16 Ağustos 2009 Pazar

Demokrasiyi ortadan kaldıranlar.

Sayın Hasan Celâl GÜZEL
Radikal Gazetesi Yazarı
Ankara 16 Ağustos 2009



Sayın GÜZEL;


16 Ağustos 2009 tarihli ve “Kürt Gardaşım” başlığını taşıyan yazınızı okudum.

Belirttiğiniz gibi ülkemizde; bir Türk-Kürt sorunu yoktur, başkalarının, Türkiye’yi bölmek, iç çatışmaya sürüklemek ve zora sokmak için hedefleri, projeleri ve kışkırtmaları vardır.

Ne var ki; CÂH HIRSLARI galip bazı SİYASET ADAMLARI ile paranın üstündeki yazıdan başka değer ve hedef tanımayan BAZI İŞADAMLARI ve köşe kapmak için yarışan kimi gafil, kimi hain KÖŞE YAZARLAR, kişisel çıkarları ve ikballeri uğruna, başkalarının yaktıkları ateşi körüklemektedirler.

Aklıselim sahibi gibi gözüken siz ve sizin gibi düşünen yazarlar, fikir adamları, 12 Eylül 1980 olayına odaklandığınız ve bu olayın analizini iyi yapamadığınız için; Türkiye’de bir TÜRK-KÜRT ÇATIŞMASI çıkartarak, Türkiye’yi bölmek isteyenlerin gerçek niyetlerini, hiçbir zaman kamuoyunun dikkatine sunmadınız.

“DEMOKRASİ” sözcüğünü dilinizden düşürmediniz. Ama, 12 Eylül idaresinin ürünü olmayan ve demokrasinin gerçek ruhuna taban tabana zıt olan “Siyasi Partiler ve Seçim Kanunları” ile lider diktatörlüğüne dayalı sistemi, hiç eleştirmediniz ve halkı bilgilendirmediniz.

Bilmem ki; bu vebalin yükünü taşıyabilecek misiniz? Manevî vücudunuzun kamburlaşmasını önleyebilecek misiniz?

Sözü, uzatmak istemiyorum; ekte, Başbakan Erdoğan’a yazdığım 14 Ağustos 2009 tarihli mektubumun suretini, tekrar bilgilerinize ve tetkiklerinize sunuyorum:




“Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN
Başbakan
Ankara 14 Ağustos 2009



Sayın BAŞBAKAN;

Partinizin kuruluşunun 8.ci yılı münasebetiyle İl Başkanlarına yaptığınız konuşmanızı dikkatle dinledim. Konuşmanızın bir bölümünde, sert bir üslûpla kullandığınız;
“Türkiye tam 25 yıldır nice canlara mal olan, gencecik delikanlılarımızı yutan terör belasına bir çözüm bulabilseydi, önlemlerini alabilseydi bugün çok farklı bir yerde olacaktık.
Enerjimizi bu meseleye harcadık, kaynaklarımızı, birikimlerimizi bu meseleye harcadık. 25 yıl boyunca Türkiye hem milli hem uluslararası bir mesele olarak, bu meseleye kaynaklarını heba etti.
Şimdi diyoruz ki Türkiye bu meseleyi çözüme kavuşturulmalı. Lütfen partimizin şu programını bir okuyun. Programda bu bölümü göreceksiniz. Biz partimizi kurarken bunu belirledik ve çözüm sinyallerini orada verdik. Adına ister Güneydoğu, ister Doğu, ister Kürt sorunu deyin bu bir sorundur diye o zaman da koyduk.” İfadeleriniz düşündürücüdür. Sebebine gelince:
Bugünlerde Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline gelen ve “Kürt Açılımı” adı verilen oluşumun ne olduğu kamuoyunca bilinmemektedir. Basında ve televizyonlarda yapılan tartışmalarda da, net ve geçerli bir formül ortaya konmamaktadır. Yerden yere vurduğunuz Muhalefet Partileri de, “Bizim önümüze konmuş bir formül, proje yoktur.” ifadelerini kullanmaktadırlar. Bu durumda, Partinizin fanatik taraftarları dışındaki bütün vatandaşların zihinleri karışmış ve herkes, gelişmeleri merakla izlemektedir. Türkiye’nin ve dünyanın siyasî tarihini iyi bilen vatandaşlar ise; gelişmeleri, endişe ile izlemektedirler. Endişe duyanların haklı sebepleri de vardır. Şöyle ki;
Bir defa dökülen kanda ve meydana getirilen terörde, Türkiye’nin bir kusuru yoktur. Kürt meselesi, bizim dışımızda ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’in, müştereken ve plânlı olarak yarattıkları bir meselesir.

Evet, ABD’nin stratejik ortağımız olduğu kesindir. Merak edilen; bu ortaklıkta ağırlıklı olarak hangi ülkenin çıkarları söz konusudur? Sorum, kimseyi şaşırtmamalıdır. Sebebine gelince:

ABD Dışişleri Bakanı Hilary CLİNTON, sizinle ve ilgili birimlerle yaptığı görüşmelerden sonra basına yaptığı açıklamasında, “PKK ile mücadeleyi görüştük. Türkiye’nin demokrasisinden ve etnik yapısından bahsettik. Başkan OBAMA, Türkiye’nin yardımı ile dünyayı değiştirecek.” sözlerini söylemiştir.

ABD dışişleri Bakanının bu açıklaması, zihinleri karıştırmış ve tereddütler yaratmıştır.

Türkiye’nin demokrasisi ve etnik yapısı, Amerika’yı niçin ilgilendirmektedir? Ve OBAMA, dünyayı nasıl ve hangi istikamette değiştirecektir ve ABD’nin hedefi nedir? Bu hedefte; Irak’ın, Şİİ BÖLGESİ, SÜNNİ BÖLGESİ ve KÜRT BÖLGESİ olmak üzere üç parçaya bölünmesi mi vardır?

CLİNTON’ın, “Türkiye’nin demokrasisinden ve etnik yapısından bahsettik.” sözleri, ne anlama gelmektedir? Türkiye’ye, bir federasyon oluşturulması veya bir Kürt Devletinin kurulması mı önerilmektedir?

Meramımı daha iyi anlatmak için geçmişten bazı örnekler vermek istiyorum. Şöyle ki;

1-Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarına itirazı olduğu gerekçesiyle ABD, LOZAN ANTLAŞMASI’nı onaylamamıştır.

2-Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur, 13 Nisan 1995 tarihli yazısının bir bölümünde şunları yazmıştır:

“Geçenlerde Akademi üyelerinden emekli Büyükelçi Sayın Oğuz Gökmen’in bir yazısını okuyorduk.

Oğuz Gökmen, eski, dağınık, perişan bir dosyadan söz ediyordu. Dosyada, şimdi KUZEY IRAK denilen yörelerin, Birinci Cihan Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonraki hazin, elemli hikâyesi var…

Dosyada bir fotoğraf…Lozan’da İsmet Paşa ve İngiltere’nin baş delegesi Lord Curzon…

Misak-ı Millî sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’ün âkibeti, iki ülkenin, Cemiyet-i Akvam gözetiminde yapılacak görüşmelere bırakılmış.

Yerli halk, Türkiye diyor; İngiltere, diretiyor. Türkiye plebisit, halk oylaması istiyor; İngilizler, “Buranın halkı cahildir.” diye karşı çıkıyor ve Nasturi İsyanı başlıyor. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Nasturilerin isyanı kısa sürede bastırılıyor….

Yıllarca süren savaştan sonra, yeni Türk Devletini kuranlardan Musul ve Kerkük’ü almak için direnen İngilizler, yeni bir isyan hazırlığına giriyorlar.

Oğuz Gökmen’in anlattığına göre,
“CERİDE D’ORİENT” Kulübünde iki kişi bezik oynamaktadırlar. Biri, Türkiye’nin Başbakanı Fethi Okyar, diğeri de İngiltere Büyükelçisi Lindsay’dır.

İngiliz büyükelçisi bir ara iskambil kâğıtlarını bırakıp, Türkiye Başbakanına hayırlı önerilerde bulunuyor:

“Ekselans; bırakınız artık şu MUSUL ve KERKÜK hayallerini, bakın başınıza ne belâlar geliyor.”

İngiliz elçisi gelen belâları hatırlatırken, gelecek belâların müjdesini de verir:

“Bu işin peşini bırakırsanız, Musul Petrollerinden size pay veririz, limanlarınızın yapımı için kredi açarız.”

İngiliz Elçisi, baklayı ağzından çıkarır:

“Üstelik; bir daha ülkenizde zinhar bir KÜRT İSYANI çıkmayacağını taahhüt ederiz.”

Fethi Okyar, İngilizin bamteline basar:

“Ama sizin, Irak üzerindeki MANDA SÜRENİZ bitmek üzere…”

Ne gam! Emperyalizmin oyunu biter mi?

“Tasanız o olsun; biz, o süreyi hemen uzatırız.”

Sonra ne mi oldu?

Şeyh Sait İsyanı başlar; genç Türkiye Cumhuriyeti bu isyanı bastırır. Ama, MUSUL ve KERKÜK de gider.

İngiliz elçisinin dediği çıkmıştır.”

3-Güneri Civaoğlu’nun 2 Şubat 1991 tarihli ve “İKİ YARBAY” başlığını taşıyan yazısından bir bölüm şöyledir:

Hyati Regeny Otelinin 11. katında bir dairede, ABD Kuvvetleri Ordu Sözcülüğü Merkezinde Amerikalı yarbayın sözleri…

Amerikalı yarbayla duvara asılı dev Ortadoğu haritasının önündeyiz.

Sağ elinin avuç içini Musul/Kerkük vilâyeti olan geniş alanda gezdiriyor. Ve sakin bir sesle kelimeleri, tane tane seçerek anlatıyor:

“İşte KÜRT DEVLETİ burada kurulur. Savaş bitecek, Saddam çökmüş olacak. Bu yörede devlet kalmayacak. Devlet otoritesinden yoksun bir boşluk doğacak. Kürtler, bir devlet kurarak, buradaki boşluğu dolduracaklar. BELKİ, TÜRKİYE’DEN DE TOPRAK İSTERLER.

Ona, anımsatıyorum:

“Türkiye, bunu kabul etmeyeceğini açıklamış bulunuyor.”

Amerikalı Yarbay, “O ZAMAN ÇARPIŞACAKSINIZ!” diyor.

Soruyorum:

“Türkiye’nin düzenli orduları, silâhları, topları, zırhlıları, tankları, uçakları, füzeleri var. Böyle büyük bir güce nasıl karşı koyarlar? Hem gerek Suriye, gerek İran, Irak’ın toprak bütünlüğü için açık tavır koymuş bulunuyorlar. Onların da bölgede bir Kürt devleti oluşmasına göz yumacaklarına, nasıl ihtimal veriyorsunuz?”

Amerikalı Yarbayın verdiği yanıt, düşündürücüdür:

“Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin de yakında, çok silâhları olacaktır. Saddam’ın bıraktığı silâhlar, onlara kalıyor. Belki Türkiye’de sizinkilerden bile ileri silâhları olacak. Uçakları, tankları, füzeleri, zırhlıları, helikopterleri, havaalanları, vs. gibi”

Sayın BAŞBAKAN;

İnsanlar unutabilirler. Ama; Devletlerin hafızalarının güçlü olması gerekir.

Görülmektedir ki; vaktiyle varsayım olarak değerlendirilen olaylar, bugün gerçekleşmiştir. Amerikalı Yarbayın söylediklerinin önemli bir kısmı da gerçekleşmiştir. Bundan sonra nelerin olacağını, sorumlu mevkilerde bulunanlar daha iyi bilirler. Merak ediyorum:
Türkiye’nin meselelerini dikkatli ve yakından takip eden bir vatandaş size, yukarıda bahsettiğim olaylarla bağlantılı sorular sorsa; acaba, cevabınız ne olurdu? Zorlanmaz mıydınız?

Bu sebeplerden dolayı önemli mevkilerde görev yapan DEVLET ve SİYASET adamlarının; hislere hitap etmekten ziyade, “Her makamın bir sözü ve her sözün bir makamı vardır.” gerçeğini, akıldan çıkarmamaları gerekir.

Hedefleri ve sorunları büyük olan Türkiye’de görev üstlenenlerin; Türkiye’yi ve Türk milletini iyi tanımaları, tarih ve coğrafya bilmeleri, dünya siyasî tarihini irdelemesini başarmaları ve dünya coğrafyasında Türkiye’nin konumunun önemini iyi anlamaları şarttır.

Aksi halde DEVLET, iddiasını ve hedeflerini kaybeder. Hüner; DEVLETİ, kurallarına göre işleterek, milleti topyekûn bir büyük hedefe yönlendirebilmektir. Önemli meselelerin parti kongrelerine ve meydanlara taşınması, gelecekte iktidarınızı zora sokacağı gibi, Türkiye’yi de zora sokar ve ağır baskılar altında bırakır. Zira; Türkiye, bu bölgede yalnız değildir ve her zaman İÇ ve DIŞ HUSUMETLERE maruz kalmıştır ve kalacaktır. Bu da, gayet normaldir. Zira; bölgemizde, ABD’nin büyük hedefleri vardır.

Türkiye’nin geleceği ile ilgili çok önemli bir konuyu, iç siyaset zeminine taşıdığınız için; demokratik haklarımı kullanarak, bu konu hakkındaki duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.”


Sayın GÜZEL;

Beni, gayet iyi tanırsınız; sizler, Kenan Evren’le Turgut Özal’a teslimiyet arz ederken ben, yaptıkları yanlışlar sebebiyle kendilerini, seri mektuplarımla uyarıp eleştiriyordum. Kenan Evren’e yaptığım en büyük ve en sert eleştirim; halkı sistemin dışına iterek, ikinci seçmen konumuna düşüren ve siyasî ihtirası galip Turgut Özal’ı seçilmiş diktatör konumuna getiren SEÇİM KANUNU’NU, sabaha karşı saat 3’te, Huber Köşkü’nde imzalaması sebebiyle olmuştur. Haklıydım da. Zira; demokrasi, asıl o gün rafa kaldırılmıştı. Geldiğimiz nokta da bellidir ve bilinmektedir: Türkiye, düzgün ve gerçek demokrasinin ruhuna uygun seçimler yapamadığı için, dâimâ, bunalıma sürüklenmiştir ve bugün de bunalımdadır.

Yazdım ve cevabınızı bekliyorum. Arzu ettiğiniz takdirde; seçeceğiniz bir televizyon kanalında ve halkın huzurunda, bu konuları; askerî, siyasî ve iktisadî açıdan tartışmaya hazırım.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı.

Hiç yorum yok: