12 Aralık 2009 Cumartesi

Tek adam sevdalılarının dikkatlerine

Sayın Ertuğrul ÖZKÖK
Hürriyet Gazetesi Yazarı
İstanbul 11 Ocak 1991

Sayın ÖZKÖK;

11 Ocak 1991 tarihli yazınızı büyük bir dikkatle okudum. Söz konusu yazınızın bir bölümünde, şöyle demektesiniz:

“Oysa; Saddam’ın, gücünü güney cephesinde yoğunlaştırdığı takdirde, petrol sahalarına büyük bir zarar vermesi ihtimâli vardır. Bu da, dünya ekonomik konjonktürünü, olumsuz yönde etkiler.

Bu değerlendirmelerin ışığında Çankaya’nın politikası, şöyle özetleniyor:


“Türkiye, savaşa girmeden, savaşa girmiş gibi prim toplamalıdır.”


Bunun temelde, İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı’nda uyguladığı politikadan ne farkı var?


Kanaatimce temel çizgileri aynıdır. Ancak; bugünkü politikada, Türkiye’yi savaş dışında tutabilmek, gerçekten daha zordur. Dolayısıyla bu politika, daha risklidir.


Ama, riski büyük olan politikaların, priminin de büyük olması gerekmez mi?”

Şimdi, Merak ediyorum:

Ortaya attığınız bu görüşler, acaba, kendi görüşleriniz midir? Yoksa, size yapılan telkinler doğrultusunda empoze edilen görüşler midir?

Kendi görüşleriniz bu doğrultudaysa; yanıldığınızı hatırlatmak isterim. Zîra; “Çankaya’nın politikası” diye ifade ettiğiniz politika, yani; Çankaya’nın tasarrufları, parlâmenter sistemimizin kurallarına, geleneğine ve ruhuna uygun değildir. Karar kıldığımız sistemin işleyişi, herhalde, tek kişinin çabalarıyla olabilecek bir iş değildir. Tek kişi, devlet başkanı da olsa, koskoca bir ülkenin gündemini saptayamaz.

6 Aralık 1990 tarihinde, “DOĞAN GÜREŞ, BOŞ KARARNAMEYLE ATANDI” diyen sizsiniz. Bu iddianıza 24 Aralık 1990 tarihinde de;

“ÜLKEYİ ALTI YIL BÖYLE YÖNETTİK” diye cevap veren, TURGUT ÖZAL’dır.

İtiraflarla sabit olan bu durumu, PARLÂMENTER SİSTEMİMİZİN kurallarına uygun buluyor musunuz?

Körfez Krizi sebebiyle Türkiye’nin ortaya koyduğu tavrı da belirsizdir. Değişen havaya göre şekillenmiştir. Çelişkili tutarsızlıklar vardır. Hattâ, Amerika ile beraber plânlandığına dair önemli belirtiler vardır. Sıra ile gözden geçirelim:

1- Şubat 1990’da ÖZAL, Amerika’ya gitmiş ve Başkan Bush ve Baker’la özel bir görüşme yapmıştır. Ki; bu seyahate, Dışişleri Bakanı iştirak ettirilmemiştir. Gelişmeler, Mesut Yılmaz’ın istifasına neden olmuştur.

Bu gizli ve ikili görüşmelerde, Irak ve Saddam konuşulmuştur. Bunu da; “Ben haklı çıktım. Daha geçen yılbaşında, Başkan Bush ve Baker’i uyarmıştım.” demek suretiyle, bizzat Özal itiraf etmiştir.

2- Ortadoğu krizinden, yani Saddam’ın Kuveyt’e saldırmasından iki ay önce Korkut Özal, Ortadoğu’daki bütün işlerini tasfiye etmiştir. Korkut Özal, müneccim olmadığına göre, Körfez Krizinin çıkacağını biliyordu demektir.

3- Necati Doğru, 17 Ağustos 1990 tarihli yazısının bir bölümünde, şöyle demektedir:

“Maxwell, Saddam’ın saldırısından 10 gün önce Türk Gazetecisi Emil Edip Öymen’e şöyle demişti:

“Türkiye’ye Boğazların bekçisi olmak dışında, yeni bir amaç gerekiyor. Bence bu amaç; Ortadoğu’da kalıcı bir barış sağlanması için, Türkiye’nin ABD, Mısır, Suudî Arabistan ve hatta kim bilir, belki SURİYE arasında bir rol oynamasıdır.”

Maxwell de, bir müneccim olmadığına göre; demek ki, Körfez Krizi, önceden plânlanmış bir krizdir.


Nitekim Amerikan Kaynaklı araştırmalar da, bu iddiayı ortaya atmış ve deliller ortaya koymuştur.

Bu iddialar doğruysa;

Amerika, önce Saddam’la krizi başlatmış; önceden plânladığı şekilde şimdi de, Türkiye vasıtasıyla birtakım çözüm yolları aramaktadır.

Bu krizin ve geçen zamanın doğuracağı siyasî, iktisadî ve askerî neticelerinin, kimlerin işine yarayacağı, kimlerin de zararına olacağı, hiç şüphesiz, önceden hesap edilmiştir. Şu anda bilinen durum bellidir:

Amerika Körfez’e yerleşmiş ve petrolü, kontrolüne geçirmiştir.

Irak’a komşu olan bütün ülkeler, iktisaden büyük zarara uğramıştır. Japonya, Birleşik Almanya ve diğer Ortakpazar ülkeleri zarar görecek ve Amerika’nın lehine, rekabet güçlerini kaybedeceklerdir.

Amerika’nın Ortadoğu’da, İsrail’den güçlü bir devlet istemediği gerçeği, bir defa daha ispatlanmıştır.

Amerika, akşamdan alınan ilhamlarla ertesi gün idare edilen bir ülke değildir. Berlin duvarının yıkılacağını, duvarın yıkıldığı gün öğrenen bir ülke de hiç değildir. Belki; Berlin duvarının yıkılacağını, on sene evvelinden biliyordu veya bunun plânlamasını yapmıştır.

Sayın ÖZKÖK;

Biz vatandaşlar, her şeyin açık konuşulmasını ve seçtiğimiz sistemin, tam olarak işletilmesini istiyoruz. Meclis, Hükümet ve Devletin Kurumları, devre dışına çıkarılmamalıdır. Yani; PARLÂMENTER DEMOKRASİMİZ, ANA KAİDELERE VE ANA BEKGELERE göre işletilmelidir. Bizim için hayrın ve şerrin miktarı önemli değildir; vasfı, çok önemlidir. Riski büyük olan politikanın priminin de büyük olacağı düşüncesi, sistemi belirsiz, hatta, aşiretle idare edilen ülkeler için geçerlidir.

Türk milleti, kaderini tesadüflere terk edemeyecek derecede bir devlet şuurunun sahibidir. Zaten bu özelliği sebebiyle tarih boyunca devlet olabilmesini başarmıştır. Kaldı ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönünün adı, daha işin başında konmuştur.

Bir basın mensubu olarak size düşen görev; Türk milletinin, işin başında razı olduğu idare tarzını, büyük bir inançla savunmaktır. Belki hatırlarsınız:

80’li yılların başında, günün İspanya Başbakanı Felippe Gonzales, İngiltere’de yapılan bir demokrasi sempozyumunda, “Basının tutum ve davranışları sebebiyle İspanya’ya demokrasi, yirmibeş yıl geç geldi” demiştir.

O kadar akıllı ve sağduyulu davranmalısınız ki; pişmanlık ifade eden bu tür biz sözü, bizim ülkemizde hiç kimse söylememelidir.

Nasıl, kendinize güvenebiliyor musunuz?

Herkes, taşa çarptığı zaman başının acıyacağını bilir. Hüner; başı, taşa çarptırmamaktır.

Yoksa, “Başımı şu taşa çarpsam, acaba acır mı?” diye tecrübeye kalkışmak, büyük bir gaflet olur ve aydının şanına yakışmaz. Bu hal; menfaat karşılığı bahse giren maceraperestlere yakışır.

Gerçekleri savunduğumu ve kimseyi incitmek niyetinde olmadığımı bilmenizi isterim.

Saygılarımla.

Ecz. Hüsnü Akıncı

Hiç yorum yok: