleri, yanından uzaklaştır. Zira, insanların öyle ayıpları olur ki; onların örtülmesi, herkesten ziyade valiye yakışır." ifadelerini kullanmıştır.

Hz. Ali, aynı emirnamesinin bir bölümünde de, çok önemli olan şu ifadeleri kullanmıştır:

"Ey Malik! Şu hususa çok dikkat et! Ve olanca kuvvetinle çalış! Zira bu DİN, fena adamların elinde esir oldu. Din perdesi altında, o nama, istenilen fenalıklar yapılıyor ve onunla, dünya nimetleri elde edilmeye uğraşılıyor. Tarih, edepsizlerin din perdesine bürünerek, din namına yaptıkları fenalıklarla doludur."

Merakım şudur: Zihninizde şekillendirdiğiniz lâiklik veya antilâiklik, Hz. Ali'nin ölçülerine uyuyor mu, uymuyor mu? Ve halkı aydınlatmak için ortaya koyacağınız laiklik, nasıl bir laiklik olacaktır? Ve kendi vicdanınıza dayanarak ve danışarak, şu sorumun düzgün bir cevabını veriniz:

AKP, türbanı ve İmam Hatip Liselerini, siyasi malzeme olarak kullanıyor mu, kullanmıyor mu?

Şimdi, dilinizden hiçbir zaman düşürmediğiniz DEMOKRASİ'YE gelelim:

Halkı sistemin dışına iten ve ikinci seçmen durumuna düşüren, siyasi parti liderlerini "Seçilmiş Diktatörler" konumuna getiren bu sistem, özene bezene örnek gösterdiğiniz Batı demokrasilerinin hangisinde vardır? Ve hangi Batı ülkesinde parlamento, iktidar partilerinin emrindedir?

Pekiyi, bu çarpık modelin sorumlusu kimdir? Askerler midir, siyasetçiler midir? Biraz açayım:


Ekim 1983 tarihinden itibaren (25 yıl) ülke, sivil ve seçilmiş iktidarlar tarafından idare edilmektedir. 1982 Anayasası'nın kabulünden sonra askerler, halkı sistemin içine alan ve siyasi parti liderlerini diktatör konumuna düşürmeyecek ve mükemmel şekilde düzenlenen Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu hazırladılar ve ülke idaresinden çekildiler. Aday tespiti hariç, 1983 seçimleri, bu kanunlara göre yapıldı ve Turgut Özal iktidara geldi. Sonraki gelişmelere bir bakalım:


1987 baskın seçimine gidilirken Özal, bu kanunları değiştirerek ve akıl almaz antidemokratik usuller getirerek, parti liderlerini diktatör konumuna getirdi ve halka da, sadece figüranlık rolünü vermiştir. O günden beri de bu model yürürlüktedir ve bu modelin antidemokrat bir model olduğu, tartışmaya dahi açılmamıştır. Yani; keyfi idareler dönemi, rejimi tıkadı ve halkı bunalttı. 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelen AKP, anti demokrat olan bu modeli değiştirmeyi aklına bile getirmemiştir. Temmuz 2007'den sonra da düşünmemiştir.


Sayın Güzel;


Bu çarpık ve göstermelik model hüküm sürdüğü sürece; Türkiye'nin, demokrasiye ve ışıklı bir istikbale doğru yelken açması mümkün olabilir mi?

Elbette ki; bu model yürürlükte olduğu sürece, rejim tartışmaları gündemden düşmeyecektir. Zira; bu çarpık modelden yararlananlar, modeli destekleyecekler; yararlanamayanlar ve ezilenler, eleştireceklerdir. Destekleyenler mi haklıdır, eleştirenler mi haklıdır? Hiç şüphesiz; kim baskın çıkarsa, o haklı görünecektir. Hukuk, hakkaniyet ve adaletten ziyade, güçlünün sesi üstün gelecektir?

Soruyorum: Siz, nasıl bir demokratsınız?


Saygılarımla.


Ecz.Hüsnü Akıncı.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Nereye Gidiyoruz?

Sayın Mehmet DÜLGER
TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı
Ankara 24 Haziran 2004


Sayın BAŞKAN;


Bu haber, beni düşündürdü. ABD Millî Savunma Akademisi Öğretim Üyesi JUDİTH YAPHE, dikkat çekici ve şaşırtıcı sözler söylemiş. İşte, Söyledikleri:


“Türkiye, tehlike algılaması konusunda artık homojen değil; dahası, sistemin stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Hem BAŞBAKAN, hem DIŞİŞLERİ BAKANI, geleneksel bürokrasi yerine işi, DANIŞMANLARIYLA götürmeye çalışıyor. Bence CÜNEYT ZAPSU, bugün KÜRT KONUSUNDA en güçlü kişi. Açıkça KÜRT KİMLİĞİNE ve KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNE sempatisini ortaya koyuyor. Yani; KÜRT meselesine bakışta, STRATEJİK bir birlik, artık yok. Biz, “Türkiye” dediğimizde; “Bu konuda ne düşünüyor?” konusuna, AÇIK ve NET CEVAP alamıyoruz. Artık, “TEK TÜRKİYE” yok.” (24.06.2004, Gözcü Gazetesi, Mehmet Türker.)


Sayın BAŞKAN;


Bu satırları okuyunca ürperdim. Demek ki Türkiye, mukadder bölünmeye doğru hızla götürülüyor.

Kanaatim de şudur: İstanbul, önemli ölçüde bölücüleri finanse ediyor. (Bu husus, enine boyuna ve dikkatli biçimde incelenmelidir.)

Gaflet, dalâlet ve hıyanet; netice itibarıyla, birbirlerinden farklı değildir; aynı neticeyi doğurur. Tek farkı şudur:


Hainler, asla ve asla pişman olmazlar ve hattâ, misyonlarına hizmet ettiklerine inanırlar. Gaflette ve dalâlette olanlar elim ve perişan neticeye ulaşıldığında pişman olurlar. Ama; pişmanlıkları bir işe yaramaz ve neticeyi değiştirmez. Aynen; Harzemşah, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin yıkılışlarında olduğu gibi!


Ekonomiye gelince: Tek kelimeyle rezalet! Model, daha fazla yolsuzluk üretiyors ve yağmacıları himaye ediyor.

Ekonomi, IMF ve Dünya Bankası’na; Dış siyaset, ABD’ye; İç siyaset, AB’ye, tam anlamıyla teslim edilmiştir.


Düşünüyorum: Vaktiyle niçin ve kimin için mücadele ettim? İçinde bulunduğunuz ve destek verdiğiniz bu mücadele, boşa mı gitti?

Bilenlerin ve düşünmesini bilenlerin; sahip oldukları bilgileri doğrultusunda, bir uyarları olmayacak mıdır?


Türkiye, bir müstemleke ülkesi ve Türk milleti de, bir müstemleke halkı mı olacaktır?


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Tedavi, Doğru teşhisle mümkün olur.

Sayın Mehmet TEZKAN
Sabah Gazetesi Yazarı
İstanbul 19 Kasım 2001

 
Sayın TEZKAN;

 
11 Kasım 2001 tarihli ve "Demirel: Resmi makamlar kamuoyunu yanıltmasın" başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Konuya girmezden önce dikkatlerinize ve bilgilerinize sunuyorum:

TBMM'sine sunulan 2002 yılı Bütçe taslağı, 98 katrilyon 71 trilyon lira büyüklüğündedir. Bütçe giderleri, şöyle tasarlanmıştır:

 
Personel giderleri 21.891 katrilyon lira.
Diğer cari giderler 7.792 katrilyon lira.
Yatırım harcamaları 5.736 katrilyon lira.
Sosyal güvenlik kuruluşlarına transfer 7.930 katrilyon lira
Diğer transferler 11.900 katrilyon lira.


Faiz ödemeleri 42.795 katrilyon lira.

Bütçe gelirleri 71.118 katrilyon lira.

Bütçe açığı 26.953 katrilyon lira.

 
Dikkat ediniz:

 
Devlet gelirlerinin yüzde 60'ı, personel giderlerinin iki katı, cari harcamaların 6 katı, yatırım harcamalarının 8.5 katı, sosyal güvenlik harcamalarının 6 katı, faize gitmektedir. Başka bir ifadeyle;

 
Faiz giderleri; personel, cari, yatırım, sosyal güvenlik harcamalarının toplamına eşittir.

 
Şimdi, bir mantık yürütelim:

 
Bir hayırsever çıksa ve Devletin personel, yatırım, cari, sosyal güvenlik harcamalarını üstlense; bütçe, yine açık verecektir.

 
Acı olan da şudur:

 
Türkiye'ye hayatiyet verecek 13,3 milyar dolarlık 50 büyük projeye 15 yıldan beri para bulunamazken; yalnız 2002 yılı bütçesinde, 30 milyar dolar faiz ödemesi öngörülmüştür.

 
Böyle bir bütçeden sorunlarını çözmüş ve büyüyen bir Türkiye çıkmayacağı gibi; bu bütçe, sosyal patlamaların habercisi olabilir.

 
Fiili gerçek bu olduğu halde; yine, hiç faydası olmayan tartışmalarla Türkiye, gündemini kaybetmiştir. Sosyal güvenlik harcamaları, Türkiye'nin bir numaralı gündemi haline gelmiştir. Erken emeklilik, Türkiye'yi tıkayan bir sebep gibi gösterilmektedir. Hatırlayınız:

 
1999 yılında emeklilik yaşının yükseltilmesi, çare olarak sunulmuştu.

 
Arşivlere bakınız:

 
Günün Maliye Bakanı Sümer Oral, 3 Temmuz 1999 tarihinde şu açıklamayı yapmıştı:


"Yaş düzeyinin, sosyal sigorta kara deliği üzerindeki etkisi, sadece yüzde 5'tir."


Ayni tarihlerde, konunun uzmanı Burhanettin Demircioğlu'nun ilginç bir açıklaması oldu:

 
"İş kazası sonucu iş göremez hale gelenlerin ortalama yaşı 37.


Çeşitli nedenlerle emekli olmaya hak kazanmadan ölenlerin ortalama yaşı 40.


Yani; emekli yaşı yüze de çıksa, bunlara maaş bağlama zorunlu."


Demircioğlu'nun o tarihlerdeki yaptığı araştırmalara göre toplam 2 milyon 800 bin olan emekli sayısının bir milyonu, bu şekilde emekli olmuş. Geriye kalan 1 milyon 800 bin kişi normal emekli olmuş.

 
Emeklilerin yaş profili ise, Demircioğlu'nun araştırmasına göre şöyledir:

 
39 yaş ve altı Yüzde 0.6


40-44 yaş arası Yüzde 7.


45-48 arası Yüzde 16.8


50-54 arası Yüzde 19.3


55-59 arası Yüzde 19.


60-64 arası Yüzde 17.


65 yaş ve üstü Yüzde 20.3

 
Sayın TEZKAN;

 
Türkiye'nin ekonomik ve sosyal gerçeklerinden habersiz kişiler, "Erken emekliliğinin müsebbibi Süleyman Demirel'dir." diyerek, gerçekleri saptırmak ve Türkiye'nin gündemini değiştirmek istemektedirler.

 
"İki çalışana bir emekli var." diyerek, ortalığı ayağa kaldıran kişiler;


İstihdamın niçin daraldığını,


Fabrikaların neden kapandığını,


Gelir dağılımının niçin bozulduğunu,


Tarım ve hayvancılığın niçin yere serildiğini,


RANT ekonomisinin niçin revaçta olduğunu, hiç konuşmamaktadırlar.

 
Hatta; lüzumsuz tartışmalarla, önemli konuları, halkın dikkatinden kaçırmaktadırlar.

Ne acıdır ki; bugün Türkiye, finans ve bankacılık kesimiyle, Türkiye'nin ekonomisine istek ve çıkarları doğrultusunda yön vermesini başaran ve idareleri baskı altında tutabilen 15-20 holdinge esir edilmiştir.

 
Bu esaret; Kur-Faiz makasında müthiş bir rant sistemi yaratmıştır. Haksız yere Türkiye, hiç ihtiyacı olmadığı halde, iç ve dış borç batağına saplanmıştır. DÖVİZ-FAİZ-BORSA üçgeninde oluşturulan spekülasyon ve maniplasyonlar, Türkiye'yi hedefinden uzaklaştırmış ve zora düşürmüştür.

 
Her ne hikmetse; bu önemli konuları hiç kimse konuşmamaktadır.

 
Türkiye, 20 yıldan beri yanlış ekonomi ve para politikaları ile idare edilmektedir.

Bu; bozuk, yanlış, kasıtlı ve yıkıcı idare yüzünden;

 
Spekülatörün adı, YATIRIMCI olmuş,


Tefecinin adı, TASARRUFÇU olmuş,


Ciddi yatırımcı ve müteşebbisin adı da, ÜÇKÂĞITÇIYA çıkmış.


Yani; "Sermaye" adı verilen paralı kesim, Türkiye ile istediği gibi oynamış ve Türkiye'nin varlığı üzerine bağdaş kurup, oturmuş.

 
Dolar ticareti, en büyük ve en verimli sektör haline gelmiş. Zavallı halk da, paralı kesimin dayatması sonucunda yaratılan bilinçli KRİZLERİN altında ezilmiş, kalmış!...Kısacası; parasal oyunların gözbağcılığı etkisi altında Türkiye; zaman ve kan kaybetmiş; çok değerli kaynaklarını, bir avuç insana kaptırmış....

 
Türkiye'yi idare etmesini başaramayanlar, kolay idare tarzını seçerek, başarısızlıklarına, daima mazeret aramışlardır. Sığındıkları mazeret de, sosyal güvenlik kuruluşları ve Süleyman Demirel'dir.

 
Yazarı, çizeri, iktisatçısı ve ekonomisti; fikir üretmek yerine, işin kolayına kaçmış ve olayları, his terazisinde tartarak, kamuoyunu yanıltma yolunu seçmiştir.

 
Sayın TEZKAN;

 
Sorunlar, hislerin tahtında gündeme getirilirse ve sempati ve antipati ölçüleri galip gelirse; hiç şüphesiz akıl, ilim ve mantık mağlûp olur.

 
Saygılarımla.

 
Ecz. Hüsnü Akıncı

 
Not:


Yardım almaya alışanlar; zamanla, buyruk almaya da
alışırlar. Atatürk, ne güzel söylemiş:

 
"Çalışmadan,
Yorulmadan,
Öğrenmeden rahat yaşama yolları aramayı itiyat haline getirmiş milletler;
evvelâ haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da, istiklâllerini
kaybetmeye mahkûm olurlar."

16 Kasım 2009 Pazartesi

Herkese görev düşer.

Sayın Mehmet Y. Yılmaz
Hürriyet Gazetesi Yazarı
14 Şubat 2008


Sayın Yılmaz;


13 Şubat 2008 tarihli ve "Aktif Muhalefetin Zamanıdır" başlığını taşıyan yazınızı okudum. Merak ediyorum:

Bu muhalefeti, kim veya kimler yapacak ve nasıl yapacaktır?

Konuya, 1957 yılındaki bir olayla hatıramla başlamak istiyorum:

Bir ikindi vakti ezan okunurken namaz kılmak için Şişli Camisi’ne girdim.



Caminin avlusu çok kalabalıktı. Bir bölümünde her hallerinden nüfuzlu ve varlıklı oldukları anlaşılan insanlar vardı. Aralarındaki günün şöhretli ve sempatik İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay'ı fark ettim. Hepsi, bir cenaze merasimi için gelmişlerdi. Cenaze Namazı kılınacağı zaman imam, adeta onları işaret ederek, "Siz de gelin!" manasına gelecek şekilde elini salladı. Hakikaten onlar da saf tutup, cenaze namazına iştirak ettiler. Namaz kılındıktan sonra imam, çok uzun ve etkili bir konuşma yaptı. Konuşmasının bir bölümünde şu sözleri söyledi:


"Bugün müslümanlığın sadece resmiyeti kalmıştır. Özü, unutulmuştur. Toplumu yücelten ve insanları birbirine bağlayan sosyal emirleri, yok farz edilmiştir. Örnek, cenaze namazıdır. Getirir ölüsünü camiye, musalla taşına koyar. Kendisi, elinde şapkası, duvarın dibine çekilir ve beklemeye başlar. Neyi bekler? Camiden çıkacak Müslümanların fukarasını; gelsinler de, cenaze namazını kılsınlar diye!...Azizim, inanmadınsa, niye getirirsin? İnandınsa; sen, niye kılmazsın?"


Şimdi, gelelim günümüze: demokrasi, insan zekâsının bugüne kadar bulabildiği en iyi idare tarzıdır. Ama; bunun şartı, istisnasız herkesin demokrasiyi benimsemesi ve üzerine düşen görevleri, eksiksiz bir şekilde yerine getirmesidir. Her kurum ve kuruluş ve de her fert, gerçek bir demokrasinin yaşatılması için HAK ve VAZİFE hususunda üzerine düşeni yapmak zorundadır. Bu yapılmadığı takdirde, demokrasi adı altında ACI BİR ESARETE mahkûmiyet, kesindir. Ülkemizdeki duruma bir bakalım: 12 Eylül 1980'den beri ülkemizde hüküm süren demokrasi, göstermelik ve halkı, sistemin dışına iten AZICIK DEMOKRASİDİR. Ki; bunun sınırı da, emperyalizm tarafından çizilmiştir. Bu göstermelik model, siyasi parti liderlerini DİKTATÖR, milletvekillerini de EMİRERİ konumuna getirmiştir. Gerçekleri ifade etmekten, kimse çekinmemelidir. Bu gerçek, kişisel görüş ve kabullenişim değildir. İşte, örnek: 80'li yılların ortalarında Güneri Civaoğlu, milletvekillerinin konumunu tarif ederken defalarca "KOL KALDIRMA MAKİNESİNİN AĞIRİŞÇİLERİ" ifadesini kullanmıştır ve kimse, sesini çıkarmamıştır. Gazeteler yazdı: 2002 yılında Meclis kulisinde bir MHP milletvekili, durumlarını açıklarken "İşte, 5 dudak arasına hapsedilmiş 550 tutsak" ifadesini kullanmıştır ve yine, hiç kimseden tepki gelmemiştir. Etrafımı yokluyorum ve çeşitli kişilere soruyorum: "Ne yapılması lâzımdır?” Aldığım cevap, hemen, hemen aynıdır: "Ne yapabiliriz ki? Böyle gelmiş, böyle gider!". Araştırmayı derinleştiriyorum ve varlıklı kesime soruyorum: "Ülkeyi mi çok seviyorsunuz, parayı mı çok seviyorsunuz?". Aldığım cevaplar, şaşırtıcıdır: "Biz, işimize bakarız; ülkeyi idare edenlerin işlerine karışmayız!". Yani; kimse, oyunun takipçisi değil!..4 veya 5 senede bir sandık başına giderek, liderlerin tanzim ettikleri listelere oy vermeyi, yeterli buluyor. Geniş halk kitleleri de, müslümanların fukarasından oluştuğuna göre; Şişli Cami’sindeki imamın sözleri, haklılık kazanmıyor mu?


Sayın Yılmaz;


Gerçek demokrasinin şartları bellidir: Hür ve serbest Seçim. Hür Parlamento. Bağımsız Yargı. Hür Üniversite. Hür, Serbest ve Bağımsız Basın. Bu çerçevede düşünecek olursak; “Acaba biz, neredeyiz?" diye sorarsak, nasıl bir cevap alırız? Basın şartına bakalım: Bugün ülkemizde, gerçek demokrasinin vazgeçilmez şartı ve teminatı olan HÜR bir MEDYAMIZ var mıdır? İktidarların veya etkili çevrelerin baskısını bir tarafa bırakıyorum; medyamız, acaba, kendi içinde HÜR ve SERBEST midir? Medya patronlarının baskısı yok mudur? Medya patronlarının üzerinde, iktidar baskısı yok mudur? Medyanın faaliyetleri, ne kadar bir vatani gerekçeye ve hizmet arzusuna dayanmaktadır? 6 yıldan beri medyamız, iktidarı bir tarafa bırakarak, devamlı surette muhalefeti eleştirmiyor mu? Büyük medyanın ve yandaş medyanın paylaşım kavgası ve reklâm pastasından pay kapma yarışı içinde olduğu ve küçük medyanın tehdit altında bulunduğu gerçek değil midir? Varlıklı kesimin hedefi ve değer verdiği, sadece ve sadece PARANIN ÜSTÜNDEKİ YAZI değil midir? Bu şartlar altında Aktif muhalefeti, hocanın dediği gibi, fukaralar mı yapacaktır? Lütfen, elinizden geldiğince, herkesi göreve davet ve teşvik ediniz!


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı