11 Kasım 2009 Çarşamba

Türkiye'nin Zorlukları.

Sayın Cengiz ÇANDAR
Referans, Radikal, Hürriye
Gazeteleri yazarı 11 Kasım 2009


Ayın ÇANDAR;


11 Kasım 2009 tarihli ve “Kaçıp giden şapka; idama kalkan parmak” başlığını taşıyan yazınızı okudum.
Demirel’e beslediğiniz husumetin ve gösterdiğiniz düşmanlığın itirafı ve tekrarından ibaret olan bu yazınızı, Türkiye’nin siyasî ve iktisadî tarihini iyi bilmeyenler ve meydana gelen husumetlerin odaklarını iyi anlayamayanlar, doğru kabul edebilirler ve hatta sizi, demokrat zannedebilirler.
Mutlak ve doğru olan husus da şudur:


1- Yüklendiğiniz ve kamuoyunca iyi bilinmeyen misyonunuz gereği Demirel aleyhinde yazdıklarınızın doğru olmadığını, siz de çok iyi bilmektesiniz. Bilmezseniz, zaten aptal olarak kabul edilirsiniz. Ki; aptal olmadığınıza, her şeyi değerlendirecek derecede “kıvırcık bir zekâya”sahip olduğunuza şehadet ederim.

2- Demirel, hiçbir zaman darbeci olmamıştır ve militarist bir oluşumu kabullenmemiştir.

3- Ülkeyi 12 Mart 1971 müdahalesine ve 12 Eylül 1980 İhtilâli’ne götüren kargaşa ortamını, bilinçli ve programlı olarak ABD yaratmıştır. Bu ortamı yaratırken, CIA ajanları ile işbirliği yapan yerli destekçilerini ve onların kullandığı heyecanları yüksek samimi gençleri bulmakta zorlanmamıştır. Bu gerçeği de, o günlerde meydana gelen provokasyonların, tertiplerin içinde yer aldığınız için, en iyi siz bilmektesiniz. Kanıtım da vardır. İşte kanıtım:


Hasan Cemâl’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” adlı kitabındaki şu ifadeleridir:


"Tek amacımız: ASKERİ KIŞKIRTMAK….


Hatırlıyor musun o günü? 1970 sonu, 1971 başı olmalı. Ankara'nın göbeğinde, Sıhhiyeye'deki ANKARA ORDUEVİ'nin önünde patlayacaktı bombalar…İki yandan iki bomba!..


Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi'nin bahçesindeki miting bittikten sonra gençler, yürüyüşe geçecekti. Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da. Biri, Ankara Sineması'nın oralardan; öbürü, tam aksi istikametten, Mithatpaşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı'nın kesiştiği noktadaki Yüksel Palas'ın bulunduğu köşeden. Şimdi, orası da orduevi. bombaların hedefi, toplum polisiydi. Patlamalarla birlikte sloganlar, tam orduevinin önünde atılacaktı:


"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

"ORDU GENÇLİK EL ELE, MİLLÎ CEPHEDE!"

Bir tek amacımız vardı:


ASKERİ KIŞKIRTMAK…Darbe süreci, bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hazırlanacaktı. Ve devrime giden yola çıkacaktık. Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için.


Yani, hedefe varmanın yolu, gerektiğinde insan hayatını hiçe saymaktan geçiyordu. Gaye için her yol MÜBAH…"


Hasan Cemâl, bir önemli konuyu daha yazmıştır. O da, şudur:


"MUSTAFA KUSEYRİ'NİN ÖLÜMÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN?


1970 baharıydı. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. "Faşistler, Mustafa Kuseyri'yi öldürdü!". Koşa, koşa dergiye geldim. Adakale Sokak'taki DEVRİM BÜROSUNA. Doğan Bey (Avcıoğlu), her zamanki gibi kesif sigara dumanlı küçük odasında çalışıyordu. Ağzının bir kenarında hiç eksik olmayan Samsun cigarasını tüttürürken:

"Bak Hasan!" dedi gözlüklerinin üstünden bakarak, "KUSEYRİ'Yİ FAŞİSTLER ÖLDÜRMEDİ. Bir arkadaşı kazayla vurmuş.."


Bir dolmuşa atlayıp Cebeci'ye, Siyasal Bilgiler'in yanındaki Basın-Yayın'a gittim. Dışarıda öğrenciler, "KAHROLSUN FAŞİSTLER!" diye slogan atıyordu. Olay, akşam olmuştu. Kusyri, tabancayla Rus ruleti oynarken, yakın arkadaşı Nejat Arun tarafından kaza kurşunu sonucu vurulmuştu. Nejat'ın kaçarken bıraktığı kanlı el izlerini silenler arasında, o zamanlar Doğu Perinçek'in "Beyaz" Aydınlıkçı ya da Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarında yer alan CENGİZ ÇANDAR da vardı.


Ve olay örtbas edildi. Hemen ertesi gün Ankara'da, "ANAYASA'YA SAYGI" yürüyüşleri düzenlendi:


FAŞİZMİ TELİN İÇİN!"


4- 12 Mart Muhtırası Meclis’te okunduğu zaman hiçbir siyasî partinin lideri muhtıraya karşı çıkmamış ve Demirel, yalnız bırakılmıştır. Bunun için de şu örneği verebilirim:


Kurtul Altuğ, Erol Mütercimler’in hazırlayıp sunduğu bir televizyon programında, sorulan “İsmet Paşa, 12 Mart Muhtırasına niçin karşı çıkmamıştır?” sorusuna, şu cevabı vermiştir:


“12 Mart Muhtırası’nı, Ali İhsan Göğüş’le birlikte dinledik ve hemen İsmet Paşa’nın yanına gittik. İsmet paşa gayet hiddetliydi ve “Meclis oturumu açılır açılmaz, günden dışı söz alarak, bu Muhtırayı reddedeceğim” demişti. Hep birlikte Meclis’e gittik. Oturum başladı ve fakat İsmet Paşa, söz almadı ve Muhtıra’ya karşı çıkmadı. Akşam evde niçin tavır değiştirdiğini sorunca İsmet Paşa, “VEHBİ KOÇ TELEFON ETTİ ve MUHTIRA’ya KARŞI ÇIKMAMAMI SÖYLEDİ.” cevabını verdi.”


5- Bir örnek daha vermek zorundayım:


1973 Şubat başları… Komutanlar, Demirel’le görüşmek istiyorlardı. Fakat Demirel, gelen bütün teklifleri reddediyor ve “Komutanların bir diyecekleri varsa, Hükümet vasıtasıyla bana iletebilirler.” diyordu ve Parti başkanları ile yapılan hiçbir toplantıya katılmıyordu.


21 Şubat 1973 günü Genelkurmay Genel Sekreterliği tarafından bir bildiri yayınlandı. Aslında bu, bir muhtıraydı… Bildiride şu çarpıcı ifadeler yer almıştı:


“…Bu amaçla davet olunan bütün parti ve grup liderleri bu görüşmelere büyük bir içtenlikle katılmışlardır. Yalnız Adâlet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, KENDİNE ÖZGÜ NEDENLERLE yapılan davetlere icabet etmekten kaçınmıştır.


Keyfiyet, kamuoyuna saygıyla duyurulur.”


6- Gelişen bütün bu olaylara rağmen Demirel, hata yapanları eleştirmiş ve onlara karşı net tavır takınmıştır. Ama; milletin gözbebeği konumunda olan Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne asla ve asla toz kondurmamıştır. Zîra; kurum olarak yıpratıldığı takdirde, Türkiye’nin çok şey kaybedeceğinin idraki içinde olmuştur ve etrafına da, bu doğrultuda telkinde bulunmuştur.


Yaşanan ve bilinen bu olaylar karşısında hangi akla hizmet ederek Demirel’i, anti demokrat ve militarist olarak itham etmektesiniz?


7- Demirel’in kusurları, hataları ve yanılgıları yok mudur? Elbette vardır. En büyük hata, kusur ve yanılgısı, günün SOVYETLER BİRLİĞİ ile ilki Şubat 1967’de, ikincisi 12 Aralık 1976’da takriben 20 büyük projeyi kapsayan önemli iki EKONOMİK VE TEKNİK İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASI yapmasıdır. Şayet bu anlaşmalar yapılmasaydı ve 12 Eylül 1980’den sonrasında olduğu gibi dış politika ABD’ye, iç politika AB’ye, ekonomi de IMF ve Dünya Bankası’na endekslenmiş olsaydı, Türkiye anarşi, terör ve kaos ortamlarına sürüklenmezdi. Bu da, size ve 68 Kuşağı adı verilen oluşumda yer alan bazı sivri zekâlılara rol verilemeyeceği anlamına gelirdi.


8- Güneri Civaoğlu’nun yazısından örnek verdiğiniz için, ben de Güneri Civaoğlu’nun “12 Mart 1978 tarihli ve 12 MART VE AP-DEMİREL” başlığını taşıyan yazısın, bilgilerinize sunacağım. İşte, Güneri Civaoğlu’nun yazısı:


“12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 7 yıl geçmiş bulunuyor. Aradan geçen süre, olayın serinkanlı ve akılcı değerlendirmelerinin yapılmasına imkân vermiştir. O değerlendirmeler özellikle Türkiye’yi 12 Mart olayına getiren faktörler öne sürülürken, aslında, AP döneminin bir çeşit ibrası -aklanması- ortaya konmaktadır. AP’ye ve bu partinin başkanına yöneltilmiş suçlamaların tutarsızlığı, çok çarpıcı çizgilerle belirmektedir. Şöyle ki:


12 Mart için dört ana sebep sıralanmıştır. Bunlardan ilk ikisi ABD’nin 1965-1971 Türkiye’si iktidarını değerlendiriş tarzıdır. Ve Washington’un değerlendirmeleri üzerine yazılanlar doğru ise; Türkiye, 1965-1971 döneminde BAĞIMSIZ, ONURLU, KİŞİLİĞİ OLAN bir Dış Politikanın, kendi kendine ayakta kalabilir bir ekonominin sınırına dayanan gelişmeler, sıçramalar yapmıştır.


12 Mart’ta CIA varsa, 12 Mart’ta ABD varsa; bu, 65-71 döneminde Türkiye’nin gerçekleştirdiği sıçramalardan, gelişmelerden, vardığı ve dayandığı dış politika ve ekonomi düzeyi sınırına duyulan rahatsızlıklardandır. O zaman “ABD’nin adamı Morrison Süleyman” ya da “bağımlı dış politika” gibi çirkin ve ağır suçlamalar, boşlukta kalmıyor mu?


Gerçekten 1965-1971 arasındaki dönemin dış siyaset ve ekonomik gelişmeleri incelendiğinde, ilgi çekici bir AP iktidarı ve bir Başbakan DEMİREL imajı çizilmektedir. İşte, çarpıcı vaziyet alışlar:


* U-2 uçaklarının Sovyetler Birliği semalarında gözlem uçuşları yapmalarına izin verilmeyişi.

* Ortadoğu karıştığında, daha önceki uygulamaların tersine, İncirlik Üssü’nün, olaylara müdahale için ABD uçakları tarafından kullandırılmayışı.

* Üç yıl süren yoğun bir çalışmayla Türkiye-ABD arasındaki bütün ikili anlaşmaların bir bütün haline getirilişi. Böylece, dağınık ve kimsenin haberi olmayan metinlerle keyfi uygulamalara son veriliş.

* Arap-İsrail anlaşmazlığında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD ve bütün Batı blokuna rağmen, ARAP tezinin yanında yeralış.

* Ekonomide, iktisadî büyüme amacını, hürriyetler içinde sosyal adâlete dayandırarak, bütün dış kaynaklardan yararlanılması. Bu arada, Sovyetler Birliği teknolojisi ve sermayesinden de yararlanılarak, Anadolu’da 7 büyük projenin uygulama alanına konuluşu.


Eğer, 12 Mart’ta ABD’nin Ankara’daki bu vaziyet alışlardan rahatsızlığı varsa, o rahatsızlıklar, aynı zamanda bağımlı değil, milliyetçi, kişilik sahibi bir politikanın işaretleridir.


Aynı yargı, AP iktidarının haşhaş konusunda, ABD baskılarına karşı direnişi için de söz konusudur. Nixon, seçim şansını bir ölçüde, ABD gençliğini uyuşturucu maddeden kurtarma mücadelesine oturtmuştu. O yüzden, Türkiye üzerinde yoğun baskılar vardı, haşhaş ekiminin durdurulması için. Ve DEMİREL, o baskıları güçlükle fakat, inançla göğüslüyordu. Hatta bir defasında, ABD Büyükelçisi’ne kapıyı gösterecek kadar.


Ünlü Daily Telegraph Gazetesi’nin bir Pazar ekinde CIA’nın ihtilâlleri arasında 12 Mart da sayılmıştır. Eğer o iddia doğruysa, sanıyoruz bu 65-71 dönemi ile bağımlılık iddialarına karşı bir aklanma “İBRA” dır.”



Sayın ÇANDAR;


Hiç kimseyi kandırmaya, aldatmaya ve yanlış yönlendirmeye tevessül etmeyiniz. Bir gün, her olayın içyüzü anlaşılacak ve kimlerin, neyi, nasıl ve niçin yaptıkları bilinecektir. Hele; faaliyetlerini vatanî bir gerekçeye ve hizmet arzusuna dayandırmayan ve de yabancılara, yabancı ideolojilere hizmeti gaye edinen misyonerlerin maskeleri, muhakkak surette yere düşecektir.


Bu yazdıklarıma bir itirazınız olacaksa; sizinle, her yerde, her şekilde ve her zaman tartışmaya hazırım. Program yaptığınız televizyona da davet edebilirsiniz.


Türkiye’nin zorda olduğunu biliyorum. Ama bu zorluklar, eninde sonunda aşılacak ve Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, üniter yapısını bozmak isteyenlerin yüzleri kararacaktır.


Erhan Göksel’in şu sözleri, kulağınızın küpesi olmalıdır:


“Bugün ülke içindeki yaşadığımız SİYASAL sorunlar, ULUSAL GÜÇLERLE, onlara KARŞI OLANLARIN mücadelesi değil; ‘ULUSLARARASI GÜÇ ODAKLARININ Türkiye üzerindeki PLÂNLARININ’ bir sonucudur. Özetle; Türkiye ile ilgili gerek ÜLKİÇİNDE, ve  gerekse ÜLKE DIŞINDA aklınıza gelebilecek her türlü SİYASAL MÜCADELE, SORUN ve ÇATIŞMA, ne yazık ki; aslî olarak TÜRKİYE’nin iç siyasetinden değil, dış güçlerin TÜRKİYE HESAPLARINDAN kaynaklanmaktadır.”


Saygılarımla.


Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: