25 Aralık 2009 Cuma

İslâm Dini, evrensel bir Din'dir.

Sayın Tevfik DİKER
19-20.ci dönem Milletvekili
Ankara 25 Aralık 2009


Kıymetli Tevfik Bey;

Tanzimat'a kadar okullarda, Arapça ve Türkçe birlikte öğretiliyordu. Eğitim kurumları yaygın olmadığı için, eğitim kurumları dışında, çocukluktan itibaren halka sâdece Kur'an'ın Arapça metninden okuması öğretiliyordu. Okuma-Yazma oranının çok düşük olduğu bu dönemde, hemen hemen, herkes, Kur'an'ı okuyabiliyordu. Fakat, Arapça bilmediği için herkes, Ku'an'ın mânâsından habersizdi. Bu sebeple de, 2-3 asırdan beri büyük kitap Kur'an, mezarlık kitabı yapılarak, sâdece ölülere ve belirli günlerde (Cuma akşamları) okunan bir kitap haline geldi. Yani; kitleler, metnini anlamadıkları kitabı okuyarak, âdet halinde, dededen, nineden gördükleri şekildeki bir Müslümanlığın izinden yürüdüler ve sâdece, kürsülerde vazeden hocaların, minberde hutbe okuyan hatiplerin söylediklerine göre günlük hayatlarını devam ettirdiler.

Tabii, Hocalar ve Hatiplerin çoğu da Arapça bilmedikleri için 7-8 asır öncesi yapılan içtihatlara göre dini öğretmeye çalıştılar. Hz. Peygamberimizin, nübüvvet kuvvetiyle 23 yılda öğrettiği bir dini, mahallenin imamı veya hatibi, 3-4 ayda dini öğrettiğini zannetti. Bu sebeple de, İRTİCA ve TAASSUP, ortalığı kasıp, kavurduğu gibi; kitleleri, gerçek İslâm'dan uzaklaştırdı. Fenne, ilme ve sanayideki gelişmelere sırt çevrildi. Öylesine ki; "Gâvur icadıdır" diye, fennî gelişmeler reddedildi; mucitlere, zındık gözü ile bakıldı. Kısacası; toplum, her alanda geri kaldı.

Tanzimatçı akımın öncüleri, İslâm Dini'ni iyi bilmedikleri ve bilenleri de dışladıkları için, "Din, ilerlemeye mânidir." görüş ve kabullenişi ile okulların ayrılmasını uygun bularak, idareleri etkilediler ve fen bilimleri öğreten okullarla, sadece din bilimleri okutan okulları, “Medreseleri” kurdular. Öyle bir yola girildi ki; medreselerde sâdece, eski içtihatlara dayalı din bilimleri okutularak, fen bilimleri dışlandı. Fen okullarında ise; sâdece fen bilimleri okutularak, din bilimleri dışlandı.

Bu eğitim sistemi, din biliminden habersiz fencilerle, fen biliminden habersiz dincileri, karşı karşıya getirdi. Dolayısı ile bu zıtlaşma, topluma da yansıdı. Geniş halk kitleleri, sâdece cami imamının veya hatibin sözlerini doğru kabul ettiği için, fen bilimleri sahiplerini dışladı. Fen bilimleri tahsili yapanlar da, dindarlara “İrticacı” gözü ile bakarak, dindar kesimi dışladı. Bu hal, halkı, kesin çizgilerle ayırdı; taassup ve irtica İslâm'ın gerçek nurunu örttü. "Kalbin nuru dindir. Aklın nuru fendir. Akıl ve kalp taaruz halinde (zıtlaşma) olursa; akıldan hile ve entrika; dinden de, taassup ve İrtica doğar. Akıl ve kalp imtizaç (uyuşma) halinde olursa; bu uyumdan, hakikî medeniyet doğar" gerçeği gözardı edildi. Dinli-Dinsiz tartışmaları ve ayırımları, insanların da, ülkenin de ufkunu kararttı.

Bu gerçeği gayet iyi bilen Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşunda "Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu" çıkararak, bu eksikliği gidermeyi hedefledi. Yani; her kademedeki bütün okullarda, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulmasını sağlamak istiyordu. Ama; eğitimi düzenlemek ve yürütmekle görevli Maarif Teşkilâtı, Atatürk'ün bu hedefini, ya anlayamadığı için veya kasıtlı olarak, olması gereken biçimde yürürlüğe koymadı. Dolayısıyla; dinli- dinsiz tartışmalarının meydana getirdiği zıtlaşmalar, günümüze kadar sarktı ve cemaat oluşumlarını yaygınlaştırdı. İslâm Dini'nin bizatihi kendisi lâik bir din olduğu halde; bu gerçeğin üstü örtülerek, "Lâik- Antilâik" algılamaları ve tartışmaları, "Dinli- Dinsiz" eksenine oturtuldu. Cemaatler, dindarlığı kabullenmiş olsalar dahî, kendilerinden olmayanları dışladılar. Nurcusu, Gülencisi'ne, Süleymancısı, Süleymancı olmayana, Işıkçısı, ışıkçı olamayana, âdetâ düşman kesildi. Dolayısıyla "dindarım" diyen kesimler dahî, birbirlerine yan bakmaya başladılar ve kıyasıya bir zıtlaşma ile mücadele halinde oldular. Günümüzde bunun o kadar çok örneği vardır ki; bu hususlar, geniş kapsamlı bir araştırma ile kamuoyunu aydınlatacak bir şekilde ortaya konamadı.

Birkaç ay evvel bir üniversite'nin yaptığı araştırma, gayet dikkate değer ve ibret vericidir. Deneklere sorulmuş; yüzde 83 oranındaki denek, kendisini "Dindar" olarak tanımlamış. Aynı deneklere, Kur'an'ın meâlini veya tefsirini okuyup, okumadıkları sorulmuş; deneklerin ancak yüzde 2.8'i, Kur'an'ın tefsirini veya meâlini okuduğunu söylemiş. Dindarlığın ne olduğunu da, doğru, dürüst kimse açıklayamamış.

Bu tablodan sağlıklı bir toplum yapısı çıkmaz ve zıtlaşmalar, sonsuza kadar devam eder. Öneriniz yerindedir. Ama; uzun vadeli bir programdır. En kısa yolu; hiç olmazsa, Kur'an'ın meâli veya tefsiri, ders olarak okutulmalıdır. Bu sayede; din görevlilerin eksiklikleri anlaşılır ve fertler, iRADE ve HÜRRİYET sıfatlarının kıymetini anlayarak birleşirler ve İslâmiyet'te RUHBANİYETİN olmadığını anlayarak, kendilerini yanıltanları, sorgulamayı başarırlar. Bununla birlikte, din eksenli bir siyasetin önünü keserler. Yani; kula, kul olmaktan vazgeçerler.

Saygılarımla.

Ecz: Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: